KKE NE YAPMALI?

Galeri

Yunanistan’da reformist Syriza hükümeti göreve başladı.  Yunanistan Komünist Partisi (KKE) ara vermeden düzene karşı mücadelesini sürdüreceğini ilan etti. Elbette öyle yapmalı. Ancak bunu ne şekilde yapacağı önemlidir. KKE, bekleyelim, “nasıl olsa bunlar yakında çuvallarlar, vaatlerini yerine getiremezler, ne kadar haklı … Okumaya devam et

Orta Doğu’da burjuva siyasetinin çöküşü

Türkiye, Mısır, Tunus, Suriye vb ülkelerde, aşağıdan yukarı/yukarıdan aşağı nasıl gelirse gelsin, burjuva devrimleri, ulusal kurtuluş devrimleri sosyalizme doğru bir yürüyüş olmadığından tıkandılar. Attıkları sınırlı demokratik temellerin dahi  yıkılmasına zemin hazırladılar.

Burjuva ulusal kurtuluş hareketi marifetiyle, mesela, sömürgeciliğe, otokrasiye son veriliyor; politik yapı, temsil kabiliyeti eski rejime nispetle ileri düzeyde demokratikleştirilebiliyor, kültürel sahada, kadın/erkek ilişkilerinde, eğitimde demokratik adımlar atılabiliyor. Gelgelelim, sosyal-ekonomik yapıda, egemen sınıf ilişkilerinde devrimci bir dönüşüm yapılmadığı için çok geçmeden halk sınıflarının, emekçi sınıfların huzursuzluğuna , muhalif siyasal davranışlar göstermelerine tanık olunuyor. Emperyalist-kapitalist sisteme entegrasyonun mahiyetine bağlı olarak yoksulluk, sosyal eşitsizlik genişleyip, derinleşiyor.

Esasen ekonomik olan sorunlar,çoğu kez, sol siyasal muhalif kanallar kapatılmış olduğundan, kültürel, ideolojik tepkiler halinde dışa vuruluyor. Siyasal alan sol muhalefete ne kadar kapalı, dinci muhalefete ne açıksa, kültürel tepkiler de o ölçüde reaksiyoner olabiliyor.

Yeni burjuva rejimler, Mısır ve Türkiye  örneğinde olduğu gibi, kendilerini konsolide ederlerken hem dini hem de dinci siyaseti yardıma çağırıyorlar. Dinsel bir konumun ve dinci muhalefetin kapitalizmle bir sorunu olmadığı için kontrollü bir şekilde teşvik edilmek istendiği vak’adır. Buna karşın, devrimci sol, hatta ortanın biraz solundaki sol bile tehlike olarak görülüyor. Yine bu iki ülkede, sol karşısındaki bu paranoya,  SSCB ile girdikleri zorunlu ilişkiler esnasında daha da azabiliyordu. Böylece solun bastırıldığı ya da burjuva siyasetine uyruklaştırıldığı koşullarda, dinsel muhalefet alternatifsiz kalıyordu. Halk sınıflarının yaşam koşulları kötüleştiği ölçüde, bu muhalefet güç kazanıyordu. Sosyalist dünyaya karşı yürütülen soğuk savaş da, bu eğilimlerin teşvik edildiği iç koşullar ve dış bağlam arasında uyumluluğu sağlıyordu.

Gerek etnik siyaset ve gerekse dinsel siyaset, toplumdaki ekonomik, sınıfsal çelişkileri kültürel gerekçelere bağlar. Böylece toplumu, bir tarafın ezen, öteki tarafın ezilen olarak resmedildiği, dindarlar/laikler; Türkler/Kürtler; Aleviler/Sünniler şeklinde kültürel referanslarla kategorize etmeye çalışır. O kadar öyle ki, ekonomik sıkıntılar, toplumsal eşitsizlikler, adaletsizler içinde bunalan halk kitleleri, durumlarıyla bu kültürel çağrılar arasında neden sonuç ilişkisi kurmaya başlarlar. Esasen her noktasında eşitsizlik üreten kapitalist sistemin işleyişinden kaynaklanan ekonomik ve siyasal sorunları, baskıları kendi kültürel kimlikleriyle bağdaştırdıkları bir bilinçle düşünmeye başlarlar. Mesela, “ben dindar olduğum için eziliyorum”  diye akıl yürütürler. Türkiye’de Kürt ulusal bilincinin uyanmasında bu giderek derinleşen eşitsiz ilişkiler, hiç şüphesiz,  etken olmuştur.

Bilindiği gibi Mısır, Nasır dönemi sonrasında, erken 70’li yıllarda, Nasır devrinde kurulmuş, refahçı sosyal politik referanslarıyla kamu sektörünü gözeten ekonomik büyüme ve kalkınma stratejisini,   emperyalist blokla entegrasyon adına terk edince, ülkenin sosyal dengeleri dramatik bir şekilde bozulmuştu. Tarımsal ağırlıklı olarak devlet sübvansiyonlarına dayanan ekonomi, bütçe kısıtlamaları, endüstriyel tarımsal ürünleri işleyen sanayilerin özelleştirilmesiyle imtiyazlarını yitirmiş, kırsal nüfusta kentlere doğru bir çözülme hız kazanmıştı.

Giderek, sosyal imalarıyla varoşlaşma, gecekondulaşma  ülkenin yoksulluğunun, yoksullaşmasının  göstergeleri haline geldiler. Kentlerde işsizlik, eğitim, sağlık, konut, beslenme,altyapı sorunları, mevcut sistem içinde, içinden çıkılması çok güç bir hale geldi.

Bu şartlarda, sol siyaset üzerindeki baskılar daha da arttırılırken, bu çözülmüş toplumsal dokunun uysallaştırılması adına dinselleştirme teşvik edildi. İslamcı siyaset, yoksul, ağırlıklı olarak göçle kentlere gelmiş nüfus içine nüfuz etme kabiliyetini arttırdı. İçinde dayanışmacı, “din kardeşliği”ne dayanan  bir söylemin dolaşımda olduğu reaksiyoner dayanışmacı örgütler mahallelerden boy vermeye başladı.

Benzer bir gelişme bizde  de seksenli yıllardan itibaren bariz bir şekilde yaşanmaya başlandı. Benzer sonuçları oldu. Türkiye’de yığınsallaşmış olarak yükselen Kürtçü ve islamcı siyasetler, 12 Eylül sonrasında, neo-liberal doğrultuda çözülen toplumsal-ekonomik yapıya, tasfiye edilen sol siyasete referans vermeden ele alınamazlar.

Sadece bölgemizdeki değil, dünyada dinci akımların ivme kazanması, bu arada, AKP’nin yükselişi, PKK’nin ortaya çıkışı değil ama,  geniş kitlesel bir tabana oturması, global neo-liberal ekonomi-politikle bağıntılıdır. Aynı nedenle de, emperyalist kültürel hegemonya içinde dinciliğin ayrıcalıklı bir yerinin olmasından vazgeçilememektedir.

Burada bir parantez açarak, Suriye’deki savaşın analizi yapılırken, baba Esad’ın son döneminde başlattığı emek düşmanı neo-liberal politikaların oğlu tarafından da sürdürülmesinin halk sınıflarında yarattığı hoşnutsuzluğu, tepkileri ihmal etmememiz gerektiğini belirtmek isterim. Emekçi kitlelerin hoşnutsuzluğu, muhalif enerjisi, emperyalistler ve siyonist müttefikleri tarafından istismar edilmek istenmiştir. Suriye’de de, burjuva demokratik  Baas hareketi, sosyalist güçler tarafından emekten yana, kamusalcı bir aşamaya itilemediğinden tıkanmıştı.  Hatta önceden beri izlediği kamuyu gözeten, karma ekonomik modelden bile, Mısır ve Türkiye’deki benzerlerinde görüldüğü gibi, çark etmişti. Evet bir dış müdahale vardır ama öncesinde ona  çanak tutmuş iç koşullar vardı.

Bu her üç ülkenin “kemalist” iktidar elitleri kapitalist bir emperyalizm vizyonuna, kamusalcı bir sosyal devrim programına sahip olmadıkları, nüfuslarının farklı ulusal bileşenlerinin en temel haklarını görmezden geldikleri  için geniş halk sınıflarını karşılarına aldılar. Toplumsal tabanlarını daralttılar. Artık siyasal sınırlarına ulaşmışlardı.

Ancak onların islamcı muhaliflerinin kurdukları rejimlerin de devam etmesinin olanaklı olmadığı görülüyor. İslamcılar, dinci söylemlerine dayanarak neo-liberal sömürüyü daha fütursuz noktalara ulaştırmışlar, kendilerine bel bağlamış halka dilenciliği uygun görmüşlerdir. Emperyalist-siyonist global siyasetle öncelenmemiş ölçüde iç içe geçmişlerdir.

İslamcılık ve kemalizm aynı paranın iki farklı yüzü gibidirler. İkisi de, kapitalisttir. İkisi de anti-demokratiktir. İkisi de halk inisiyatifine güvenmez, olanak tanımaz. İkisi de elitistir, “ayaklar”ın “baş” olması ihtimalinden dahi tırsarlar. İkisi de, liberallerin iddiaları hilafına, “jakoben” ve “toplum mühendisi” dir. Birincisi kendi düzenini sürdürmek adına, seküler vizyonuna ihanet edercesine,  “dinsel açılımlar” a ,  ikincisi de, aynı kayguyla, din kardeşliği söylemine ihanet edercesine, “milli açılımlar” a   ihtiyaç duyabilmektedir. Yani her iki akımın siyasal içerikleri farklı olsa da, siyaset tarzları farklı değildir.


BURJUVA CUMHURİYET,12 EYLÜL VE AKP

AKP’ye muhalefet edenlerin çoğu, onun karşısına hangi alternatifi koyduklarını net olarak belirtmiyorlar. Bir çok kişi, “anti-AKP” olarak ifade edilebilecek, salt negatif bir muhalefeti öngörüyor. Anti-AKP tavrı, bugün “anti-kapitalizm” şiarı altında dünyanın çeşitli ülkelerinde gösteriler yapanların konumuna benziyor. Tek başına negatif bir karşıtılık siyasetinin  hiç bir pozitif anlamı yoktur. Pozitif bir sonucunun olması da beklenmemelidir. 

AKP muhaliflerinin büyük denebilecek bir kısmı,”Atatürk devrine”  geri dönüş çağrısını da kapsamına alan,  AKP öncesini ihya etme eğilimindedir.  Bu irticadır. İrticadan, geçmişte ideal haliyle mevcut olduğu varsayılan ve  sonradan yapılan yanlışlar nedeniyle , hatta ihanetlere maruz kalarak, bozulmuş bir düzene geri dönüş siyasetini anlıyorum. Yani irtica,  hayali bir  “altın devir” i, siyasal olarak, yeniden canlandırma talebidir. Tarihte altın devirler yoktur. Son kertede, genel olarak üretici güçlerin önünü açan ya da onların kendilerini gerçekleştirme olanaklarını sınırlayan, engelleyen olaylar vardır. Yine bu olaylar arasında, genel olarak,   süreksizlik ya da kopuşlar  halinde süreklilikler vardır.

12 Eylül davası münasebetiyle, haklı olarak AKP devrini 12 Eylül’ün devamı olarak gösterenler, 12 Eylül’ün Cumhuriyet’in evrim sürecinin çocuğu olduğunu, sürecin gerçekleşme koşullarını ağırlaştıran kopuşlarla,  27 Mayıs, 12 Mart olarak kendisini ifade eden siyasal metodunun izleyicisi  olduğunu ihmal ediyorlar.  Gerek 12 Eylül ve gerekse AKP rejimi genel hatlarıyla kemalist cumhuriyetin siyasal metodolojisine, tarzına aykırı uğraklar değildir. İrtica siyaseti yenilgi psikolojisinin çaresizliğinden doğar. Ancak, bu çaresizliğin kaynağının bizatihi bu reaksiyoner tutumdan, irticai siyasal akıldan çıktığı görülmez. Yapılması gereken, kopuşlar halinde de olsa, süreklilik arzeden mevcut siyasal çerçevenin, isterseniz,  tarzın dışında siyaset üretmektir.

Kemalizm sadece bir siyaset tarzıdır. Bir siyaset tekniğine işaret eder. Mesela, kamusal, eşitlikçi bir toplumsal örgütlenmeyi öngören sosyalizm gibi, toplumsal bir projesi yoktur. Kendisini toplumsal formasyon anlamında  disipliner pratikleri gerçekleştirme süreci olarak kurgulamaz. Onu kapitalizm çerçevesi içinde uygulanması öngörülen, burjuva toplumunun gerekleri doğrultusunda,  burjuva sınıfından özerk olarak eyleyen, yani   reel olarak burjuva sınıfının genel çıkarları adına, bürokratik araçlarla sürdürülen  bir siyaset tarzı olarak görmek gerekir.  Bu anlayış tanım itibariyla otoriterdir. Devlet inisiyatifini, halk inisiyatifi üzerinde tanımlar ve olumlar. Sözde toplumsal eşitlik , özde faşizan bir korporatizm söylemini öne çıkartır. Kemalist  siyasal çerçeve içinde gelişmiş olan,  bugünkü AKP rejimi, kendisinin de içinde gelişmiş olduğu  bu kemalist konuma artık ihtiyaç duymayan tekelci burjuvazinin,  emperyalist sisteme neo-liberal bir yeniden entegrasyonun istendiği koşullarda, söz konusu neo-liberal misyonun siyasal taşıyıcısı olmuştur.

Cumhuriyetçilerin emperyalist dünya sistemine en erken entegrasyon girişimi 1926’dadır. Liberal kapitalist sisteme entegrasyon, kısa bir süre sonra patlak veren kapitalist dünya ekonomisindeki bunalım nedeniyle, gerçekleşememiştir. TC devleti bakışını, bu sıralarda, proletarya diktatörlüğü kontrolünde devlet kapitalizmi (NEP) uygulamasından, tarihte ilk kez, sosyalist ekonominin kurulmasına doğru gayet başarılı bir geçiş yapmakta olan SSCB’ne çevirmiştir. 

Henüz burjuva sınıfın sermaye olarak pek güçlü olmadığı koşullarda, kaçınılmaz olarak burjuva sınıfından nispeten yüksek ölçüde özerklik yeteneğine sahip, burjuvazinin  siyasal ve bürokratik temsilcileri burjuva toplumun gelişmesi için SSCB katkısıyla devlet kapitalizmi, ithal ikameci ya da merkantilist bir pratikten başka bir çıkış yolu olmadığına inandı. Nasıl SSCB, sosyalizm inşası yolunda özü itibariyle, kapitalist olan önlemleri (NEP= yeni ekonomi politikası) uygulanması gerekli bir uğrak olarak gördüyse, Ankara’daki kemalist rejim de, kapitalizmin inşası yolunda, devlet kapitalizmi uygulamasını gerekli görmüştü. Bugün atfedilen anlamında, kemalist siyasal tarzın  bu kararın alınmasıyla uygulanmaya başlanmış olduğunu söyleyebiliriz.  Dolayısıyla, “NEP uygulamasına girişmiş bolşevik yönetim ne kadar kapitalistse, SSCB katkısıyla devlet kapitalizmi inşasına girişmiş kemalistler de o kadar sosyalist idiler” şeklindeki bir kıyaslama yanlış olmayacaktır. Bolşevikler bir dünya devrimi beklentisiyle hemen sosyalizme geçişin gerçekçi olmadığını çok geçmeden saptamışlar ve politika değişikliğinin -bir süreliğine- gerekliliğini kavramışlardı. Yani NEP realizmine dönmüşlerdi.  Türkiye’de burjuva sınıfının temsilcileri olan cumhuriyetçiler de, ulusal kurtuluşçu, anti-emperyalist siyasetin anti-kapitalist boyutunu kavrayıp, bunun kurmayı planladıkları toplum için bumerang olacağını tespit etmişlerdi. 1926 Türk-İngiliz  işbirliği bu tespitten çıkmıştır.  Nasıl bolşeviklerin bekledikleri “dünya devrimi” Batı Avrupa’daki büyük siyasal kriz nedeniyle gerçekleşmediyse, bizdeki emperyalist sisteme entegrasyon beklentisi de, 1929 büyük bunalımı gerekçesiyle  gerçekleşememişti. Nasıl proletarya diktatörlüğü koşullarında uygulanan NEP dönemi, Sovyetlerin kapitalizmi benimsemiş olduğu anlamına gelmiyorduysa, kemalistlerin burjuva diktatörlüğü altında yürüttükleri devletçilik de, Türkiye Cumhuriyeti’nin  sosyalizmi benimsemiş olduğu anlamına gelmiyordu. Bu süreci yanlış yorumlayarak, Atatürk ve kemalist çizgisini “sosyalist” olarak etiketlemek doğru değildir. Unutmayalım ki, Batı’daki büyük kapitalist ülkeler dahil, dünyanın bir çok ülkesi, hemen hemen aynı yıllarda,bir kısmı biraz daha sonra benzer politikaları, hatta bizde hiç bir şekilde gerçekleşmesine izin verilmemiş daha sol bir çerçeve içinde, sosyal demokratik boyutlarıyla uygulamaya koymuşlardı.

Türkiye’nin tekelci burjuvazisi, kemalist siyasal tarzın, neredeyse kesintisiz 10 yılı aşan bir zaman içinde uyguladığı, devletin motor rolüyle tanımlanan kapitalistleşme  siyasetinin çocuğudur. Bu modelle, tekelci burjuvazinin  sermaye birikiminin asli kaynağı yaratılmıştır. Öte yandan yine bu süreç içersinde, korporatist bir “birlik, beraberlik, ayrışmamış, kaynaşmış kitle” manipülasyonuyla emekçi kesimlerin, yoksul köylülüğün sömürüsüne hız verilmiş, bu sınıfların sözcüsü olan hareket ve eğilimler, aydınlar bastırılmıştır.  

Bu devletçi kemalist siyasetin devrede olduğu sıralarda, başvurulmuş olan anti-emperyalist siyaset ve söylem, rejimin o sıralarda uygulamakta olduğu korumacı kapitalist ekonomik siyaset bakımından uygundu. Yani bu siyaset ve söylem sadece sosyalist SSCB ile yürütülen ilişkilerle izah edilemez. Türkiye, SSCB ile sosyalizm kuruculuğu adına değil, paradoksal olarak, kapitalizm kuruculuğu adına ilişkiler kurmuştur. Kemalist rejim bu burjuva kapitalist vizyonundan bir sapma göstermemiştir. Ankara’nın NEP’i, Moskova’nın NEP’i gibi amaca giderken başvurulmak zorunda kalınan taktik bir araçtır. Yalnız, ikincisinin amacı sosyalizm iken birincisinin meramı kapitalizmdir.  

Türkiye devleti, büyük savaş sonrasında, ta baştan taşıdığı kurucu misyon gereği, dünya kapitalist sistemine yeniden entegre olmuştur. İzlediği devletçi politika, entegrasyonun gerekleri bakımından aykırı bulunmamıştır. O yıllarda henüz devlet kapitalizmi istenilen, ya da, en azından, kararlılıkla uygulanmasında, entegrasyon ya da kapitalist dünya sisteminin genel işleyişi bakımından  sorun olarak görülmeyen bir politikadır.

Soğuk savaş koşullarında entegrasyon özellikle siyasal-askeri açıdan büyük bir önem arz etmekteydi. Sıcak savaş bitmiş, ancak savaş bitmemişti. Çok daha uzun ve kapsayıcı olan soğuk savaş periyotuna girilmişti. Bu periyotta, kapitalist ülkelerin izleyecekleri ekonomik yoldan çok, genel siyasal çizgileri önemliydi. Bu sıcak olmayan savaş içinde yer aldıkları taraf önem taşıyordu. Daha doğrusu, soğuk savaş dönemi, ekonominin değil, siyasetin öne çıktığı bir dönemdir. Son çözümlemede her türlü savaş siyasettir. Politik olarak sonuç alınabilecek bir olaydır. Bu yolda, ekonomi politikanın hizmetindedir. Esasen soğuk savaş yılları boyunca en sağcısından (Türkiye örneği),  en solcusuna  (Batı, ama özellikle Kuzey  Avrupa örneği ) kadar, emperyalist sisteme merkez ve çevre olarak dahil ülkelerde, genel olarak, korumacı, devletçi, sosyal bakımdan takviye edilmiş, “gelir bölüşümü” kaygusuyla hareket eden ekonomi politikaları gözetilmiştir. Sosyalist blokla sürdürülen soğuk savaş, sadece askeri bir yarışmadan ibaret değildi. Bu savaşın ideolojik, sosyal, ekonomik boyutları daha fazla öne çıkıyordu. Bu bakımdan, sosyal vurguları bariz olan ekonomik anlayış uygun görülmüştü.

Bütün bu süreçler boyunca izlenen ekonomik politikaların sadece farklı  sınıflar arasında değil, burjuva sınıf fraksiyonları arasında da çıkar  ilişkilerini  etkilemiş olduğu vak’adır. Bu çelişkiler içeren süreçlerden,  taraf olma durumundaki,  nispi olarak özerk,  bürokratik yapının etkilenmemesi de olanaklı değildi. Bürokratik anlayış ve kurumlar arasında, kadrolar içinde  bir çatışma meydana gelmesi, her yol ayrımında kaçınılmaz olmaktadır.

Sovyetlerde, NEP döneminin sona erdirilerek, sosyalizm inşası programına geçilmesi, nasıl bu dönemin sürdürülmesini isteyenlerin (başlarını, NEP’in de teorisyeni olan,   Bukharin’in çekiyordu)  direnişiyle karşılaşmış, sonunda sosyalizm yanlıları tarafından tasfiyelerini gerekli kılmışsa, benzer bir çatışma Türkiye’de de  olmuş,   devletçi politikanın belli bir uğraktaki ihtiyaçlarına yanıt vermiş olduğunu, artık ona ihtiyaç duymadığını dile getiren tekelci burjuvazi tarafından, devletçi kapitalizmi savunan kemalistlere karşı, etkileri  bugün de devam eden tasfiyeler gerçekleştirilmiştir.

Kemalist devletçilik süreci düz bir çizgi boyunca gelişmez. Örnekse, korumacı devlet kapitalizmi uygulamasıyla sermaye birikimini arttıran sanayi burjuvazisi, serbest pazarcı, ithal ikameciliğinden  şikayetçi iç ve dış ticaret burjuvazisiyle çıkar ayrılıklarına düşmüştür. DP’nin sanayileşmeden çok, ticarileşmeyi ve ticaret burjuvazisini nispeten daha fazla gözeten ekonomi politikaları, finans-kapitali temsil eden sanayici, bankacı büyük sermaye kesimlerini tatmin etmemeye başlamıştır.

Hiç kuşkusuz ülkemizde gerçekleşmiş (bu yüzden gerçekleşebilmişlerdir) bütün askeri  müdahaleler büyük ya da tekelci sermaye adınadır. Yine hepsi dünya kapitalist sistemiyle, sistemin artan tekelleşme eğilimleri çerçevesinde,  yeni bir entegrasyon temin amacını taşır.  Her darbe öncesinde, uygulamada olan ekonomik modelin kapitalist dünyayla entegrasyonun aksadığı (örnekse, döviz sorunları) saptanacaktır. Ancak darbeleri çağıran süreçleri sadece ekonomik boyutuyla değil, ekonomik, siyasal, ideolojik yapısal kriz momentleri olarak görmek isabetli olacaktır. Burada asıl dikkat çekici olan, izleyen her entegrasyonun ülkedeki tekelci burjuvaziyi, merkezdeki tekellere, uluslararası finans kapitale daha bağımlı bir bileşen haline getirmiş olmasıdır. Türkiye’deki finans kapital, özellikle 12 Eylül darbesi sonrasında, öncelenmemiş ölçüde uluslararası bir karakter kazanmıştır.  Bu süreç içinde, sistemin isterleri doğrultusunda, sanayici eğilimlere, mali-spekülatif eğilimler adına galebe çalınmıştır. Türkiye gibi bağımlı ekonomilerin, yeni entegrasyon koşullarında  kırılganlığı, “sıcak para” girişlerine bağımlılık yoluyla arttırılmıştır. Bu yeni bağımlılık çerçevesinin önemli siyasal sonuçları olmuştur. AKP bu sürecin siyasal sonucudur. AKP’nin önünü açan, öncesi ve sonrasıyla, sol devrimci ve demokrat güçlere karşı terörist kalkışmaların planlı bir şekilde yürütülmüş olduğu 12 Eylül faşist darbesi olmuştur.

27 Mayıs da dahil, bütün askeri darbeler AKP’nin habercileri olarak görülmek gerekir. Bizatihi AKP rejimi de, bu sözü edilen öncüllerinin habercisi ve yaratıcısıdır. Bugün bu rejim dolayısıyla, bu öncüllerin ya da etapların onun habercisi olduklarını görebiliyoruz. Böylece AKP’nin tarihini yazabiliyoruz. Bunu yaparken burjuva cumhuriyetin tarihini de yeniden yazma ihtiyacı duyuyoruz. Nasıl cumhuriyetin dayandığı mantık bizi bugün AKP rejimi koşullarına getirmişse, yani AKP’yi haber vermişse, AKP rejimi de, Cumhuriyetin bugünkü yerine evrileceğini, bugünden geriye bakarak haber vermektedir. AKP vak’asından sonra artık Cumhuriyet tarihini AKP öncesinde olduğu gibi okumamız kabil değildir. AKP o tarihi yeniden yaratmıştır. SSCB karşısında önce tampon sonra vasal devlet işlevini benimseyerek emperyalist sisteme dahil olan TC, tampon olduğu devlet ortadan kalkınca, elbette yeni emperyalist misyonlar adına dönüşecekti.

Proletarya devrimcileri için hesaplaşma, bu sürecin bütünüyle sorgulanarak dönüştürülmesi anlamına gelir. Bu sorgulama, tanım itibarıyla, devrimci bir etkinliktir. Doğrudan düzeni hedefler. Bu çerçeve dışında, sorunu, sorumluluğu  onun içinde yer almış bir kaç aktöre yüklemek suretiyle yapılacak her hangi bir sorgulama, “hesaplaşma”, burjuva düzeninin aklanması anlamına gelecektir. Bu kez neo-liberal entegrasyon adına kemalist cumhuriyet’in en baskıcı metot ve gelenekleri üzerinde yükselen, ve onun bu  tarzını  sahiplenmiş olan AKP’nin 12 Eylül rejimini yargılayabileceğine inanmak, eğer kasıtlı ve planlı bir demagojik   çaba değilse, en hafif ifadeyle, safdilliktir. Düzenin tuzağına düşmektir.





My Great Web page