İtirazlar 2

Vaktiyle, şimdi adı aklıma gelmeyen bir marksist düşünür, siyasetin nesnesinin konjonktür olduğunu söylemişti. Veya  o anlama gelebilecek  bir şey demişti. Doğrudur. Dinamik, pratik bir sorun olarak siyasetin nesnesi konjonktürdür. Konjonktür toplumsal-sınıfsal ilişkileri, bu ilişkilerin sadece geçiciliği anlamında güncel görünümlerini değil, zaman içinde kararlılık gösteren, yapısallaşmış, kurumsallaşmış görünümlerini, karşılıklı etkileşimleriyle her ikisini birlikte içerir.

Konjonktür kopuşları gözardı etmeyen sürekliliğe referans verir.  Özcesi, bu kesintileri gözardı etmeyen sürekliliğin kat ettiği olayların, olguların belli bir uğrakta belli bir dinamik kümelenişi olarak görülebilir. Konjonktür yapılara referans verir. Ancak yapılara indirgenemez. Bir yapı değildir. Olguların, olayların belli bir uğraktaki henüz yapılaşmamış kümelenişidir. Süreçlere referans verir. Yeni süreçleri tetikleyebilir ancak bizatihi belli veya doğrusal bir süreç değildir. Her zaman belli bir  “uğrak” bağlamında anlam kazanır. Bu anlamıyla geçmişi de günceli de kat eder.

Bugün bölgemizde ortaya çıkmış olan bu konjonktür elbette günümüz dünya konjonktürünün bir bileşenidir. Onu gözardı ederek analiz edilmesi kabil değildir. Bugün dünyaya baktığımız vakit,  tarihsel olarak düşüş eğilimi içinde olan geleneksel emperyalist hegemonik güçlerle, emperyal güçler olarak yükselmek isteyen ülkeler arasında bir mücadelenin öne çıktığını tespit edebiliyoruz. Bu ikinciler uluslararası platformlarda, en üst düzeyde, bu taleplerini çok kutuplu bir dünyanın meşruiyetini savunarak dile getiriyorlar. Elbette bu çatışan baş oyuncuların etrafında, şu ya da taraf yanında yer alan ama bu konumlanışlarının istikrarlı olamayacağını, olayların, gelişmelerin seyrine göre kaymalar gösterebileceğini de hesaba katmamız gereken ülkeler var. İsterseniz bunlara vasal ülkeler de diyebiliriz.

Emperyalist sistem kaçınılmaz olarak her düzeyde, bu arada sistem içi ülkeler arasında da hiyerarşiler yaratır. Vasallar, vasallıklar oluşturur. Bu vasalların öz egemenlikleri sistemin konsolidasyon düzeyine göre,  veya isterseniz,  konjonktüre göre görece gevşer veya görece sıkılaşabilir. Mesela eski soğuk savaş devrinde, çatışan temel güçleri emperyalist ve sosyalist dünya sistemleri olarak tanımladığımız şartlarda, sanılanın aksine, ulusal egemen yapılar, vasal da olsalar, görece daha geniş bir manevra alanına sahiptiler.

Mesela, bizim cumhuriyet tarihimizin aşağı yukarı ilk altmış yılı için genel olarak ve nispeten daha sıkı bir egemenlik halinden söz edebiliriz. 1929 krizinin patlak verdiği, içeride muhalefetin sesini yükselttiği şartlarda, emperyalist blokla bütünleşmeyi daha uygun bir konjonktür ortaya çıkıncaya kadar ertelemek zorunda kalmış burjuva kemalist rejimin nasıl SSCB’ye dayanma ihtiyacı duyduğunu biliyoruz. Kemalist rejimin kapitalist Batı’ya sadakatinden kuşkuları kalmamış emperyalistlerin o koşullarda bu zorunlu tercihi anlayışla karşılamış olduklarını biliyoruz. Sonraki  Menderes ve Demirel (her iki deneyimin de CHP’nin iktidarda bulunmadığı konjonktürlerde görüldüğüne dikkat edilsin) kaçamaklarına aynı anlayışla yaklaşmamışlardı(1)

Devrimci solcular olarak sık yaptığımız bir yanlış, kapitalizm-emperyalizm tarihine bütünsel olarak bakamamaktır. Olguları ve olayları tarihsel boyutlarından, bağlamlarından, soyutlayarak ve tarihsel yönelimlerini ihmal ederek ele alabiliyoruz. Böyle olunca onlar arasındaki süreklilikleri, bağlantıları, ilişkileri, referansları da atlıyoruz. Doğru olmuyor tabii. Bu anlayışla, mesela, sıkça birbirlerinden kopuk yeni devirler, periyotlar ilan ediyoruz. Yeninin, aslında ne kadar “yeni” olduğunu sorgulamıyoruz. Mesela, son on beş yılda yaşadıklarımızı Cumhuriyeti sayaca bağlayarak numaralandırıyoruz. Farklılıkların altını çizmek bakımından kullanışlı olabileceği düşünülen bir ifade, giderek tarihsel bağlamından kopartılmış, “yeni” bir olgunun kavramsallaştırılmasına  tekabül eder şekilde kullanılmaya başlıyor.

Bizim cumhuriyet emperyalist sisteme eklemlendikten sonra konjonktürler içinde şu ya da bu ölçüde ve derecede  vasallık rolünü yerine getirdi. Vasallık bir emir-komuta zinciri olarak görülmemelidir. Emperyalist merkezle ve ya merkezlerle gerilimli ilişkilere referans verir. Ancak vasal devletin sürdürebilirliği sistem içinde mümkündür. Eski soğuk savaş sırasında, Türkiye’nin burjuva cumhuriyeti ve burjuva devleti emperyalist sisteme entegre olmadan söz konusu sınıfsal içeriğiyle varlığını ve hatta yurtsal bütünlüğünü sürdüremezdi.

Şimdi bazı yazarlar, “tek parti devri” ni ve -önceki kadar olmasa da- sonrasını da, uluslararası bağlamından kopartarak, laik, ilerici, kamusalcı bir devir olarak sunuyorlar. Bu tespitte eksik olan, o zaman genel olarak kapitalist dünyanın aşağı yukarı aynı politikaları ve rejim ilkelerini benimsemiş olduğunun görülmemesidir. Mesela, söz konusu olan planlı ekonomiyse, bu Japonya’da da, ABD’de, Fransa’da da vardı. Aynı şeyi, laiklik, devletçilik, tarımın sübvansiyonu, kamusalcılık için de söylememiz mümkündür. Türkiye bu bakımdan dışındaki kapitalist dünyayla aynı hizaydı. Onların yaptıklarından pek farklı bir şey yapmıyordu. Yöntem, biçim ve  tempo farklılıklarına takılmayalım.

Buna rağmen onlardan eksiği, özellikle de 2.D.Savaşı sonrası dönemde,  siyasal demokrasisinin sınırlarının darlığıydı. 30’lı yıllarda Batı’da da “demokrasi” sorunu vardı. Bu söz konusu darlık basitçe soğuk savaşın ürünü değildir. Salt onunla izah edilemez. Türkiye Cumhuriyeti daha kurtuluş savaşının örgütlendiği  yıllardan itibaren kendisini, komünizm tehdidi altında görür. Yani komünizm paranoyasıyla doğar. Anti-komünist histerinin neden olduğu siyasal davranış bozuklukları ta başından oradadır. Bu histeri olsa olsa soğuk savaş şartlarında kendisini daha serbestçe ve o ölçüde “meşru” şekilde ifade edebileceği olanaklara kavuşmuştur.

Kemalistler daha 1922’de askeri, diplomatik, ekonomik Sovyet desteğini arkalarına almış oldukları şartlarda dahi Londra’da “Batı dünyası” nın parçası olduklarını, olacaklarını duyuran “gayri resmi” temaslar (Fethi Okyar’ın gayri resmi bir sıfatla Londra’ya gönderilmesi)  yapıyorlardı. 1926’da, İzmir Suikastı davası sırasında kendisini siyasal olarak konsolide eden burjuva Cumhuriyet rejimi, “uluslararası meşruiyet” ya da emperyalist batı dünyasına giriş bileti almak adına Britanya ile anlaşmış (Ankara Antlaşması), fakat patlayan Büyük Bunalım bu antlaşmayla elde edilmesi  beklenen ekonomik kazanımların elde edilemeyeceğini göstermiş olduğu için eklemlenme zorunlu olarak ertelenmişti.

Ancak Cumhuriyet hiç bir zaman bu entegrasyon davasından vazgeçmemiştir (Bu konuyla ilgili olarak mesela İnönü’nün 1964’te Yön Dergisi’nde  Doğan Avcıoğlu’na; 70’lerin hemen başında Milliyet’ten Abdi İpekçi’ye verdiği mülakatlara, Hatıraları’na müracaat edilebilir) . Her zaman “Batı medeniyeti” camiasıyla birlikte saf tutma kaygusu gütmüştür.

Sonra Türkiye’de solcu avı, öyle kimilerinin iddia ettiği gibi, eski soğuk savaş yıllarında falan başlamamıştır. Kurtuluş Savaşı’nın organizasyonunun başladığı yıllarla hemen hemen eşzamanlı olarak başlar. Bir kere Suphi’lerin planlı olarak katli var.  Rejimin içinden geçtiği her kritik evrede sola saldırı da şiddetlenir. 1924’te, 1925’te, İzmir Suikasti davası esnasında ve sonrasında; rejimin ekonomik olarak ayakta duramayacağının en önemli işareti olan Serbest Fırka olayının hemen öncesinde, esnasında ve sonrasında, SSCB’yi hedeflemesinin kaçınılmaz olduğu görülen 2.D.Savaşı’nın ayak seslerinin iyice hissedildiği 1938’de(2). Harp Okulu Davası’nı TC’nin erken bir soğuk savaşı başlatarak “Batı dünyası” na dahil olmak adına başvurmuş olduğu bir tür Reichtag Yangını olarak görmek mümkündür.

Bu “batıcı politika”  bugüne kadar sadakatle sürdürülmüştür. Bu bakımdan Cumhuriyet’in, emperyalizme göre konumu itibarıyla, bir değişime uğradığını söylemek mümkün değildir. Bugün emperyalist merkez ülkeleri de dahil Batılı ülkelere baktığımız zaman ülkemizdekine benzer hatta paralel gelişmelerin oralarda da şu ya da bu ölçüde ve derecede gerçekleşmiş olduğunu görüyoruz. Oralarda da, plancılık, kamuculuk, laiklik( tek kelimeyle, hepsini tanımsal olarak ihtiva etmesi gerektiği ölçüde cumhuriyetçiliğin) erozyona uğramış olduğunu tespit ediyoruz. Oralarda da yürütme güçlendirilmiş, polisiye önlemler arttırılmıştır.

Bizde de McCarthycilik hep var olagelmiştir, onlarda da. Komünistlerin, solcu veya “terörist” olması muhtemel insanların sadece bizde değil, Batı’da, daha ince şekillerde, fişlenmiş olduklarını, izlenmiş olduklarını, hatta nasıl katlediklerini biliyoruz.Yani kapitalizm eşittir “liberal demokrasi” demek gelişmiş kapitalist ülkeler için dahi olanaklı değildir. Kapitalizm bakımından demokrasi bir “değer” değil, bir enstrumandır. Veyahut inmesi gerektiğini düşündüğü yerlerde  durduracağı bir tramvaydır. Konjonkürler içinde siyasal demokrasinin içeriği, alanı daralabiliyor. Tamamen ortadan kalkabiliyor.

Batı’da burjuva demokratik devletin zaman içinde en uzun sürmüş olduğu dönem paradoksal olarak 2.D.Savaşı sonrasında başlayan soğuk savaş dönemidir. Bu dönem aynı zamanda barışın da Batı dünyasında en uzun sürmüş olduğu dönemdir. Demek ki ikisi arasında bir korrelasyon vardır. Bu korrelasyonu olanaklı kılansa, sosyalist dünya sisteminin mevcudiyetidir. Bugünden oraya doğru bakınca bunu net olarak tespit ediyoruz.

Şimdi denilebilir ki, o zaman kapitalizmin yüksek bir talep düzeyine, dolayısıyla tam istihdama, yüksek ücretlere ihtiyacı vardı. Doğru fakat sosyalist dünyanın varlığı söz konusu  olmasaydı, bu ihtiyaç duyulmayabilirdi, veyahut söz konusu refahçı politikaların realize edilebileceği uygun koşullar bulunamazdı.

Son yazılarımdan bir kaçında değinmiştim, ABD’de bir çok demokratik çevrede, son zamanlarda,  oğul Bush döneminden itibaren ülkede adım adım  “askeri bir diktatörlük” rejimi kurulmakta olduğu iddia ediliyor. Son olarak halen ABD yönetimi tarafından bazı dış siyasal temaslarda aktif olarak  kullanılan eski başkan Carter’ın bu yöndeki itiraflarını medyada okuduk. Yine mesela ABD’de bugün, 15 yıl öncesine göre, rejiminin seküler özellikleri erozyona uğramıştır. Bununla ilgili olarak da amerikan liberal yazınında hemen her gün bir yazı çıkıyor.

Yani nasıl Türkiye eski soğuk savaş yıllarındaki laikliğini Batılı dostlarına rağmen uygulayamaz idiyse (Zaten  öncelikle bir Batı talebi olan “çok partili” hayata geçildikten sonra  erken devirdeki laiklik anlayışı kaçınılmaz olarak gevşeyecekti), bugün de laikliğinin erozyonunu onlara rağmen başaramazdı.

Bundan 15 yıl önce, şu son söylediklerim de dahil, şimdi yazdıklarımın bir çoğunu herhalde  iddia edemezdim. Bugünden geriye bakarak söyleyebilme hakkına sahip olduğumu düşünüyorum. Tarihsel olayları, olguları sadece geçmişten bu tarafa bakarak değil, bu taraftan da geçmişe bakarak analiz etmek lazım. İkisi arasında eleştirel bir diyalog kurmak lazım.

Öte yandan, belli bir konjonktür, hatta belli bir olay bazen bütün bir tarihsel dönemi kavramanın anahtarını sunabiliyor. Başlı başına bir dönemselleştirme aracı veya nedeni olabiliyor.

 NOTLAR:

1) Şunu tespit edelim:  Osmanlı modernleşmesinin başlamasında 1.Petro Rusya’sının modernleşme hamlesi, ya da Rusya’yla rekabet itki teşkil etmiştir. Bilindiği gibi, sonrasında özellikle Balkan ve Kafkas coğrafyalarının kontrolü adına Osmanlı ve Rus devletleri arasında süreğen savaşlara yol açan gelişmeler olmuştur. Britanya devletinin kapitalist hegemonik güç haline gelmesiyle birlikte Osmanlı devleti “Rusya tehdidi” karşısında Britanya’nın himayesine girmiştir. Osmanlı devletinin 19 yy’ın ikinci bölümünden itibaren ömrünün uzamış olması bu himaye olmadan anlaşılamaz. Osmanlı devleti de, onun bir çok bakımdan devamı olan Cumhuriyet Türkiye’si gibi, “Rus kartı” nı kullanma ihtiyacı duymuştur. Rus düşmanlığı içeride milliyetçi, dinci ideolojileri diri tutması sayesinde, dışarıda önce “Rus tehdidi” sonra “komünizm tehdidi” söylemi etrafında her iki ( Osmanlı ve TC) devletin de konumlarını konsolide etmelerinde önemli bir rol oynamıştır. Yani anti-Rus kampanya hem içte hem de dışta dayanaklar yaratmak bakımından işlevsel olmuştur. Bu İngiliz himayesinde anti-Rus siyaset, Cumhuriyet’te de bu kez Anglo-Amerikan şemsiye altında sürdürülmüştür. Kemalistleri İttihatçılardan ayıran önemli bir fark, birincilerin dış siyasetlerinde 2.Hamit devrine dönüş yapmış olmalarıdır.

Dikkat edilirse, bugünlerde de , yine Suriye meselesi etrafında anti-Rus bir kampanya başlatılmıştır (Şu sıralarda oportünist propaganda platformu haline gelmiş “sol” sitelerde anti-Stalin yaygaranın,  “Stalin Türkiye’den toprak istemişti” muhabbetinin yeniden ısıtılıp sofraya sunulması tesadüf olmasa gerektir) Suriye sınırında Türk hükümetinin, onun TSK’sının Menderes devrindekine benzer provokasyonlar yapmakta olduğunu okuyoruz. Bunlar devam ederse, Türkiye ve Rusya karşı karşıya gelebilir. NATO’nun bir kez daha Türkiye’nin ipini çekmesi beklenmelidir. Faturası da Tayyip ve Davutoğlu’na çıkartılır. AKP rejimine değil. Bundan emin olabiliriz.

27 Mayıs sonrasında askeriye tarafından kurdurulan bütün hükümetler adeta Menderes ve Bayar’sız DP hükümetleri idi. O hükümetlerde bariz bir DP ağırlığı vardı. Bu sayede DP’nin devamı gibi görülebilecek AP’nin önü açılmış oldu. Bunu  hatırlatmak isterim.

2) 1938’de sadece Nazım Hikmet’e karşı bir saldırı söz konusu değil. Genel olarak, rejim tarafından atfedilen emareleriyle dahi sol hedeflenmiştir. Kitabı “adli bir suç delili” haline getirme, kitap toplatma, yakma önlemleri daha erken bir zamanda başlar. Sansür bütün şiddetiyle devrededir.

Mesela, devrimci solumuzun “Yalçın hoca sendromu” nun da katkısıyla olsa gerek ihmal ettiği değerli yazarımız Sait Faik’in ilk ve tek romanı olan Medarı Maişet Motoru (sonradan “Birtakım İnsanlar” başlığıyla da yayınlanmıştır) sansüre tabi tutulmuş, özgün haliyle yayınlanmasına izin verilmemiştir. Özgün haliyle ancak bu yakınlarda yayınlanmıştır. S.Faik bu kitabını 1938’de yazmıştır. Adeta kelime kelime sansüre uğramıştır. Örnekse, bir yerde “Kilise avlusunda rustik bir koltuk vardı” cümlesindeki “rustik” kelimesi sansür nedeni olmuştur.

Düşününüz ki,  o sıralarda TC ile SSCB arasında görünürde “yakın ilişkiler” var. Daha 1937’de Atatürk,(azledilmiş) İnönü ve Celal Bayar’ın katılımıyla Sovyetler’in girişim ve katkısıyla yapılmış bir  sanayi tesisi olan Nazilli Sümerbank’ın açılışı yapılmış.

Sait Faik’le ilgili olarak, yeri gelmişken,  bir kaç şey daha söylemek isterim. Bir kere Sait Faik’e kadar  modern tipler, yani burjuva toplumunun belli başlı kentli sosyal tipleri edebiyatımızda “edebi karakterler” olarak hemen hemen görülmezler. Bu bakımdan, modern edebiyatımızın S.Faik’le başladığını söyleyebiliriz. Onun karakterleri, hamal, hizmetçi, zangoç, işçi, özellikle işçi çocuklar, gündelikçi, işçi kadınlar,balıkçılar, “kötü yol” a düşmüş kızlar, fahişeler vb’dir. Yine bu bakımdan bir çok kez en beğendiği yazar olduğunu söylediği Orhan Kemal’in habercisidir.

Bir burjuva ailesinin çocuğu olan Sait Faik’in, sürekli olarak içinden çıktığı sınıfla, sosyalist siyasal bir duruşa referans vermese de, mücadele içinde olduğunu eserlerinden anlayabiliyoruz. Burjuva toplumunu doğrudan siyasal eleştiri anlamına gelecek bir estetik anlayışla eleştirmez. Ona ayna tutarak, onun acımasızlığını, istismarcılığını sergiler. Örtük ama şiddetli bir eleştiri vardır.  Bunu yaparken farkında olmadan sosyalist hümanizmayı yükseltir. İnsanlar arasındaki eşitsizlikleri eleştirir. Toplumsal olarak kurulmuş olduklarını öngörür.  İnsanı, etrafındaki tabiatı, mesela hayvanları, o insanlardan, onların hayatından kopartmadan ele alır. Jack London’ın yapmış olduğu gibi.

Gayri müslim azınlıklara karşı takınılan resmi dışlayıcı, baskıcı tavra inat, onları insan olarak bütün insanlarla eşit gördüğünü vurgular. Onları balıkçı, fahişe, işçi, esnaf, hizmetçi vs toplumsal kimlikleriyle sunar. Bu tavrın o zaman edebiyatımızda başka bir örneği yoktur. Irk ayrımcılığının yoğunlaştığı dünya şartlarında, 1938’te yazmış olduğu “Kriz” hikayesinde, “Afrikalı fakir bir zenci çocuğun hayatının Süleymaniye Camisi’nden daha değerli olduğunu”  idealize ettiği sol eğilimli bir genç öğrencinin ağzından haykırır.

“Çocuk işçi”, “işçi kadınlar”  olgusunu, onların sömürülmesini edebiyatımıza ilk olarak taşıyan da, bildiğim kadarıyla, S.Faik’tir. Bu bakımdan da Orhan Kemal’in önünü açmış olduğu söylenebilir. Orhan Kemal’i ele alan incelemeler onun üzerinde Nazım’ın etkisini haklı olarak dile getirirler. Bu sayede bir yazar olarak onun prestijini de arttırmak isterler. Ancak Sait Faik’in onun yazarlığı üzerindeki etkilerine değinilmez.

Sait Faik, bir keresinde, Orhan Kemal’e köyü bilmediği için onu eserlerinde işleyemediğini söyler. Evet, o bir İstanbul yazarıdır (Tipik bir  “Tanzimat modeli” aydın olan Y.Küçük İstanbullu olan her şeye düşmandır. Tanzimat aydının ayırıcı özelliği, toplumsal inisiyatifi hor görmesi, değişimin ancak bürokrasiden geleceğine inanmasıdır. Bu bakımdan, 19 yy tanzimatçı aydını için İstanbul neyi ifade ediyorsa, Cumhuriyet’in tanzimatçı aydını olan Y.Küçük için de Ankara onu ifade ediyor. İstanbul toplumsal-sınıfsal mücadelelerin cereyan ettiği en geniş sahnedir. Bu Y.Küçük’ü ilgilendirmez. Mesela, 2013 Haziran’ının en sıcak günlerinde verdiği ilk tepki, “Tayyip bey benden kopya çekiyor, benim dediklerimi yapmak istiyor. O Taksim projesi bana ait” demiş olmasını hatırlayalım. Burada sorun sadece onun egosu değildir. Kaldı ki bu egonun da, Tanzimatçı aydın tipinin hem 19 yy’da hem 20 yy’daki örneklerinde tespit edilebildiğini not etmek isterim.)

Sait Faik, İstanbul’u anlatarak farkında olmadan çok önemli bir iş yapmış, edebiyatımızda modern kentli karakterleri (bunların arasında kente çalışmak umuduyla gelmiş köylüler de var) ilk kez işlemiştir. Hem kendisinden önceki Tanzimatçı ve muhafazakar görünümleriyle, kendi zamanından kaçıp, geçmiş zamanın peşinde hazlar arayan “saraylı” edebiyatına sırtını dönmüş, hem de kentlere köylü göçünün yoğunlaştığı 60’larda ortaya çıkacak, köylüyü idealize eden “narodnik edebiyat” a  ta o zamandan tavır almıştır. S.Faik’de bu anlayışın kentli versiyonu olarak da görülebilecek, içinde küçük burjuva bireyin “yabancılaşması”nı, bunalmasını  sahte bir “sol” belagat içinde işleyen edebiyatın en ufak bir işaretini dahi bulmak mümkün değildir. Onun eserlerinde her zaman basit, sıradan yoksul insanların sadece acıları değil, umutları, sevgileri, özlemleri vardır. Kesinlikle karamsarlık yoktur.

Bu arada, Yakup Kadri, Reşat Nuri vs, rejimden nemalanan yazarlar gibi, Cumhuriyet’in resmi ideolojisinin isterleri doğrultusunda adeta ısmarlama ve yine bir çoğu adeta Fransız romanlarından kopya edilmiş “elit” bir edebiyata da prim vermemiştir. Rejim karşısında, onu doğrudan karşısına almamakla birlikte,  her zaman bağımsızlığını korumuştur. Doğrusu, devrimci yazınımızın Sait Faik’i atlamış olmasını anlayamıyorum.

Sonra Sait Faik, gayet kanlı, canlı bir yazardır. Hikayeleri adeta soluk alıp verir (Buna karşın, yazarın en erken ve en kötü hikayelerinden biri olan Semaver en yaygın olarak bilinen, popüler eseri olmuştur. Ders kitaplarında, seçkilerde en çok yer verilen bu hikaye muhtemelen bir uyarlamadır. Hem de kötü bir uyarlama. O devirde yabancı dil bilen bir çok Türk yazarı ve şairi arasında uyarlamalar yapma, taklit etme eğilimi olduğu bilinir. Sait Faik gibi, Fransa’daki tahsilinden yeni dönmüş, yeni başlayan bir yazarın bu söz konusu popüler öyküsünün de uyarlama olabileceği izlenimi ediniliyor. Yazarın hiç sahici olmayan öyküsüdür). ‘Hiç bir sahtelik, kurgusal  dekor yoktur. Sokak adlarına varıncaya kadar gerçek bir İstanbul tablosunu işler. Adeta onun kahramanlarıyla birlikte o sokaklarda yaşar, o sokaklarda, mekanlarda nefes alıp verirsiniz. Biraz sonra bunu Orhan Kemal’de de görürüz.

Elbette, Sait Faik’ de,  büyük hikayecimiz Sabahattin Ali’deki hikaye kurgusu kalitesini, hikaye tekniği alanındaki yetkinliği bulamayız. Ancak bu kusur, sık ve çok yazan, tabir uygunsa, edebiyatın geniş kitlelere -ama soysuzlaşmadan- ulaşması anlamında, işportacı yazar portresi çizen Sait Faik’i değersizleştirmez. Söz konusu olan Sabahattin Ali’nin gelişmiş hikaye tekniği, genel olarak Orhan Kemal’in hikayelerinde, Aziz Nesin’de de bulunmaz.

Şimdi “Yalçın Küçük ekolüne” bağlı olduğunu söyleyen ve öfkesini aklıyla kontrol edemediği anlaşılan bir solcu arkadaşımız çıkıp, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Nazım gibi bir solcu olduğunu yazıyor. Ya da o mealde konuşuyor. Ancak neden bu tespiti yapmış olduğu pek anlaşılamıyor. Edebiyatçıyı eserleriyle değerlendirmek gerekir. Yazarın, şairin siyasal konumu eserinde ortaya çıkar. Yazarın fikri duruşuyla eserini birbirinden ayırmak kabil değildir zaten. Tanpınar yazdıkları itibarıyla muhafazakar bir yazar. Tıpkı model aldığı şair hocası Yahya Kemal gibi. Proust’tan, Valery’den, Sembolistler, Parnasyenler gibi şiir akımlarından çok etkilenmiş olduklarını zaten kendileri beyan etmişlerdir. Kendi zamanlardan kaçıp, huzuru yitip gitmiş geçmiş bir zamanda aramayı vaz’ ederler.  “Ne zamanın içinde ne dışında”dırlar. Gerici nostaljik tavırla “bir muhafazakar estetik” anlayışın edebiyatını yaparlar. “Sol” laf salatası ve kuruntularla süslenmiş, 60 sonlarının, 70’lerin küçük-burjuva psikopatolojik bunalım edebiyatının, sonraki  muhafazakar “küfür romanları” nın kökenlerini burada aramak gerekir.

Pekiy, öyleyse  solcu arkadaşımızı Tanpınar’ı Nazım’ın solculuğuyla kıyaslamaya götüren neden(ler) nedir? Muhtemelen (görünüşte de olsa) edebiyat dışı nedenlerdir diye düşünmek meşru oluyor. Mesela, Tanpınar’ın da Yahya Kemal gibi, CHP yazar ve şairleri arasında bulunmuş olması mı? Her ikisi de milletvekilliği yaptılar, resmi görevler üstlendiler. Elçi ya da bursiyer olarak yurt dışına gönderildiler. Üstelik aynı partinin iktidarı esnasında, Nazım hapislerde çürütülürken. Sabahattin Ali, Edirne civarında bir polis karakolunda işkenceyle öldürülürken. Yani ilericiliğin ölçütü CHP yandaşı olmak  mı?

Sait Faik, her fırsatta hem CHP’li hem de DP’li iktidarlardan, siyaset erbabından uzak durmuştur. Hatta bir kaç röportajında onlardan ağzını bozarak söz eder (İlginçtir, O.Kemal de aynısını yapar). Resmi siyasete, elitlere hiç yanaşmaz. Hatta tacir olan babasının işini bile sürdürmez. Kendisini toplumsal olarak yakın bulduğu, aralarında yaşadığı kahramanlarından ayıracak ayrıcalıklardan kaçınır. Evet korkar, ama bu korku onu düzenin çirkefine teslim olmaya götürmez. Açık bir sol siyasal tavır da almaz. Ancak hiç bir zaman hikayelerini anlattığı halk kesimlerinden kopmaz, onların arasında, onlardan yana olarak yaşar. Bir çoğunu şahsen tanır. İnatla “medarı maişet motoru” nu çalıştırma derdindeki insanların mücadelelerini, direnişlerini, özlemlerini, acılarını, tutkularını işler. Jack London demiştik, o bir kez Londra’ya gidip, hikayesini yazmak için Doğu Yakası’nda gözlemlerde bulunmuştu. Gelgelelim Sait Faik, sürekli olarak, İstanbul’un büyük bir Doğu Yakası olduğunu anlatır.  Hiç oradan ayrılmaz. S.Faik hepsinden önce dürüst bir yazardır. Hümanizminden taviz vermez.

Belki solcu arkadaşımız, Tanpınar’ı 1950’deki Nazım kampanyasına imza verdiği için onunla aynı siyasal hizaya çekiyor. Oysa, Tanpınar’ın asistanı Turan Alptekin kitabında, Nazım yurt dışına çıkmak zorunda kaldığında, Tanpınar’ın söz konusu kampanyaya imza verdiği için pişman olduğunu söyler. Ben bu noktada şu soruyu sorma hakkını da kendimde buluyorum: Acaba bu kampanya CHP döneminde yapılabilseydi (yapılamazdı ya), Tanpınar yine imza verir miydi? S.Ali’nin katline neden tepki vermedi?

Tabii bir de, Tanpınar’ın Menderes karşıtlığı, 27 Mayıs’a desteği var (Bu arada hep söylüyorum, 27 Mayıs’taki demokratik kazanımlar, düzenin askeriyenin ihsanı değildir, darbe sokakların ekonomik-politik demokratik taleplerinin  önünü kesmiştir. Sokaklarda askerlerin de olması bu gerçeği değiştirmez. Yine Y.Küçük gibi Tanzimat modeli yazarların etkisinde, 27 Mayıs’a askeri bürokrasiyi ihya eder şekilde yaklaşmak da doğru değildir. Metot olarak Tanzimatçı “orducu sosyalizm” tezgahı da bu anlayıştan çıkartılıyor zaten) Ancak Tanpınar’ın bu tavrı da askeri darbeden sonra ifade edilmiştir. Yine asistanının kitabından öğreniyoruz, Menderes’e karşı üniversite hareketlerinin, bu arada, üniversite hocalarının eylemlerine de açık bir şekilde katılmamıştır. Şifahi desteği herkes verir. “Menderes, bir kere değil, beş kere asılmalıydı” demek onu solcu yapmaz (Yeri gelmişken bazı solcu arkadaşlarımızın Menderes’in asılmasına “insani nedenlerle” karşı olduklarını söylemelerini de anlayamıyorum. Daha da ileri gidip, “çağdaş olmadığı için idam cezalarına karşıyım” demek de bir devrimci tavrı değildir. Bir devrimci böyle konuşmamalı. İdam cezaları devletin ortaya çıktığı zamandan beri var. Ortadan kalkacağı zamana kadar da var olacak). Zaten ne Nazım ne de başka bir sosyalist hiç bir zaman böyle bir ifade kullanmamışlardır. Belki de Tanpınar, DP devrinde, CHP devrindeki avantajlarını kaybettiği için bu kadar haşindi.

Tanpınar, edebiyat uğraşını bir tür züppelik olarak gerçekleştirir. Benim izlenimim bu. Sahici değildir. Mesela Paris’e gider, orada bohem entelektüellerin hayatlarına imrenir. Gitmeden önce de bu imrenme, öykünme  vardır zaten. Dönüşünde onların bohemliğini taklit eder. Parizyen bir havası olan Narmanlı Han’da yaşar falan. Edebiyatı, özellikle de şiiri de taklittir. Hatta Yahya Kemal gibi o da Fransız yazar ve şairlerden temalar, imgeler, hatta dizeler aşırır.

Tanpınar’ın modernistliği de tartışılır. Örnek olsun, müzik zevki aslında Mahur Beste’leri, Dede Efendi’leri vb içerir. Ama bir şarklı kurnazlığıyla Batı görmüşlüğüne de leke sürmek istemez, hemen onların ismiyle birlikte Wagner gibi Batı klasik müziğinin zirve isimlerinden birini yerleştirir. Ancak, mesela bir Proust uyarlaması (özellikle Swan’ın Bir Aşkı’yla paralel bir okuması yapılırsa) gibi görülmesi gereken Huzur’da, gayet açık olarak onun müzik alanında da “Şark’ın kayıp dünyası” nın peşine  olduğunu saptarız. Bunu üstadı, hocası Yahya Kemal’in şiir ve yazılarında da görürüz.  Zaten akademisyen kahramanı Mümtaz bu konumu ısrarla savunur. İlle de Tanpınar’ın modernistliği vurgulanacaksa, onun konumunun reaksiyoner bir modernizme referans verdiğini belirtmek isterim. Bir adım daha ileri atarak, onun yeni Cumhuriyetin yaratmaya çalıştığı modern akılcı insan tipini değil, “eski toplum”un arkaik metafizik dünyası içine gömülmüş insan tipini olumladığnı söyleyeceğim. Tanzimat’ın yol verdiği karşılıklı olarak birbirlerini dışlayan ve birbirleriyle çatışan ikili yapıların onun bilincini kuşatmış olduğu açıktır. Bu bakımdan Tanpınar’ın edebi çizgisi itibarıyla bir Cumhuriyet aydını olduğu söylenemez.

Yalçın Küçük, Sait Faik’in (adını Yusuf Atılgan’la birlikte andığına göre) bir “aylak” olduğunu düşünüyor. Yanlış! Aylak olanlar, Yahya Kemal’ler, Tanpınar’lar, 70’lerin “sol” görünen küçük burjuva bunalım edebiyatçılarıdır. Aylak mı değil mi, esere bakacaksınız. “Adam sabahtan akşama kadar İstanbul sokaklarında dolaşıyordu”  demek bir eleştiri değil. Zaten sokakta olmayan adamdan ne devrimci, ne yazar, ne de aydın olur. Ama Yalçın Küçük olur. Nazım da, S.Ali de, Orhan Kemal de, Aziz Nesin de, Can Yücel de hep sokakta idiler. Hepsi birlikte, sosyolojik manada, bu memleketin yoğunlaşmış görünümü olan İstanbul sokaklarından hareketle “memleketimizden insan manzaraları” nı resmetme derdindeydiler.

Son bir şey daha, Tanpınar, Yahya Kemal, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay, Orhan Pamuk vb’leri yetenekli yazarlar, şairler  elbette. Ancak edebiyat eleştirisi yeteneğin tartışılması değildir. Böyle bir eleştiri, yazarın dünya gerçekliğini, toplumsal gerçekliği ele alışına, sunuşuna odaklanır. Bu gerçekliği kavrayabilmek de bir siyasal duruşu öngerektirir. Sanatsal yetenek kendisini bu çerçevede gerçekleştirebildiği ölçüde yazınsal eleştirinin konusu olabilir. Yoksa, yetenek, teknik maharet, üslup ustalığı  pekala ırkçı, faşist, gerici, nihilist, “eylülist” vb yapıtlar, başyapıtlar da yaratabilir. Veyahut bir yazar çok iyi bir yazıcı, üslupçu, kurgucu olabilir, ama buna rağmen yazdıkları incir çekirdeğini doldurmayan, sıkıcı şeyler olabilir. Yani “iyi yazardır ama yazacak bir şeyi yoktur” yargısıyla mahkum olur.

“Büyük bir yazar” büyük bir aydındır aynı zamanda. Çağına, öznel siyasal tercihi ne olursa olsun, nesnel tarihsel-toplumsal gelişmenin dinamiklerini, yönünü kavrayarak gitmekte olandan değil, gelmekte olandan yana tavır alarak tanıklık eder, zamanının toplumsal vicdanı olur. Sınıf mücadelelerinin, politik sınıf bilincinin, tek kelimeyle politikanın sanat, edebiyat alanlarını kat ettiğini ihmal etmemek lazım. Edebi yazar bu gerçeği kavradığı ölçüde bir günlük gazete yazıcısı seviyesine düşmekten kurtulur.

Restorasyondan karşı-devrime bir misyon partisi olarak CHP

Haziran ayaklanması, sadece AKP hükümetine karşı değil, iktidar ve “muhalefet”iyle birlikte AKP rejimine karşıydı. Burjuva demokrasilerinde, bir siyasal rejim sadece müesses hükümetten oluşmaz, görünüşte onun karşısında olan bir de müesses “muhalefet” i vardır. “Muhalefet”  partileri de  AKP rejiminin asli bileşenleridir. AKP hükümetinin üzerinde durduğu sacayağını, CHP-BDP-MHP oluşturmaktadır.  Gezi’ye katılanlar arasında CHP’ye oy vermiş, oy veren insanlar çoğunluğu teşkil etmekteydiler. Ancak orada sadece AKP iktidarına değil, onun “müesses” muhalefetine de karşıydılar. CHP’ye sempati ile bakmıyorlardı. İktidarı ve muhalefetiyle rejimi alaşağı etmek istiyorlardı.  Bunu tespit etmek gerekir.

Haziran kendiliğinden bir ayaklanmadır, ancak katılımcı halk sınıflarının sezgilerini iyi okumak gerekir. Gezi’deki halk, AKP hükümetinin mevcut “resmi” muhalefet üzerinden yıkılamayacağını, sorunun hükümet değil, rejim sorunu olduğunu kavramıştı. Orada bu “resmi” muhalefet partilerinden hiç birisinin telkinleriyle hareket edilmemiştir. Haziran halkı onların hepsine mesafeli olmuştur. Dahası, CHP ve BDP gibi partilerin istismarına da karşı çıkmıştır. Bu partiler ve Haziran muhalefeti arasında örgütsel, programatik bir ilişki yoktur.

Esasen benzer gelişmeler, neo-liberal vahşi kapitalist anlayışın uygulamaya konulduğu başka ülkelerdeki protesto gösterileri ve ayaklanmalar sırasında da görülmüş, eski “resmi” muhalif anlayışlar üzerinden gidişata karşı çıkılmasının doğru olamayacağı, sorunun genel olarak siyasal düzen sorunu olduğu, katılımcıların geneli tarafından kavramsal olarak olmasa da,  pratik olarak ifade edilmiştir. Yerleşik reformist sol anlayışların, klasik liberal demokratik siyasetin karşı çıkılan düzenin bileşeni olduğu sokaklar tarafından tespit edilmiştir.  Ancak alternatifler yaratılamadığı için söz konusu “muhalif” anlayışların seçimler aracılığıyla varlıklarını sürdürmesi olanaklı olmuştur. Halklar inanmadıkları partilere, sırf alternatiflerini yaratamamış oldukları için oy vermeye devam etmişlerdir. Oy verdikçe de, en sağ politikalar adına, bizzat bu muhalif görünümlü partiler tarafından yönlendirildiklerini fark etmişlerdir.  Bu partiler gerici düzenin paratonerleri gibi bir rol üstlenmişlerdir.

İzninizle burada bir parantez açacağım. Şimdi deniliyor ki, “yok burjuvazi kendisine, devrimine ihanet etti ” . Bu saptama yeterince açıklayıcı değil.  Neden kendisine ihanet ediyor, soru budur. Mesele şu: Burjuvazi ve kapitalizm tarihinin her döneminde ilerici, aydınlanmacı bir rol oynamıyor. Kimi devirlerde çok gerilere, gericiliğe savrulabiliyor. Daha doğrusu o, maddi çıkarlarının gerektirdiği kadar ve gerektirdiği zamanlarda ilerici, demokratik, devrimci olabiliyor. İlericilik kapitalizmin, burjuvazinin alameti farikası değil. Emperyalizm çağındayız, öyleyse, bunun tam tersi gerçekliğe uygun olmaktadır. Burjuvazinin artık ilerici bir rol oynaması kabil değildir. Gericidir.Parantezi kapattım.

Haziran’a dönersek, kısacası, kitleler neyin ve neyle olmayacağını genel olarak anlamışlar, ancak neyin, nasıl olabileceği konusunda tutarlı, yapılabilir bir siyasal tavır ortaya koyamamışlardır. Elbette genel olarak marksist solun ezilmiş, etkisizleştirilmiş olmasının kitlelerin bu tercihi yapamamış olmasında katkısı olmuştur.

Türkiye’de bu sorun en azından 1946’dan beri açık olarak yaşanmaktadır. Türkiye solu gerici düzenin payandası CHP’ye tıkıştırılmak istenmiştir. Öncesi şöyle dursun, çok partili siyasal hayata geçilirken, solun önünü kapatacak her türlü önlem bizzat CHP hükümetleri tarafından alınmış, Demokrat Parti hükümetleri tarafından eski rejimden devir alınan bu yaklaşım konsolide edilmiştir. Yani bu bakımdan bir süreklilik net olarak  tespit ediliyor.

O zaman İnönü yönetimi, emperyalizmle entegrasyon, kapitalist – emperyalist politikaların kayıtsız koşulsuz uygulanabilmesi adına, anti-komünist bir söylemle genel olarak solculuğu karalayan, gayri-meşrulaştıran bir anlayışı kurumsallaştırmıştır. Evet anti-komünizm, sadece komünizmin değil, genel olarak sol düşmanlığının paketlendiği ambalajdır. Komünizm karşıtlığı, bütün sol muhalefetin ezilmesi, itibarsızlaştırılması adına yapılır. Türkiye’de de böyle olmuştur.

Anti-komünizm veya açılımı olan sol düşmanlığı her zaman en gelenekçi, en dinci, en ırkçı ideolojilere başvurularak yapılır. Bizde de o zaman, İnönü yönetimi bir yandan dinciliği, “amerikan milliyetçiliği” ni topluma empoze ederken, diğer taraftan, sol düşmanlığını telkin etmiştir. Bu ikisi birlikte, CHP yönetimi zamanında kurumsallaştırılmış, DP hükümetleri devrinde konsolidasyonu gerçekleştirilmiştir.

Otuzlu yılların sonlarına doğru  devreye sokulan restorasyon tamamen kültürel ve siyasal anlamdadır. Öncesinde bir sosyo-ekonomik devrim söz konusu olmadığı için restorasyonu da söz konusu değildir. Burada şunu da söylemem lazım: Burjuva devrimleri, sınıflı toplumu ortadan kaldırma, sınıfları tasfiye etme amacı taşımazlar. Yani eşitlikçi, kamusalcı bir sosyal devrim programına sahip değildirler. Esas olarak, burjuva sınıfının iktidarını sağlayarak, burjuva toplumu yaratma gayesi güderler. Bu bakımdan sadece dar ekonomik hedefleri yoktur.  Siyasal ve kültürel hedefler de taşırlar. Devam edelim,  Bayar’ın başbakanlığı ve İnönü’nün milli şefliği devrinde kültürel, siyasal restorasyon yeni bir ivme kazanmış, sonra DP’nin karşı-devrimci sonuçları olabilecek hamleleriyle sağlama alınmıştır.

60’lı yıllardaki sol uyanış karşısında, önce  İnönü, onun yetersiz olduğu görülünce, Ecevit CHP’si tekrar devreye girmiştir. Bu kez anti-komünizm,  sulandırılmış bir solculuğun ihyası aracılığıyla yapılmıştır. Sosyalist solun önü kesilmek istenmiş, terörize edilmesi için koşullar hazırlanmıştır. CHP kitlelere, “ya benim içimde, benim kadar solcu olacaksınız, ya da gayri-meşru olacaksınız” diyordu. Düzenin CHP’sinin bu defa ki rolü, sosyalistlerin, sadece Türkiye’de değil, dünyada dişleriyle, tırnaklarıyla, acıyla, kanla itibar kazandırmış oldukları sol siyaseti, burjuva düzeninin çıkarları adına,  iç etmek, piç etmekti.

CHP’nin bu anti-sol çizgisinin, farklı dönemlerde,  emperyalizmle entegrasyonun gerektirdiği koşullara göre geliştirildiğini tespit ederiz. CHP, AKP rejiminin konsolidasyonu adına her katkıyı yapmıştır. Bu basitçe bir Baykal,  Kılıçdaroğlu meselesi değildir. Sorun, bir burjuva düzen partisi olarak CHP’dir.  CHP’nin misyonu budur. CHP farklı bir şekilde davranamazdı. Davranamaz. CHP’nin bir burjuva düzen partisi olduğunu unutmamak gerekir. CHP’nin ilk entegrasyonu kendisinin başlatmış olduğu kapitalist emperyalizmle bir sorunu yoktur.

O kadar öyle ki, daha Cumhuriyet’in başında, Osmanlı’dan devreden kapitülasyoncu anlayışı aynen hatta daha da cazip hale getirerek sürdürmüştür. O zaman Osmanlı idaresinden cumhuriyet devletine intikal eden bir çok tekel hakkı (örnekse, demiryolu, benzin, tuz, kibrit vs), devlet tarafından yerli tüccar temsilcileriyle birlikte emperyalist ülke şirketlerine, bugünkü AKP yönetiminin kamu mallarını peşkeş çekmesiyle kıyaslanabilecek şekilde, devredilmişti. Bu sayede ülkede devlet sırtından “yandaş” sermayedar devşirme ve tabii kaçınılmaz olarak yolsuzluklar, kamu mallarını, olanaklarını istismarlar, iç etmeler dramatik ölçülerde artmıştı.

Devam etmeden önce,  skolastik tarihçilik anlayışından kaynaklanan bir yanlışa dikkat çekmek istiyorum. Tarihi, toplumsal sınıfların mücadeleleri görüş açısından değil de, siyasal organizasyonların birbirleriyle soyut, teorik olarak kurgulanmış didişmeleri olarak gören yaklaşım, bu organizasyonları bloklara ayırıyor, işte bir tarafta İttihat ve Terakki, Müdafayi Hukuk ve CHP ; diğer tarafta Hürriyet ve İtilaf, Serbest Fırka ve DP vardır, bunlar adeta farklı sosyal-ekonomik düzenlerin siyasal temsilcileri gibi, karşılıklı olarak birbirlerini dışlayan güçler halinde kurgulanmışlardır. Bu şablon gerçeklikle örtüşmüyor. Öncelikle bu söz konusu organizasyonların hepsi (farklı araçlar ve önceliklere sahip olarak) kapitalist-burjuva düzeni adına mücadele vermektedirler. Savundukları politikalar da, savunan figürler de sunulan iki kamp arasında hareket edebilmektedirler.

Devam ediyoruz. Serbest Fırka hamlesi, 1929 Bunalımı’nın da iyice ağırlaştırdığı bu şartlarda, üzerindeki vergi, sömürü baskısı artan halk sınıflarının huzursuzluğunu giderecek bir emniyet supabı  işlevi görmesi için yapıldı. Bir bumerang haline dönüşmesi olasılığı belirince, geri adım atıldı. O zaman yaygın anlayışın tersine, Serbest Fırka’nın sınırlı bir ölçüde savunduğu iktisadi devletçilik anlayışına dönüldü. Serbest Fırka’nın liberal başkanı Fethi Okyar ve ikinci başkanı Ahmet Ağaoğlu’nun seçim propagandaları sırasında yaptıkları konuşmalarda var. O zaman ki cumhuriyet hükümetini, devlet eliyle sermayedar yetiştirmek için kamu çıkarlarını peşkeş çekmekle suçluyorlar. Kendilerinin iktisadi devletçiliği  kamu yararı gözeterek icra edeceklerini iddia ediyorlar.

Zaten devletçilik politikası da S.Fırka’nın kapatılmasından sonra zorunlu ama kesinlikle geçici bir süre için uygulamaya konuldu. Bu devletçiliğin uygulamaya konmasını olanaklı kılan iki faktör vardı: Birincisi, dünya kapitalizminin 1929 Bunalımı; ve ikincisi, SSCB’nin bir sponsor potansiyeliyle varlığı. Bu iki faktör olmasaydı, belki o zaman devletçi politikalar uygulanmayacaktı. Zaten 1933 Plan döneminin başlangıcına kadar da bu politika ciddi bir şekilde uygulanmamıştır.

Planlı devletçiliğin altın dönemi olan 1933-37, aslında Cumhuriyet’in de, iktisadi ve kültürel manada, altın devri olarak görülmelidir. 1937’de Bayar’ın başbakanlığa getirilmesi devletçilikten, anti-feodal tarımsal düzenlemelerden  geri adım atmanın başlangıcı olarak görülebilir. (Nitekim, Bayar, toprak reformunu gündeme getiren İnönü’nün iktidardan düşürülmesiyle başbakan olabilmişti). Bu tarih restorasyon döneminin başlangıcı olarak da görülebilir. Bayar sonrası İnönü’nün iktisadi politikaları 2.Savaş koşullarıyla alakalıdır.Yoksa, 50’den itibaren başlatılan iktisadi anlayış, CHP’nin de anlayışıdır. Nitekim CHP, 1950 Seçim Beyannamesi’nde, parti programından ve anayasadan 6 okla gösterilen ilkeleri çıkarmaya hazır olduğunu, iktisadi devletçilik yerine özel teşebbüsün önünü açacak politikalarla bir sorunu olmadığını ilan etmişti. Hatta daha öncesinde, 1943 parti programında CHP’nin, ekonomide devletçiliği, “ferdi teşebbüsün mümkün olmadığı” alanlarla sınırlı tuttuğu belirtilir. Kısacası, bugün nasıl AKP’nin neo-liberal politikalarıyla CHP’nin bir sorunu, onlara alternatif bir programı yoksa, dünkü İnönü CHP’sinin de DP iktisadıyla, sınıfsal içeriği itibarıyla,  bir sorunu yoktu. Bu bakımdan, ulusalcıların ya da kemalistlerin ideolojik manipülasyonlarına itibar etmeyelim.

Benzer bir saptamayı 27 Mayıs için de yapmak mümkün. 27 Mayıs burjuva kapitalist düzene karşı bir darbe değildi. Tersine, bu düzenin işleyişini yeniden düzenleyerek güvence altına almak gibi bir gayesi vardı. Yani o da, sonraki benzerleri gibi “koruma ve kollama” programı adına yapılmıştı.

Türkiye’yi 27 Mayıs’a götüren ekonomi-politik olumsuzluklar DP’nin kontrolsüz sağcılaşma eğilimlerinde ifadesini bulan şartlarda gerçekleşmiş, doğal olarak (bugün de olduğu gibi) sol, demokratik, ulusalcı bir tepkiyle, direnişle  karşılaşmıştı. Yapılacak müdahalenin başarılı olabilmek için elbette  bu fiili direniş cephesinin taleplerini gözetmesi gerekirdi.

Yoksa 27 Mayısçıları solcu olarak görmek yanlıştır. 27 Mayısçılar kapitalist düzeni yeniden raylarına oturtmak adına harekete geçmişlerdi. Aralarında görüş birliği dahi yoktu. Bir çok subay figür dışlanmamak için operasyona dahil olmuştu. Hatta yöneticileri içinde, terimin bilimsel anlamında, solcu olarak görülebilecek figürler olduğunu bile düşünmüyorum. Bugün solcu oldukları iddia edilenler aslında, ulusalcı, ulusal bağımsızlıkçı, devletçi, karma ekonomiden yana, Atatürk devri politikalarına geri dönülmesini isteyen, bunları istedikleri halde pekala da sol düşmanı, anti-komünist olan kişilerdi. Kendilerini modern anlamda “solcu” olarak tanımlamıyorlardı. Sadece sokakta direnen  ilericilere, sola (bir süreliğine) ihtiyaç duyuyorlardı.

Sonradan, araçsal olarak 27 Mayıs’a referans veren,  o sırada hareket halindeki devrimci sol programlarla yolları kesişen genç subayların konumu ayrı bir konudur. Orada, genç subaylar arasında, mesleki iktidar arzusunun, küçük burjuva jakobenizminin önemli bir itici işlev gördüğünü düşünüyorum. Tabii bir de Türkiye’nin etrafındaki coğrafyada askeri darbe pratiklerinin yoğun olarak deneyimlendiği şartlar söz konusuydu. Her neyse, konuyu dağıtmayalım.

Bugün ulusalcılar kemalist cumhuriyete gerçeğiyle bağdaşmayan bir anlam atfediyorlar. Cumhuriyetin en başından itibaren Tanzimat’ın yarım bıraktığı ya da aksatılmış hukuksal, kültürel, idari reformlarını tamamlamak dışında bir programı yoktu. Ekonomik olarak da, en azından 1929 Bunalımı’na kadar, Tanzimat’ın liberal anlayışı sürdürülmüştü.

Bu da anlaşılırdır.  Tanzimat devri Genç Osmanlı aydınlarının ve sonraki Genç Türk aydınlarının kendilerini içinde bulmuş oldukları siyasal çerçeve, siyasal ve ideolojik idealleri, yarıda kalmış Tanzimat hamlesinin tamamlanması olarak görülmelidir (Bu bakımdan “yarıda kalmış burjuva demokratik devrim” temasına sarılmış cumhuriyet dönemi sol aydınlarının çoğu ve Genç Osmanlı, Genç Türk aydınları arasında, hem tematik hem de yöntemsel olarak, süreklilik olduğunu tespit etmemiz gerekir. Bir tür yarığı, açığı kapatma, gecikmeyi telafi etme misyonu üstlenmişlerdir. Ancak bizatihi bu konumun geciktirici bir işlevinin olacağı, dahası, tekerrür koşullarını yaratabileceği anlaşılamamıştır). Cumhuriyet Tanzimat’ın kaçınılmaz siyasal sonucudur. Bunun dışında, kemalist devrim hiç bir zaman ekonomik ve  dolayısıyla sosyal bir devrimci programa sahip olmamıştır.

Şunu da eklemek istiyorum: Cumhuriyet Tanzimat’ın tamamlanması olarak görülüyor. Pekiyi. Ancak bunu yaparken Tanzimat’ın mantığını ve yöntemini izlediğinden, veya isterseniz, değişim ufku Tanzimat’la sınırlandırılmış olduğundan, onun deneyimini yeniden üretmekten kaçınamıyor. Bir kısır döngü içinde dönüp duruyor. Tanzimat’ı kendi devriyle kıyaslayıp, küçümsemesine rağmen onun çerçevesini kırıp dışına çıkmayı dahi tahayyül edemiyor. Üstelik bu çerçevenin dışına çıkmak isteyenleri  vahşice bastırdığı için patinaj ve tekerrür kaçınılmaz oluyor.

1946’dan sonraki gelişmeleri, bu arada, “Kopenhang Kriterleri” veya “Avrupa Birliği” konusunu bu açıdan da düşünmek meşru oluyor. Tanzimat parçalanmayı, yarı-sömürgeleşmeyi resmen başlatmışsa, tamamlanmış halinin de, aynı iç ve dış dinamikleri verili olarak kabul etmiş olduğundan,  bu duruma son verirken, aslında bu eleştirilen olumsuzlukları tekrar başlatmış olduğunu saptamak gerekiyor. Devlet şeklinin cumhuriyet olmasıyla Tanzimat’ı açmaza sürükleyen dinamikler ortadan kalkmış olmuyor.

Bu arada, Osmanlı modernleşmesi bakımından Rusya ile rekabetin itici, teşvik edici bir rolü olduğunu belirtmek isterim. Rus rekabeti hesaba katılmadan Osmanlı yenileşmesi, batılılaşması anlaşılamaz. Rakip Rus imparatorluğundan korunma ihtiyacı Osmanlı devletinin Batı’nın kanatları altına girmesinde önemli bir faktör olmuştur. Batılı büyük devletler için de Osmanlı’yı Rusya’dan koruma ihtiyacı Osmanlı devletinin ömrünü uzatan bir etken olmuştur.

Kısacası, Rusya’nın sıcak denizlere doğru genişleme siyasetinden korunmak isteyen Osmanlı devleti ve dünya hakimiyeti için büyük ölçüde Rusya’nın denetiminde olan Avrasya’nın kontrolünü zaruri gören Anglo-Amerikan emperyalizminin çıkarları çakışmıştır. Cumhuriyet’ten sonra da önce tampon devlet, sonra da vasal devlet olmanın benimsenmiş olması, bu kez sınıfsal içeriğiyle birlikte, aynı jeo-ekonomi-politik kayguların TC tarafından taşınmış olduğunu gösterir.

Cumhuriyet de Tanzimat’ın mirasçısı olarak, “Rus tehlikesi” karşısında Batı emperyalizminin kanatları altına girmeyi tercih etmiştir. Erken dönemdeki Sovyetler’le “iyi ilişkiler” zorunluluktan kaynaklanmış, kesinlikle geçici olarak görülmüş, bir tür “metres ilişkisi” dir. TC devleti, emperyalist Batı camiası tarafından tekrar kabul gördükten sonra Rusya’yı Osmanlı devrindeki gibi tekrar düşmanlaştırmıştır. Benzer nedenler, benzer sonuçlar doğuruyor tabii. Eğer İngiltere ve TC arasında 1926’da akdedilmiş antlaşma 1929 Bunalımı nedeniyle aksamamış olsaydı, belki de TC’nin, SSCB ile soğuk savaşı yirmi yıl önce başlayacaktı.

Bu konuda son bir söz de, Tanzimat’ı sağdan eleştirenlere olsun. Tanzimat’ın imparatorluğu dağıttığından söz edilerek devir eleştiriliyor. Tamam. Pekiy olmasaydı ne olacaktı? Yani Tanzimat olmasaydı, imparatorluk parçalanmayacak mıydı? Yarı-sömürge veya sömürge haline gelmeyecek miydi?  Tersine, Tanzimat bu parçalanmayı geciktirici ve sınırlandırıcı bir işlev görmüştür. Geleceğin Türkiye Cumhuriyeti için alanı olanaklı kılmıştır. Modernist kadroların yetişmesi için koşulları temin etmiştir. En azından modernist, ilerici güçler için bir fırsat yaratmıştır.

Kaldı ki  bugün iyi anlıyoruz, İslamcılar da Tanzimat metoduna referans vermektedirler. Onlar da İslamcı, rövanşist bir “tanzimat”ı batı emperyalizminin kanatları altında uygulamaya çalışmaktadırlar. Tanzimat hepsinden önce, “sömürgeci batı kapitalizmi” nin gözüyle kendine bakma, ya da isterseniz, oryantalist bir konumu içselleştirme pratiğidir. Metot bakımından bu anlayışın sağı ve solu arasında bir fark yok.

Öncesi şöyle dursun, son elli yıldaki “İslamcı uyanış”, emperyalizmin ihtiyaçlarından ayrı tahayyül dahi edilemez. Bu yüzdendir ki, emperyalistler İslam coğrafyasında hangi egemen seküler devlete saldırıyor, işgal ediyorlarsa, bunu İslamcıları kullanarak yapıyorlar. Bu bakımdan müslüman kral hiç olmadığı kadar çıplaktır.

Müslüman Kardeşler, Gülen Cemaati, El Kaide ve IŞİD gibi türevleri  dahil bugünkü hemen bütün islami örgütler, nüfusunun büyük kısmı müslüman ülkelerdeki kökten-dincilik ABD prodüksiyonudur. Modern bir vak’adır.  Bu bakımdan islamcıların Z.Brzezinski’ye çok şey borçlu olduklarını belirtmek isterim. Hatta İran’daki Humeyni devrimi de, anglo-amerikan emperyalist oligarşisinin tepe yapılarına dayanan Carter-Brzezinski-Vance ekibinden himaye görmemiş olsaydı, başarılı olamayabilirdi.

Bir de, Tayyip’in Abdülhamid hayranlığı var ki, gayet anlaşılır bir şeydir. Abdülhamid de, yoksul emekçi halkın Tanzimat’ın ekonomik ve hukuksal olarak kendi  çıkarlarını gözetmeyen, eşitsiz uygulamalarına duyduğu tepkiyi, İslamcı, kültüralist bir belagatle istismar ederek, Tanzimat’ın en özgürlükçü yanlarını yok etmiş ama ekonomik ve siyasal olarak sömürgeleşme programını en vahşi, en gözü kara şekilde uygulamıştı. Laf uzadı. Farkındayım. Şimdi kaldığımız yerden devam edelim.

Kadro hareketi, Serbest Fırka hamlesine benzer şekilde, bir supap işlevi  görmüştür. Kentli aydınlar arasında sol veye sola meyletmesi muhtemel tepkiler bertaraf edilmek istenmiştir. AKP’nin gündemini uygularken kimi sol aydınları yanına çekmesiyle benzerliği var. Yoksa, Kadro’nun arkasında durulmamış olduğunu, radikal ve tehlikeli bulununca, bizzat en üst düzeyde teşvik edenler tarafından tatil edilmiş olduğunu biliyoruz . Bu noktada, yöntemsel olarak, aynı siyasal heyet tarafından  resmi olarak kurulmuş olan “sahte TKP” vak’asıyla da işlevsel olarak benzerliği olduğu söylenebilir.

Cumhuriyet yönetimi hiç bir zaman, özü itibarıyla, devlet önderliğinde, üçüncü dünyacı merkantilist ve korporatist bir kapitalizm anlayışını savunan, “Kadro ideolojisi”ni, programını izlememiştir. Kaldı ki, Kadro’nun  dillendirdiği fikirlerin o sıralarda, kapitalizmin bunalımı nedeniyle arayış içinde olan bir çok üçüncü dünya ülkesinde, örnekse, bazı  L.Amerika ülkelerinde de eşzamanlı olarak tartışıldığını, söz konusu fikirlerin ülkemizden çıkmamış olduğunu biliyoruz.

Kemalist idareciler kendilerinin, bir noktaya kadar, daha doğrusu, egemen sınıf fraksiyonları arasında şiddetli bir çatışmaya meydan vermeyecek kadar, burjuva devrimcileri olduklarının farkındaydılar. farklı, abartılı ideolojik tanımsal telkinlere itibar etmeleri kabil değildi.

Nitekim, İnönü, Kadro’nun devamı olarak görülebilecek Yön Dergisi’ne 1963’te vermiş olduğu bir mülakatta, Atatürk’ün, kendisinin ve diğer arkadaşlarının hiç bir zaman sosyal bir devrimi düşünmemiş olduklarını açık açık söylemiştir. Atatürk’e “sosyalist” yakıştırmasının kesinlikle doğru olmadığını söylemiş, hatta bunun iftira olduğunu ima etmiştir.

Zaten Atatürk’ün bu anlama gelecek ne bir ifadesi ne de icraatı vardır. Kapitalist emperyalizme karşı olduğunu söylemiş olduğu 1922’de, başka ne söyleyebilirdi ki? İşgalci emperyalist ülkeler ve onun işbirlikçisi Osmanlı hanedanlığıyla savaş halindeydi. Sovyetler Birliği’nden başka da stratejik ortaklık kurabileceği ülke civarında yoktu.

Gelgelelim, cumhuriyetin ilanı sonrasında hemen iktisadi ve sınıfsal tavrını net olarak ifade etmiş, o doğrultuda siyasal adımlar atmıştır. Bir şey daha söyleyeyim, DP şefleri “her mahallede bir milyoner” yaratacaklarını ilan etmişlerdi. Aslında bunu Cumhuriyet’in hemen başlarında Atatürk, “ülkemizde milyonerler, hatta milyaderler yaratmak istiyoruz” demek suretiyle daha önce hedefleri arasında ilan etmişti. Sonra, Atatürk kendisini, yapmış olduğu kişisel ekonomik girişimlerle, “burjuva girişimci” modeli olarak sunma çabası içinde olmuştur. Atatürk’ün tarımsal çiftlikleri, “kollektif” değil, “kapitalist” idi. Öyle değil mi? Özcesi, Atatürk de, İnönü de, Bayar ve Menderes kadar sol düşmanıydılar. Anti-komünist idiler. SSCB ile ilişki meselesine gelince, ekonomik olarak sıkıştıklarında, Menderes de Demirel de SSCB’nin kapısını çalmamışlar mıydı?

Sonra şunun da altını çizmek isterim: “İlerici” ve “solcu” olmak her zaman aynı anlama gelmez. Pekala bir sağcı tarihsel figür, sağcı bir siyasal kadro, burjuvazi gibi sınıf tarihte, belli bir uğrakta,  “ilerici” rol oynayabilir, “ilerici” olarak tanımlanabilecek eylemler içinde bulunabilirler. Bunun örnekleri çoktur. Ancak “solcu” olmak kesin ve net olarak bir sınıfsal tavırla, burjuvazinin egemen olduğu bir çağda ona ve kapitalizme karşı olarak proletarya sınıfının çıkarlarının temsilcisi, proletarya devriminin savunucusu, sosyalizmden yana olmakla mümkündür.  Her “ilerici” solcu olmayabilir; ama her solcu ilerici olmak zorundadır. Tarihsel olarak ilerici/gerici konumunu belirleyen,  sınıf mücadelesi içinde tutulan konumdur.

CHP’den hareketle benzer bir saptamayı,  mesela Batı’daki muadil partiler için de yapabiliriz. 80’lerin sonunda, reformist sol tarafından hararetle (Kabul edelim, “68 solu” bu restorasyoncu, hatta karşı devrimci anlayışı Batı’da yenilemiş, önünde yeni “radikal” kanallar açarak tahkim etmişti) desteklenen neo-liberal karşı-devrimci hareket, bu reformist ve “radikal” yeni solun katkısı olmasaydı, karşı-devrimi yapamazdı. Bir kez restorasyon, sonrasında karşı-devrim ve sosyalist cumhuriyetlerin tasfiyesi başlayınca, aslında bu reformist ve yeni solcu anlayışlara da ihtiyaç kalmamış, onlar da siyaseten tasfiye edilmişlerdi. Hep böyle olmaz mı?

Anti-komünist tasfiyeciliğin genel olarak solun tasfiyesi, ve bu arada tabii, demokratik ve ilerici döneminde, kapitalizmin getirmiş olduğu bütün aydınlanmacı, özgürlükçü ve eşitlikçi değerlerin, demokrasinin de tasfiyesi anlamına geleceği söz konusu “sol” kesimlerce anlaşılamadı. Anlaşılmış olduğu yerlerde de, zaten böyle bir örtük  gayeye sahip olunduğu için sorun olarak görülmedi.

Batı’da söz konusu reformist ve yeni-solcu radikal partiler sosyalist eforun sonuçları olarak ortaya çıkmışlardı. Kapitalizmin gericileştiği, onun en ilerici kazanımlarının sosyalizm mücadelesinin kazanımları olarak sahiplenildiği, bu kazanımların ancak sosyalizm mücadelesi içinde savunulabileceğinin idrak edilmiş olduğu  koşullarda etkinlik kazanmışlardı. Bugün etkinliklerini kaybetmiş olmalarıyla sosyalizmin karşı-devrimle geriletilmiş olması arasındaki canlı bağlantıyı göremeden en asgari düzeyde demokrasi mücadelesini dahi etkin bir şekilde verebilmeleri kabil değildir.

Bugün en asgarisinden demokratik istemler dahi ancak sosyalist bir perspektif içerisinde savunulabilir. Sosyalizm olmadan demokrasinin olamayacağı bir kez daha anlaşılmıştır. Sosyalist talepleri öne koyan bir stratejiyi öngörmeyen demokrasi, bağımsızlık mücadelesi bir kez daha havanda su dövmek anlamına gelecektir. Demokrasiye ancak sosyalizmden gidilebilir. Demokrasiyi, bağımsızlığı  savunan siyasetler,hareketler, önceden de olduğu gibi,  ancak sosyalizm mücadelesi içinde ortaya çıkabilirler. Gezi halkının kalkışmasında, “müesses” muhalefete karşı tavrında,  bu talep sezgisel olarak verilidir. Dünyanın başka yerlerinde de, mesela, ABD’deki “Occupy” hareketi, kimi bileşenlerinin başlatmış oldukları tartışmalar dolayısıyla, klasik “demokratik mücadele” formatı içinde hareket etmeyi sorgulamaya başlamıştır.

Türkiye’de emperyalist merkezlere entegre işbirlikçi burjuvazinin oligarşik örgütleri, siyasal partileri el birliğiyle, emperyalist merkezlerden gelen talepleri hayata geçirmektedirler. 2.Cumhuriyet düzeninin kurulmasında CHP’nin rolü AKP’den az değildir. Herhalde CHP’nin direnişine rağmen 2.Cumhuriyet’in tesisi yolunda bu kadar ileri adımlar atılamazdı. Mart Tezkeresi sonrasındaki gelişmeler, emperyalizmin bölgemizde başlattığı, gericiliğe dayanan savaş programını kararlılıkla uygulamaya koymasından sonra Baykal döneminden itibaren CHP, bu yeni koşullara adapte olmak adına dizayn edilmeye başlanmış, en son olarak, ikircikli ve yavaş davranan genel başkanının da tasfiyesiyle CHP, kendisinden talep edilen yeni rotasında aksamadan ilerleyebileceği bir yapıya kavuşturulmuştur.

Kılıçdaroğlu döneminde parti, 2.Cumhuriyet söz konusu olduğunda kraldan çok kralcı olmuş, AKP’nin arkasında, en gözü kara gerici politikaları uygulaması bakımından itki işlevi görmüştür. Bu şekilde AKP’nin önü sürekli açılmış, aksamadan yürüyeceği yolun döşenmesi sağlanmıştır. AKP, kendi gerici ve emperyalist politikalarını CHP, MHP ve BDP gibi partiler üzerinden meşrulaştırma olanağı bulmuştur.

Bu noktada, ilk “2.Cumhuriyet” girişimi olan ama o günkü koşullarda tam olarak realize edilemeyen 1946 ile bugün arasında, karşı-devrimin tesisi, gerici ve emperyalist politikaların önünün açılması bakımından bir süreklilik, CHP adına bir tutarlılık olduğunu söyleyebiliriz. 1946’da da CHP dinselleştirme programını uygulamaya koymuştu. 1946’da da solu itibarsızlaştırma çabası içinde olmuştu. 1946’da da liberal kapitalist politikaları benimsemişti.  O zaman da, “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” tavrıyla, DP politikalarını, yani emperyalist merkezlerin taleplerini meşrulaştırmış, yeni politikaların yerleşmesi bakımından yine paratoner işlevi görmüştü.

“17 Aralık operasyonu” öncesindeki ve sonrasındaki gelişmeler, belediye seçimlerinde aday tespitleri, izlenecek seçim stratejisinin belirlenmesi gibi konularda CHP yönetimi nin tamamen, Cemaat kanalıyla, emperyalist merkezlerin kontrolü altında olduğunu göstermiştir. Şimdi bir kez daha, MHP ile ortak olarak tespit ettiklerini söyledikleri, aslında her ikisinin de, işbirlikçi burjuvazi ve  dış emperyalist, gerici odaklar talimatıyla ilan ettikleri islamcı aday İhsanoğlu, CHP adına, karşı-devrim doğrultusunda yenilenen soğuk savaşın yeni Prof Ş.Günaltay’ı olarak görülebilir.

Bu kez CHP’nin adayı, içerideki kültürel ve siyasal restorasyon koşullarında değil, dünya çapındaki karşı-devrim doğrultusunda ve emperyalist saldırganlığın müslüman haçlı lejyonerleri de kullanarak BOP coğrafyasında operasyonlarını sürdürmekte olduğu koşullarda tespit edildiğinden, karşımızda Günaltay’a göre dahi daha gerici, bir ortaçağ figürü vardır. Bu portre emperyalistlerin vizyonuyla örtüşmektedir. Hele bugünkü gündem bağlamında düşünürseniz. Tam da “sünni eksen” oluşturma çabaları varken, İhsanoğlu’dan iyisi Şam’da kayısı!

Bugünlerde CHP yanlısı yazarlar, siyasetçiler tarafından AKP seçmenine “uyanın artık!” çağrıları yapılıyor. Komik tabii. AKP seçmeni uyutulmaktan memnun olabilir, asıl ondan şikayetçi olan muhalif CHP seçmenin desteklediği parti karşısında uyanık olması gerekiyor. CHP’ den karşılayamayacağı, dahası, var olma nedeniyle bağdaşmayan beklentiler içinde olanların uyanması gerekiyor. Aldatılmakta olduklarını hâlâ göremiyorlar. CHP’nin misyonu sol gösterip sağ vurmaktır. Aynısı, onun şakşakçılığını yapan yazarlar için de doğrudur.

Evet, CHP kurucu bir misyonu olan bir partidir.  Birinci cumhuriyetin kurucusudur.İkincisinin de olmazsa olmaz kurucusu olma gayretindedir. CHP olmadan birincisinin tasfiyesi mümkün olamazdı. İkincisinin inşası da kabil olamaz. AKP, CHP, MHP’yi tek bir düzen partisi olarak görmek gerekir. Aralarındaki sürtüşmelerin nedeni düzen karşıtlığından kaynaklanmıyor. Son olarak,  CHP ile CHP’ye oy veren insanları birbirlerine karıştırmak sosyalistler bakımından vahim bir yanlıştır.

T

 

LENİN 142 YAŞINDA

G.Lukacs, Lenin üzerine yazmış olduğu eşsiz eserinde, tarihsel materyalizmin proletarya devriminin kuramı olduğunu söyler.Lenin’in bütün siyasal yaşamı, bu kuramın pratiğine adanmıştır. Lukacs aynı eserinde “devrimin güncelliği” sorununun, Lenin’in düşüncesinin merkezinde yer aldığını belirtir.

Tarihsel materyalizm, sadece proletaryanın içinde bulunduğu koşullara değil, o koşulları aşma, bunu yaparken de kendisiyle birlikte bütün ezilen sınıfları kurtarma olanaklarına işaret eder. Proletaryanın konumunda, sadece yoksulluk ve yoksunluğu değil, bu olumsuz halden kurtulma olanaklarını da görür.

Marks ve Engels’in ölümlerinden sonra Lenin’e gelinceye kadar, kendilerini marksizmin doğal mirasçıları olarak gören Avrupalı teorisyenler elinde öğreti, ekonomist bir evrimci anlayışın tutsağı olmuş,buna göre, ereksel bir tarihsel süreç içerisinde kapitalizmin nihai olarak sosyalizme evrileceği öngörülmüştür. Bu sürecin öncelikli olarak gelişmiş Batı Avrupa ülkelerinde gerçekleşeceği varsayılmıştır. Avrupa’da, Lenin’in müdahalesine kadar, marksizm, genel olarak, bu çerçevede yorumlanmaktaydı.

Söz konusu Avrupalı marksistler arasında devrim sözcüğü, Marks zamanındaki itibarını yitirmiş, hatta anılmaz olmuş; anıldığı nadir durumlarda da, kuramsal bir ön kabul olmanın ötesinde, pratik bir anlamdan mahrum bırakılmıştır. Kautsky dahil, devrin en ünlü sosyal demokrat teorisyenleri , Lenin’le kıyaslandıklarında, ortalama marksistler olarak kalırlar. Ortalama marksistler olarak genel kuramsal kabullerden sonuçlar çıkartıp, yaşadıkları koşullara uygulamaya çalışmışlardır. Devirlerinin zamansal ve uzamsal sınırlılığını verili kabul edip, olup biteni hazır, genel kavramlarla analiz etmişlerdir.

Lenin, öncelikle revaçta olan bu kuramsal konum ve onun sonucu olan evrimsel anlayışla mücadele etti. Bu bakımdan “Ne yapmalı?” sorusunun ortaya atıldığı 1902 yılı, sadece marksizmin tarihinde değil, genel siyaset kuramları tarihi bakımından da, bir devrimdir. Borges’in Kafka ve Dostoyevski arasında kurmuş olduğu ilişkiyi, Lenin ve Marks arasında da kurabiliriz. Borges, Dosyoyevski’nin Kafka’nın habercisi olduğu kadar, Kafka’nın da Dostoyevski’nin habercisi, yaratcısı olduğunu söyler. Kafka’dan sonra  Dostoyevski’nin; Kafka öncesinde olduğu gibi okunamayacağını ilave eder.

Buna göre, nasıl Marks yapıtlarında Lenin’i haber veriyorsa, Lenin de yapmış olduğu kuramsal, metodolojik devrimle, emperyalizm çağında, Marks’ın habercisi, yaratıcısı olmuştur.  Lenin’den sonra Marks’ı,  Lenin öncesindeki  Marks olarak okuyamayız.  Bu çerçevede, Lenin’in Marks’a müdahalesini basit bir tamamlayıcılık, Marks’ı somutlaştırma olarak görmek yanlış olacaktır. Lenin, Marks’ı  diyalektik manada aşarak geliştirmiştir.

Marks ve Engels’den sonra erken Avrupa marksizmi içinde devam eden kuramsal süreklilik, Lenin’in müdahalesiyle süreksizleştirilerek, kapitalizmin yeni koşullarında marksist kuramın sürekliliği temin edilmiştir. Lenin, “Ne yapmalı?” ve onu izleyen çalışmalarında, bizatihi, hem kapitalizmin marksist sorgulamasını, hem de onu aşmaya yönelik sosyalist çözümü yeniden sorunsallaştırmıştır.

“Ne Yapmalı?” dan itibaren, evrimsel bir anlayışla toplumu fethederek, siyasal erke ulaşma yöntemi yerine Lenin, siyasal iktidardan hareketle toplumun fethinin devrimci bir yol olduğunu ısrarla savunmuştur. Devrim artık “gelecek” e havale edilmiş bir sorun, bir beklenti değil, güncel bir olaydır. Böylece devrimcilere iktidar perspektifi kazandırılmıştır.

Lenin’in bu müdahalesi, aynı zamanda, ancak Marks’ın çıkışıyla kıyaslanabilecek, teoriyi pratik bir sorun, pratiği de teorik bir çaba haline getirmek anlamına geliyordu. Yani, sadece devrimci kuram olmadan devrimci pratik olamayacağını değil, devrimci pratik olmadan da devrimci kuramın olamayacağını öngörüyordu. Lenin’i büyük bir devrimci yapan, zamanının koşullarını analiz ederken, o koşullardan genel sonuçlar çıkarması, pratikten kuram üretmesidir. Lukacs’ın başka bir yerde söylediği gibi,” güncelin içinde çağının trendlerini görmesi”dir. 1902’den itibaren sorunsallaştırarak ortaya attığı sorular ve önerdiği yanıtlar, kapitalist-emperyalist gerçekliğin görünümleri altında faal olarak işleyen devrimci eğilim ve olanakları ortaya çıkarmasının araçları olmuştur.

Erken Avrupa marksizmi içinde revaçta olan revizyonist kuramların sorgulanması, Lenin’in, gününü, günceli sorunsallaştırması etkinliğinden ayrı düşünülemez. Ancak, güncelin sorgulanması da kuramsal ön kabuller marifetiyle değil, bizatihi günceli devrimcileştiren bir pratik faaliyetle gerçekleştirilir. Güncelin devrimcileştirilmesi, Lukacs’ın kitabına alt başlık yaptığı, emperyalizm çağında bir vak’a olan “devrimin güncelliğ”i temasından ayrı düşünülemez. Emperyalizm çağının bütün temel sorunları, Lenin’den itibaren, devrimin sorunlarıdır. Bu çerçevede, devrimci bir perspektifi olmayan marksizm, iktidarsızlık perspektifidir. En iyi durumda, salt bir konformist, akademik uğraştır.

Tweetle