“İran sorunu”

Obama yönetiminin İran’la, bu ülkenin  nükleer çalışmalarıyla ilgili olarak varmış olduğu antlaşmanın bu ay içinde ABD’nin ilgili yönetim organlarında onaylanması gerekiyor. Aksi halde, antlaşma geçersiz olacak. Bugün bölgemizde ve ülkemizde artan şiddet, siyasal gerilim, ABD ve İran arasında varılmış olan antlaşmayla yakından alakalıdır. Bunu tespit etmek gerekir.

ABD’de kısaca “neo-con” olarak tabir edilen orta doğucu şahinler, bu antlaşmanın ABD ve müttefiklerinin Orta Doğu’daki etkisini hayli azaltacağını, bölgeyi, İran, Rusya gibi ülkelerin rahatça at oynatacağı bir alan haline getireceğini iddia ediyorlar. Bu antlaşmanın S.Arabistan, Katar, BAE, İsrail gibi ülkelerin güvenliğini tehdit ettiğini söylüyorlar. Sürekli savaş çağrıları yapıyorlar. İran ve Suriye’ye karşı ABD’nin aktif bir savaş siyaseti izlemesini talep ediyorlar.

Arka arkaya İngiliz ve Fransız, Türk parlamentolarından, hükümetlerinden neo-con talepleri doğrultusunda savaş çağrıları yapıldığını duyuyoruz. Bir yandan da provokasyonlar arttırılıyor. Şiddet, göç hareketleri teşvik ediliyor. Göz yumuluyor. Bu antlaşmanın ABD’de görüşüleceği güne kadar da artarak devam etmesi beklenmelidir. Sorunun Esad gitmeden, destekçileri etkisizleştirilmeden çözülemeyeceği algısı dünya kamuoyunda yaratılmak isteniyor. Bu çizgiye yakın emperyalist medya araçları bu amaçla en gözü kara şekillerde kullanılıyor.

Obama sayısal olarak azınlıkta, Cumhuriyetçilerden en az 4-5 oy alması gerekiyor. Aksi halde neo-conların zafer sarhoşluğu bölgeyi ve belki dünyayı  uzun ve çok şiddetli bir savaşın içine sokacak. Rusya bunu öngörerek Suriye’deki tahkimatını, askeri uzman sayısını arttırıyor. Hatta yabancı medyada çıkan haberlere bakılırsa, Suriye ordusunun bazı bölgelerdeki başarısında, ona komuta eden Rus askerlerinin katkısı var.

Şimdi bakınız, S.Arabistan, İsrail, Katar,Türkiye  gibi ülkeler söz konusu antlaşmanın yürürlüğe girmesiyle son 7-8 yılda elde etmiş oldukları siyasal konumları yitireceklerini haklı olarak düşünüyorlar. Esasen iktidarları pamuk ipliğine bağlı petrol monarşileri kendilerine garantiler verilmemiş olduğu için bu antlaşmadan hayli kaygu duyuyorlar. Yoksa, mesela, S.Arabistan gidişattan rahatsız. Rahatsız ki, Rusya ve İran’la diyalog arayışları içerisine giriyor. Yeterli garantiler verilmediği sürece mevcut ortamın sürdürülmesine katkı yapacağını eylemleriyle anlatıyor. Neo-con siyasetini destekliyor. Bugün Türkiye’deki yönetim de en büyük parasal desteği muhtemelen Katar ve S.Arabistan’dan alıyor. Tayyip’in çıkıp, “tehdit IŞİD değil, PKK’dir” demesi bundandır. Yani iktidarlarını yitirme telaşında olanların işbirliği halinde olduklarını tespit edebiliyoruz. Anlaşılır bir şey tabii.

Bu bakımdan bu ay İran’la varılmış antlaşmanın onaylanıp onaylanmaması büyük önem taşımaktadır. Hatta Türkiye’de seçimlerin yapılıp yapılamayacağı da o zaman belli olacaktır dersek, abartmış olmayız. Yani şartlar bir anda değişebilir. Elbette neo-conlar, onların adamı Tayyip sonuna kadar savaş isteyecektir. Vazgeçmeyeceklerdir. Ancak yine de onay halinde, ağır bir darbe almış olacaklardır.

Türkiye’de bugünkü şiddeti emperyalist blok içindeki bu güncel çekişmeyi dikkate almadan analiz edemeyiz. Daha önce defalarca söylemiştim, emperyalizm, emperyalist blok, onun bileşenleri, iktidar blokları, devletleri yekpare bir bütünsellik arz etmiyorlar. Kendi içlerinde, aralarında farklı çıkar önceliklerine referans veren çelişkileri, çatışmaları, en hafif tabirle, görüş ayrılıkları var. Özellikle emperyalizmin saldırılarını arttırmış olduğu momentlerde devlet olgusunu emperyalist sisteminin bütününü göz ardı ederek analiz edemeyiz. Onun içindeki görüş ayrılıkları bütün egemenlik yapılarını,parçalarını kat edecektir. Bunu öngörmek lazımdır. Bu koşullarda, dış dinamik/iç dinamik arasındaki ayrım çizgileri flulaşır, hatta kaybolabilir (1)

Lenin zamanında bu durum henüz rüşeym halindeydi. 2.Savaş’tan sonra ABD hegemonyasının konsolidasyonuyla emperyalist siyasal yapı değişim geçirdi. Mesela İngiliz tipi doğrudan sömürgecilik yerini ABD’nin, “ulusların kaderlerini tayin hakkı” emperyalist mottosuyla dile getirilen yeni-sömürgecilik siyasetine bıraktı. Esasen bu siyaset, ABD emperyalizminin kurucu ilkeleri arasında ta baştan mevcuttu. Britanya İmparatorluğu’yla arasındaki kavganın temel meşrulaştırıcı argümanıydı. Zaten bugünkü “demokrasi, insan hakları” emperyalist ideolojisi de temellerini bu anlayışta bulur(2)

Tweetle

NOTLAR:

1) ABD yönetimi içinde öteden beri var olan “neo-con” ve “Demokrat ” çekişmesi son İran antlaşmasıyla şiddetlenmiştir. Hatta Obama’nın tehdit edildiğine dair haberlere ABD medyasında rastlamaya başladık. Obama’nın Antalya’da savaş gemisinde kalacağını açıklamış olmasını bu gerilimin ışığında düşünmek gerekir.

Bir başka güncel vak’a, bir süre önce John Allen’ın sözde Anti-IŞİD koalisyonun baş koordinatörü yapılmış olmasıdır. Herhalde bu atama Obama yönetimi adına bir taviz olarak görülmek gerekir. General Allen, neo-con kliğin en gözü kara kanadının, yani McCain-Petraeus kanadının has adamıdır. O bu sözde koalisyonun başına geçtikten sonra Suriye, Irak, Türkiye ve Yemen’de şiddet tırmanmış, Batı’ya ya da Kuzey’e doğru insan göçü hız kazanmıştır.

Bu arada, bu göç meselesinin Türk ve Batı medyası tarafından savaş kışkırtıcılığı adına nasıl  istismar edildiğine dair çarpıcı bir örnek,  cesedinin karaya vurduğu iddia edilen küçük yavrucağın -muhtemelen mizansen olan- resminin kullanılma biçimleridir. Benzer şekilde uyuyan  küçük bir çocuk resmini ihtiva eden popüler bir posteri hatırlıyorum. Bu olay vesilesiyle, bir kez daha, kapitalist-emperyalist çürümenin en özsel insani değerleri, duyguları, insani bağları nasıl itibarsızlaştırdığına, pazar metası haline getirdiğine, insanı maddi menfaatler, kariyerist saplantılar adına nasıl insanlıktan çıkardığına  dikkat çekmek isterim.

İnsan göçü yeni bir vak’a değil. Sadece savaştaki ülkelerden de kaynaklanmıyor. Son 4-5 yıl içinde Avrupa’ya doğru arttığı iddia edilen  göçlerin küçük bir bölümünün nedeni savaşlar. Mesela 2011-2014 (dahil) AB ülkelerine göç edenlerin sadece yaklaşık olarak yüzde 20’si Suriyeli. Yaklaşık yüzde 10’u Afganistanlı ve Iraklı. Aslında 1990’ların başından itibaren sosyalist cumhuriyetlerin çözülmesinden sonra AB ülkelerine göç sürekli artmaktadır. Mesela Bulgaristan’ın genç nüfusunun büyük bir kısmı AB ülkelerinde göçmen olarak yaşamaktadır. Göçün asıl nedeni yoksulluktur. AB ülkeleri ve etrafındaki coğrafya arasındaki ekonomik-sosyal eşitsizliklerdir. Bu gerçeği saklamak istiyorlar.Bununla birlikte, geçenlerde internette okudum, bir Alman iş adamının (Ulrich Grillo) açıklamasından bu göçlerden Alman sermaye sınıfının  pek de rahatsız olmadığı anlaşılıyordu. Almanya için ucuz işgücü kaynağı ve talep pazarı olduğunu ima ediliyordu.

Bugün göçler esnasındaki trajik çocuk ölümlerine, bir kaç yıl önce Suriye’de Guta’da islamcı canilerin kimyasal silahlar kullanarak katlettikleri çocukların ölümlerine yüklenmek istenen işlev yüklenmek isteniyor. O zaman da o olay Esad yönetiminin üzerine atılmak istenmiş, böylece Suriye’ye doğrudan askeri müdahalenin meşruiyeti için zemin hazırlanmaya çalışılmıştı. Oysa o olayın planlayıcısı Suudi istihbarat şefi Bender Bush, lojistik desteği temin eden Tayyip Erdoğan’ın başbakan olduğu TC hükümetiydi. Olay ABD yönetiminin bilgisi dahilinde gerçekleştirilmiş, beş yüz civarında çoğu Alevi olmak üzere hıristiyan ve Kürt çocukları katledilmişti.

Son Hakkari vak’ası hazırlanmış bir senaryonun uygulaması olarak görülebilir. O mıntıkada kara yoluyla asker sevkiyatı bana göre bir nevi intihardır. Daha önce de bir kaç kez tecrübe edilmişti sonuçlarını biliyoruz.  GKurmay’ın bunu bilmemesine olanak yoktur. Şiddet planlı bir şekilde teşvik ediliyor. Asker ve sivil kayıpları artıyor. Sokağa çıkma yasakları yayılıyor. Kürt halkı üzerindeki baskılar, terör ağırlaşıyor. Emperyalist güçler bunun için elbette ellerinin altındaki Türk ve Kürt malum siyasal-askeri araçlarını kullanıyorlar.

“Barış süreci”  başlatıldığında bunun PKK liderliğindeki Kürt siyaseti adına harakiri olacağını ifade etmiştim. Bir daha silahlı mücadeleye dönemeyeceklerini, Kürt halkı nazarında meşruiyet bulamayacaklarını ilave etmiştim. Aynı Tayyip Erdoğan ve AKP’si gibi, PKK de kendisini dev aynasında görmüş, sadece kendi ikballerini gözeten iktidarsız Türkiye liberal ve solcularının da katkısıyla gücünü, kapasitesini abartmıştır. Bugün bunu yaşıyoruz. Emperyalizm ve AKP ile dans, “kör kör gözüm parmağına” anlayışı PKK’yi bu noktaya getirmiştir. Emperyalistlerle işbirliğine girdiniz mi, kaçınılmaz olarak sizi depolitize eder. Politikasızlaştırır.  O varken, politika yapmak size düşmez. Bu bakımdan TC devleti de, Kürt siyaseti de aynı dertten muzdariptir.

Öte yandan, bazı komünist arkadaşların önceki seçim kampanyasından beri yükselen şiddetle AKP yönetimi arasında bir çıkar bağı olmadığını düşünmeleri tam bir gaflet durumudur. Hem AKP’nin şiddetten medet umduğunu söyleyip, hem de yükselen şiddetle onun arasında bir çıkar bağı kurmamak büyük bir çelişkidir.

2) Devrimci solcular olarak önemli bir eksiğimiz, ekonomi-politiği tarihsel “politik-ekonomik coğrafya” çerçevesine yerleştirememektir. Bu yanlışın kökleri Karl Marks’a kadar gider. Onun tarih bilgisi kifayetsizdir. Mesela “Şark” hakkındaki bilgileri önemli ölçüde kolonyalist Britanya İmparatorluğu’nun İstanbul büyükelçisi de olan David Urquhart’ın verdiği bilgilere dayanır. Bu zat aşırı bir Rusya aleyhtarıydı. Osmanlı devletini İngiliz çıkarları doğrultusunda Rusya’ya karşı kışkırtmakla meşguldü. Gayet gerici bir adamdı. Parasal sıkıntılarının arttığı bir sırada Marks bir süre onun gazetesinde Şark sorunu hakkında makaleler yazmıştır. Urquhardt’ı öven yazılarını hatırlıyoruz.

Tekrar askeriye meselesi

Galeri

Bu yazıda “askeri vesayet” hakkında üç örnek vak’adan söz edeceğim. Bu yazıyı esinleyen, geçenlerde youtube’de izlediğim bir grup Amerikalı sol liberal aydının tartışması oldu. O tartışmada yer alan aydınların hemen hepsi, “ne işimiz var Afganistan’da, niye Amerikan halkının refahını temin … Okumaya devam et

HEBDO katliamı sonrası değerlendirmeler

Galeri

Charlie Hebdo katliamı sonrasında kimi sol çevrelerde, artık ABD’nin islamcı terörü beslemeyeceği, desteklemeyeceği, hatta islamcıların defterini düreceği yolunda bazen açık kimi zaman örtük şekillerde dile getirilen bir iyimser beklenti oluştuğu görülüyor. Bu beklentiye AKP hükümetinin deliğe süpürüleceği ihtimali de eşlik … Okumaya devam et

Emperyalizm uzlaşmaktan teslimiyeti anlar

Galeri

Günümüz ülkelerinin jeo-ekonomi-politik konumu bugün oluşmamıştır. Tarihsel bir süreç içinde, toplumsal, çevresel iç ve dış siyasal mücadelelerin sonucu olarak şekillenmiştir. Ülkelerin toplumsal formasyonları, kültürel yapıları zaman içinde dönüşümler geçirse de, jeo-ekonomi-politik  konumları, kayguları, öncelikleri yeni koşullarda, yeni görünümler altında devam … Okumaya devam et

Haziran’dan Ekim’e…

Galeri

Haziran 2013’de, Türkiye’nin bir çok ilinde, bölgesinde, “hükümet istifa” şiarı altında süren halk ayaklanmalarına Kürt vilayetlerinden ve Kürt siyasal gruplarından açık bir destek gelmemiş, dahası, ayaklananların hükümetin istifasını talep etmelerine  yine bu Kürt siyasal çevreler tarafından karşı çıkılmıştı. Kürt siyaseti bir … Okumaya devam et

Orta Doğu cephesinde yeni bir şey yok: Pakistanlaşan Türkiye, Talibanlaşan IŞİD

Suriye takıntısı bildiğimiz Türkiye’nin sonu olabilecek bir potansiyel taşıyor. Neo-conların adamı Davutoğlu’nun, CNN’ de, emperyalist siyasetin medyadaki en gözü kara yüzlerinden  Amanpour’a verdiği röportaj bu iddiayı destekliyor.

Emperyalistler ve onların bölgedeki müttefikleri Türkiye’nin doğrudan askeri ya da diplomatik olarak bölgede inisiyatif almasını istemezler. Türkiye sadece lojistik destek üssü, askeri kolaylıklar sağlayan bir ülke konumunda kalmalıdır. Ancak bunu kabul edebilirler. Zaten hali hazırdaki ana hatlarıyla fiili olarak mevcut iki emperyalist ittifak yapısı, Mısır, S.Arabistan, BAE (belki biraz ileride Ürdün de buraya dahil edilebilir); Türkiye,Katar, İsrail, Hamas, Kürt siyasetleri (bu iki yapı içinde en kırılgan olanı budur) Türkiye’nin hareket kabiliyetini kısıtlamaktadır.

Esasen bu yapılar hem kendi içlerinde hemde aralarında çıkarları farklılar gösteren, dolayısıyla her biri bir diğerine karşı açık ya da gizli oyunlar tertip eden bileşenlerden oluşuyor. Bu hal onların hem kendi başlarına hem de bir arada kırılganlıklarının esas nedenini teşkil ediyor. Bunların yaygın ve kararlı bir direniş karşısında ayakta durmaları kabil değildir. Bileşenlerin hepsinin toplumsal tabanı dar ve zayıftır.

Hepsinden önce ideolojik bir Esad takıntısına sahip Türk yönetimi, emin olduğunda Kürtleri de yanına alarak, tabii cihatçıları gözeterek Esad yönetiminin altını oymaya devam edecektir. Onun bilgisi dahilinde ve kontrolden çıkmadığı sürece bu tavır ABD’yi hiç rahatsız etmez. Tersine, onun tarafından teşvik görür. Bu bakımdan ABD’nin “Esad önceliğimiz değil”, açıklamasını tersinden okumak gerekir. ABD için de, Türkiye için de, Katar ve Suudi Arabistan için de, İsrail için de asıl sorun Esad’dır. Her zaman esas hedef Esad’dır. ABD ve müttefikleri tarafından IŞİD’in oluşturulmasının öncelikli  nedeni de Esad’ın düşürülmesidir.

Yaratılmak istenen havanın tersine, Türk hükümetinin IŞİD’le ilgili ve Suriye’ye karşı tasarrufları ABD’nin telkinleri ve beklentileriyle örtüşmektedir. Neo-con Davutoğlu ABD’nin kendilerine göstermiş olduğu rotanın dışına çıkmanın kendileri için neye mal olacağını gayet iyi bilmektedir.  Türkiye, soruna kendi dar çıkarlarını dikkate alarak, dar bir açıdan, ideolojik, daha aceleci ve bir tetikçi yaklaşımıyla bakmakta, oysa ABD, atılacak adımların neden olabileceği olası sonuçları geniş bir açıdan hesap etmekte, zamanı zorlamak istememektedir. Fark buradadır.

Ancak Türk hükümeti şimdiye kadar bu farkı kendi lehine istismar edecek ciddi hamleler yapmaktan da kaçınmıştır. Bu yönde işaretler verdiğinde, ABD tarafından iplerinin çekilmesi gerekli görülmüştür. Kısacası, bir siyaset farklılığı yok, taktik görüşlerde, ama uygulamada değil, farklılık olduğu söylenebilir. Şöyle bir boyut da var: İlk kez bakan olarak gizli neo-con Hilary Clinton tarafından atanmış olan Davutoğlu, ABD’de bağlı olduğu neo-con “savaş partisi” nin telkinleri doğrultusunda, doğrudan bir sıcak savaşta girmekten, en azından şimdilik, kaçınan Obama yönetimi üzerinde Amerika’daki neo-con savaş partisiyle aynı paralelde şahince baskı oluşturmaya çalışıyor.

Bu noktada, Kobani’de sürmekte olan katliamla ilgili olarak da bir şeyler söylemek istiyorum. Türkiye ve Irak Kürt siyasetlerinin Kobani karşısındaki samimiyetsiz tavırları aslında onların emperyalizm tarafından hazırlanan “üst siyaset” e ne kadar bağımlı olduklarının da açık bir göstergesidir. Bugün hem Türkiye’deki hem de Irak’taki Kürt siyasetleri, bu cihatçı terör şebekelerini yaratanın emperyalizmin kendisi olduğunu pekala biliyorlar. Dahası kendileri de emperyalizmle ve onun işbirlikçisi olan yönetimlerle  bağlaşma halindeler. Cihatçılar, Kürtleri ilk kez öldürmüyorlar. Cihatçılar daha önce de olduğu gibi ve halen Kürt, Türkmen, Ermeni, Süryani, Alevi, Yezdi, Şii demeden engel olarak gördükleri herkesi katlettiler, katletmeye devam ediyorlar. Bu katliamları emperyalistlerin talimatlarıyla, onların çıkarlarına hizmet etmek adına yapıyorlar. Öyleyse, bu katliamlardan en önce emperyalistler ve onların işbirlikçisi olanlar sorumludurlar. Sonra, Orta Doğu’da emperyalizmin saldırılarına direniş de Kobani’yle başlamıyor. Zaten işbirlikçi Kürt siyasetlerine rağmen ne zamandır devam ediyordu.Halen de  sürüyor.

ABD ve Türkiye, Suriye’deki Kürt gruplara da her fırsatta açıkça,”bize tabi olmak zorundasınız, bizimle aynı siyasal hizada yer almalısınız” diyorlar. Emperyalistlerin gayesi, Suriye’nin kuzeyinde de, Irak’ın kuzeyinde olduğu gibi, kendilerine tabi bir Kürt bölgesi, ya da Kürt siyasal coğrafyası yaratmaktır. Sonrasında, Irak’taki gibi bir stratejiyi uygulamaya koymayı planlamaktadırlar. IŞİD,başka şeylerin yanı sıra,  bu gayeyi gerçekleştirmek maksadıyla sahaya sürdükleri işlevsel bir araçtır.

IŞİD maşadır.Asıl sorumlular bu maşayı kullananlardır. Bu bir siyasettir. Emperyalist siyasettir. Öyleyse, IŞİD’e bakan bir göz, hiç tereddüt etmeden onda ABD’nin başını çektiği emperyalizmin çürümüş, vahşi yüzünü görmelidir. Bu izlemekte olduğumuz “vahşet tiyatrosu” nu sahneye koyan anglo-amerikan emperyalizmidir.

Elbette o siyasetle işbirliği yapanlar da sorumludurlar. Daha önce bir çok kez cihatçılarla aynı emperyalist saflarda, Şam’daki, Bağdat’taki meşru yönetimlere karşı yer almış, IŞİD sahaya sürüldükten sonra onunla işbirliği olanaklarını araştırmış, IŞİD’in en önemli lojistik destekçisi Türk hükümetiyle işbirliğini “barış” adına sürdürmekte bir yanlışlık görmemiş Kürt siyasetleri de bugün gelinen noktadan sorumludurlar. Kobani’deki vahşet, Suriye’ye emperyalist saldırı başlatıldığında “tarafsızlık” palavrasıyla emperyalizmden yana taraf olan işbirlikçi Kürt siyasetlerinin de iflasıdır.

Ta baştan belirtmiş olduğum gibi, söz konusu “barış süreci” AKP’den çok Kürt siyaseti için bir bumerang haline gelecektir. Kobani’de acı bir şekilde gördüğümüz gibi gelmiştir de. PKK elinde değil, asıl AKP hükümetinin elinde “barış süreci” bir şantaj aracına dönüşmüştür. Ne zamandır, AKP hükümeti bayraklar yaktırıp, büstler parçalatarak, yani provokasyonlar yaparak olası bir ortak Türk-Kürt Haziran’ının önüne geçmeye çalışmaktadır. Kürt Hizbullah’ı bir hançer gibi Diyarbakır’a saplamıştır. Kürt siyaseti bu bakımdan da, Haziran’da yapmış olduğu hatanın bedelini kendi halkına ödetmektedir. Kürt sosyalistleri devreye girip, Kürt hareketi içindeki burjuva ve küçük burjuva siyasal eğilimlerin etkisini kırmaya çalışmalıdır. Bunun en ilk adımı, “barış süreci” denen, bugün artık bir bumeranga dönüşmüş kirli ilişkinin sona erdirilmesi olmalıdır.

Geçerken bir uyarı yapmalıyım. Bugün AKP tarafından Orta Doğu’da izlenmekte olan ve Kürt siyasetinin de kısmen ortak olduğu siyaset, Suriye ve Irak’ta yaşananlara benzer olayları, kavgaları Türkiye coğrafyasına taşıma potansiyeline sahiptir. Hatta bu senaryo AKP rejiminin muhaliflerine şantajı olacaktır.

Yetmişlerin sonunda komşusu Afganistan sorunu etrafında ABD’ye ve cihatçılara her türlü lojistik kolaylığı sağlamış olan ve emperyalist ihtiyaçlara daha kolay yanıt vermek adına kendisini bir İslam cumhuriyetine dönüştürmüş olan Pakistan’ın başına gelmiş olan şimdi Türkiye’nin başına gelmektedir. Bu bakımdan Tayyip, Ziya ül Hak’ı andırmaktadır. Tabii bu bakımdan  IŞİD de giderek Taliban’laşmaktadır. 12 Eylül’den itibaren adım adım Pakistanlaştırılan Türkiye’nin Taliban’ı…

Tekrar IŞİD’e dönelim. Eğer cihatçılar hedefleniyorsa, en önce lojistik desteği sona erdirmek gerekir. Böylece cihatçıların nefes alması zorlaşır. Cihatçıları havadan bombalamakla onlarla mücadele edilemez. Lojistik destek sürdükçe onlarla baş etmek güçleşir. Zaten şu ana kadar manzaraya bakıldığında, emperyalistlerin kendi yarattıkları bu teröristlerle mücadelede samimi olmadıkları, dahası, olamayacakları da görülmüştür.

Esad’ın başarısı, Bağdat’da emperyalist çıkarlarla bağdaşmayan bir yönetimin kalıcı hale gelmesi, Hizbullah’ın Lübnan’da etkisinin artması söz konusu emperyalist ittifaklara dahil bütün güçlerin altını oymak gibi bir sonuç yaratır. Buna şüphe yok. Ne ABD, ne de müttefikleri henüz ya da şimdilik cihatçı lejyonerlerden vazgeçemezler. Söz konusu emperyal güçlerin şu an “mış” gibi bir görüntü verdikleri, timsah gözyaşları döktükleri ortadadır. IŞİD’e karşı savaşıyormuş gibi yapıyorlar. Bugün IŞİD’e karşı bir tek Kobani halkı ve Esad güçleri savaşıyor. Gerisi yalan.

Şu soru son derece meşrudur: Emperyalistler ve işbirlikçi Türkiye başlıca düşmanlarına karşı kendi adlarına savaşması için yarattıkları, halen bu düşmana, yani Esad’a karşı etkili bir şekilde savaşan bir askeri güce karşı neden operasyon yapsınlar? IŞİD onlar için askeri bir tabirle, “dost kuvvet” tir. Müttefiktir. Esad’a yakın Kürtleri, Ermenileri, Yezdileri, Süryanileri hatta Suriye’deki olayları objektif bir şekilde aktaran batılı gazetecileri öldürdükleri için neden IŞİD’e saldırsınlar?

Öte yandan, cihatçılar “paralı askerler” dir. Savaşarak maddi menfaat temin ediyorlar. Kahir ekseriyetinin “cennette yer kazanmak” adına bu işi yaptığını söyleyemeyiz. Bu işin vicdan rahatlama kısmı. Aynı eski hristiyan haçlıları gibi yani. Bu arada şunu da belirtmek gerekir: Bu yeni haçlı seferlerinin mutlaka hem bölgemiz için hem emperyalizm için uzun süreli negatif siyasal, sosyal sonuçları olacaktır. Bunu akılda tutalım.

Bir başka nokta, TSK’nın hükümet tarafından Suriye’de ya da Irak’ta devreye sokulması, bir çatışmanın içine girmesi, ordu verilen görevde başarılı da olsa, başarısız da olsa, hükümetin TSK karşısında siyaseten gerilemesi, TSK’nın siyasal inisiyatifinin artması gibi bir sonuç doğurur. Yani AKP ve Tayyip adına, kariyerlerine başladıkları noktaya geri dönmek gibi bir sonucu olur.

Bir şey daha ilave edeyim. Bugün izlenen Şam politikası, Türkiye’nin 50’lerden, soğuk savaştan beri izlemekte olduğu Orta Doğu ve Suriye politikasıyla aykırılıklar taşımıyor. Tersine örtüşüyor. Bildiğiniz gibi, Türkiye 1957’de de, emperyalistlerden aldığı gazla Suriye girmek istemiş, SSCB’nin notası ve ABD’nin DP hükümetinin yularından çekmesiyle geri adım atmıştı.

Bizde henüz Baasçı esinlere sahip 27 Mayıs darbesiye, DP ve CHP’nin sahiplendikleri Orta Doğu siyaseti ve tabii “Suriye krizi” arasındaki bağlantı araştırılmamıştır.Mısır’dan Irak’a kadar Orta Doğu’da 30’lu yıllardan itibaren esas olarak küçük burjuvazinin taleplerini dile getiren  bir “genç subaylar” hareketi görüyoruz. 27 Mayıs’ı analiz edenler genellikle bunu ihmal ediyorlar.

Anglo-amerikan diplomasisinin en büyük başarısı, bu cereyanın görüldüğü en önemli ülke olan Mısır’ı hem SSCB’den hem de Suriye’deki Baasçı akımdan yalıtmak olmuştur. Anglo-amerikan emperyalist-siyonist siyaseti, ikinci büyük savaş sonrası, bölgedeki en önemli siyasal başarısını asıl o zamandan itibaren (“Nasır-sonrası dönem”) elde etmiştir. Sözünü ettiğimiz zaman TSK’nın da emir-komuta zinciri içerisinde doğrudan emperyalizmin ve işbirlikçi burjuvazinin çıkarlarının savunucusu olarak yeniden yapılandırıldığı yıllara tekabül eder. Buna dikkat çekiyorum.

12 Eylül darbesinden itibaren Türkiye’nin mevcut emperyalist gerici Orta Doğu politikası daha da gericileşmiş, tabii SSCB’ye yakın duran Suriye’ye karşı izlenen politika da bundan nasibini almıştır.  Müslüman Kardeşler örgütü liderliğine Türkiye’de kolaylıklar sağlanmış, burada barınmalarına siyasal faaliyet göstermelerine izin verilmiştir (Bugün de durum farklı değildir. M.Kardeşler liderliği, bu arada örgütün kurucusu Seyyid Kutub ailesinin kimi yakınları ülkemizde barındırılmaktadırlar). Bundan sonra Suriye’nin çeşitli kentlerinde M.Kardeşler tarafından gerçekleştirildiği bilinen patlamalar, terörist saldırılar olmuştur. Bunların Ankara’da, CIA’nin de fiilen katılmış olduğu karargahlarda planlanmış olduğu Suriye tarafından haklı olarak iddia edilmiştir. Evet bütün bunlar terörü gerekçe göstererek darbe yapan  12 Eylül cuntası zamanında olmuştur. Tabii buradan 12 Eylül’ün, öncesiyle ve darbesiyle nasıl meydana gelmiş olduğunu da kolayca tahmin etmemiz mümkün olabiliyor. Öyle değil mi?

Bu arada, hep söylediğim bir şeyi bir kez daha yinelemek istiyorum. AKP, kendisinden önceki yönetimlerden farklı değil. Onların devamı. Aralarında bir süreklilik var. Onların yapmayı düşünüp de yapamadıklarını, uluslararası şartların da uygun olmasıyla, gerçekleştirmektedir. İhtiyaç duyulduğunda, seleflerinin “olağanüstü halleri” ni, “sıkıyönetim”lerini, “kontgerilla”larını, “Hizbullah”larını, “ülkücü faşist”lerini şapkasından çıkartıyor. Bunu görmek lazım.

Bugün IŞİD’in oluşturulmasıyla ilgili planların da ABD’nin Ankara büyükelçiliğinde yapılmış olduğundan şüphe etmemek gerekir. McCain’i İdlip’e, IŞİD’in oluşturulmasıyla ilgili temaslarda bulunmak üzere  götüren gayri meşru yolun Türkiye’den geçmiş olması tesadüf değildir. Bilindiği gibi, ABD’nin eski başkan adayı ve halen Cumhuriyetçi Parti lideri olan senatör McCain orada hem ileride IŞİD’in lideri olacak El Bağdadi, ve hem de IŞİD’in üzerinde inşa edileceği ÖSO örgütü lideri İdris’le görüşmüş, bu görüşme kameralarla kaydedilmiştir (bkz. www.voltaire.net). .

Zaten bugün IŞİD’in saflarında toplanmış olan cihatçıların önemli bir kısmının  Libya’da ABD çıkarları için savaşan islamcı cihatçılar olduklarını, Libya’dan gelerek  Türkiye üzerinden Suriye’ye taşınmış olduklarını, sonradan Suriye’den de Irak’a geçmiş oldukları biliniyor. Bu arada, Libya’da öldürülen ABD’li konsolosun ölmeden önceki son görüşmesini bu taşınma işlemleriyle ilgili olarak Bingazi’deki Türk büyük elçilik yetkilileriyle yapmış olduğunu da tekrar hatırlatmak isterim.

Evet, 12 Eylül’de kalmıştık, devam edelim. Türkiye’nin Suriye’ye karşı M.Kardeşler teröristlerini himaye etmesi üzerine, Hafız Esad yönetimi de, PKK lideri Öcalan’ı, TKEP lideri (şimdi muhtemelen kendisine sağlanan ekonomik olanaklar sayesinde, Öcalan’ın siyasal dalkavukluğunu yapan Teslim Töre’yi, Türk Gladyosu  taşeronu o zaman ki DEV-SOL lideri Dursun Karataş’ı Şam’a davet ederek onlara ikamet ve siyasal faaliyet kolaylıkları  sağlamıştı. Dikkat ederseniz, mesela bir Behice Boran, mesela, bir TKP’li, mesela o zaman ki Kemal Burkay falan davet edilmiyor.Yani Türkiye’den yönlendirilen teröre, Şam’dan yönlendirilebilecek bir terörle yanıt verilmek isteniyor.

Türkiye’nin cihatçı teröristlere desteği bakımından bugünkü durumla geçmişteki durum arasında özsel bir fark var. Hem Türkiye ve hem Suriye hükümetleri geçmişte, karşılıklı olarak terörist ilan etmiş oldukları grupları ve figürleri, ulusal egemen devletler olarak ulusal ve politik çıkarları adına kullanıyor, destekliyorlardı. Bugünkü AKP hükümetinin cihatçılara desteğiyse tamamen ideolojik ve mezhepçidir. Bu çok anlamlı bir fark meydana getiriyor. Öyleyse, bu durumun Türkiye açısından sadece dışarıda değil, içeride de sonuçlarının olmaması mümkün görünmüyor. Bedel ödenecektir.

Bu noktada, o zamanki ABD’nin tavrı, bugünkü ABD siyasetini de anlamak bakımından anahtar işlevi görmektedir. Sessizce olup biteni izleyen ABD, zamanı geldiğinde (“Saddam sorunu” yaratılınca) bir olanağı daha fırsata çevirmiştir. İki taraflı hareket etmek, “tavşana kaç tazıya tut” demek olanaklarına kavuşmuştur. Hem bu taraftan hem o taraftan…

Tweetle

 

“Global kapitalizm”in açmazı

Şimdi şunu iyi görmek lazım, bu halk ayaklanmaları,birbirlerinden farklı ekonomik-politik-kültürel koşullar içinde bulunan, her biri aynı kapitalist emperyal sistemin bileşeni olan ülkelerde, aşağı yukarı eş zamanlı ve süreklilik gösteren bir halde devam etmektedir. Yani global bir görünüm arz etmektedir.

Bu insanların tepki ve talepleri, birbirleriyle bir çok noktada, ancak bir çok durumda farklı görünümler ve vurgular altında kesişmektedir. Bu nasıl izah edilebilir? Bir kere, uluslararası kapitalist-emperyalist sistemin işleyişine referans vermeden bu olup bitenleri analiz edemezsiniz. Bu insanların görece, ekonomik açıdan müreffeh, demokratik olarak ileri olan ülkeler (mesela ABD, İtalya, İsveç, İspanya); ve görece, söz konusu göstergeler itibarıyla, orta kararda olduğu söylenen Yunanistan, Türkiye, Brezilya, Portekiz gibi ülkelerde; son olarak daha düşük bir profili bulunan, Mısır, Tunus, Bahreyn hatta İran (2-3 yıl öncesini hatırlayınız) gibi ülkelerde ortaya çıkması ve devam etmesi, ve bütün bu farklı gelişmişlik göstergeleriyle kat edilen ülke halkları arasındaki kendiliğinden iletişim ve dayanışmaya yol açması, bize doğrudan doğruya bütün bu insanların, genel çerçevesi itibarıyla, ortak bir uluslararası durumun mağduru olduklarını gösteriyor.

Evet, anti-demokratik, hukuk dışı otoriter politik baskılar, kültürel baskılar, ekolojik baskılar ve ekonomik baskılar bütün bu uluslararası ölçekli halk hareketlerinin ortak tetikleyicisidir. Hareketler sürdükçe, sokaklarda dövüşen insanlar bu mağduru oldukları problemler arasındaki içsel bağlantıları fark ediyorlar. Bu yüzdendir ki, “iki ağaç meselesi”, veya “otobüs bileti meselesi” haftalar süren mücadeleler halini alabiliyor. Liberal akıl hocalarının,” tamam park açıldı, istediğimizi aldık, bu işi bitirelim”; veya “Mursi düştü, muradımıza erdik, bırakalım artık”, veyahut “öbür talepleri bir yana bırakıp, askeri rejime karşı çıkalım” yollu telkinleri işe yaramamaktadır. Yaramayacaktır. Halklar, mesela Mısır’da, Mübarek’i neden düşürmüşse, Mursi’yi de ondan düşürmüşlerdir. Muhtemelen şimdiki “yeni” rejimi de aynı nedenden dolayı, özsel olarak, anti-kapitalist, anti-emperyalist talep ve özlemlerine yanıt vermemesi nedeniyle alt edeceklerdir.

Ayaklanma halindeki kitleleri kazıklamak güç olmaktadır. Halk hareketi etaplar halinde gelişir. Bir kaç etapta, hareketi böler, kitleleri kazıklayabilirsiniz. İki yıl önce Mısır’da kazık yiyen kitleler, bu kazığı sahiplerine geri yönlendirdiler. Bugün de bir kazıkla karşı karşıyalar ancak bu da tutmayacak. Ayaklanma kitleler için zihin ve ufuk açıcı bir faaliyettir.

Gezi direnişi dolayısıyla söyleştiğim, çoğu hayatında ilk kez böyle bir deneyim yaşamış, bir çok direnişçi, “hayata bakışlarının tamamen değiştiğini, kendilerinde bir dönüşümü fark ettiklerini” belirtmişti. İşte artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağının teminatı bu dönüşüme uğramış öznelerdir. Onlar hareketin en değerli kazanımlarıdır. Onların artık eskisi gibi olmaları olanaklı değildir.

Devrimci harekette kitleselliği niceliğe eşitlemek yanıltıcı olur. Bütün başarılı halk devrimleri nitelikli öznelerin eylemlerinden çıkmıştır. Kitlesellik söz konusu olduğunda, niceliği örgütlü nitelikli özneler yaratır. Nitelik, ayaklanmada da gözlemlediğimiz gibi, kavga ortamında boy verir.

Halk hareketi sürdükçe, o zamana kadar bu kavgayla ilişkisini kuramamış olan sistemin başka mağdurları da, kendi özel mağduriyet alanlarını fark etmektedirler. Edeceklerdir. Bu fark ediş ve harekete dahil olma, aynı zamanda, hareketi halen sürdürenlerle ortak bir payda oluşturma, onlarla aynı dili konuşma pratiğidir. Elbette bu, bütün mağduriyet alanlarında eş ölçüde bir kesişme anlamına gelmeyebilir. Böyle bir tekabüliyet, tek bir halk sınıfına mensup insanların kavgasında dahi görülemeyebilir. Yani aykırı bir hal değildir.

İşte bu bakımdan basit, alev gibi parlayıp sönen kalkışmalarla değil, global ölçekte, halk hareketleriyle karşı karşıyayız. Mağduriyetlerin kaynağı uluslararası dünya düzeni, ya da kapitalist emperyalist dünya sistemidir. Kapitalizm sadece ekonomik bir vak’a değildir. Onun bir üst yapısı da vardır. Onun ekonomik işleyişinin etkileri ve sonuçları sadece ekonomik değildir, genel anlamında, kültürel, siyasal, çevresel etki ve sonuçları vardır.

Daha doğrusu, toplumsal-ekonomik formasyon içinde yer alan düzeylerin, önceliklerinde, belirleyicilik kapasite ve konumlarında kaymaların, değişimlerin, yer değiştirmelerin,etki aktarımlarının gözlemlendiği, bir karşılıklı etkileşim söz konusudur. Lenin bir kaç yerde bize hatırlatır: Küçük bir siyasal ya da toplumsal protesto, bir ufak kıvılcım büyük yangınların habercisi, vesilesi olabilmektedir.

Bakarken, ağaçların arasında kaybolmak, yöntemsiz insanların kaderidir. Bütün bu ayaklanmalar, hiç tereddütsüz, tanım itibarıyla, anti-kapitalist ve anti-emperyalisttir. Burada halkların mağdur oldukları ve yükselttikleri talepleri, sadece ulusal düzeydeki çerçevesinden değil, uluslararası bağlamından da kopartarak ele alamazsınız. Aksi halde, gerçekliği kavrayamazsınız.

Bir hareketin anti-kapitalist, anti-emperyalist olması, elbette onun sosyalist de olacağı anlamına gelmez. Sanıyorum sorun, böyle bir görüş açısından kaynaklanıyor. Açık “sosyalizm” haykırışlarını meydanlardan duymayınca, “burada kapitalizm karşıtlığı yok” diye düşünmek yanlıştır.

Nasıl anti-kapitalizmi doğrudan sosyalizm talebine eşitlemek doğru değilse, söz konusu hareketler bağlamında, “sosyalizm talebi yoksa, anti-kapitalizm yoktur” demek de isabetli olmayacaktır. Ancak her anti-kapitalist kalkışmanın, sosyalizme davetiye olduğunu da geçerken belirtmek isterim.

İşte bütün bu global çerçeveye bakarak, genel olarak kapitalist sistemin , dünya çapında, ne kadar süreceğini bilemeyeceğimiz, bir devrimci kabarmalar dönemiyle sarsılmakta olduğunu tespit ediyoruz. Bu tür dönemler ilerici, devrimci kazanımlarla taçlanabildikleri gibi, koyu gericilik dönemlerine de kapı açabilmektedir. Bunun hangisinin gerçekleşeceği, kapitalist-emperyalist sistemin kendi iç işleyişi ve global iktidarıyla, bu işleyiş ve iktidara halkların direnişi, yani sınıf mücadelelerinin neticesinde belirlenecektir.

Bu bakımdan, halk direnişinin kalitesi büyük bir önem taşımaktadır. Bu kalite doğrudan örgütsel kapasite ve siyasal önderlik kapasitesiyle alakalıdır. Bu devrimci kabarmalar döneminin ayırıcı özellikleri, 1848’lerdeki benzerlerine değil, 1917’den itibaren ortaya çıkanlara referans vermektedir. Nesnel olarak dünya çapındaki devrimler olanağının taşıyıcısıdırlar.

“Global kapitalizm” in kendisini sürdürmek adına yaptığı hamleler, bütün dünyayı ihtiyaçları doğrultusunda tek biçimlileştirme çabası, bunalımını daha da derinleştirmekte, kendisine karşı direnişi daha geniş bir alana yaymaktadır. Bu direnişler arası enternasyonal iletişim, iletkenlik ve dayanışma, düşmanın “global” konumuyla ilgili, en azından, bir sezgiye referans verir.

Halk hareketinin kendi içinde çelişkileri vardır. Sistem karşıtlığı dahilinde, öncelikleri farklı halk sınıflarına referans vermekte olduğunu unutmayalım. Ancak, karşısında tam bir açmaz içinde olan ve bu hali ardışık edimleriyle konsolide eden emperyalist güçler vardır. ABD’nin, AB’nin, Türkiye’nin şu Orta Doğu’da içinde debelendikleri hale bakınız. Emperyalist aklın önerdiği her çözümün beklenenden çok önce kullanma zamanı doluyor. İşe yaramaz hale geliyor. İşte en son Mısır’a bakınız. Somut durumun somut analizini yapma yeteneğine sahip olmak yetmez. Somut ve sürdürebilir çözümler de getirmek gerekir.

Kabul edelim, ABD emperyalizmi birincisini başarmakta hâlâ bir cevvaliyete sahiptir. Ancak ikincisini yapabilecek kapasitesi dumura uğramıştır. Her ulvi iddiasını, bu arada, “demokrasi”, “ekonomik refah”, “insan hakları” , “hukuk devleti” iddialarını da her hamlesiyle inkar etmektedir. İşte bu şartlar, halk sınıflarının global çapta inkar edenleri inkar etme olanaklarını güçlendirmektedir.

Demek ki, sınıf mücadelelerini, iç ve dış bağlamı içinde analiz etmeden, “darbe” analizi yanlış olmaktadır. Askeri ve sivil darbeler, burjuva düzeninde, bir çok durumda, siyasal bir düğümlenmişlik haline son verecek bir araç gibi kullanılır. Bu vesileyle, darbelerin sadece askerler tarafından değil, “milli irade” ye dayanan sivil idareler tarafından da yapılabileceğini belirtmek isterim. AKP rejimi, 2007’den itibaren,  öncellikle kuvvetler ayrılığı ilkesini işlemez kılmayı hedefleyen, sivil bir darbe sürecinden çıkmıştır.

Son olarak, darbelerin devrimleri önlemek gibi bir işlevi olabileceği gibi, devrimleri tetiklemek gibi bir işlevi de olabilir. Mısır’da darbenin nedeni devrimi önlemekti; ama sonucu devrimi tetiklemek olabilir.


Mısır’daki darbe ya da liberalizmin sefaleti

Gezi direnişi, Türkiye sol hareketinin durumunu, sorunlarını ortaya çıkarmak bakımından da önemli işlev görmüştür,  görmektedir. Sosyalist dünyanın çöküşünü izleyen yıllarda, genel olarak dünya sol hareketi içinde liberal eğilimler yükselmiş, bununla bağlantılı olarak, sınıfsal emek/sermaye çelişkisi etrafında konumlanmış marksist-leninist devrimci sol anlayışlar olumsuzlanarak, her biri kendi özel gündemlerini başat çelişki alanı olarak sunan, birbirlerinden ayrı, çoğul mücadele alanlarına referans veren “yeni sol” ya da “radikal sol” anlayışlar parlatılmıştı. Liberal demokratik kurum ve kurallar sol öğretiyle melezlenmek istenmişti. Sol, liberalizmin kavramlarıyla kendisini yeniden kurgulama eğilimi içerisine girmişti. Bütün bunlar, neo-liberal kapitalizmin kendisini tarihin sonu olarak sunduğu ideolojik atmosferde gerçekleşmişti.

Sol, “muzaffer” liberal demokrasinin üstünlüğünü keşfetmiş, giderek analizlerinde, liberalist ölçütlere referans vermeye başlamıştı. Liberal ilahiyatın en özlü düsturu,  “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” dogması, solun bir çok kesimlerinin de dogması haline gelmişti. Bilimsel diyalektik metot, skolastik metafizik bir metotla ikame edilmişti.

Skolastik akıl tabular yaratır. Fundamantalizm bu akılda kaçınılmaz olarak içkindir. Her duruma ve her koşula uyan değişmez anlamlar atfedilmiş, pratikte karşılığı olmayan, tarihsiz ölçütler ve   kavramlar etrafında akıl yürütülür. “Pazar ekonomisi”, “toplum mühendisliği”, “jakobenizm”, “insan hakları”, “birey”, “milli irade” vb  metafizik anlamlar atfedilmiş tabu kavramlaştırmalar her analizin kerameti kendinden menkul sihirli laflarıdır.

Şimdi Mısır’da yaşanan gelişmeler dolayısıyla liberal skolastiğin yeniden sahne almakta olduğuna tanık oluyoruz. Tartışma Mısır’da “darbe” mi yoksa “devrim” mi olmuştur sorusu etrafında dönüp durmaktadır. Devrimleri tanım itibarıyla, demokrasinin düşmanı, vahşet olarak gören liberalizm, bazı durumlarda,  devrimleri engelleyen; kimi zaman, bir devrim aracı ya da  devrimleri tetikleyecek bir araç da olabilecek  darbeyi tanım itibarıyla ve otomatik bir şekilde,  “kötülük” olarak görür. Değişmez, metafizik bir “darbe” kavrayışından hareketle, “darbe”yi gördüğü her yerde aynı refleksi gösterir.

Mısır’da iki üç yıldan beri spektaküler bir şekilde süren ve giderek yığınsallığı artan, büyük ölçüde kendiliğinden, bir halk hareketi vardır. Bütün halk hareketleri gibi inişli çıkışlı, etapları, molaları olduğu görülüyor. Zaten bir ayaklanmayı hareket haline dönüştüren de bu sürekliliktir. Bununla beraber, bu aynı hareketin henüz bir programı ve önderliği olmadığından somut bir yönü olan bir siyasal hareket olduğunu söyleyemeyiz. Elbette harekete damgasını vuran halk talepleri ve özlemleri siyasal yol işaretleridir. Bu işaretler özsel olarak, toplumsal eşitlik, demokratik özgürlük ve anti-emperyalizme tekabül etmektedir. Dahası bu üç temel özlem arasındaki bağlantıya vurgu yapmaktadır.

Mısır’da kendiliğinden yoluna devam eden halk hareketi, düzen tarafından bir tehdit olarak algılandığı için önce bildik araçlar ve yöntemlerle önlenmek istenmiş, başarılamayınca mevcut düzenin “olduğu gibi kalarak değiştirilmesi” adına askeri darbe yapılmış, düzenin tarihsel olarak, elinin altında tuttuğu alternatif siyaset olan dinci reaksiyoner siyasetin önü açılmıştır. Mübarek’e karşı yapılan bu darbe liberal alemde coşkuyla karşılanmış, paradoksal olarak, demokrasinin zaferi olarak sunulmuştu. Halk ayaklanmasının amacına ulaştığı, taleplerini gerçekleştirildiği ilan edilmişti. Buna göre, artık “milli irade” tecelli etmişti.

Mısır’da ordu marifetiyle ve liberal teokrasinin uluslararası düzeydeki desteğiyle iktidarı halktan çalan dinci gericilik, halk taleplerini hiçe sayarak, siyasal demokrasi alanını ve entelektüel alanı apartheidcı  toplumsal vizyonu doğrultusunda  daraltarak, kültürel baskılarını yoğunlaştırmaya girişmişti. Ekonomik alanda, neo-liberal bir programı uygulamaya koymuş, dış siyasetinde,  ülkenin emperyalizm ve onun siyonist müttefikiyle uyumlu bir çizgiye gelmişti. Emperyalist siyaset adına roller üstenmeye hazır olduğunu ilan etmişti.

Ta en başından Mısır halk harektinin taleplerine baktığımız zaman, Mübarek rejiminin, anti-demokratik, baskıcı, emek düşmanı vahşi kapitalist uygulamalarla ve  emperyalist siyasetle özdeşleştirilmiş olduğunu görüyoruz.   Buna mukabil Mursi rejimi, Mübarek’in uygulamakta zorlandığı neo-liberal emperyalist, emek düşmanı siyasetin tahkim edilmesi adına hareket etmiştir. Totalize edici dinsel araçları kullanarak, halkı söz konusu kapitalist-emperyalist programa boyun eğecek şekilde uysallaştırmaya çalışmıştır. Emperyalist burjuvazinin kültürel hegemonyasını dinsel gericilikle takviye etmek işlevini üstlenmiştir.

Halk hareketi kaldığı yerden, ama bu kez yığınsallık anlamında katlanarak, eylemlerine devam etmeye başlamıştır. Düzen yeniden, ama bu kez daha da büyümüş olan bir tehditle karşı karşıya kalmıştır. Sokakların, meydanların talepleri daha açık, daha radikal ve daha somut hale gelmiştir. Halkın örgütlülük düzeyi iki yıl öncesine göre daha gelişkindir. Nasırcı parti gibi, belli başlı partilerde toplanma eğilimi güçlenmiştir.  Halkın talepleri artık ilan edilmemiş bir siyasal program halini almaya başlamıştır.Yine de henüz önderlik oluşmamıştır.  Ancak gidişat oraya doğrudur. Tam bu noktada bir kez daha, Mısır’daki en örgütlü güç olan ordu devreye sokulmuş, düzenin yine bir takım tadilatlarla yoluna girmesi, korunup,kollanması sağlanmak istenmiştir.

Bu koşullarda liberal skolastik, darbeye karşı çıkma bahanesi altında, aslında, şu sıralarda bizde de olduğu gibi, “milli irade” ye karşı olduğunu iddia ettiği halk hareketini hedef almaktadır. Buna göre, Mübarek’e yapılan darbe “ilerici” ; Mursi’ye yapılansa, “gerici” dir. Çıkış noktası,  “darbe darbedir ve tanım itibarıyla kötüdür” anlayışı olan liberal,   darbeler arasında, “iyi” ya da “kötü”, veyahut “ilerici” veya “gerici” ayrımı yapmak gibi, iddialarıyla çelişen,  bir duruma düşmüştür. Bu tutarsızlık  kapitalist sistemin ana ideolojik akımlarından birisi olan liberalizm için kaçınılmazdır.

Öte yandan, liberalizmin sol kanadının temsilcileri de, dayandıkları liberal ilahiyatın dağarcığındaki, “toplum mühendisliği”, “jakobenizm”, “yaşam tarzlarına saygı” , “insan hakları” vb kavramları kullanarak, biraz Mursi’nin de  kulağını çekerek, darbeyi kınamışlardır. Ne olursa olsun, darbeyi “sandık” a karşı bir saygısızlık olarak tel’in etmişlerdir. Yani birinci gruptakilere nazaran daha utangaç, ama ondan daha az iki yüzlü olmayan,  bir ret çizgisi izlemişlerdir.

Dikkat edilirse, bütün versiyonlarıyla liberal yaklaşımda, “halk inisiyatifi”, “devrim hakkı”, “sınıf mücadelesi”, “emperyalizm”, “toplumsal eşitlik” gibi kavramlar yoktur. Demokrasi, burjuvazinin, onun elitlerinin kendi aralarında, halka rağmen uluslararası emperyalist siyasetin çıkarlarıyla uyumlu olarak oynadıkları bir oyundur.

Liberalizm, bütün skolastik ideolojiler gibi, ele aldığı her kavramı, her olguyu tarihsizleştirir. Mesela, bugün “model” olarak sunduğu, ABD, İngiltere, Fransa gibi ülkelerin büyük devrimlerden çıktıklarını görmezden gelir. Bütün burjuva modernliğinin, “toplum mühendisliğine”, “jakobenizm”e, “tek biçimlileştirme”ye referans verdiğini inkar eder. O kadar öyle ki, kapitalizmin bütün kolonyal ve emperyalist macerası da, uluslararası düzeyde, bu aynı eğilimlere referans verir.

Daha geçmişe gitmeyelim, son on yıldaki emperyalist işgaller, dünyayı neo-liberal kapitalizmin isterleri doğrultusunda dizayn etme amacına yönelik zoraki, tepeden inmeci pratikler değil midir?Liberaller tarafından “demokrasi” adına olumlanan,  Irak’a, Afganistan’a, Libya’ya, Suriye’ye, Mali’ye yönelik kanlı emperyalist işgaller, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” fundamantalizmi doğrultusunda, en vahşi ve en kanlı şekillerde, dünyayı tek biçimlileştirme, jakoben toplum mühendisliği faaliyetleri  değil midir? Bütün bu faaliyetleri, “demokrasi”, “insan hakları”, “ekonomik refah” gibi içi boşaltılmış manipülatif ideolojiler arkasına saklamak artık mümkün olamamaktır.

Esasen emperyalizm öncesi kapitalizmin ideolojisi olan liberalizm, emperyalizmin yükselmesiyle birlikte içinden çıkamayacağı bir krize girmiştir. Emperyalizmin en gerici tertiplerini meşru göstermek, onu “demokratikleştirmek” gibi negatif bir işlev yüklenmiştir. Emperyalist siyaseti tevil etmek derdindedir. Bu bakımdan somut durumun somut analizini yapabilecek entelektüel kapasiteye de sahip değildir.

Mısır’da bir askeri darbe olmuştur. Bu darbeyi kapitalist düzeni koruma ve kollama görevi verilmiş, o düzenin ordusu yapmıştır. Bu darbe, özsel olarak,  o düzenin adamı olan Mursi’ye karşı değil, başkaldıran halka karşı yapılmıştır. Müslüman Kardeşler gibi, toplumu demokratik ve ondan ayrı düşünülemeyecek laik kazanımlarından tamamen mahrum bırakacak, toplumsal yaşamı, dinsel kurallara göre yukarıdan aşağıya dizayn edecek baskıcı bir yönetimin bir darbeyle  düşürülmüş olması, düzenin ordusunun değil, ayaklanan halkın başarısıdır.

Mısır’daki egemen işbirlikçi burjuvazinin ordusunun derdi, Mursi değil, Mursi’nin de hizmetkârı olduğu düzendir. Elbette, hükümetin düşürülmüş olması ileriye doğru bir kazanımdır. Daha ileri adımlar atılması adına bir olanaktır. Aynı zamanda, emperyalizmin ve siyonizmin bölgedeki operasyonlarında Mısır’ın, Mursi zamanında gönüllü bir şekilde yerine getirdiği, fütursuz rolünü sürdürmesini güçleştirecektir.

Gelgelelim,  halkın devrimci kalkışmasının önünü kesmiş olması itibarıyla da darbenin, ilerici halk güçlerinin kendi dinamikleriyle ilerlemesini durdurmuş olduğu  bir vak’adır. Ancak bu darbe de, halkın iradesinin önüne geçemeyecektir. Halk kaldığı yerden mücadelesine, daha güçlü olarak, daha örgütlü olarak devam edecektir.


Esad Yönetimi düşer mi? “Suriye krizi” üzerine düşünceler 1

ABD’deki 11 Eylül olayları sonrasında, ABD’nin başını çektiği emperyalist güçler tarafından adeta bir düğmeye basılarak başlatılan “yeni dünya düzeni” projesini, dünyayı “soğuk savaş” sonrasında, jeo-ekonomi-politik anlamda, yeniden paylaşma stratejisi olarak görmek gerekir. Emperyalizm, son 65 yıldan bu yana ilk kez bu kadar çıplaktır. Irak’tan, Afganistan’a, Pakistan’a; Tunus’tan, Libya,Mısır ve Suriye’ye kadar bir çok ülkeyi, rejimi kapsamına alan saldırı operasyonları bu büyük stratejinin etaplarıdır. Türkiye’nin son on yılını da bu stratejinin dışında düşünmek yanlış olur.

Bu Suriye meselesini, sadece inişte olan ABD’nin belli jeo-ekonomi-politik dengeler üzerinde yükselen hegemonik konumunu, yeni yükselen global güçler karşısında koruma veya yitirmeme kaygusuna bağlamak eksik olur. Bununla beraber meseleyi, salt bir Türkiye meselesi, basitçe Türk dış politikası sorunu olarak görmek de doğru olmaz. Suriye, bugün geldiği nokta itibarıyla, yukarıda sözü edilen global stratejinin bir etabı olarak, adeta emperyalist kapışmanın “gordiyon düğümü” haline gelmiştir.

Öte yandan, yeni emperyal güçler olarak yükselmek isteyen Rusya ve Çin gibi ülkeler, önlerinin açılması için ABD’nin başını çektiği düşüş sürecindeki emperyalizmin yakınlarındaki coğrafyadan başlayarak geriletilmesi gerektiğini görüyorlar. Hiç şüphesiz, Esad’ın bu yükselen güçlerin razı olabilecekleri koşullarda yönetimini sürdürmesi, bölgenin Türkiye ve İsrail dahil, gerici, arkaik rejimlerinin üzerinde durdukları zemini iyice zayıflatacaktır. Bu gelişme söz konusu rejimlerle bağlaşmış ABD’nin düşüşüne ivme kazandıracaktır.

Türkiye’de, 2.Cumhuriyet’in soluğu kesilecektir. SSCB karşısında tampon bir işlev üstlenmiş olan birincisinin işi, SSCB ortadan kalkınca, doğal olarak bitmişti. İkincisinin işi, “yeni dünya düzeni” nin ABD’nin isterleri doğrultusunda ortaya çıkmayacağının, Suriye krizi dolayısıyla, net olarak ilan edilmesiyle bitecektir. Böyle bir durumun bölgesel çapta spektaküler dışa vurumuna, manipüle edilmemiş gerçek bahar eylemleriyle tanık olabileceğiz. Yani yalancı olmayan bahar, Suriye’nin ayakta kalmasıyla yeşerebilecektir. Elbette Türkiye’de bu durumun farkında, sonuna kadar Suriye’yi devirmek için mücadele edecektir. Bu mücadeleyi kazanmış olsa da, çok geçmeden, bunun bir Pirus zaferi olduğunu fark edecektir. Yani, öyle de böyle de, emperyalist bir maşa olarak TC rejiminin kurtuluşu yoktur.

Suriye’nin direnişinin, karşısında bulunan cephenin Avrupa’dan başlayarak bölünmesine yol açacağı beklenmelidir. Bu şartlarda, Türkiye yönetiminin kafası allak bullak olacaktır. Manipülasyonlarla, demagojik islami muhabbetlerle vaziyeti idare etmek mümkün olmayacaktır. Minyatür Osmanlıcıların, bir Osmanlı geleneğine başvurarak ortaya bir ya da bir kaç kanlı kelle atmalarının da çare olmadığı görülecektir.

Baba Esad gayet zeki bir adamdı. Ülkeyi, Ortadoğu’da bugünkü kilit konumuna getiren baba Esad’dır. Esad bu bölgede emperyalizmle, gerektiğinde, vuruşmadan ayakta kalmanın mümkün olamayacağını ön görmüş, bu doğrultuda önlemler almıştı. Sanılanın aksine, sekülerleşmesine özen gösterdiği toplumsal dayanaklarını akıllıca kurulmuş dengeler üzerinde takviye etmişti. İzlediği iktisadi politikalarla, genel olarak, burjuvazinin işbirlikçi eğilimler geliştirmesine izin vermemişti.

Oğlu da, son Irak ve Libya deneyimlerinden sonra emperyalistlerin tereddütlerini iyi analiz etti. Emperyalizmin ülkesine direkt olarak müdahale etmesinin emperyalistler için doğuracağı maliyetin fakında olarak soğuk kanlı hareket etmeyi sürdürüyor. ABD’nin “demokrasi ve insan hakları” gerekçesiyle, bölgenin en anti-demokratik, en gerici güçlerini kullanarak yürüttüğü mücadelenin sürdürülebilir olmadığını görüyor. Öte yandan Rusya ve İran gibi ülkelerin neden Suriye’nin arkasında durmak zorunda olduklarını da biliyor.

Bu saatten sonra İran veya Rusya ya da her ikisi tarafından (amiyane tabirle) satılmasının çok zor olduğunun da farkındadır. ABD, doğrudan çift dalarsa, tuş edebilir tabii. Ancak kendisi de minderden tek parça halinde kalkamaz. Yok eğer Suriye, Rusya ve İran tarafından satılırsa, Ortadoğu’daki kaos bu iki ülkenin sadece bu bölgedeki kısa erimli çıkarlarına zarar vermekle kalmaz, orta erimde, bu ülkelerin sınırlarına dayanır.Kapılarını zorlar. Bu arada, Esad’ın düşmesi meşru Irak yönetiminin de işine hiç gelmez. Barzani’nin elini güçlendirir. Özcesi, mevcut Suriye sosyal dengeleri içinde Esad’dan başka bir yönetimin Suriye’yi tutabilmesi reel olarak olanaklı değildir. Bunu görmek lazım. Esad yönetimi hem dış dinamiklerin hem de iç dinamiklerin reel konumları itibarıyla, belki bazı vitrine yönelik değişikliklerle, yoluna devam edecektir.

Hep birlikte göreceğiz. Emperyalistler giderek Rusya ve İran üzerinden bu sorunu “kötünün iyisi” anlayışına razı gelmek pahasına çözmek yoluna gidecekler. Muhtemelen AB ve Rusya arasındaki temas trafiği giderek yoğunlaşacaktır. Gelgelelim, kararlı bir mücadeleyi göze alan Esad yönetiminin Rusya ve İran’ın dikte edeceği çözümlere göre değil, kendisinin oluşmasında inisiyatif alacağı önerilere imza atmak isteyeceğini de tahmin etmek zor olmasa gerek. Kavga aynı zamanda bir öz güven tazeleme aracıdır. Yok bu kez “Suriye krizi” öyle, önemli sonuçlar doğurmadan, Amerikalıların sevdikleri bir tabirle, “over” olmayacak.


“Suriye krizi” üzerine düşünceler 3

Erdoğan’ın siyasal devrinin fiilen kapanmış olduğunu söylememiz yanlış olmaz. Muhtemelen “Suriye krizi” nin emperyalistlerin beklentilerini karşılamayacak şekilde gelişeceğinin netleşmesiyle, nihai olarak iflası ilan edilecek. Menderes de “Suriye krizi”nde çark etmek zorunda bırakıldığında, siyaseten bir mevta haline gelmişti. Seçimleri, aklımda yanlış kalmamışsa, nüfusunun yaklaşık %80’inin kırsal alanlarda yaşadığı koşullarda, %58 civarında bir oyla kazanmış, bir iki yıl içinde de kentli orta katmanların başkaldırısıyla siyaset edilivermişti. “Oy” ya da “milli irade” toplumdaki sınıf mücadelesinin düşük seviyede bulunduğu şartlarda ifade ettiği anlamı, bu mücadelenin şiddetlendiği koşullarda ifade edemeyebiliyor.

Kasımdaki seçimden sonra ABD yönetiminin ve NATO’nun, askeri anlamda, daha aktif olarak Ortadoğu’da devreye girebileceğini beklemek boşunadır. ABD’nin ya da NATO’nun Suriye’yi havadan vurup, sonra “haydi Türkiye karadan sen gerekli temizliği yap” demesi beklenmemelidir. Gerileyen emperyalizm,önünde sonunda, yükselmeye çalışanla anlaşmak zorunda kalacaktır. Esad elbette gidebilir. Ama Rusya, Çin,İran ve Irak’ın kabul edebileceği koşullarla. Esad’ın emperyalistler tarafından düşürülmesi demek, Fas’tan Çin’e kadar uzanan bir coğrafyanın ABD emperyalizmine ikram edilmesi anlamına gelecektir. Özellikle şu sıralarda, adalar sorunu dolayısıyla, Japon emperyalizmini ve onun doğal müttefiki G.Kore’yi geri püskürtmekle meşgul Çin’in işi daha da zorlaşır. Çin ve Rusya emperyal güçler haline gelmek istiyorlarsa, hayat alanlarını eski jeopolitik sınırlarına hapsedemezler.

ABD, vaktiyle SSCB’ye uyguladığı “containment” politikasını şimdi Rusya ve Çin’e karşı uygulamak istiyor. Hindistan ve Vietnam’la flörtü bu gayeyee yönelik girişimler olarak görülmelidir.. Seçimlerden sonra bu girişimlere ağırlık verileceği ilan edildi. Evet, SSCB’ye karşı benzer bir politika otuz küsur yılda sonuç verdi. Ancak sonucun bir tarafı SSCB’nin çökertilmiş olmasıysa, diğer tarafı da ABD’nin kendi kendisini tüketmiş olmasıdır. SSCB’den sonra ABD’nin hegemonyasını ilan etmesi elbette mümkündü. Ancak sürdürmesi olanaklı değildi. Yani bir anlamda, ABD de, AB gibi, SSCB’nin enkazı altında kalmıştır.

ABD ve müttefiklerinin bu kadar geniş ve zor bir coğrafyada top çevirmesi olanaklı değil artık. Etnik, dinsel fay hatlarına basınç uygulayarak kaos stratejisini devreye sokmak zorunluluğu duyacaklarını sanıyorum. Zaten AB’nin ve Japonya’nın, ABD’nin peşinden, yeni bir maceraya sürüklenmek anlamında, gidecek mecalleri ve arzuları olduğunu da herhalde söyleyemeyiz. Özellikle AB’de, başta Almanya olmak üzere, rasyonel siyasal güçlerin devreye girerek yeni bir durum değerlendirmesi yapmaları kaçınılmaz olacaktır (bunun ilk işaretlerini Bush’un Irak macerası esansında kısmen almıştık).

Çin, ABD ve AB pazarının yol açacağı boşluğu, Hindistan üzerinden aşmayı tasarlıyor. Bu pazarın alım gücünü takviye edecek araçlara sahip olduğunu biliyoruz. ABD, Hindistan’a ve Vietnam’a, onları “Çin gibi” yapmayı taahhüt ediyor olabilir. Veyahut söz konusu iki ülkenin ABD ile ilişkilerini bu şekilde değerlendirme eğilimleri olabilir. Ancak bunun fos çıkacağını görmemek için kör olmak gerekir. ABD’nin artık düşmekte olduğunu ve bu düşüşün de beklenenden erken gerçekleşeceğini görmek gerekiyor. Hiç şüphesiz bu düşüş 21.yüzyılı hızlandırıp, belki de, kısaltan başlıca faktör olacaktır.

Geçerken,Vietnam’da Ho Chi Minh’den sonra liderlik kalitesinin düşmüş olduğunu belirtelim.İyi devrimci olmakla,iyi kurucu olmak her zaman aynı anlama gelmeyebiliyor. Hatta çok nadiren bu ikisinin örtüştüğünü söylemek yanlış olmaz. En ünlü istisna, her ne kadar kuruculuk misyonunu tam olarak gerçekleştirmeye ömrü vefa etmemişse de, Lenin’dir. İlk ve son büyük sosyalist kurucu Stalin’in,Lenin’in yol işaretlerini izlemiş olduğunu hiç tereddüt etmeden söylememiz gerekir. Stalin, Lenin’in mücadelelerini kararlılıkla nihai noktalara taşıyan adamdır.Mesela, Lenin’in Menşevikler’le başlattığı ve ölene dek sürdürdüğü mücadeleyi sonlandıran Stalin idi.

Şimdi, Che Guevara, Trotsky, Mao,Le Duan gayet yetenekli devrimcilerdi. Gelgelelim, kuruculuk vasıfları hayli zayıftı. Kurucu siyasal akılları pek gelişmemişti. Eğer Vietnam liderliği, ABD adına, Çin ve Rusya’ya sırtını dönerse, ülkeleri yanlış ata oynamış olanları bekleyen sonuçlara maruz kalır. Kendisini yalıtır. Vietnam’ın böyle bir yanlışı yapmaması beklenir.

Özcesi ABD, Ortadoğu’da, Asya’da ve tabii L.Amerika’da kaos stratejisini devreye sokarak düşüşünü geciktirmeye ve yükselecek yeni güçlerin işini zorlaştırma ihtiyacı duyacaktır. Tabii bu süreç içinde ABD’de rasyonel güçlerin müdahalesiyle yeni bir kabullenilmiş düşüş siyaseti izlenebilirse, gelişmelerin seyri değişir. Ancak şu an için bunun işaretleri görülmüyor. Demokrat Parti’de Hilary Clinton ve George Soros kliği kontrolü ele geçirip, Obama’yla bağlaştıklarında böyle bir işlev yerine getireceklerini tahmin etmiştim. Yanılmışım.

Kasım seçimlerinden sonra Ortadoğu’da yaşanacak gelişmeler emperyalizminin en önemli ideolojik silahı olan “demokrasi ve insan hakları” söyleminin bir bumerang işlevi göreceği koşulları yaratacaktır. Libya’da son yaşananlar dolayısıyla zaten bu ideolojik söylem büyük bir hasar görmüştü. Giderek Demokrat Parti’nin “demokrat” ya da “liberal” yandaşlarını dahi ikna etmesinin zorlaşacağı olaylara tanık olacağız. Tunus, Libya, Mısır, Türkiye gibi ülkelerde yoğunlaşacak anti-emperyalist toplumsal muhalefet, bu ülkelerdeki işbirlikçi rejimlerin anti-demokratik yüzlerini kamuflaşın çare olamayacağı derecede ortaya çıkartacaktır. Bu ülkelerde ABD’nin ve komprador liberal aydınların inandırıcılığını erozyona uğratacaktır.

Bugün ABD’nin bölgedeki işbirlikçileri esas olarak sünni islamcı ve siyonist gericilerdir. Bu kesimler tanım itibarıyla demokratik olan her şeyin düşmanıdırlar. Bu yapıları ABD’nin çıkarlarına uygundur. Emperyalizm, yükselmeye başladığı devirde, vasal ve sömürge ülkelerindeki işbirlikçi aydınlar arasında “demokratik” bir misyona sahip olduğu izlenimini yaratabiliyor. Bu tamamen gerçekliğin kısmi, eğreti bir algılanmasından kaynaklanıyor. Bugün emperyalizm artık demokrasiden, demokratik olan her şeyden korktuğunu gizleyemiyor. En gerici güçlerle açık işbirliği içerisine girmekten kaçınmıyor.

Emperyalizmin artık “demokrasi”yi, manipülatif olarak dahi, temsil etme kabiliyeti kalmamıştır. Paylaşım mücadelesinin yeğinleştiği şartlarda emperyalist “demokratik” ideolojinin, işlevsel açıdan, incir yaprağı derekesine düştüğünü saptamak mümkün. Dolayısıyla demokratik kamuoyunu arkasına alma kapasitesi erozyona uğramıştır. İşte Ortadoğu’da şiddetlenecek mücadele ve genişleyecek direniş cephesi, ABD yönetiminin bölgedeki varlığının meşruiyetini kendi içerisinde dahi sorgulanır hale getirecektir. Son Libya olayını bu açıdan da okumak gerekir.

Bu bir iyimserlik hali değil. ABD, elbette kaos politikalarına devam edecek, “büyük Ortadoğu”da şiddet artacaktır. Ancak özellikle bölgesel bağlaşıkları ve bu bağlaşıkların, toplumsal demokratik beklentiler karşısında sıkıştıkça, kendi anti-demokratik gündemlerini uygulamaya öncelik verecek olmaları nedeniyle, müttefikleri ABD’nin ve Avrupalı dostlarının meşruiyeti kendilerine sempati duyanlar arasında dahi tartışılmaya başlanacaktır. Demokratik direniş artıkça, gerici saldırılar da şiddetlenecektir. ABD ve AB emperyalizminin Ortadoğu’daki bugünkü varlığı, böyle bir çelişkili hali kaçınılmaz kılıyor.

Buna mukabil, Rusya ve Çin gibi güçlerin bu demokratik direniş güçleriyle kendiliğinden ittifak içine girecekleri, Suriye ve İran’da gördüğümüz gibi, beklenmelidir. Emperyalistlerin soğuk savaştan bu yana sürekli ifade ettikleri kendi söylem ve tanımlamalarından, ideolojik şablonlarından hareket edecek olursak, bugün rollerin değişmiş olduğunu söylememiz gerekiyor. Gerileyen emperyalizm giderek artan şiddetiyle her alanda gericileşip, demokrasiden ürker hale gelirken, yükselme çabasındaki olası emperyalist adaylar, geçiçi bir süre için dahi olsa, ilerici konumlarla bağlaşmak ihtiyacı duyuyorlar.