Emperyalizmin işbirlikçileri ne “vatan savaşı” ne de “ulusal kurtuluş savaşı” yapabilirler

Sovyet Devrimi ve sonrasında 1919’da kurulan 3.Enternasyonal Türkiye’deki “ulusal kurtuluş hareketi” ni etkin bir şekilde destekledi. Kürt ulusalcılarına  destek vermedi. Neden? Çünkü o zaman Türk ulusal kurtuluş hareketinin kemalist önderliği henüz anti-emperyalist pozisyonunu yitirmemiş, emperyalist işgalci güçlerle sahada kıran kırana bir mücadele içerisine girmeyi göze almıştı. Kürt siyaseti ise o zaman da sırtını emperyalistlere dayayarak hedefine ulaşmayı hesaplıyordu. Yani Türk tarafı emperyalistlerle vuruşmayı öncelikli görev olarak görürken, Kürt tarafı emperyalizmle birlikte hareket etmeyi tercih ediyordu.

Her iki tarafın ulusal talepleri meşru idi. Ancak bu talepleri elde etmek için seçtikleri yola baktığımızda, ikincisi, yani Kürt siyaseti yanlış yapıyordu. 3.Enternasyonal bu tahlili yaptı. İki tarafın  tercihlerinin oluşmasında rol oynamış olan toplumsal saikleri de biliyoruz. Kürt siyaseti ağırlıklı olarak feodal bir karakter taşıyordu. Emperyalizm de her zaman en geri odaklara tutunma ihtiyacı duyar. Bugün de bu durum böyledir. Bu hali ülkemizde, bölgemizde, hatta emperyalist merkez ülkelerde  net olarak görebiliyoruz.

Bir başka ifadeyle, Kürt ulusalcıları o zaman emperyalist jeo-ekonomi-politik çerçeve içinde rol almayı kabullenmiş, buna mukabil Türk ulusalcıları bu çerçevenin dışında arayışlara girmişlerdi. Bunun için ödeyecekleri bedeli göze almışlardı.

Gelgelelim, Türk ulusalcıları emperyalizmin kapitalizmle olan bağlantısını kavramak istemiyor, emperyalizm sorununu kabaca “işgalci büyük devletler” derekesine indirgeyerek, onun sınıfsal özünü inkar ediyorlardı. Daha doğrusu, Türk ulusalcıları en başından beri burjuva-kapitalist bir programa sahiptiler. Bu programı uygulamak için yola çıkmışlardı.

Tanzimat devrinden beri hedeflenen, kapitalist Batı’ya entegre bir burjuva düzeni yaratmaktı. Tanzimatçılar ülkeyi  ancak yarı-sömürgeleştirerek  bu hedefe ulaşabileceklerini pratik olarak kavradılar. Kabullendiler. Ekonomik olarak emperyal merkezlerin alt birimi haline gelinecekti. Bu hedefe doğru ekonomik gidişat emperyal merkezlere bırakılıyor, içerideki işbirlikçi reformatörler kültürel reformlar, veya genel olarak sosyal değişimin önünde koşan “kültür devrimi” ile  hedeflerine ulaşmayı hesaplıyorlardı. Bu açıdan baktığımızda, Türkiye burjuvazisinin en başından işbirlikçi bir toplumsal kategori olduğunu tespit etmemiz gerekiyor. İşbirlikçi olarak doğmuştur.

Tanzimat’ın bu programı ve metodu sonraki İttihat ve Terakki siyaseti tarafından da benimsendi. Sürdürüldü. Ancak İttihatçı siyasal akıl, “Osmanlılık” çerçevesini veri olarak alan Tanzimat aklından farklı olarak, burjuvazinin millileştirilmesi (Türkleştirilmesi) gibi bir programa da sahipti. Böylece emperyalizm karşısında, onunla entegrasyon davasından vazgeçmeden, ellerini güçlendireceklerini düşünüyorlardı. Onlara göre, “büyük devletler” le bağlantıyı sağlayan işbirlikçi burjuvazi ağırlıklı olarak gayri-müslimdi. Bunlar da kendi etnik-dinsel gündemleri adına faaliyetler yürütüyorlardı. İttihatçılar bizatihi emperyalizme entegrasyonu değil, bu entegrasyonda etkin rol olacak sınıfın etnik-dinsel kökenini sorunsallaştırıyorlardı.  Bu gayri-müslim finans ve  ticaret erbabı etkisizleştirilip, yerlerini Türk ve İslam unsurunun alması temin edilmeliydi. Tanzimatçılığa “miili” bir karakter kazandırılmalıydı.

Kökleri, entelektüel referansları  Tanzimat ve İttihat ve Terakki hareketlerinde bulunan söz konusu anlayışlar kemalist kadrolara intikal etmiştir. Kemalistler de, sermayenin Türk ve İslam unsurun kontrolüne girmesiyle özledikleri “ideal” kapitalizmi, “muassır medeniyet” seviyesine ulaşmış burjuva toplumunu kurabileceklerini düşünüyorlardı.

Türk ulusal kurtuluş savaşı tam sömürgeleşmemek adına verilmiş, yani “yarı-sömürge” vizyonunu benimsemiş Tanzimat’ın daha gerisine düşme ihtimaline geçit vermemek adına yapılmıştır. Başka bir ifadeyle, Tanzimat’ın kabullenmiş olduğu “yarı-sömürge” konumu kemalistler tarafından da benimsenmiştir. Veyahut, benimseniş olan program ve metotla bu sonuca varılması kaçınılmazdı diyelim.  Sadece siyasal değil, ekonomik anlamında da, girişimci bir “devlet sınıfı” bu amaca ulaşılması adına Tanzimat’tan beri üstlenmiş olduğu rolü başarıyla yerine getirmiştir.

Tabii bütün bunlar düz bir çizgi boyunca değil, dünya ve ülke konjonktürüne göre, kırılmalarla, dönemsel süreksizlikler şartlarında hasıl olabilmiştir. Mesele, Atatürk’ten önce ve sonra meselesi değildir. Atatürk de en başından Tanzimat tarafından temelleri atılmış program ve metodun savunucusu, izleyicisi olmuştur. Bu anlayışın sınıfsal içeriği kesin olarak burjuvadır. Sadece iç siyasal kırılganlıkları dolayısıyla değil, ama ondan ayrı düşünülemeyecek uluslararası bağlamının da etkisiyle anti-komünizm onun ana siyasal ideolojik malzemesi olmuştur.

Geçerken, kemalist önderliğin Kurtuluş Savaşı sonrasında netleşen dış siyasetinin, İttihatçı veya Meşrutiyetçi seleflerinden önemli bir farkı, “2.Abdülhamidçi” olarak adlandırabileceğimiz bir çizgi izlemiş olmasıdır. Bunun anlamı, Rusya’yı pivot hedef haline getirmiş Anglo-Amerikan jeo-ekonomi-politik dairesinde yer almaya karar vermiş olmaktır. Sovyetler Birliği’yle zorunlu yakın ilişkilerin (Kuşkusuz Kurtuluş Savaşı sırasında başlayan ilişkiler bunu kolaylaştıran bir etken olmuştur) sürdürüldüğü koşullarda dahi Türkiye Cumhuriyeti kendisini söz konusu emperyalist daireye ait görüyordu. Bulunması gereken yer orasıydı. SSCB ile yakınlık, Batı blokuyla ertelenmek zorunda kalınmış entegrasyon nedeniyle ortaya çıkmış  geçici bir durum olarak görülüyordu.

Bir başka konu, sermayenin millileştirilmesi, yani gayri-Türk ve gayri-müslim unsurun sermaye üzerindeki kontrolünün azaltılması hatta tasfiye edilmeleri (Cumhuriyet idaresi bu bakımdan 2.Meşrutiyetçilerden daha kararlı ve daha radikal adımlar atmıştır) sermayenin işbirlikçi karakterini değiştirmemiş hatta takviye etmiştir. Demek ki, söz konusu işbirlikçi sermaye olunca din ve milliyet bir faktör olmaktan çıkıyor. Emperyalizme entegre periferi kapitalizminde burjuvazi palazlandıkça işbirlikçi karakteri de güçleniyor. Bugün artık çok nettir, Türkiye burjuvazinin cumhuriyet, ve ondan ayrı düşünülemeyecek ulusal egemenlik gibi bir kaygusu kalmamıştır. Yani vaktiyle şikayet edilen gayri-müslim sermayeden bir farkı yoktur.

Elbette bu bugün bir anda ortaya çıkmamıştır. Kökleri Tanzimat modernleşmesinde bulunmaktadır. Cumhuriyet yönetimleri bu eğilimi sürekli olarak konsolide etme gayesi gütmüşlerdir. Bir anlamda, gayri müslim unsurdan sadece sermayesi devir alınmamış, onun işbirlikçi karakteri de kaçınılmaz olarak devir alınmıştır.

Cumhuriyet devrinde, bölgesel Kürt siyaseti,  genel olarak,  Türkiye devleti gibi, emperyalist jeo-ekonomi-politik çerçevenin bölgesel bir bileşeni olmuştur. Elbette bu, Türkiye’de olduğu gibi, işbirlikçi burjuva ve feodal unsurun Kürt siyasetlerinde  ön almış olmasıyla olanaklı olabilmiştir.  Sonuç olarak hem Türk siyaseti hem de Kürt siyaseti emperyalist dairede yer almaları itibarıyla müttefiklerdir.

Zaten emperyalistlerin Irak ve Suriye operasyonlarında bu işbirlikçiliğe dayalı fiili işbirliğini görmedik mi? Halen de görmekteyiz. Muhtemelen biraz ileride de görmeye devam edeceğiz. NATO, Suriye ve Irak’ta, Rusya ve İran’ın mevzi kazanmalarına yanıt verecektir(1). Onları çelmelemeye çalışacaktır. Hatta birbirlerine düşürmek isteyecektir. Bunun için NATO’nun Türkiye ve bölgesel Kürt hareketlerine yeni görevler vermesi söz konusu olabilir. Bu durumun bu siyasetlerde kırılmaları ve ayrışmaları teşvik etmesi beklenmelidir.

Anglo-Amerikan emperyalist jeo-ekonomi-politik çerçeve içinde  her şey sütliman değil. Elbette, çelişkiler, çıkar çatışmaları var. Ancak bu çatışmaların bu çerçevenin sınırlarını sarsacak, parçalayacak raddeye gelmesine izin verilmez. Aksi halde bedeli ağır olabilir. 70’lerin başından itibaren aynı çerçevede yer alan Mısır, İsrail’in konumları örnek olarak görülebilir. Yine, Kıbrıs sorunu etrafında, Türkiye ve Yunanistan’ın konumu aklıma ilk gelen başka bir örnek.

Öyleyse, ekonomik ve politik olarak Anglo-Amerikan emperyalizmiyle bütünleşmiş Türk devleti ve Kürt siyaseti, her ikisinin de varoluşsal çıkarlarını bağdaştırdıkları bu genel çerçeve içinde, müttefiktirler. Bu bakımdan ne birisi ötekine karşı “vatan savaşı” veriyor, ne de öteki “ulusal kurtuluş savaşı” veriyor. Her ikisi birden emperyalistlerin bölgesel işgal politikalarının maşası işlevi görüyor. Gerçek olan budur.

Dikkat edilirse, Rusya’nın bölgemizdeki son hamlesi her iki bileşeni de rahatsız etmiştir. Her iki tarafın da bu jeo-ekonomi-politik çerçeve dahilinde tek parça halinde  çıkışları veya başarılı olmaları olanaklı değildir. Bu çerçeve içinde (eğer varsa) siyasal egemenlik hedefine ulaşamazlar.. Bu bakımdan genel çerçeve ile bu iki bileşenin kendi hedefleri arasında uzlaşmaz bir çelişki vardır. Artık bu konjonktürde her iki tarafın da aynı şekilde yollarına devam etmeleri kabil görünmemektedir.  Öyleyse, çanlar sadece  AKP için değil, TC devleti ve Kürt siyaseti için de çalıyor.

Devrimciler ya beraberce kapitalist-emperyalist boyunduruğu kıracaklar, ortak egemen siyasal bir iradeyi realize edecekler, ki bu ancak sosyalist bir perspektifle, Kürt, Türk emekçi halk sınıflarına dayanarak yapılabilir, veyahut bu kayıkçı kavgası, bu perişanlık derinleşerek devam edecektir.

Bitirirken, artık ne ülkemizde, ne dünyada burjuva sınıfı öncülüğünde veya ona dayanarak bir cumhuriyet kurulabilir. Kapitalizmin bugün geldiği yerde burjuvazi bu kapasitesini yitirmiştir. Zaten tanım itibarıyla kamusalcı bir kavram olan cumhuriyetle burjuvazi arasındaki ilişki,  global olarak, kapitalizmin tekelci aşamaya doğru evrilmesiyle birlikte, bir “emanet” veya isterseniz “vesayet” ilişkisi haline gelmiştir.

 NOT:

1) Bu yazıyı yazarken haber portallarına, bir Rus yolcu uçağının Mısır’da Sina bölgesinde düşmüş olduğu haberi düştü. Sina, Mısır hükümetinin tümüyle kontrol edemediği, IŞİD ve Müslüman Kardeşler örgütüne mensup teröristlerin (bunları sahada birbirlerinden ayırt etmek olanaklı değildir)  cirit attıkları bir bölge. Muhtemelen buradan İsrail desteği de alıyorlar. Rus uçağına bir saldırı yapılmış olması olasılığını gözardı etmemek gerekir. ABD’nin desteğinde, bir çok yerde  Rusya’yı hedef alan terör saldırıları olacaktır. Rusya da herhalde bunlara hazırlıklıdır. Sonra, ABD bu yola sık başvurur. Yetmişlerde G.Kore uçağı, İran-Irak savaşı sonlarına doğru düşürülen yolcu uçağı, Ukrayna’da Malezya uçağı. Herhalde bunun etkili bir terör şeklini olduğunu düşünüyorlar. Nitekim, kısmen de olsa netice alıyorlar.

Öngörü ve vizyon yoksa perişanlık vardır

Tekrar olsun, emperyalizmin ortaya çıktığı zamandan beri terör jeo-ekonomi-politik bir vak’adır. Bunu gözardı eden bir terör analizi yetersiz kalır. Bu, siyasetin ve onun araçlarından birisi olan terörün, yukarılarda bir yerlerde, gözle görülmesi kabil olmayan, elle dokunulamayan, sürekli senaryolar yazıp, pürüzsüz bir şekilde uygulayan adeta ilahi kudret atfedilen bir tür bilim-kurgusal gücün varlığına iman etmek anlamına gelmiyor. Tersine, jeo-ekonomi-politik kavramının açılımına bakıldığı zaman somut ve reel olmayan hiç bir bileşeninin olmadığını görüyoruz.

Bu kavramı yaratıp kullananlar, sahadaki konumları, rolleri izledikleri çıkarlara göre değişebilen oyuncuları, baş oyuncuları, yardımcı oyuncuları, figüranları olan dinamik bir mücadele alanından söz ederler. Ulusal ve uluslararası olanın iç içe geçebildikleri, birbirlerini kat edebildikleri bir çatışma alanından. “Uğrak” ın konjonktür için ifade ettiğine benzer bir anlamı, bu kez, ekonomik kaynakları ve onlara ulaşma olanaklarıyla “coğrafya” nın jeo-ekonomi-politik için ifade ettiğini saptıyoruz.

Emperyalistlerin Suriye’ye karşı bütün askeri girişimleri  sahada iflas etti. Artık onları vurmaya başlayan bir sürece dönüştü. Bu ilk kez olmuyor. El Kaide yetmişli yılların sonlarında Brzezinski’nin önerisiyle CIA tarafından en az ellili yıllardan beri el altında tutulan islamcı malzeme kullanılarak kuruldu. El Kaide, Afganistan’da emperyalistler adına olumlu hizmetler yaptı. Gelgelelim, Afganistan’daki solcu rejim çöktükten bir süre sonra başı boş kaldı. Kontrolden çıktı. Sonra oradaki büyük bir kısmı Taliban haline geldi. El Kaide, Pakistan’a, İran’a, Çin’e, Rusya’ya karşı kullanıldı. Yugoslavya’ya yapılan emperyalist saldırıda roller aldı. Sonra yine kontrolden çıktı. Daha doğrusu kontrolden çıkartıldı. Bu oyun böyle devam etti. Ediyor.

Burada önemli olan nokta, “kontrollü kaos” stratejisinin uygulanabilmesi için emperyalistlerin bir lejyoner cihatçı havuzu meydana getirmiş olmasıdır. Bunların bugün sayılarının yüz ila iki yüz bin arasında olduğu iddia ediliyor. Bu sayede, gerektiği zaman, gereken yerlerde bu havuzdan derlenmiş cihatçılardan “yeni” örgütler kurmak mümkün oluyordu. Diyelim, bir tanesinin belli bir yerdeki icraatları başarısız oldu, veyahut Batı kamuoyunda büyük tepkiler doğurdu, hemen onun tasfiyesine ve başka bir tanesinin devreye sokulmasına çalışıldı. Bu arada kimi zaman  itibar kaybedenlerin tasfiyesi direnişle karşılanabiliyordu. Her hali kârda, emperyalistler bütün dünyanın gözü önünde, kirli, alçakça bir oyunu, emperyalist vekalet savaşlarını, “özgürlük savaşı”, “demokrasi ve insan hakları mücadelesi” adı altında pazarladılar. Pazarlamayı sürdürüyorlar.

Mesela Libya saldırısı öncesinde, ABD yönetimi ve müttefikleri El Kaide’yi yerden yere vuruyorlardı. Libya gündemlerine girdiğinde, ABD’nin Afrika birliklerinin (AfriCom) başındaki general Carter Ham, El Kaide’nin kara operasyonları için kullanılmış olduğunu, NATO’nun yardımcı kuvvetleri olarak Libya’da görev yapmış olduklarını itiraf etmişti. Örgütün daha sonra bu konumunu istismar ederek bazı Afrika ülkelerini ele geçirmeye çalıştığını, örnekse Mali’de, Libya’da kendilerine NATO tarafından verilmiş  silahları kullanmış olduklarını söylemişti. Yugoslavya ve Afganistan’da da görev almış bu deneyimli generalin Libya müdahalesi sonraki gelişmelerle ilgili o zamanki açıklamalarına internetten ulaşmak hâlâ mümkün.

Emperyalistler Suriye’de de benzer işleri yaptılar. Yapmayı sürdürüyorlar. Dikkat edilirse, emperyalistlerin benzer şekilde el attıkları her yerde benzer sonuçlar ortaya çıkıyor. Ancak bu kez, Rusya, İran ve Çin’in jeo-ekonomi-politik anlamda kuşatılmasına yönelik girişimler (bununla yaşamsal hammade  kaynaklarının bulunduğu alanlara, emtia pazarlarına ve onların sevk, ulaşım ve iletişim olanaklarına siyasal müdahaleleri ve olası siyasal müdahaleleri, siyasal, stratejik avantajlar elde etme çabalarını kast ediyorum)  bu ülkelerin siyasal refleksiyle geri püskürtüldü. Tabii bu adını andığım ülkeleri tek başlarına değil, içinde yer aldıkları ekonomik çıkarların belirleyici olduğu, bölgesel ve uluslararası bağlamlarıyla birlikte düşünmek gerekir

Müttefikleri tarafından dahi yaptıkları sorgulanmaya başlanan (1) ABD yönetimi içinde, doğrudan bir savaşa dahil olmanın kendilerine neye mal olacağını gören kesimler  (en azından bir süreliğine) geri çekilerek, işleri alttan almaya karar verdiler. ABD’nin bu kararı, özellikle son 4 yılda, en önemli siyasal yatırım ve beklentilerini  Suriye sorunu etrafında planlamış olan Türkiye gibi vasal devletlerin boşa çıkması anlamına geliyor.

Türkiye’nin öngörüsüz, vizyonsuz, politikasız bir ülke haline gelmiş olmasının en çarpıcı görünümlerini izliyoruz. Türkiye devleti bugün eski, geçilmiş  konjonktürü yeniden var etmek adına direniyor. Yani olmayacak, artık tarih olmuş bir uğrağa geri dönülmesini istiyor. Gerçeklikten kopmuş bir haldedir. Tabii Türkiye’nin bu hali onun emperyalizmin saldırgan stratejisini izlerken işbirliği yaptığı, kullandığı araçları, bu arada, cihatçılarını da kat ediyor. Bu kez Türkiye de elinde patlamaya hazır bombayla, ya da canlı bombalarla orta yerde kala kaldı. Artık ne zaman, nerede, ne şiddette patlayacağını bilemediğimiz canlı bombalarla birlikte yaşıyoruz. Yaşamaya devam edeceğiz. Öyle görünüyor.

Tabii bu öngörüsüzlük, vizyonsuzluk, tek kelimeyle politikasızlık sadece AKP rejimi, TC devleti için geçerli değil. O rejimin işbirlikçisi olmuş, olan bileşenlerini de kapsıyor. Bu arada, solun geniş denebilecek kesimlerini de kat ediyor.

Emperyalizmin Suriye planları başarısız olunca, etap etap yeni planlar devreye sokuldu. Yeni planları uygulayacak “yeni” özneler, “yeni” örgütler kullanıldı, yeni taktiklere başvuruldu. Bir “false flag” girişimi olarak Guta Katliamı’nın Batı kamuoyunda tepki yaratmasından sonra baş planlayıcısı Suudi Bender bin Sultan’ın (“Bender Bush”) yönetimindeki Suriye operasyonlarında bundan böyle Katar ve Türkiye’nin daha etkin rol almasına karar verildi.

ABD, ne zamandır zaten “ılımlı İslam” namı altında en eski ve en sadık islamcı hizmetkarı olan Müslüman Kardeşler örgütünü BOP coğrafyasında etkin olarak kullanmak istiyordu. Ancak S.Arabistan ve (özellikle de darbeden sonra) Mısır buna hoş bakmıyorlardı. 2005’te sonradan CIA başkanı da olacak neo-con General Petreaus’un önerisini hayata geçiren CIA, Müslüman Kardeşler’le sıkı parasal ve siyasal ilişkileri bulunan Katar’a BOP uygulamalarında daha etkin bir rol vermeye başladı. Bundan sonra “Arap Baharı” propagandası altında bölgedeki Arap ülkelerinde Müslüman Kardeşler iktidara taşınmak istendi. Başarısız olundu.

Katar ve Türkiye’nin girişimleriyle Suriye’de 2011’de (aralarında Esad yönetiminin aynı yıl ilan etmiş olduğu afla hapisten çıkmış Suriye M.Kardeşleri liderlerinin de bulunduğu kişiler tarafından) Ahraruş Şam örgütü (“Özgür Şamlılar”) kurduruldu. Bu örgüt daha sonra IŞİD ve El Nusra gibi örgütlerle işbirliği, yer yer ve zaman zaman koordinasyon halinde çalışmaya başladı. IŞİD ve El Nusra’nın kontrollerinde yaşanan güçlüklerin, Katar ve Türkiye’nin doğrudan denetimi altındaki Ahraruş Şam’ın, özellikle sözde anti-IŞİD koalisyonun kurulmasından sonra etkinliğini arttığı biliniyor. Bunda koalisyonun başındaki General Allen’in rolünü ihmal etmeyelim.

Bununla birlikte, bu örgütlerin birbirlerine göre sahadaki sınırlarını tespit etmek mümkün değildir. Aralarında alan kontrolü, liderlik çekişmeleri gibi nedenlerle çatışmalar olduğu gibi, kesişmeler, geçişlilik (paralı savaşçılar varsa, transferler de olacaktır)  söz konusu olabiliyor. Buna göre, mesela bir çok mahalde kim IŞİDci kim Ahraruş Şamcı tespit etmek zorlaşıyor.

Ahraruş Şam örgütü Hatay’ın hemen karşısındaki (Cilvegözü sınır kapısıyla karayolu bağlantısı olan)  İdlip (2) kentinde kurulduktan sonra Türk devletinin, özellikle TSK’nın ve MİT’in büyük desteğini elde etmiştir. Halen bu örgüt içinde çok sayıda TSK mensubu subayın ve MİT görevlisinin yer aldığı iddia edilmektedir. Türk devleti bugüne kadar inandırıcı kanıtlarla bu iddialara yanıt verememiştir. Bu iddialar arasında yeni genelkurmay başkanı döneminde Ahraruş Şam’a verilen doğrudan askeri desteğin artmış olduğu da var.

Özcesi, neo-con general John Allen ve Erdoğan-Davutoğlu planına göre IŞİD’in yerine bu kez Ahraruş Şam öne sürülmek isteniyordu. Bir anlamda IŞİD tabelası, Ahraruş Şam olarak değiştirilecekti.

Rusya, Ahraruş Şam’ı hedef alıp, onların mevzilerini de bombalayınca ilk önce ABD Senatosu Savunma Komitesi başkanı, eski başkan adayı  neo-con McCain, Rusya’nın Suriye’deki ABD hedeflerini vurmuş olduğunu ve ABD’nin yanıt vermesini istedi. Bunun kabul edilemez olduğunu ilave etti. Arkasından neo-conların Avrupa’daki has adamlarından Fransa dış bakanı Fabius kaygularını dile getirdi. Rusya’nın operasyonlarıyla  teröristleri desteklediğini söyledi. Bu arada, Erdoğan ve Davutoğlu büyük bir moral bozukluğu ve hayal kırıklığı içinde Rusya’ya küstüklerini ilan ettiler. Ekonomik yaptırımları ima ettiler. Tam bu sırada Rusya yine daha erken davranıp, Türkiye’ye giden gaz miktarını neredeyse yarı yarıya azaltmaya karar verdiğini açıkladı. TC devleti Rusya’nın restini görmüş oldu. Üstelik ABD’nin Rusya’nın bu davranışları karşısında kılını kıpırdatma isteğine sahip olmadığı da ortaya çıkmıştı.

Geçen gün internette okudum, Rus bombardımanı başladıktan sonra geçen zaman içinde en az üç bin cihatçı Suriye’yi terk etmiş. Aşama aşama başlatılan kara operasyonlarıyla birlikte bu sayının kat be kat artacağı açıktır. Pekiy, bu kadar cihatçı nereye kaçacak? Suriye kökenlilerin bir kısmı muhtemelen orada silah bırakıp, halkın arasına karışarak kaybolmaya çalışacaklar. Ya gerisi? Cihatçılar arasında Arapçadan sonra en yaygın kullanılan dil Türkçedir. Demek ki çok sayıda Türk cihatçı var. Bunların bir kısmı Ahraruş Şam’a kapak atmıştı zaten. Yani, TSK’nın ve MİT’in doğrudan kontrolünün güçlü olduğu saflara geçmişlerdi diyebiliriz.

Bakınız, “Müslüman Kardeş” Erdoğan’ın iktidardan düşmesi  neo-conları, onların bölgedeki ve Avrupa’daki müttefiklerini, bunların hep birlikte destek oldukları cihatçı sürülerini kendileri için çok değerli ve kullanışlı bir dayanaktan yoksun bırakacaktır. Bunun altını çiziyorum.

ABD’nin İran’la antlaşması sonrasında S.Arabistan ve Katar kendilerini biraz daha geri plana çektiler. Bu şartlarda, Kuveyt örgütün en önemli finansörü haline geldi.  Böylece artık meydan Türkiye’ye ve Tayyip’e kalmış oldu.  Yani Bender’in yerini  Erdoğan aldı demek de mümkün. Rusya operasyonunun alandaki cihatçıların büyük bir kısmını himayecileri olan Türkiye’ye ve Erdoğan’a doğru iteceği açıktır (3)

Türkiye’de ilk etkili şiddet olayları 7 Haziran seçimleri öncesinde, yani İran-ABD antlaşmasını izleyen günlerde görüldü. Bu antlaşma ABD meclisinde onaylanana ve sonrasında Rusya’nın müdahalesi başlayıncaya kadar artarak devam etti. Türkiye’deki seçimlere AKP hükümetinin atfettiği özel önemi de biliyoruz.

Gelgelelim, artık bu rejimi AKP ve Tayyip yönetiminde sürdürmek mümkün görünmemektedir. AKP 400 vekili de alsa bu gerçek değişmeyecektir. Bunu görebilmek için gerekli bir ön koşul, TC devletini AKP ve Tayyip’e eşitlememektir.  Şimdi emperyalist patronlar ve onların sınıf işbirlikçileri nazarında sorun,  AKP’nin ve Tayyip’in bu hali kabullenmek istememesi, hissettiği korkunun da baskısıyla  kontrolsüz davranma eğiliminde olmasıdır (4)

Suriye’de dört yıldır süren bir savaş var.  Türkiye bu savaşa doğrudan müdahil olmuş. Hava Kuvvetleri komutanının beyanatını okuduk. TSK doğrudan bir savaşın içindedir. Bu savaşın kazanılamayacağı anlaşılmıştır.  Kuraldır, yenilenler bedel öderler. Dört yıl kirli bir savaşın sevk ve idaresine aktif olarak katılmışsınız, sonuçlarına katlanmamak olur mu? Rüzgar eken fırtına biçer.

Hiç kuşkusuz TC devletinin bu siyasal çapsızlığına, Kürt siyaseti ve onun yörüngesindeki sol siyasetlerin çapsızlığının katkısı olmuştur. Bu yanlışın bedeli bir kez daha solcu, devrimci kanı olmuştur.

Bir de tabii her zamanki gibi  darbe çağrısı yapan utanmaz, ahlaksız  “orducu sosyalistler”, TSK’nın “vatan savaşı” vermekte olduğunu ilan eden alçaklar var. Aslında bu figürler dün yaptıklarını bugün de yapmaya devam ediyorlar. Onların işleri bu. Utanmazlıkta, alçaklıkta sınır tanımazlar. TSK, şu an dahi Suriye coğrafyasında işgal edilmiş alanlarda emperyalizm adına Suriye halklarının anti-emperyalist direnişini bastırmakla meşgul. TSK darbe yaparsa, AKP rejimini kurtarmak ve sürdürmek için yapacaktır. TSK bölgemizdeki bütün mazlum, ilerici halkların düşmanıdır (5). Olası darbesini emekçi, ilerici halk sınıflarını bastırmak için yapacaktır. Yok efendim, “ordunun alt kademeleri…” falan. Geçiniz! Ne alt kademesi, üst kademesi, bu dün olduğu gibi bugün de düzenin ordusu, NATO’nun ordusu. Kaldı ki, o ordunun da Tayyipçiler ve Fethullahçılar arasında aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya bölünmüş olduğunu emekli subaylar sık sık ifade ediyorlar.

Dün Ankara’da yaşanan ve bundan sonra da benzerlerinin devam edeceği anlaşılan katliamı yukarıda sözünü ettiğim, esasen çoğumuzun malumu olan gerçekler etrafında düşünmek gerekir. Türkiye gibi bir ülkenin solunu, yani tek gelecek umudunu, “solun kitleselleşmesi” gerekçesiyle (oportünistlerin sık sık bu gerekçe arkasında saklandıkları malumdur)  etnik bir grubun özel gündemine tabi kılmaktan kurtarmazsak perişan olacağız.

Bunun için devrimci sosyalistlerin “ulusal sorun” u yok sayması değil, ona proletarya siyaseti çerçevesinde, proletaryanın çıkarları adına sahip çıkması gerekir. Kürt siyaseti, “demokratik emperyalizm” in ihsanlarıyla  bir şey elde edemeyeceğini bugüne kadar, şu kadar deneyimden sonra dahi anlayamadı. Doğrusu, anlamak da istemiyor.

“Ulusal sorun” un liberal bir siyasal bağlama ya da başka bir ifadeyle “demokratik modernite” çerçevesine oturtulması kaçınılmaz olarak onu bir “kimlik” siyaseti formuna sokar. “Ulusal sorun”  “etnik sorun” içeriğine indirgenmiş olur.

Dün barış istedikleri için toplu halde katledilen arkadaşların hemen hepsinin kafasında şu da bu ölçüde sol, sosyalist bir program vardı. Gelgelelim, Kürt siyasetinin sol, sosyalist bir programı, derdi olduğu söylenemez.

Kürt siyasetinin “etnik gündemi” yle, AKP siyasetinin “islamcı gündemi” arasında şekil bakımından siyaseten bir fark göremiyorum. Esasen ikisi arasındaki yakınlaşmayı bu “özel gündem” lerinden hareketle de  izah etmek mümkündür. Unutmayalım, her şeye rağmen içinde yer aldıkları uluslararası bağlam bakımından ikisi halen müttefiktir. Reel durum budur. Öngörüyü, vizyonu, tek kelimeyle, politikayı buna göre yapmak gerekir (5)

Yeni bir konjonktürdeyiz. Eskisini geri getirmek mümkün olmayacaktır.

NOTLAR:

1) Tabii rekabet sadece adı geçen ülkelerle emperyalist ülkeler arasında değildir. Emperyalist ülkelerin kendi içlerinde, kendi aralarında da çekişmeler, gerilimler var. Örnekse, özellikle Almanya, Ukrayna sorunu ve Suriye, Irak, Afganistan gibi ülkelerden son zamanlarda AB ülkelerine doğru yoğunlaşan göçler dolayısıyla zarara uğrayacağını gördü. Almanya sermayesinin önemli temsilcileri Rusya’ya şu aşamada ihtiyaç olduğunu Merkel yönetimine hatırlattılar. ABD’nin İran’la antlaşmasını, Rusya’nın Suriye’ye müdahalesini Batı’da en olumlu karşılayan ve bunu en üst düzeyde açıkça ifade eden ilk ülke Almanya oldu. Elbette Almanya ve ABD ve diğer emperyalistler arasında karmaşık çıkar çatışmaları, çatışma konuları ve alanları var. Ancak Volkswagen ve Deutsche Bank olaylarının bu son Ukrayna ve Suriye gelişmeleriyle alakası olmalıdır.

2) Birçok cihatçı örgüt, mesela IŞİD de, aynı kentte kurulmuştur. Bunun en önemli nedeni Türkiye’dir. Türkiye’nin olmazsa olmaz bir öneme haiz lojistik desteğidir. Bu bakımdan bu kent büyük bir stratejik öneme sahiptir. Hem Türkiye hem de müttefiki cihatçılar için. Aynı nedenden dolayı bu kent, Rusya ve Suriye ordusunun öncelikli hedefi olacaktır. Çünkü Türkiye’den gelen çok değerli lojistik desteğin önü kesilmeksizin Suriye kontrol altına alınamaz. Bu kentin düşmesi ve kalıcı şekilde Suriye yönetiminin elinde kalması, cihatçılar ve hamisi Türk devleti için sonun başlangıcıdır. Çünkü kaybeden cihatçılar için oradan ötesi Cilvegözü’dür.

Türk devletinin ve cihatçılarının kendileri için moral açıdan da önemi olan  İdlip’te büyük bir direnişinin söz konusu olacağını tahmin etmek zor değildir. Bazı medya organlarında Türkiye’nin bu kent etrafında yığınak yaptığı veya yaptırdığı iddiaları vardır. Doğru olma olasılığı yüksektir.  Ankara’nın bombalanmasının ipuçlarını da buradan hareketle okumak mümkündür. Yani mesele kimin ne amaçla bombaları patlattığından çok Türkiye’nin şu an Suriye sorunu etrafındaki konumudur. Bunun altının çizilmesi gerekir. Türkiye, gırtlağına kadar Suriye sorunun içine batmış haldedir. Bunu tespit etmek lazım. Bu tespit olmadan ülkede, bombalamalar da dahil,  yaklaşık dört yıldan beri olup biteni kavramak mümkün olmayacaktır. Mesela bu çerçevede, Ankara’nın patlatılmasının devletin bilgisi dışında gerçekleşmiş olması kabil değildir.  Teşvik mi etmiştir, yoksa  önleyememiş midir, bu saatten sonra bu tartışmanın manası yoktur. Dediğim gibi, sorun Türkiye’nin Suriye’de (en kirli biçimiyle) savaş halinde olmasıdır. Bu bakımdan sadece geçen dört yılı değil, yakın geleceğe dair olası gelişmeleri de -bu durumu tespit etmeden- öngörmek olanaklı olmayacaktır.

3) Rusya’nın askeri müdahalesinin başarısı kaçınılmaz olarak diplomatik sahada ya da uluslararası hukuk alanında bir restorasyona yol açacaktır. Rusya öteden beri, Yalta Konferansı’nda alınan ve BM tarafından onaylanan ulusal devletlerin uluslararası hukuk tarafından tescil edilmiş egemenlik haklarını başka devletlerin şu ya da bu gerekçeyle ihlal etmemesi gerektiği ilkesinin tekrar kararlılıkla uygulamaya konmasını, iç işlerine karışmama ilkesine saygı duyulmasını istiyor. Yalta’dan sonra modern dünya tarihinin en uzun sürmüş barış döneminin bu ilke sayesinde olanaklı olduğunu iddia ediyor.

Bilindiği gibi, ABD, 2.D.Savaşı sonrasında  bu ilkeyi ilk kez Eisenhower Doktrini doğrultusunda 1957-9 Suriye Krizi etrafında ihlal etmiş, SSCB’nin kararlı duruşu sonrasında geri atmak zorunda kalmıştı. Şimdi yine bir Suriye sorunu etrafında aynı ilke Rusya ve ABD arasında tartışılıyor.

4) AKP hükümeti 2013 Haziran’ından sonra siyasal bir ceset haline gelmiştir. Siyasal tarihte örnekleri çoktur. Siyaseten ceset haline gelmişlerin kaldırılıp bir yana atılması iç ve dış faktörlerin istikrarsız davranışları nedeniyle zaman alabiliyor. Bugün artık ortada bu katliamları soruşturabilecek kadar dahi bir “devlet aklı” nın bulunmadığı haklı olarak ifade ediliyor. Devlet cihatçı çetelerin, mafyaların içinde at oynattıkları bir alana dönüşmüştür. Hükümeti, ordusu, polisi, MİT’i sadece ulusal ölçekte değil, uluslararası çapta da “suç örgütleri” haline dönüşmüş bir devletten söz ediyoruz. AKP rejimi, önceki rejimin bütün zaaflarının, yozluklarının, zayıflıklarının, gericiliğinin gidebileceği son sınırlara kadar itilmesi anlamına geliyor.

5) Geçenlerde bir gazetede okudum. PKK ile girilen bir çatışmada hayatını kaybetmiş bir erin Cemevi’nde yapılan cenaze törenine TSK itibar etmemiş. Ben şahsen bunda TSK adına aykırı olan bir taraf göremiyorum. Tersine her zaman Sünni ve Türk bir nüfusun devleti olduğunu bildiğimiz TC adına tutarlı bir davranış olduğunu belirtmek lazım. TC devletinin “laik” bir maske arkasında saklanmış Türk ve Sünni suratını en temayüz etmiş haliyle TSK’nın duruşunda bulabiliriz. Zaten Suriye’deki varlığı, Sünni cihatçılarla ittifakı da “Alevi Esed”i ortadan kaldırmak adına değil mi?

6) Bugün Rusya ve İran’ın, Suriye ve Irak’taki etkinliği sadece Türkiye’yi, AKP rejimini, Tayyip’i değil, onunla aynı uluslararası bağlam veya jeo-ekonomi-politik çerçeve içinde konumlanmış bölgesel Kürt siyasetlerini de huzursuz ve rahatsız etmiştir. Bunu kavrayabilmek için yukarıda adı geçen oyuncuların tarihi jeo-politik konumlarına, veyahut süreklilik arz eden tarihsel-siyasal duruşlarına, siyasal davranış biçimlerine bakmak gerekir.

Tweetle