Öngörü ve vizyon yoksa perişanlık vardır

Tekrar olsun, emperyalizmin ortaya çıktığı zamandan beri terör jeo-ekonomi-politik bir vak’adır. Bunu gözardı eden bir terör analizi yetersiz kalır. Bu, siyasetin ve onun araçlarından birisi olan terörün, yukarılarda bir yerlerde, gözle görülmesi kabil olmayan, elle dokunulamayan, sürekli senaryolar yazıp, pürüzsüz bir şekilde uygulayan adeta ilahi kudret atfedilen bir tür bilim-kurgusal gücün varlığına iman etmek anlamına gelmiyor. Tersine, jeo-ekonomi-politik kavramının açılımına bakıldığı zaman somut ve reel olmayan hiç bir bileşeninin olmadığını görüyoruz.

Bu kavramı yaratıp kullananlar, sahadaki konumları, rolleri izledikleri çıkarlara göre değişebilen oyuncuları, baş oyuncuları, yardımcı oyuncuları, figüranları olan dinamik bir mücadele alanından söz ederler. Ulusal ve uluslararası olanın iç içe geçebildikleri, birbirlerini kat edebildikleri bir çatışma alanından. “Uğrak” ın konjonktür için ifade ettiğine benzer bir anlamı, bu kez, ekonomik kaynakları ve onlara ulaşma olanaklarıyla “coğrafya” nın jeo-ekonomi-politik için ifade ettiğini saptıyoruz.

Emperyalistlerin Suriye’ye karşı bütün askeri girişimleri  sahada iflas etti. Artık onları vurmaya başlayan bir sürece dönüştü. Bu ilk kez olmuyor. El Kaide yetmişli yılların sonlarında Brzezinski’nin önerisiyle CIA tarafından en az ellili yıllardan beri el altında tutulan islamcı malzeme kullanılarak kuruldu. El Kaide, Afganistan’da emperyalistler adına olumlu hizmetler yaptı. Gelgelelim, Afganistan’daki solcu rejim çöktükten bir süre sonra başı boş kaldı. Kontrolden çıktı. Sonra oradaki büyük bir kısmı Taliban haline geldi. El Kaide, Pakistan’a, İran’a, Çin’e, Rusya’ya karşı kullanıldı. Yugoslavya’ya yapılan emperyalist saldırıda roller aldı. Sonra yine kontrolden çıktı. Daha doğrusu kontrolden çıkartıldı. Bu oyun böyle devam etti. Ediyor.

Burada önemli olan nokta, “kontrollü kaos” stratejisinin uygulanabilmesi için emperyalistlerin bir lejyoner cihatçı havuzu meydana getirmiş olmasıdır. Bunların bugün sayılarının yüz ila iki yüz bin arasında olduğu iddia ediliyor. Bu sayede, gerektiği zaman, gereken yerlerde bu havuzdan derlenmiş cihatçılardan “yeni” örgütler kurmak mümkün oluyordu. Diyelim, bir tanesinin belli bir yerdeki icraatları başarısız oldu, veyahut Batı kamuoyunda büyük tepkiler doğurdu, hemen onun tasfiyesine ve başka bir tanesinin devreye sokulmasına çalışıldı. Bu arada kimi zaman  itibar kaybedenlerin tasfiyesi direnişle karşılanabiliyordu. Her hali kârda, emperyalistler bütün dünyanın gözü önünde, kirli, alçakça bir oyunu, emperyalist vekalet savaşlarını, “özgürlük savaşı”, “demokrasi ve insan hakları mücadelesi” adı altında pazarladılar. Pazarlamayı sürdürüyorlar.

Mesela Libya saldırısı öncesinde, ABD yönetimi ve müttefikleri El Kaide’yi yerden yere vuruyorlardı. Libya gündemlerine girdiğinde, ABD’nin Afrika birliklerinin (AfriCom) başındaki general Carter Ham, El Kaide’nin kara operasyonları için kullanılmış olduğunu, NATO’nun yardımcı kuvvetleri olarak Libya’da görev yapmış olduklarını itiraf etmişti. Örgütün daha sonra bu konumunu istismar ederek bazı Afrika ülkelerini ele geçirmeye çalıştığını, örnekse Mali’de, Libya’da kendilerine NATO tarafından verilmiş  silahları kullanmış olduklarını söylemişti. Yugoslavya ve Afganistan’da da görev almış bu deneyimli generalin Libya müdahalesi sonraki gelişmelerle ilgili o zamanki açıklamalarına internetten ulaşmak hâlâ mümkün.

Emperyalistler Suriye’de de benzer işleri yaptılar. Yapmayı sürdürüyorlar. Dikkat edilirse, emperyalistlerin benzer şekilde el attıkları her yerde benzer sonuçlar ortaya çıkıyor. Ancak bu kez, Rusya, İran ve Çin’in jeo-ekonomi-politik anlamda kuşatılmasına yönelik girişimler (bununla yaşamsal hammade  kaynaklarının bulunduğu alanlara, emtia pazarlarına ve onların sevk, ulaşım ve iletişim olanaklarına siyasal müdahaleleri ve olası siyasal müdahaleleri, siyasal, stratejik avantajlar elde etme çabalarını kast ediyorum)  bu ülkelerin siyasal refleksiyle geri püskürtüldü. Tabii bu adını andığım ülkeleri tek başlarına değil, içinde yer aldıkları ekonomik çıkarların belirleyici olduğu, bölgesel ve uluslararası bağlamlarıyla birlikte düşünmek gerekir

Müttefikleri tarafından dahi yaptıkları sorgulanmaya başlanan (1) ABD yönetimi içinde, doğrudan bir savaşa dahil olmanın kendilerine neye mal olacağını gören kesimler  (en azından bir süreliğine) geri çekilerek, işleri alttan almaya karar verdiler. ABD’nin bu kararı, özellikle son 4 yılda, en önemli siyasal yatırım ve beklentilerini  Suriye sorunu etrafında planlamış olan Türkiye gibi vasal devletlerin boşa çıkması anlamına geliyor.

Türkiye’nin öngörüsüz, vizyonsuz, politikasız bir ülke haline gelmiş olmasının en çarpıcı görünümlerini izliyoruz. Türkiye devleti bugün eski, geçilmiş  konjonktürü yeniden var etmek adına direniyor. Yani olmayacak, artık tarih olmuş bir uğrağa geri dönülmesini istiyor. Gerçeklikten kopmuş bir haldedir. Tabii Türkiye’nin bu hali onun emperyalizmin saldırgan stratejisini izlerken işbirliği yaptığı, kullandığı araçları, bu arada, cihatçılarını da kat ediyor. Bu kez Türkiye de elinde patlamaya hazır bombayla, ya da canlı bombalarla orta yerde kala kaldı. Artık ne zaman, nerede, ne şiddette patlayacağını bilemediğimiz canlı bombalarla birlikte yaşıyoruz. Yaşamaya devam edeceğiz. Öyle görünüyor.

Tabii bu öngörüsüzlük, vizyonsuzluk, tek kelimeyle politikasızlık sadece AKP rejimi, TC devleti için geçerli değil. O rejimin işbirlikçisi olmuş, olan bileşenlerini de kapsıyor. Bu arada, solun geniş denebilecek kesimlerini de kat ediyor.

Emperyalizmin Suriye planları başarısız olunca, etap etap yeni planlar devreye sokuldu. Yeni planları uygulayacak “yeni” özneler, “yeni” örgütler kullanıldı, yeni taktiklere başvuruldu. Bir “false flag” girişimi olarak Guta Katliamı’nın Batı kamuoyunda tepki yaratmasından sonra baş planlayıcısı Suudi Bender bin Sultan’ın (“Bender Bush”) yönetimindeki Suriye operasyonlarında bundan böyle Katar ve Türkiye’nin daha etkin rol almasına karar verildi.

ABD, ne zamandır zaten “ılımlı İslam” namı altında en eski ve en sadık islamcı hizmetkarı olan Müslüman Kardeşler örgütünü BOP coğrafyasında etkin olarak kullanmak istiyordu. Ancak S.Arabistan ve (özellikle de darbeden sonra) Mısır buna hoş bakmıyorlardı. 2005’te sonradan CIA başkanı da olacak neo-con General Petreaus’un önerisini hayata geçiren CIA, Müslüman Kardeşler’le sıkı parasal ve siyasal ilişkileri bulunan Katar’a BOP uygulamalarında daha etkin bir rol vermeye başladı. Bundan sonra “Arap Baharı” propagandası altında bölgedeki Arap ülkelerinde Müslüman Kardeşler iktidara taşınmak istendi. Başarısız olundu.

Katar ve Türkiye’nin girişimleriyle Suriye’de 2011’de (aralarında Esad yönetiminin aynı yıl ilan etmiş olduğu afla hapisten çıkmış Suriye M.Kardeşleri liderlerinin de bulunduğu kişiler tarafından) Ahraruş Şam örgütü (“Özgür Şamlılar”) kurduruldu. Bu örgüt daha sonra IŞİD ve El Nusra gibi örgütlerle işbirliği, yer yer ve zaman zaman koordinasyon halinde çalışmaya başladı. IŞİD ve El Nusra’nın kontrollerinde yaşanan güçlüklerin, Katar ve Türkiye’nin doğrudan denetimi altındaki Ahraruş Şam’ın, özellikle sözde anti-IŞİD koalisyonun kurulmasından sonra etkinliğini arttığı biliniyor. Bunda koalisyonun başındaki General Allen’in rolünü ihmal etmeyelim.

Bununla birlikte, bu örgütlerin birbirlerine göre sahadaki sınırlarını tespit etmek mümkün değildir. Aralarında alan kontrolü, liderlik çekişmeleri gibi nedenlerle çatışmalar olduğu gibi, kesişmeler, geçişlilik (paralı savaşçılar varsa, transferler de olacaktır)  söz konusu olabiliyor. Buna göre, mesela bir çok mahalde kim IŞİDci kim Ahraruş Şamcı tespit etmek zorlaşıyor.

Ahraruş Şam örgütü Hatay’ın hemen karşısındaki (Cilvegözü sınır kapısıyla karayolu bağlantısı olan)  İdlip (2) kentinde kurulduktan sonra Türk devletinin, özellikle TSK’nın ve MİT’in büyük desteğini elde etmiştir. Halen bu örgüt içinde çok sayıda TSK mensubu subayın ve MİT görevlisinin yer aldığı iddia edilmektedir. Türk devleti bugüne kadar inandırıcı kanıtlarla bu iddialara yanıt verememiştir. Bu iddialar arasında yeni genelkurmay başkanı döneminde Ahraruş Şam’a verilen doğrudan askeri desteğin artmış olduğu da var.

Özcesi, neo-con general John Allen ve Erdoğan-Davutoğlu planına göre IŞİD’in yerine bu kez Ahraruş Şam öne sürülmek isteniyordu. Bir anlamda IŞİD tabelası, Ahraruş Şam olarak değiştirilecekti.

Rusya, Ahraruş Şam’ı hedef alıp, onların mevzilerini de bombalayınca ilk önce ABD Senatosu Savunma Komitesi başkanı, eski başkan adayı  neo-con McCain, Rusya’nın Suriye’deki ABD hedeflerini vurmuş olduğunu ve ABD’nin yanıt vermesini istedi. Bunun kabul edilemez olduğunu ilave etti. Arkasından neo-conların Avrupa’daki has adamlarından Fransa dış bakanı Fabius kaygularını dile getirdi. Rusya’nın operasyonlarıyla  teröristleri desteklediğini söyledi. Bu arada, Erdoğan ve Davutoğlu büyük bir moral bozukluğu ve hayal kırıklığı içinde Rusya’ya küstüklerini ilan ettiler. Ekonomik yaptırımları ima ettiler. Tam bu sırada Rusya yine daha erken davranıp, Türkiye’ye giden gaz miktarını neredeyse yarı yarıya azaltmaya karar verdiğini açıkladı. TC devleti Rusya’nın restini görmüş oldu. Üstelik ABD’nin Rusya’nın bu davranışları karşısında kılını kıpırdatma isteğine sahip olmadığı da ortaya çıkmıştı.

Geçen gün internette okudum, Rus bombardımanı başladıktan sonra geçen zaman içinde en az üç bin cihatçı Suriye’yi terk etmiş. Aşama aşama başlatılan kara operasyonlarıyla birlikte bu sayının kat be kat artacağı açıktır. Pekiy, bu kadar cihatçı nereye kaçacak? Suriye kökenlilerin bir kısmı muhtemelen orada silah bırakıp, halkın arasına karışarak kaybolmaya çalışacaklar. Ya gerisi? Cihatçılar arasında Arapçadan sonra en yaygın kullanılan dil Türkçedir. Demek ki çok sayıda Türk cihatçı var. Bunların bir kısmı Ahraruş Şam’a kapak atmıştı zaten. Yani, TSK’nın ve MİT’in doğrudan kontrolünün güçlü olduğu saflara geçmişlerdi diyebiliriz.

Bakınız, “Müslüman Kardeş” Erdoğan’ın iktidardan düşmesi  neo-conları, onların bölgedeki ve Avrupa’daki müttefiklerini, bunların hep birlikte destek oldukları cihatçı sürülerini kendileri için çok değerli ve kullanışlı bir dayanaktan yoksun bırakacaktır. Bunun altını çiziyorum.

ABD’nin İran’la antlaşması sonrasında S.Arabistan ve Katar kendilerini biraz daha geri plana çektiler. Bu şartlarda, Kuveyt örgütün en önemli finansörü haline geldi.  Böylece artık meydan Türkiye’ye ve Tayyip’e kalmış oldu.  Yani Bender’in yerini  Erdoğan aldı demek de mümkün. Rusya operasyonunun alandaki cihatçıların büyük bir kısmını himayecileri olan Türkiye’ye ve Erdoğan’a doğru iteceği açıktır (3)

Türkiye’de ilk etkili şiddet olayları 7 Haziran seçimleri öncesinde, yani İran-ABD antlaşmasını izleyen günlerde görüldü. Bu antlaşma ABD meclisinde onaylanana ve sonrasında Rusya’nın müdahalesi başlayıncaya kadar artarak devam etti. Türkiye’deki seçimlere AKP hükümetinin atfettiği özel önemi de biliyoruz.

Gelgelelim, artık bu rejimi AKP ve Tayyip yönetiminde sürdürmek mümkün görünmemektedir. AKP 400 vekili de alsa bu gerçek değişmeyecektir. Bunu görebilmek için gerekli bir ön koşul, TC devletini AKP ve Tayyip’e eşitlememektir.  Şimdi emperyalist patronlar ve onların sınıf işbirlikçileri nazarında sorun,  AKP’nin ve Tayyip’in bu hali kabullenmek istememesi, hissettiği korkunun da baskısıyla  kontrolsüz davranma eğiliminde olmasıdır (4)

Suriye’de dört yıldır süren bir savaş var.  Türkiye bu savaşa doğrudan müdahil olmuş. Hava Kuvvetleri komutanının beyanatını okuduk. TSK doğrudan bir savaşın içindedir. Bu savaşın kazanılamayacağı anlaşılmıştır.  Kuraldır, yenilenler bedel öderler. Dört yıl kirli bir savaşın sevk ve idaresine aktif olarak katılmışsınız, sonuçlarına katlanmamak olur mu? Rüzgar eken fırtına biçer.

Hiç kuşkusuz TC devletinin bu siyasal çapsızlığına, Kürt siyaseti ve onun yörüngesindeki sol siyasetlerin çapsızlığının katkısı olmuştur. Bu yanlışın bedeli bir kez daha solcu, devrimci kanı olmuştur.

Bir de tabii her zamanki gibi  darbe çağrısı yapan utanmaz, ahlaksız  “orducu sosyalistler”, TSK’nın “vatan savaşı” vermekte olduğunu ilan eden alçaklar var. Aslında bu figürler dün yaptıklarını bugün de yapmaya devam ediyorlar. Onların işleri bu. Utanmazlıkta, alçaklıkta sınır tanımazlar. TSK, şu an dahi Suriye coğrafyasında işgal edilmiş alanlarda emperyalizm adına Suriye halklarının anti-emperyalist direnişini bastırmakla meşgul. TSK darbe yaparsa, AKP rejimini kurtarmak ve sürdürmek için yapacaktır. TSK bölgemizdeki bütün mazlum, ilerici halkların düşmanıdır (5). Olası darbesini emekçi, ilerici halk sınıflarını bastırmak için yapacaktır. Yok efendim, “ordunun alt kademeleri…” falan. Geçiniz! Ne alt kademesi, üst kademesi, bu dün olduğu gibi bugün de düzenin ordusu, NATO’nun ordusu. Kaldı ki, o ordunun da Tayyipçiler ve Fethullahçılar arasında aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya bölünmüş olduğunu emekli subaylar sık sık ifade ediyorlar.

Dün Ankara’da yaşanan ve bundan sonra da benzerlerinin devam edeceği anlaşılan katliamı yukarıda sözünü ettiğim, esasen çoğumuzun malumu olan gerçekler etrafında düşünmek gerekir. Türkiye gibi bir ülkenin solunu, yani tek gelecek umudunu, “solun kitleselleşmesi” gerekçesiyle (oportünistlerin sık sık bu gerekçe arkasında saklandıkları malumdur)  etnik bir grubun özel gündemine tabi kılmaktan kurtarmazsak perişan olacağız.

Bunun için devrimci sosyalistlerin “ulusal sorun” u yok sayması değil, ona proletarya siyaseti çerçevesinde, proletaryanın çıkarları adına sahip çıkması gerekir. Kürt siyaseti, “demokratik emperyalizm” in ihsanlarıyla  bir şey elde edemeyeceğini bugüne kadar, şu kadar deneyimden sonra dahi anlayamadı. Doğrusu, anlamak da istemiyor.

“Ulusal sorun” un liberal bir siyasal bağlama ya da başka bir ifadeyle “demokratik modernite” çerçevesine oturtulması kaçınılmaz olarak onu bir “kimlik” siyaseti formuna sokar. “Ulusal sorun”  “etnik sorun” içeriğine indirgenmiş olur.

Dün barış istedikleri için toplu halde katledilen arkadaşların hemen hepsinin kafasında şu da bu ölçüde sol, sosyalist bir program vardı. Gelgelelim, Kürt siyasetinin sol, sosyalist bir programı, derdi olduğu söylenemez.

Kürt siyasetinin “etnik gündemi” yle, AKP siyasetinin “islamcı gündemi” arasında şekil bakımından siyaseten bir fark göremiyorum. Esasen ikisi arasındaki yakınlaşmayı bu “özel gündem” lerinden hareketle de  izah etmek mümkündür. Unutmayalım, her şeye rağmen içinde yer aldıkları uluslararası bağlam bakımından ikisi halen müttefiktir. Reel durum budur. Öngörüyü, vizyonu, tek kelimeyle, politikayı buna göre yapmak gerekir (5)

Yeni bir konjonktürdeyiz. Eskisini geri getirmek mümkün olmayacaktır.

NOTLAR:

1) Tabii rekabet sadece adı geçen ülkelerle emperyalist ülkeler arasında değildir. Emperyalist ülkelerin kendi içlerinde, kendi aralarında da çekişmeler, gerilimler var. Örnekse, özellikle Almanya, Ukrayna sorunu ve Suriye, Irak, Afganistan gibi ülkelerden son zamanlarda AB ülkelerine doğru yoğunlaşan göçler dolayısıyla zarara uğrayacağını gördü. Almanya sermayesinin önemli temsilcileri Rusya’ya şu aşamada ihtiyaç olduğunu Merkel yönetimine hatırlattılar. ABD’nin İran’la antlaşmasını, Rusya’nın Suriye’ye müdahalesini Batı’da en olumlu karşılayan ve bunu en üst düzeyde açıkça ifade eden ilk ülke Almanya oldu. Elbette Almanya ve ABD ve diğer emperyalistler arasında karmaşık çıkar çatışmaları, çatışma konuları ve alanları var. Ancak Volkswagen ve Deutsche Bank olaylarının bu son Ukrayna ve Suriye gelişmeleriyle alakası olmalıdır.

2) Birçok cihatçı örgüt, mesela IŞİD de, aynı kentte kurulmuştur. Bunun en önemli nedeni Türkiye’dir. Türkiye’nin olmazsa olmaz bir öneme haiz lojistik desteğidir. Bu bakımdan bu kent büyük bir stratejik öneme sahiptir. Hem Türkiye hem de müttefiki cihatçılar için. Aynı nedenden dolayı bu kent, Rusya ve Suriye ordusunun öncelikli hedefi olacaktır. Çünkü Türkiye’den gelen çok değerli lojistik desteğin önü kesilmeksizin Suriye kontrol altına alınamaz. Bu kentin düşmesi ve kalıcı şekilde Suriye yönetiminin elinde kalması, cihatçılar ve hamisi Türk devleti için sonun başlangıcıdır. Çünkü kaybeden cihatçılar için oradan ötesi Cilvegözü’dür.

Türk devletinin ve cihatçılarının kendileri için moral açıdan da önemi olan  İdlip’te büyük bir direnişinin söz konusu olacağını tahmin etmek zor değildir. Bazı medya organlarında Türkiye’nin bu kent etrafında yığınak yaptığı veya yaptırdığı iddiaları vardır. Doğru olma olasılığı yüksektir.  Ankara’nın bombalanmasının ipuçlarını da buradan hareketle okumak mümkündür. Yani mesele kimin ne amaçla bombaları patlattığından çok Türkiye’nin şu an Suriye sorunu etrafındaki konumudur. Bunun altının çizilmesi gerekir. Türkiye, gırtlağına kadar Suriye sorunun içine batmış haldedir. Bunu tespit etmek lazım. Bu tespit olmadan ülkede, bombalamalar da dahil,  yaklaşık dört yıldan beri olup biteni kavramak mümkün olmayacaktır. Mesela bu çerçevede, Ankara’nın patlatılmasının devletin bilgisi dışında gerçekleşmiş olması kabil değildir.  Teşvik mi etmiştir, yoksa  önleyememiş midir, bu saatten sonra bu tartışmanın manası yoktur. Dediğim gibi, sorun Türkiye’nin Suriye’de (en kirli biçimiyle) savaş halinde olmasıdır. Bu bakımdan sadece geçen dört yılı değil, yakın geleceğe dair olası gelişmeleri de -bu durumu tespit etmeden- öngörmek olanaklı olmayacaktır.

3) Rusya’nın askeri müdahalesinin başarısı kaçınılmaz olarak diplomatik sahada ya da uluslararası hukuk alanında bir restorasyona yol açacaktır. Rusya öteden beri, Yalta Konferansı’nda alınan ve BM tarafından onaylanan ulusal devletlerin uluslararası hukuk tarafından tescil edilmiş egemenlik haklarını başka devletlerin şu ya da bu gerekçeyle ihlal etmemesi gerektiği ilkesinin tekrar kararlılıkla uygulamaya konmasını, iç işlerine karışmama ilkesine saygı duyulmasını istiyor. Yalta’dan sonra modern dünya tarihinin en uzun sürmüş barış döneminin bu ilke sayesinde olanaklı olduğunu iddia ediyor.

Bilindiği gibi, ABD, 2.D.Savaşı sonrasında  bu ilkeyi ilk kez Eisenhower Doktrini doğrultusunda 1957-9 Suriye Krizi etrafında ihlal etmiş, SSCB’nin kararlı duruşu sonrasında geri atmak zorunda kalmıştı. Şimdi yine bir Suriye sorunu etrafında aynı ilke Rusya ve ABD arasında tartışılıyor.

4) AKP hükümeti 2013 Haziran’ından sonra siyasal bir ceset haline gelmiştir. Siyasal tarihte örnekleri çoktur. Siyaseten ceset haline gelmişlerin kaldırılıp bir yana atılması iç ve dış faktörlerin istikrarsız davranışları nedeniyle zaman alabiliyor. Bugün artık ortada bu katliamları soruşturabilecek kadar dahi bir “devlet aklı” nın bulunmadığı haklı olarak ifade ediliyor. Devlet cihatçı çetelerin, mafyaların içinde at oynattıkları bir alana dönüşmüştür. Hükümeti, ordusu, polisi, MİT’i sadece ulusal ölçekte değil, uluslararası çapta da “suç örgütleri” haline dönüşmüş bir devletten söz ediyoruz. AKP rejimi, önceki rejimin bütün zaaflarının, yozluklarının, zayıflıklarının, gericiliğinin gidebileceği son sınırlara kadar itilmesi anlamına geliyor.

5) Geçenlerde bir gazetede okudum. PKK ile girilen bir çatışmada hayatını kaybetmiş bir erin Cemevi’nde yapılan cenaze törenine TSK itibar etmemiş. Ben şahsen bunda TSK adına aykırı olan bir taraf göremiyorum. Tersine her zaman Sünni ve Türk bir nüfusun devleti olduğunu bildiğimiz TC adına tutarlı bir davranış olduğunu belirtmek lazım. TC devletinin “laik” bir maske arkasında saklanmış Türk ve Sünni suratını en temayüz etmiş haliyle TSK’nın duruşunda bulabiliriz. Zaten Suriye’deki varlığı, Sünni cihatçılarla ittifakı da “Alevi Esed”i ortadan kaldırmak adına değil mi?

6) Bugün Rusya ve İran’ın, Suriye ve Irak’taki etkinliği sadece Türkiye’yi, AKP rejimini, Tayyip’i değil, onunla aynı uluslararası bağlam veya jeo-ekonomi-politik çerçeve içinde konumlanmış bölgesel Kürt siyasetlerini de huzursuz ve rahatsız etmiştir. Bunu kavrayabilmek için yukarıda adı geçen oyuncuların tarihi jeo-politik konumlarına, veyahut süreklilik arz eden tarihsel-siyasal duruşlarına, siyasal davranış biçimlerine bakmak gerekir.

Tweetle

“İt dalaşı”

Rusya’nın Suriye’ye doğrudan müdahalesi, muhtemelen Obama yönetimiyle, kapalı kapılar ardında varılmış bir antlaşmanın sonucudur. Öncelikle ABD-İran antlaşması böyle bir müdahalenin önünü açmıştır. Muhtemelen askeri müdahalenin ilerleyen evrelerinde, siyasal çözümün, belki yeni bir Cenevre sürecinin yolu açılacaktır.

ABD ve Avrupalı müttefikleri Orta Doğu’da dönüp dolaşıp kendilerini vurmuş olan bir çıkmazın içine hapsolduklarını gördüler. Giderek oradaki gelişmeleri kontrol edemediklerini anladılar. ABD’deki demokrasi güçleri ABD’nin neo-con histerinin peşinde boyutları öngörülemez bir savaşa doğru sürüklenmekte olduğunu fark ettiler. Hatta sadece demokrasi güçleri değil, şahinlerle aralarına mesafe koymak isteyen Cumhuriyetçiler de tırstılar.

ABD ve Avrupalı müttefikleri arasında Orta Doğu politikası konusunda gerilimler arttı. İran antlaşması ve Rusya müdahalesi hem Obama yönetimini hem de Avrupalı müttefiklerini belki de bir kez daha ipten almıştır.

Hiç kuşkusuz bu müdahale, emperyalist ittifak içinde aktif ya da pasif bir şekilde yer alan ülkelere mevcut konumlarını gözden geçirmeleri bakımından olanaklar sunuyor. Bu jeo-ekonomi-politik bilek güreşinin kağıtların yeniden karılması gibi bir sonucunun olması beklenmelidir. En azından, ittifaklar konusunda söz konusu ülkelerin manevra alanını, eski soğuk savaş döneminde olduğu gibi, nispeten genişletebilir.

Pekiy bu itirazlar, NATO protestoları, Türkiye’nin Rusya karşıtı çıkışları niye? Elbette Rusya’ya açıkça “çok iyi yapıyorsun, devam et” diyemezler. Ona sürekli sınırlarını hatırlatacaklardır. Bunun için her adımında onun üzerinde baskıyı arttırmak isteyeceklerdir. Bu anlaşılır bir şeydir.

Bundan başka, NATO da tek sesli, su sızdırmaz bir örgüt değildir. Farklı çıkar ve kayguların orada seslendirilmesi beklenmelidir. Kaldı ki, NATO, devasa uluslararası askeri tekellerle iç içe geçmiş olan bir kuruluştur. Esasen neo-con anlayışına sponsor olan iki temel ekonomik güçten birisi petrol tekelleriyse; diğeri,  bu askeri sanayi kompleksleri, tekelleridir. Bunların da bir çok durumda yollarının kesiştiklerini biliyoruz.

Daha önce bir çok kez ifade etmiş olduğum gibi, uluslararası finans-kapitalin oligarşik örgütleri arasında ekonomi-politik önceliklerden kaynaklanan fikir ayrılıkları, farklı politik tercihler adına baskılar emperyalist sistemin fıtratında var. Bir örnek olsun, kurucuları arasında eski Naziler’in, faşistlerin bulunduğu Bilderberg adlı emperyalist oligarşik kuruluşun, yakınlarda bir süre İsveç dış işleri bakanlığı da yapmış önde gelen bir üyesi, yakın bir zaman önce, “Avrupa için Rus Ortodoks hıristiyanlığı, İslam fundamentalizminden daha tehlikelidir” mealinde bir açıklama yapmıştı.

Göçler ve olası terör eylemleri nedeniyle kamuoylarının baskısı altındaki Avrupalı ülkeler, en azından, Rusya’nın kendilerine geçici bir süre için de olsa, nefes aldırabileceğini düşünüyorlar. Dikkat edilirse, NATO dışında, özel koşulları nedeniyle vasal TC devleti bir yana bırakılacak olursa, ne ABD’den, ne de Avrupalı müttefiklerinden Rusya’yı hedef alan sert tepkiler duyuluyor. Aksine, mesela Almanya gibi önemli bir müttefik Rusya’nın bu müdahalesine ihtiyaçları olduğunu, en üst düzeyde, açıkça ifade ediyor.

Muhtemelen bu müdahale Irak’ı da belli bir ölçüde kapsamına alacaktır. Hatta Çin’in de müdahaleye destek vermesi beklenebilir. Çin ihtiyacı olan enerjinin büyük bir kısmını İran ve S.Arabistan gibi ülkelerden temin ediyor. Geri kalanını temin ettiği ülkelerin çoğu da bu bölgeyle bağlantılı bir coğrafyada bulunuyorlar. Sadece hammade pazarları değil, Çin’in mamullerini sattığı pazarların önemli bir kısmı da buradadır. Çin, Rusya’yı izler; ona ihtiyacı olduğunu bilir. Ancak kendisi gibi Avrasya bölgesinde bulunan bu ülkenin kendi başına, amiyane tabirle, racon kesecek kadar güçlenmesini de istemez. Onun da kendisine muhtaç olmasını arzular.

Şimdi bir imha savaşına girişmiş olduğu anlaşılan Rusya’ya karşı emperyalist baskılarda Türkiye’nin öne itiliyor olması da anlaşılırdır. Türk ordusu zaten bir kaç yıldan beri cihatçılardan yana olarak bu savaşın aktif olarak içerisindedir. Türkiye emperyalist patronları gibi bir “vekalet savaşı” yürütmüyor. Aktif olarak sahadadır. Söz konusu vekalet savaşının en temel lojistik merkezidir, dayanağıdır. Türkiye olmasaydı, Esad yönetiminin işi hayli kolaylaşırdı. Son dört yıldan beri Türk hükümetinin arkasındaki  uluslararası desteğin en önemli nedeni bu Suriye Krizi’dir. Türkiye’deki hükümet son dört yıldan beri sürdürülebilirlik hesaplarını yaparken bu kartın kendisi için ifade ettiği yaşamsal anlamın farkındadır.

Bu krizin bu şekilde sona ermesi, Türkiye ve AKP hükümeti, onun başındaki figürler için telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğuracaktır. Bu yüzden hükümet direniyor. Direnirken kışkırtıyor. Kendisini gaz verilmeye açık bir halde tutuyor. Vur denildiğinde öldürme arzusu taşıdığını sorun etrafındaki davranışlarıyla gösteriyor. Bu arada, Türkiye’nin, emperyalist blok ve NATO içindeki oligarşik çıkar grupları tarafından manipüle edilmesi kolay bir devlet haline getirilmiş olduğunu söylemeye bile gerek yok.

Bugün için Suriye’de sürmekte olan “it dalaşı” nda Türkiye şahin rolündedir. Ancak Batı bloku için bu rolün sınırları olmak gerekir. “Kırmızı noktalar” belirlenmiştir. Türkiye’nin kontrolden çıkması halinde, bu hükümetin mirasçısı olmakla övündüğü geçmişteki DP hükümeti devrinde yaşanana benzer gelişmeler olabilir. Yani Türkiye’nin ipinin çekilmesi zaruretinin   hükümet katında sonuçları olabilir. Elbette fatura öncelikle Erdoğan ve Davutoğlu’na çıkar. AKP rejimine bir şey yapmazlar. Tersine, olası bir müdahaleyi o rejimin meşruiyet tazelemesi için kullanabilirler.

Bu konuda güncel bir örnek Mısır’dır. Askeri darbe sonrasında Mübarek rejimi adeta yeniden tadil edildi. Önemli ölçüde yitirmiş olduğu toplumsal meşruiyetini daha güçlü ve bu kez alternatifsiz olarak tazeleme olanağı buldu. Bizden, geçmişten bir örnek, 27 Mayıs Darbesi. Darbeden sonra askeriyenin kurdurduğu bütün hükümetler Menderes’siz, Bayar’sız, ama DP ağırlıklıdır.  Ya da bu hükümetlerde, alaşağı edilmiş, darbenin nedeni olarak sunulmuş  bir parti olarak DP’nin ağırlığı beklenenden fazladır diyelim. Böylece AP hükümetlerinin önü açılmış, DP rejimi yeni bir ad altında sürdürülmüştür. Bunu DP kadroları ve DP  karşıtı resmi muhalefetle işbirliği içinde askeri müdahale mümkün kılmıştır.

İnönü’nün kendisi için de geçerli olması gereken, artık neredeyse bir tekerleme halini almış bir sözü vardır: (Mealen) “Büyük devletlerle işbirliği yapmak fille yatağa girmeye benzer. Sağa da sola dönse altında ezilirsiniz”. Bunun açılımı şudur: Emperyalizme vasal olursanız, onun işbirlikçisi olursanız sizin için ilk dolaysız sonucu depolitizasyon olur. Sizin bütün politika yapma araçlarınızı elinizden alır. Pasifize edilirsiniz. Dahası, politik düşünme yeteneğinizi dumura uğratır. Bugün TC devletinin ve Türkiye’deki dahil bölgesel Kürt siyasetinin başına gelen budur.

Bu saatten sonra ölçeği küçültmeye kalkmak da çare olmayacaktır. Rusya, İran, Irak, Suriye, Lübnan ve Çin gibi oyuncuların sahaya hakim olmaya, en azından, ortak olmaya başladıkları şartlarda, elbette emperyalist blokun temsilcisi olduğu jeo-ekonomi-politik kaygulardan çok farklı jeo-ekonomi-politik kayguların da devrede olacağını öngörmek gerekir.

Tweetle

“İran sorunu”

Obama yönetiminin İran’la, bu ülkenin  nükleer çalışmalarıyla ilgili olarak varmış olduğu antlaşmanın bu ay içinde ABD’nin ilgili yönetim organlarında onaylanması gerekiyor. Aksi halde, antlaşma geçersiz olacak. Bugün bölgemizde ve ülkemizde artan şiddet, siyasal gerilim, ABD ve İran arasında varılmış olan antlaşmayla yakından alakalıdır. Bunu tespit etmek gerekir.

ABD’de kısaca “neo-con” olarak tabir edilen orta doğucu şahinler, bu antlaşmanın ABD ve müttefiklerinin Orta Doğu’daki etkisini hayli azaltacağını, bölgeyi, İran, Rusya gibi ülkelerin rahatça at oynatacağı bir alan haline getireceğini iddia ediyorlar. Bu antlaşmanın S.Arabistan, Katar, BAE, İsrail gibi ülkelerin güvenliğini tehdit ettiğini söylüyorlar. Sürekli savaş çağrıları yapıyorlar. İran ve Suriye’ye karşı ABD’nin aktif bir savaş siyaseti izlemesini talep ediyorlar.

Arka arkaya İngiliz ve Fransız, Türk parlamentolarından, hükümetlerinden neo-con talepleri doğrultusunda savaş çağrıları yapıldığını duyuyoruz. Bir yandan da provokasyonlar arttırılıyor. Şiddet, göç hareketleri teşvik ediliyor. Göz yumuluyor. Bu antlaşmanın ABD’de görüşüleceği güne kadar da artarak devam etmesi beklenmelidir. Sorunun Esad gitmeden, destekçileri etkisizleştirilmeden çözülemeyeceği algısı dünya kamuoyunda yaratılmak isteniyor. Bu çizgiye yakın emperyalist medya araçları bu amaçla en gözü kara şekillerde kullanılıyor.

Obama sayısal olarak azınlıkta, Cumhuriyetçilerden en az 4-5 oy alması gerekiyor. Aksi halde neo-conların zafer sarhoşluğu bölgeyi ve belki dünyayı  uzun ve çok şiddetli bir savaşın içine sokacak. Rusya bunu öngörerek Suriye’deki tahkimatını, askeri uzman sayısını arttırıyor. Hatta yabancı medyada çıkan haberlere bakılırsa, Suriye ordusunun bazı bölgelerdeki başarısında, ona komuta eden Rus askerlerinin katkısı var.

Şimdi bakınız, S.Arabistan, İsrail, Katar,Türkiye  gibi ülkeler söz konusu antlaşmanın yürürlüğe girmesiyle son 7-8 yılda elde etmiş oldukları siyasal konumları yitireceklerini haklı olarak düşünüyorlar. Esasen iktidarları pamuk ipliğine bağlı petrol monarşileri kendilerine garantiler verilmemiş olduğu için bu antlaşmadan hayli kaygu duyuyorlar. Yoksa, mesela, S.Arabistan gidişattan rahatsız. Rahatsız ki, Rusya ve İran’la diyalog arayışları içerisine giriyor. Yeterli garantiler verilmediği sürece mevcut ortamın sürdürülmesine katkı yapacağını eylemleriyle anlatıyor. Neo-con siyasetini destekliyor. Bugün Türkiye’deki yönetim de en büyük parasal desteği muhtemelen Katar ve S.Arabistan’dan alıyor. Tayyip’in çıkıp, “tehdit IŞİD değil, PKK’dir” demesi bundandır. Yani iktidarlarını yitirme telaşında olanların işbirliği halinde olduklarını tespit edebiliyoruz. Anlaşılır bir şey tabii.

Bu bakımdan bu ay İran’la varılmış antlaşmanın onaylanıp onaylanmaması büyük önem taşımaktadır. Hatta Türkiye’de seçimlerin yapılıp yapılamayacağı da o zaman belli olacaktır dersek, abartmış olmayız. Yani şartlar bir anda değişebilir. Elbette neo-conlar, onların adamı Tayyip sonuna kadar savaş isteyecektir. Vazgeçmeyeceklerdir. Ancak yine de onay halinde, ağır bir darbe almış olacaklardır.

Türkiye’de bugünkü şiddeti emperyalist blok içindeki bu güncel çekişmeyi dikkate almadan analiz edemeyiz. Daha önce defalarca söylemiştim, emperyalizm, emperyalist blok, onun bileşenleri, iktidar blokları, devletleri yekpare bir bütünsellik arz etmiyorlar. Kendi içlerinde, aralarında farklı çıkar önceliklerine referans veren çelişkileri, çatışmaları, en hafif tabirle, görüş ayrılıkları var. Özellikle emperyalizmin saldırılarını arttırmış olduğu momentlerde devlet olgusunu emperyalist sisteminin bütününü göz ardı ederek analiz edemeyiz. Onun içindeki görüş ayrılıkları bütün egemenlik yapılarını,parçalarını kat edecektir. Bunu öngörmek lazımdır. Bu koşullarda, dış dinamik/iç dinamik arasındaki ayrım çizgileri flulaşır, hatta kaybolabilir (1)

Lenin zamanında bu durum henüz rüşeym halindeydi. 2.Savaş’tan sonra ABD hegemonyasının konsolidasyonuyla emperyalist siyasal yapı değişim geçirdi. Mesela İngiliz tipi doğrudan sömürgecilik yerini ABD’nin, “ulusların kaderlerini tayin hakkı” emperyalist mottosuyla dile getirilen yeni-sömürgecilik siyasetine bıraktı. Esasen bu siyaset, ABD emperyalizminin kurucu ilkeleri arasında ta baştan mevcuttu. Britanya İmparatorluğu’yla arasındaki kavganın temel meşrulaştırıcı argümanıydı. Zaten bugünkü “demokrasi, insan hakları” emperyalist ideolojisi de temellerini bu anlayışta bulur(2)

Tweetle

NOTLAR:

1) ABD yönetimi içinde öteden beri var olan “neo-con” ve “Demokrat ” çekişmesi son İran antlaşmasıyla şiddetlenmiştir. Hatta Obama’nın tehdit edildiğine dair haberlere ABD medyasında rastlamaya başladık. Obama’nın Antalya’da savaş gemisinde kalacağını açıklamış olmasını bu gerilimin ışığında düşünmek gerekir.

Bir başka güncel vak’a, bir süre önce John Allen’ın sözde Anti-IŞİD koalisyonun baş koordinatörü yapılmış olmasıdır. Herhalde bu atama Obama yönetimi adına bir taviz olarak görülmek gerekir. General Allen, neo-con kliğin en gözü kara kanadının, yani McCain-Petraeus kanadının has adamıdır. O bu sözde koalisyonun başına geçtikten sonra Suriye, Irak, Türkiye ve Yemen’de şiddet tırmanmış, Batı’ya ya da Kuzey’e doğru insan göçü hız kazanmıştır.

Bu arada, bu göç meselesinin Türk ve Batı medyası tarafından savaş kışkırtıcılığı adına nasıl  istismar edildiğine dair çarpıcı bir örnek,  cesedinin karaya vurduğu iddia edilen küçük yavrucağın -muhtemelen mizansen olan- resminin kullanılma biçimleridir. Benzer şekilde uyuyan  küçük bir çocuk resmini ihtiva eden popüler bir posteri hatırlıyorum. Bu olay vesilesiyle, bir kez daha, kapitalist-emperyalist çürümenin en özsel insani değerleri, duyguları, insani bağları nasıl itibarsızlaştırdığına, pazar metası haline getirdiğine, insanı maddi menfaatler, kariyerist saplantılar adına nasıl insanlıktan çıkardığına  dikkat çekmek isterim.

İnsan göçü yeni bir vak’a değil. Sadece savaştaki ülkelerden de kaynaklanmıyor. Son 4-5 yıl içinde Avrupa’ya doğru arttığı iddia edilen  göçlerin küçük bir bölümünün nedeni savaşlar. Mesela 2011-2014 (dahil) AB ülkelerine göç edenlerin sadece yaklaşık olarak yüzde 20’si Suriyeli. Yaklaşık yüzde 10’u Afganistanlı ve Iraklı. Aslında 1990’ların başından itibaren sosyalist cumhuriyetlerin çözülmesinden sonra AB ülkelerine göç sürekli artmaktadır. Mesela Bulgaristan’ın genç nüfusunun büyük bir kısmı AB ülkelerinde göçmen olarak yaşamaktadır. Göçün asıl nedeni yoksulluktur. AB ülkeleri ve etrafındaki coğrafya arasındaki ekonomik-sosyal eşitsizliklerdir. Bu gerçeği saklamak istiyorlar.Bununla birlikte, geçenlerde internette okudum, bir Alman iş adamının (Ulrich Grillo) açıklamasından bu göçlerden Alman sermaye sınıfının  pek de rahatsız olmadığı anlaşılıyordu. Almanya için ucuz işgücü kaynağı ve talep pazarı olduğunu ima ediliyordu.

Bugün göçler esnasındaki trajik çocuk ölümlerine, bir kaç yıl önce Suriye’de Guta’da islamcı canilerin kimyasal silahlar kullanarak katlettikleri çocukların ölümlerine yüklenmek istenen işlev yüklenmek isteniyor. O zaman da o olay Esad yönetiminin üzerine atılmak istenmiş, böylece Suriye’ye doğrudan askeri müdahalenin meşruiyeti için zemin hazırlanmaya çalışılmıştı. Oysa o olayın planlayıcısı Suudi istihbarat şefi Bender Bush, lojistik desteği temin eden Tayyip Erdoğan’ın başbakan olduğu TC hükümetiydi. Olay ABD yönetiminin bilgisi dahilinde gerçekleştirilmiş, beş yüz civarında çoğu Alevi olmak üzere hıristiyan ve Kürt çocukları katledilmişti.

Son Hakkari vak’ası hazırlanmış bir senaryonun uygulaması olarak görülebilir. O mıntıkada kara yoluyla asker sevkiyatı bana göre bir nevi intihardır. Daha önce de bir kaç kez tecrübe edilmişti sonuçlarını biliyoruz.  GKurmay’ın bunu bilmemesine olanak yoktur. Şiddet planlı bir şekilde teşvik ediliyor. Asker ve sivil kayıpları artıyor. Sokağa çıkma yasakları yayılıyor. Kürt halkı üzerindeki baskılar, terör ağırlaşıyor. Emperyalist güçler bunun için elbette ellerinin altındaki Türk ve Kürt malum siyasal-askeri araçlarını kullanıyorlar.

“Barış süreci”  başlatıldığında bunun PKK liderliğindeki Kürt siyaseti adına harakiri olacağını ifade etmiştim. Bir daha silahlı mücadeleye dönemeyeceklerini, Kürt halkı nazarında meşruiyet bulamayacaklarını ilave etmiştim. Aynı Tayyip Erdoğan ve AKP’si gibi, PKK de kendisini dev aynasında görmüş, sadece kendi ikballerini gözeten iktidarsız Türkiye liberal ve solcularının da katkısıyla gücünü, kapasitesini abartmıştır. Bugün bunu yaşıyoruz. Emperyalizm ve AKP ile dans, “kör kör gözüm parmağına” anlayışı PKK’yi bu noktaya getirmiştir. Emperyalistlerle işbirliğine girdiniz mi, kaçınılmaz olarak sizi depolitize eder. Politikasızlaştırır.  O varken, politika yapmak size düşmez. Bu bakımdan TC devleti de, Kürt siyaseti de aynı dertten muzdariptir.

Öte yandan, bazı komünist arkadaşların önceki seçim kampanyasından beri yükselen şiddetle AKP yönetimi arasında bir çıkar bağı olmadığını düşünmeleri tam bir gaflet durumudur. Hem AKP’nin şiddetten medet umduğunu söyleyip, hem de yükselen şiddetle onun arasında bir çıkar bağı kurmamak büyük bir çelişkidir.

2) Devrimci solcular olarak önemli bir eksiğimiz, ekonomi-politiği tarihsel “politik-ekonomik coğrafya” çerçevesine yerleştirememektir. Bu yanlışın kökleri Karl Marks’a kadar gider. Onun tarih bilgisi kifayetsizdir. Mesela “Şark” hakkındaki bilgileri önemli ölçüde kolonyalist Britanya İmparatorluğu’nun İstanbul büyükelçisi de olan David Urquhart’ın verdiği bilgilere dayanır. Bu zat aşırı bir Rusya aleyhtarıydı. Osmanlı devletini İngiliz çıkarları doğrultusunda Rusya’ya karşı kışkırtmakla meşguldü. Gayet gerici bir adamdı. Parasal sıkıntılarının arttığı bir sırada Marks bir süre onun gazetesinde Şark sorunu hakkında makaleler yazmıştır. Urquhardt’ı öven yazılarını hatırlıyoruz.

Bir kez daha IŞİD hakkında

Ne zaman Rusya Suriye sorunuyla ilgili olarak diplomatik hamleler yapsa, emperyalistler Suriye’de ve onunla  ilişkili bölgede şiddeti tırmandırıyorlar. ABD’nin zamanı yok. Reel korkular, kaygular devreye girmedikçe (mesela İran’la nükleer konusunda olduğu gibi) diplomasi lafını dahi duymak istemiyor. Bugün Suriye’de artan cihatçı şiddetini,  onu kollamaya yönelik Türk ve ABD müdahalelerini bu bakımdan değerlendirmek gerekir. “Güvenli bölge” palavrası, IŞİD ve benzeri cihatçılar için güvenli bölgeler yaratmak anlamına geliyor. Bunu görmek lazım. Suriye ordusunun ve Suriye barış güçlerinin şartları lehlerine çevirmelerine izin verilmek istenmiyor.

Eğer emperyalistler için sorun IŞİD olsaydı, bir iki haftada kolları kanatları derhal kırılırdı. Tersine, ABD ve müttefikleri IŞİD (ya da El Kaide) konseptini daha da geliştirmeyi ve ona Avrasya coğrafyasında görev vermeyi planlıyorlar.

Bazı stratejistler IŞİD’i Timurlenk’in yüksek hareket kabiliyetiyle bir dönem Asya’yı, Avrupa’yı tehdit eden bir güç haline gelmiş ordularıyla kıyaslıyorlar.  IŞİD’i kullananlar sahip olduğu mekanize  hareket kabiliyetini arttırarak onu doğrudan Rusya coğrafyasına salmayı planlıyorlar. Rusya’nın bunun farkında olduğu açıktır. Hatta Rusya’yı son günlerde harekete geçiren en önemli saik bence budur.

Rusya, Türkiye’nin IŞİD’e verdiği destekten şikayetçidir. Nitekim, geçen hafta Türkiye’nin Suriye’ye yönelik “sınır” operasyonları başlatıldığında, Rusya’daki Türk büyükelçi Rus hükümeti tarafından sert bir şekilde uyarıldı. Türkiye’ye yönelik üstü örtülü tehditler içeren uyarılar Erdoğan’a iletilmek üzere elçiye sunuldu(1)

Öte yandan, Suruç katliamı sonrasında Türkiye’nin, Suriye’ye karşı tek başına “oldu bitti” lere girmemesi konusunda bizzat Afrika’da bulunan Obama tarafından telefonla sıkı bir şekilde uyarıldığı biliniyor. Nitekim,  İncirlik Antlaşması bu sıkı uyarılar sonrasında imzalanmıştır. Kimi kaynaklar Obama’nın telefon görüşmesi sırasında Erdoğan’ı Türkiye’nin NATO’dan çıkartılmasına kadar gidebilecek gelişmeleri tetiklememesi için uyardığını belirtiyorlar. Bu arada, yeni genel kurmay başkanın da  NATO’nun vereceği her emre amade olacağı bilinmelidir. Bundan kuşku duymamak gerekir.

Bu noktada geçerken, Suruç katliamının emperyalistler ve Türkiye için yaratmış olduğu işlevsel siyasal sonuçlara dikkat çekmek isterim.  Bunu “iç güçler” in mi yoksa “dış güçler”in mi yapmış olduğuna dair tartışmanın bu şartlarda bir anlamı yoktur. Bu her iki gücün epeydir  iç içe geçmiş olduklarını bir kez daha belirtmek isterim. Elde edilmek istenen siyasal sonuçlara odaklanmanın daha anlamlı bir iş olacağını düşünüyorum.

Şimdi konuya ilgi duyan herkes IŞİD’in ABD, İngiltere, Fransa, Türkiye, S.Arabistan, Israil, Katar demek olduğunu biliyor. Ancak sanki böyle değilmiş gibi davranılıyor, akıl yürütülüyor. Önce bu tespitin konulması gerekir. Aksi halde konuyla ilgili hiç bir analizin, önerinin manası olmayacaktır. Sözde IŞİD karşıtı koalisyonun ABD tarafından kurulmasından sonra IŞİD daha organize bir hale gelmiş, sahasını hem genişletmiş hem emperyalist isterler doğrultusunda sınırlar belirlemiş, şiddetinin dozunu arttırmıştır.

Bu arada, Erdoğan ailesinin IŞİD sayesinde temin ettiği ekonomik çıkarlara ve onunla olan ekonomik ilişkisine dikkat çekmeyen bir analiz de Türkiye IŞİD ilişkilerini kavramak bakımından eksik kalacaktır. Erdoğan, ailesinin ekonomik çıkarlarıyla emperyalist çıkarlar arasında tutarlı bir ilişkinin olması gerektiğinin farkındadır.

Bu sözde IŞİD karşıtı koalisyonun başına ABD adına atanan kişi önde gelen bir neocon olan general John Allen’dir. IŞİD’in bütün organize faaliyetleri onun tarafından yönlendirilmektedir. Türkiye’yi “güvenli bölgeler” konusunda teşvik eden de Allen’dır.

Esasen Obama, Allen’ı bu göreve Pentagon’un büyük baskısına karşı koyamayarak atamıştı. Suriye ve Irak’taki bir çok gelişmede bu generalin dayandığı iktidar kliklerinin (dış bakan Kerry de bu kliklere dahildir) Obama’yı bypass etmeleri söz konusudur. Mesela son gelişmeler Obama’nın Afrika gezisine rast getirilmiştir. Bu Iran’la varılan nükleer antlaşmaya karşı bir hamle olarak da görülebilir.

Yani hep söylediğim gibi ABD yönetimi yekpare bir yapı değildir. Ancak farklı içerikleriyle, öncelikleriyle  bu yapının tümü emperyalisttir, saldırgandır. Bunda hiç bir tereddüdün olmaması gerekir.

Rusya’nın son hamlesi, öncekilerine göre daha geniş bir Esad’lı koalisyonu öngörmektedir. Bunun gerçekleşmesi durumunda Suriye sorunu etrafında kağıtların bir kez daha yeniden karılması söz konusu olacaktır. Böyle bir karılma oyuncular arasında ve içinde de yeni kopuşları, saflaşmaları getirebilecektir. Mesela Suriye Kürt hareketi Esad’a yakınlaşarak anti-Amerikan bir çizgide konumlanabilir. Böyle bir olasılığın gerçekleşmesinin Türkiye’deki de dahil, genel olarak Kürt hareketi için önemli sonuçları olur. Anlamlı ayrışmalar gündeme gelebilir. Sonuçta Kürt siyasetine tutunmuş Türk sol siyasetleri bir kez daha hiza alırlar. Zaten şimdiden bunun işaretlerini tespit edebiliyoruz.

Kürt siyaseti, PKK izlediği çizgiyle adeta kendi kendisini içine hapsettiği bir labirent örmüştür. Gerilla savaşı tehditiyle desteklenen “barış süreci” nin bugün geldiği noktada PKK’nin (daha önce bir çok kez belirtmiş olduğum gibi) askeri hareket kabiliyeti gayet sınırlıdır. Teröre başvurması kendi coğrafyasında dahi meşruiyet alanını daraltacak sonuçlar doğuracak, legal Kürt siyasetinin kazanmış olduğu mevzilerin yitirilmesine veya zayıflamasına neden olabilecektir. Karşılıklı olarak milliyetçiliklerin yükselmesine katkı yapacaktır.

Artık “barış süreci” nden sonra silahlı mücadele başlatmak kolay olmayacaktır. PKK, ama en çok da Kandil kanadı, bu sürece dahil olarak, zaten ta baştan beri var olan siyasetsizlik, programsızlık sorununu daha da takviye etmiş, hareket üzerinde ilerici bir vizyonu bulunmayan işbirlikçi burjuva siyasal etkilerin ağırlığının artmasına neden olmuştur. “Esir önderlik” şartlarında Kürt siyaseti zaten arızalı olan siyasal cevvaliyetini tamamen yitirmiştir. Oyun kuruculuğu, beyin görevini emperyalistlere vererek kendi kendisini depolitize etmiştir. Bunun askeri kanat üzerinde de olumsuz etkilerinin olmaması mümkün değildir.  Bugün Kürt siyasetinden yükselerek Türk sol çevrelerini de etkisi altına alan (son örneği HTKP’dir) oportünizmi bu açıdan da okumak meşrudur.

NOTLAR:

(1) Yazıyı yazdıktan bir gün sonra bazı medya organlarında Rusya’nın Türkiye’ye karşı sert bir tepki vermemiş olduğuna dair Rus hükümeti kaynaklı açıklamalar yer aldı. Ancak aynı gün aynı kaynaklarda gerek Rusya başbakanının ve gerekse Rus dış bakanlığı çevrelerinin Türkiye’nin IŞİD ve Suriye konusundaki davranışlarıyla ilgili olarak dile getirdikleri sert eleştiriler de yer buldu.

Tweetle

“Toprakları kanlı Yemen”

Galeri

Emperyalistler, görüldüğü gibi, geri adım atmıyorlar. Yani uygulamaya koydukları stratejik amaçlarından vazgeçmiyorlar. “Sünni eksen” planı ısıtılıp ısıtılıp öne sürülüyor. Ortadoğu’da, onun kapısı ve emperyalist kontrolün teminatı olarak gördükleri ( Sovyet-) Rusya coğrafyasında mevzi kaybetmeye tahammül edemiyorlar. Esad yönetimi konumunu tahkim … Okumaya devam et

Son uluslararası gelişmeler, Türkiye

Galeri

Burada her zaman izlediğim bir yöntem,  iç siyasal gelişmelerleri, dış siyasal gelişmelerden, Türkiye’nin içinde yer aldığı uluslararası bağlamdan koparmadan analiz etmeye çalışmak olmuştur. Yine aynı yöntemi izleyerek, özellikle de  Rusya’dan hareketle Türkiye’deki son gelişmelere bakalım. Daha önceki yazımda belirtmiş olduğum gibi, … Okumaya devam et

Esad Yönetimi düşer mi? “Suriye krizi” üzerine düşünceler 1

ABD’deki 11 Eylül olayları sonrasında, ABD’nin başını çektiği emperyalist güçler tarafından adeta bir düğmeye basılarak başlatılan “yeni dünya düzeni” projesini, dünyayı “soğuk savaş” sonrasında, jeo-ekonomi-politik anlamda, yeniden paylaşma stratejisi olarak görmek gerekir. Emperyalizm, son 65 yıldan bu yana ilk kez bu kadar çıplaktır. Irak’tan, Afganistan’a, Pakistan’a; Tunus’tan, Libya,Mısır ve Suriye’ye kadar bir çok ülkeyi, rejimi kapsamına alan saldırı operasyonları bu büyük stratejinin etaplarıdır. Türkiye’nin son on yılını da bu stratejinin dışında düşünmek yanlış olur.

Bu Suriye meselesini, sadece inişte olan ABD’nin belli jeo-ekonomi-politik dengeler üzerinde yükselen hegemonik konumunu, yeni yükselen global güçler karşısında koruma veya yitirmeme kaygusuna bağlamak eksik olur. Bununla beraber meseleyi, salt bir Türkiye meselesi, basitçe Türk dış politikası sorunu olarak görmek de doğru olmaz. Suriye, bugün geldiği nokta itibarıyla, yukarıda sözü edilen global stratejinin bir etabı olarak, adeta emperyalist kapışmanın “gordiyon düğümü” haline gelmiştir.

Öte yandan, yeni emperyal güçler olarak yükselmek isteyen Rusya ve Çin gibi ülkeler, önlerinin açılması için ABD’nin başını çektiği düşüş sürecindeki emperyalizmin yakınlarındaki coğrafyadan başlayarak geriletilmesi gerektiğini görüyorlar. Hiç şüphesiz, Esad’ın bu yükselen güçlerin razı olabilecekleri koşullarda yönetimini sürdürmesi, bölgenin Türkiye ve İsrail dahil, gerici, arkaik rejimlerinin üzerinde durdukları zemini iyice zayıflatacaktır. Bu gelişme söz konusu rejimlerle bağlaşmış ABD’nin düşüşüne ivme kazandıracaktır.

Türkiye’de, 2.Cumhuriyet’in soluğu kesilecektir. SSCB karşısında tampon bir işlev üstlenmiş olan birincisinin işi, SSCB ortadan kalkınca, doğal olarak bitmişti. İkincisinin işi, “yeni dünya düzeni” nin ABD’nin isterleri doğrultusunda ortaya çıkmayacağının, Suriye krizi dolayısıyla, net olarak ilan edilmesiyle bitecektir. Böyle bir durumun bölgesel çapta spektaküler dışa vurumuna, manipüle edilmemiş gerçek bahar eylemleriyle tanık olabileceğiz. Yani yalancı olmayan bahar, Suriye’nin ayakta kalmasıyla yeşerebilecektir. Elbette Türkiye’de bu durumun farkında, sonuna kadar Suriye’yi devirmek için mücadele edecektir. Bu mücadeleyi kazanmış olsa da, çok geçmeden, bunun bir Pirus zaferi olduğunu fark edecektir. Yani, öyle de böyle de, emperyalist bir maşa olarak TC rejiminin kurtuluşu yoktur.

Suriye’nin direnişinin, karşısında bulunan cephenin Avrupa’dan başlayarak bölünmesine yol açacağı beklenmelidir. Bu şartlarda, Türkiye yönetiminin kafası allak bullak olacaktır. Manipülasyonlarla, demagojik islami muhabbetlerle vaziyeti idare etmek mümkün olmayacaktır. Minyatür Osmanlıcıların, bir Osmanlı geleneğine başvurarak ortaya bir ya da bir kaç kanlı kelle atmalarının da çare olmadığı görülecektir.

Baba Esad gayet zeki bir adamdı. Ülkeyi, Ortadoğu’da bugünkü kilit konumuna getiren baba Esad’dır. Esad bu bölgede emperyalizmle, gerektiğinde, vuruşmadan ayakta kalmanın mümkün olamayacağını ön görmüş, bu doğrultuda önlemler almıştı. Sanılanın aksine, sekülerleşmesine özen gösterdiği toplumsal dayanaklarını akıllıca kurulmuş dengeler üzerinde takviye etmişti. İzlediği iktisadi politikalarla, genel olarak, burjuvazinin işbirlikçi eğilimler geliştirmesine izin vermemişti.

Oğlu da, son Irak ve Libya deneyimlerinden sonra emperyalistlerin tereddütlerini iyi analiz etti. Emperyalizmin ülkesine direkt olarak müdahale etmesinin emperyalistler için doğuracağı maliyetin fakında olarak soğuk kanlı hareket etmeyi sürdürüyor. ABD’nin “demokrasi ve insan hakları” gerekçesiyle, bölgenin en anti-demokratik, en gerici güçlerini kullanarak yürüttüğü mücadelenin sürdürülebilir olmadığını görüyor. Öte yandan Rusya ve İran gibi ülkelerin neden Suriye’nin arkasında durmak zorunda olduklarını da biliyor.

Bu saatten sonra İran veya Rusya ya da her ikisi tarafından (amiyane tabirle) satılmasının çok zor olduğunun da farkındadır. ABD, doğrudan çift dalarsa, tuş edebilir tabii. Ancak kendisi de minderden tek parça halinde kalkamaz. Yok eğer Suriye, Rusya ve İran tarafından satılırsa, Ortadoğu’daki kaos bu iki ülkenin sadece bu bölgedeki kısa erimli çıkarlarına zarar vermekle kalmaz, orta erimde, bu ülkelerin sınırlarına dayanır.Kapılarını zorlar. Bu arada, Esad’ın düşmesi meşru Irak yönetiminin de işine hiç gelmez. Barzani’nin elini güçlendirir. Özcesi, mevcut Suriye sosyal dengeleri içinde Esad’dan başka bir yönetimin Suriye’yi tutabilmesi reel olarak olanaklı değildir. Bunu görmek lazım. Esad yönetimi hem dış dinamiklerin hem de iç dinamiklerin reel konumları itibarıyla, belki bazı vitrine yönelik değişikliklerle, yoluna devam edecektir.

Hep birlikte göreceğiz. Emperyalistler giderek Rusya ve İran üzerinden bu sorunu “kötünün iyisi” anlayışına razı gelmek pahasına çözmek yoluna gidecekler. Muhtemelen AB ve Rusya arasındaki temas trafiği giderek yoğunlaşacaktır. Gelgelelim, kararlı bir mücadeleyi göze alan Esad yönetiminin Rusya ve İran’ın dikte edeceği çözümlere göre değil, kendisinin oluşmasında inisiyatif alacağı önerilere imza atmak isteyeceğini de tahmin etmek zor olmasa gerek. Kavga aynı zamanda bir öz güven tazeleme aracıdır. Yok bu kez “Suriye krizi” öyle, önemli sonuçlar doğurmadan, Amerikalıların sevdikleri bir tabirle, “over” olmayacak.


“Suriye krizi” üzerine düşünceler 3

Erdoğan’ın siyasal devrinin fiilen kapanmış olduğunu söylememiz yanlış olmaz. Muhtemelen “Suriye krizi” nin emperyalistlerin beklentilerini karşılamayacak şekilde gelişeceğinin netleşmesiyle, nihai olarak iflası ilan edilecek. Menderes de “Suriye krizi”nde çark etmek zorunda bırakıldığında, siyaseten bir mevta haline gelmişti. Seçimleri, aklımda yanlış kalmamışsa, nüfusunun yaklaşık %80’inin kırsal alanlarda yaşadığı koşullarda, %58 civarında bir oyla kazanmış, bir iki yıl içinde de kentli orta katmanların başkaldırısıyla siyaset edilivermişti. “Oy” ya da “milli irade” toplumdaki sınıf mücadelesinin düşük seviyede bulunduğu şartlarda ifade ettiği anlamı, bu mücadelenin şiddetlendiği koşullarda ifade edemeyebiliyor.

Kasımdaki seçimden sonra ABD yönetiminin ve NATO’nun, askeri anlamda, daha aktif olarak Ortadoğu’da devreye girebileceğini beklemek boşunadır. ABD’nin ya da NATO’nun Suriye’yi havadan vurup, sonra “haydi Türkiye karadan sen gerekli temizliği yap” demesi beklenmemelidir. Gerileyen emperyalizm,önünde sonunda, yükselmeye çalışanla anlaşmak zorunda kalacaktır. Esad elbette gidebilir. Ama Rusya, Çin,İran ve Irak’ın kabul edebileceği koşullarla. Esad’ın emperyalistler tarafından düşürülmesi demek, Fas’tan Çin’e kadar uzanan bir coğrafyanın ABD emperyalizmine ikram edilmesi anlamına gelecektir. Özellikle şu sıralarda, adalar sorunu dolayısıyla, Japon emperyalizmini ve onun doğal müttefiki G.Kore’yi geri püskürtmekle meşgul Çin’in işi daha da zorlaşır. Çin ve Rusya emperyal güçler haline gelmek istiyorlarsa, hayat alanlarını eski jeopolitik sınırlarına hapsedemezler.

ABD, vaktiyle SSCB’ye uyguladığı “containment” politikasını şimdi Rusya ve Çin’e karşı uygulamak istiyor. Hindistan ve Vietnam’la flörtü bu gayeyee yönelik girişimler olarak görülmelidir.. Seçimlerden sonra bu girişimlere ağırlık verileceği ilan edildi. Evet, SSCB’ye karşı benzer bir politika otuz küsur yılda sonuç verdi. Ancak sonucun bir tarafı SSCB’nin çökertilmiş olmasıysa, diğer tarafı da ABD’nin kendi kendisini tüketmiş olmasıdır. SSCB’den sonra ABD’nin hegemonyasını ilan etmesi elbette mümkündü. Ancak sürdürmesi olanaklı değildi. Yani bir anlamda, ABD de, AB gibi, SSCB’nin enkazı altında kalmıştır.

ABD ve müttefiklerinin bu kadar geniş ve zor bir coğrafyada top çevirmesi olanaklı değil artık. Etnik, dinsel fay hatlarına basınç uygulayarak kaos stratejisini devreye sokmak zorunluluğu duyacaklarını sanıyorum. Zaten AB’nin ve Japonya’nın, ABD’nin peşinden, yeni bir maceraya sürüklenmek anlamında, gidecek mecalleri ve arzuları olduğunu da herhalde söyleyemeyiz. Özellikle AB’de, başta Almanya olmak üzere, rasyonel siyasal güçlerin devreye girerek yeni bir durum değerlendirmesi yapmaları kaçınılmaz olacaktır (bunun ilk işaretlerini Bush’un Irak macerası esansında kısmen almıştık).

Çin, ABD ve AB pazarının yol açacağı boşluğu, Hindistan üzerinden aşmayı tasarlıyor. Bu pazarın alım gücünü takviye edecek araçlara sahip olduğunu biliyoruz. ABD, Hindistan’a ve Vietnam’a, onları “Çin gibi” yapmayı taahhüt ediyor olabilir. Veyahut söz konusu iki ülkenin ABD ile ilişkilerini bu şekilde değerlendirme eğilimleri olabilir. Ancak bunun fos çıkacağını görmemek için kör olmak gerekir. ABD’nin artık düşmekte olduğunu ve bu düşüşün de beklenenden erken gerçekleşeceğini görmek gerekiyor. Hiç şüphesiz bu düşüş 21.yüzyılı hızlandırıp, belki de, kısaltan başlıca faktör olacaktır.

Geçerken,Vietnam’da Ho Chi Minh’den sonra liderlik kalitesinin düşmüş olduğunu belirtelim.İyi devrimci olmakla,iyi kurucu olmak her zaman aynı anlama gelmeyebiliyor. Hatta çok nadiren bu ikisinin örtüştüğünü söylemek yanlış olmaz. En ünlü istisna, her ne kadar kuruculuk misyonunu tam olarak gerçekleştirmeye ömrü vefa etmemişse de, Lenin’dir. İlk ve son büyük sosyalist kurucu Stalin’in,Lenin’in yol işaretlerini izlemiş olduğunu hiç tereddüt etmeden söylememiz gerekir. Stalin, Lenin’in mücadelelerini kararlılıkla nihai noktalara taşıyan adamdır.Mesela, Lenin’in Menşevikler’le başlattığı ve ölene dek sürdürdüğü mücadeleyi sonlandıran Stalin idi.

Şimdi, Che Guevara, Trotsky, Mao,Le Duan gayet yetenekli devrimcilerdi. Gelgelelim, kuruculuk vasıfları hayli zayıftı. Kurucu siyasal akılları pek gelişmemişti. Eğer Vietnam liderliği, ABD adına, Çin ve Rusya’ya sırtını dönerse, ülkeleri yanlış ata oynamış olanları bekleyen sonuçlara maruz kalır. Kendisini yalıtır. Vietnam’ın böyle bir yanlışı yapmaması beklenir.

Özcesi ABD, Ortadoğu’da, Asya’da ve tabii L.Amerika’da kaos stratejisini devreye sokarak düşüşünü geciktirmeye ve yükselecek yeni güçlerin işini zorlaştırma ihtiyacı duyacaktır. Tabii bu süreç içinde ABD’de rasyonel güçlerin müdahalesiyle yeni bir kabullenilmiş düşüş siyaseti izlenebilirse, gelişmelerin seyri değişir. Ancak şu an için bunun işaretleri görülmüyor. Demokrat Parti’de Hilary Clinton ve George Soros kliği kontrolü ele geçirip, Obama’yla bağlaştıklarında böyle bir işlev yerine getireceklerini tahmin etmiştim. Yanılmışım.

Kasım seçimlerinden sonra Ortadoğu’da yaşanacak gelişmeler emperyalizminin en önemli ideolojik silahı olan “demokrasi ve insan hakları” söyleminin bir bumerang işlevi göreceği koşulları yaratacaktır. Libya’da son yaşananlar dolayısıyla zaten bu ideolojik söylem büyük bir hasar görmüştü. Giderek Demokrat Parti’nin “demokrat” ya da “liberal” yandaşlarını dahi ikna etmesinin zorlaşacağı olaylara tanık olacağız. Tunus, Libya, Mısır, Türkiye gibi ülkelerde yoğunlaşacak anti-emperyalist toplumsal muhalefet, bu ülkelerdeki işbirlikçi rejimlerin anti-demokratik yüzlerini kamuflaşın çare olamayacağı derecede ortaya çıkartacaktır. Bu ülkelerde ABD’nin ve komprador liberal aydınların inandırıcılığını erozyona uğratacaktır.

Bugün ABD’nin bölgedeki işbirlikçileri esas olarak sünni islamcı ve siyonist gericilerdir. Bu kesimler tanım itibarıyla demokratik olan her şeyin düşmanıdırlar. Bu yapıları ABD’nin çıkarlarına uygundur. Emperyalizm, yükselmeye başladığı devirde, vasal ve sömürge ülkelerindeki işbirlikçi aydınlar arasında “demokratik” bir misyona sahip olduğu izlenimini yaratabiliyor. Bu tamamen gerçekliğin kısmi, eğreti bir algılanmasından kaynaklanıyor. Bugün emperyalizm artık demokrasiden, demokratik olan her şeyden korktuğunu gizleyemiyor. En gerici güçlerle açık işbirliği içerisine girmekten kaçınmıyor.

Emperyalizmin artık “demokrasi”yi, manipülatif olarak dahi, temsil etme kabiliyeti kalmamıştır. Paylaşım mücadelesinin yeğinleştiği şartlarda emperyalist “demokratik” ideolojinin, işlevsel açıdan, incir yaprağı derekesine düştüğünü saptamak mümkün. Dolayısıyla demokratik kamuoyunu arkasına alma kapasitesi erozyona uğramıştır. İşte Ortadoğu’da şiddetlenecek mücadele ve genişleyecek direniş cephesi, ABD yönetiminin bölgedeki varlığının meşruiyetini kendi içerisinde dahi sorgulanır hale getirecektir. Son Libya olayını bu açıdan da okumak gerekir.

Bu bir iyimserlik hali değil. ABD, elbette kaos politikalarına devam edecek, “büyük Ortadoğu”da şiddet artacaktır. Ancak özellikle bölgesel bağlaşıkları ve bu bağlaşıkların, toplumsal demokratik beklentiler karşısında sıkıştıkça, kendi anti-demokratik gündemlerini uygulamaya öncelik verecek olmaları nedeniyle, müttefikleri ABD’nin ve Avrupalı dostlarının meşruiyeti kendilerine sempati duyanlar arasında dahi tartışılmaya başlanacaktır. Demokratik direniş artıkça, gerici saldırılar da şiddetlenecektir. ABD ve AB emperyalizminin Ortadoğu’daki bugünkü varlığı, böyle bir çelişkili hali kaçınılmaz kılıyor.

Buna mukabil, Rusya ve Çin gibi güçlerin bu demokratik direniş güçleriyle kendiliğinden ittifak içine girecekleri, Suriye ve İran’da gördüğümüz gibi, beklenmelidir. Emperyalistlerin soğuk savaştan bu yana sürekli ifade ettikleri kendi söylem ve tanımlamalarından, ideolojik şablonlarından hareket edecek olursak, bugün rollerin değişmiş olduğunu söylememiz gerekiyor. Gerileyen emperyalizm giderek artan şiddetiyle her alanda gericileşip, demokrasiden ürker hale gelirken, yükselme çabasındaki olası emperyalist adaylar, geçiçi bir süre için dahi olsa, ilerici konumlarla bağlaşmak ihtiyacı duyuyorlar.

“Suriye krizi” üzerine düşünceler 2

Israr ediyorum, ABD bir işgale kalkışamaz. Bu iddia kuru sıkı bir iyimserlikten kaynaklanmıyor. Obama yönetiminin Romney’nin muhalefetinden ürktüğü için Suriye’yi doğrudan işgale kalkışması fikri had safhada naiftir. Kaldı ki, Romney’in Obama karşısında bir şansı yoktur. ABD ne olursa olsun doğrudan ateşin içine atlamak istemeyecektir. Türkiye üzerinden Suriye, “ya tutarsa” hesabıyla sıkıştırılmaya devam eder. Daha doğrusu Türkiye’nin kontrollü şekilde ittirilmesi, emperyalistlerin dayattıkları çözüm bakımından bir koz (ya da “sopa”) olarak görülmektedir. Ancak bu kozla yapılabilecek hamleler hayli sınırlıdır.

ABD’nin Suriye’nin etrafında koz olarak kullanabileceği iki araç vardır: Türkiye ve K.Irak. İkinci araç dolayısıyla öncelikle Suriye’deki Kürt muhalefeti Esad’a karşı savaşmak için ikna edilmeye çalışılır. Ancak böyle bir iknanın PKK’yı da içine alan boyutları vardır. Diyelim PKK da razı edildi. Gelgelelim, böyle bir gelişme genel olarak bütün bir Kürt hareketinin bölgedeki meşruiyetine ağır bir darbe vurur. Dahası orta vadede bölge Kürtlerini tam bir cendere içerisine sokar. Kürt liderliğinin böyle bir kısa görüşlülüğe teslim olmaması beklenir.

Gelelim, büyük global oyunculara. Çin, Rusya’yı izler. Çin’in kendi başına bir süper güç haline gelmesi -en azından önümüzdeki bir kaç on yılda- çok zor. Hatta belki ondan sonrası için de zordur. Çin’in bir başına böyle bir misyon yüklenmesini destekleyecek tarihsel bir arka planı ve deneyimi yoktur. Çin reel bir ekonomi üzerinde görece sağlam duruyor. Yalnız bu sürekli büyümek zorunda olan reel ekonominin çarklarını döndürecek enerji kaynakları yok. Çin şu da bu şekilde, özellikle de Hindistan pazarı aracılığıyla talep sorununu aşabilir. Ama enerji önemli bir sorundur.

Rusya’nın reel ekonomisi zayıf; fakat Çin’in çarklarını döndürmeye yetecek kadar enerji kaynakları, maden ve mineralleri var. Bu ülkenin güvenliği bakımdan caydırıcı bir askeri gücü var. Aslında 1920’lerden 70’lere kadar modern Çin tarihinin en önemli ekonomi politik referans ve dayanaklarından bir tanesi Rusya olmuştur. Modern Çin’in yükselmesinde önce pozitif ve 70’lerin ilk yıllarından itibaren negatif olmak üzere, en kayda değer dış dinamik Rusya’dır. Çin, Asya’da bu konjonktürde siyasal olarak Rusya’dan kopamaz. Üstelik de, hemen çevresinde bulunanları henüz ihtilaflı olmak üzere, denizlerde bu kadar zayıfken. Her iki ülkenin Asya’da ortak çıkarları var. Artık ideolojik ayrılıklar da söz konusu değildir.

ÇKP, giderek Çin’i emperyalist bir güç haline getirmektedir. ÇKP’nin yeniden sosyalizme yönelmesini beklemek doğru olmaz. (“Sosyal emperyalizm” diye diye emperyalistleşmek böyle oluyor). Çin’de sosyalist tekrar ancak hakim ÇKP çizgisi ve hakim ÇKP kadrolarının dışındaki güçler tarafından gerçekleştirilebilir. Bu güçler de Çin’de mevcuttur.

Bundan başka, SSCB’nin emperyalizm karşısında gerilemesinde, Mussadık’a karşı yapılan CIA darbesini önleyememiş ya da seyretmekle yetinmiş olmasının anlamlı bir rolü olduğuna her zaman inandım. Bu emperyalist testin kaybedilmesinde, SSCB’nin savaş sonrası ülkesinin etrafındaki siyasal hayat alanını esas olarak D.Avrupa ile sınırlamış olmasının payı vardı. İran’ın kaybedilmesi, Mısır’ın, daha ilerde, Afganistan’ın da kaybedilmesinde etken oldu. Kürt sorununun emperyalistlerin elinde bir koz haline gelmesi gibi bir sonuç da doğurdu. İsrail’in konumunu konsolide etmesini sağladı. Rusya’nın bir kez daha bu tarihsel hatayı yapması beklenebilir mi?

Dünya devrimi hayalinin çökmesiyle, Lenin zamanındaki (iç savaş sonrası) emperyalizmle denge halini, Stalin’in “tek ülkede sosyalizm” hamlesi emperyalizm aleyhine bozmuştu. SSCB asıl bu hamleden sonra ortaya çıkmıştır. Hitler’i de bu sayede geriletebilmiştir. Rusya’nın bir kere daha dışa doğru emperyal bir devlet haline gelebilmesi için içe doğru, Rusya’da ve eski Sovyet coğrafyasında, tarihsel olarak, kitleselmiş olması anlamında, çok güçlü bir entelektüel temeli olan Batı emperyalizmi karşıtı bir siyasal şuuru hareket geçirmesi gerekiyor. Stalin bunu başarmıştı. Açık konuşacak olursak, Hitler’i “klasik” enternasyonalizmden çok, bu şuurla alt edebilmişti.





My Great Web page




Emperyalizm ve yeni “kaos” stratejisi :notlar

Galeri

1) 50’lili yılların ikinci yarısından itibaren örgütlenen, palazlanan, geleneksel kapitalist sınıflardan farklılıklar taşıyan yeni global bir finans-oligarşisinin yükselişi, marksist sol ve bu arada SSCB tarafından,  iyi analiz edilememiştir. ABD devleti doğrudan bu sınıfın kontrolü altına girmiş, soğuk savaş sonrasında ABD … Okumaya devam et