ABD-İRAN Antlaşmasının Olası Siyasal Sonuçları

Bilindiği gibi, ABD ve İran arasında varılan antlaşmayı engellemeye yönelik Cumhuriyetçi (burada başı senatör McCain çekiyor) ve Demokrat (başlarında Hilary Clinton var (1) ) neo-con girişimi ABD Kongre’sinde 11 Eylül günü onay bulamadı ve başarısız oldu. İran’la yapılan antlaşma Obama yönetiminin öteden beri yapmayı düşündüğü ve fakat yönetim içindeki muhalefet yüzünden yapamadığı bir işi gerçekleştirmesi için yolu açmış oldu(2)

Hatırlayacak olursak, ikinci kez başkan seçileceği seçim kampanyası sırasında ve seçimi kazandıktan sonra başkan Obama, yeni dönemde dikkatlerini Orta Doğu’dan Anglo-Amerikan emperyalizmin pivot bölgesi Avrasya’ya çevireceklerini açık bir şekilde beyan etmişti.

Gelgelelim, daha önceki yazılarımda değinmiş olduğum sebeplerden ötürü, aradan geçen zaman içinde bu yolda istedikleri adımları atamadılar.  Ukrayna hamlesiyle Avrasya yolunda ciddi bir adım attılar ama Orta Doğu’nun ayak bağı olmasının önüne geçemediler. Bu bakımdan ABD yönetimi adına gerçek bir becerisizlik söz konusudur. Obama, herhalde Carter’dan sonraki en aciz başkandır. Evet, ABD yönetimi için bir adım ileri iki adım geri veya tersine tekabül eden hamleler bir çok kez olmuştur, olabiliyor. Ancak bu kez Suriye ve Irak işinden zamanında sıyrılamamak Ukrayna işini de zora sokmuş, Rusya,Çin  ve İran’ın tekrar aktif ve yön verici güçler olarak devreye girmelerine neden olmuştur.

ABD yönetimi son zamanlarda tam bir çaresizlik halinde, özellikle Suriye ve Irak politikasında, kendisinin dahi inanmadığı işlere girişmiştir. Bunun esas nedeni yönetim içindeki neo-con tazyikine dayanamamasıdır. Tavizler vermek zorunda kalmıştır. Mesela ta baştan İsrail gemlenmek istenmiş ama başarılı olunamamıştır. Suriye ordusu ve Hizbullah’ın IŞİD’i geriletmeye başlaması karşısında neo-con (bu cephede S.Arabistan, Katar, BAE, Ürdün, Türkiye, İsrail gibi ülkeler, Avrupa ve Japonya’da etkili konumda bulunan bir çok siyaset adamı, örnekse, Fransa’da Juppe ve Fabius, ve siyasal çevreler yer almaktadır) kaygularını gidermek adına “anti-IŞİD koalisyonu” oluşturulmuş, başına da şahin neo-con’lardan General John Allen getirilmişti. Bu oluşumun esas gayesi, Türk ordusunun olanaklarını da daha aktif kullanarak IŞİD’e destek vermekti. IŞİD’in kontrolünün güçlüğü görülünce bu kez “eğit-donat” hikayesi  icat edildi. Gelgelelim onun sahadaki işleyişi de çok geçmeden mizah konusu oldu.

İran ve Rusya’nın Suriye’den yana ağırlıklarını arttırmaları, İsrail’in provokasyonları ABD’nin bölgede doğrudan istemediği bir savaşa girebileceği koşulları yaratıyordu. Ukrayna konusunda da müttefikler arasında sorgulamalar başladı. Öte yandan kitlesel göç sorunu  ABD ve müttefiklerini iyice köşeye sıkıştırdı. Bu göçün yaklaşık yüzde 20’si Suriye’den kaynaklanmaktadır. Kontrol altına alınması her geçen gün güçleşen “vekalet savaşı” ve kısmen onun sonucu olan göçler, mevcut ve olası neo-con provokasyonları ABD hükümetini İran’a taviz vermeye götürdü.

Bu antlaşmadan sonra gerçekleşen altı adet kayda değer gelişmeye dikkat çekmek isterim.

Birincisi, Suriye, Irak, Türkiye, Mısır ve Yemen gibi ülkelerde şiddetin tırmanmasıdır. Genel olarak Suriye sorunu etrafında ortaya çıkan, Rusya, İran ve Obama yönetimini ihtiva eden bir tür zımni (ya da pratik koşulların yarattığı ) ittifakın, Suriye’de, IŞİD’e karşı olarak Kürtlere Esad yönetimi yanında belli roller  vermeyi planlaması, buna mukabil neo-conların kontrolünde olan Erdoğan-Davutoğlu hükümetinin muhtemelen General Allen’ın telkinleriyle bu plana karşı bir hamle anlamına gelen bir hat izlemesidir. Provokasyonlar yapmasıdır. Bu zımni denebilecek ittifaka karşı PKK kartını kullanmak istemesidir. Esasen neo-con taleplerle AKP yönetiminin çıkarları arasında bir uyum olduğunun da altını çizmek isterim. Burada bir örtüşme var. Çünkü Şam yönetiminin kalması, Ankara yönetiminin gitmesi anlamına gelir. Bu çok açıktır. Dolayısıyla PKK ve AKP arasındaki kör döğüşüyle, Cemaat Partisi ve AKP arasındaki döğüş arasındakine benzer bir ilişki vardır. Sadece seçime odaklı bir analiz yetersiz olur.

İkinci gelişme, kendisini Yemen’de beklemediği bir savaşın içinde, hem de doğrudan bir savaşın içinde bulan S.Arabistan yönetiminin Suriye, İran ve Rusya ile açık ya da örtük, doğrudan veya dolaylı temasları başlatılmış olmasıdır. S.Arabistan, ABD-İran antlaşmasından hayli tedirgin olmuş, neo-con patronlarının arzuları hilafına ( bir panik olarak da izahı mümkündür) söz konusu “düşman” ülkelerle görüşmelere başlamıştır. S.Arabistan bu “vekalet savaşı” nın en önemli parasal sponsorudur.  Suriye’deki savaş beşinci yılına girmiştir. Şu ana kadar S.Arabistan adına istenilenin küçük bir kısmı dahi elde edilememiştir. Üstelik bu ülkenin temel gelir kaynağı olan ham petrolün  fiyatı 110 dolar mertebesinden 50 dolara kadar gerilemiştir. Şimdi S.Arabistan bu başarısız savaşın kendisi için olası olumsuz sonuçlarını en aza indirmenin hesaplarını yapmaktadır. Son diplomatik hamlelerini bu açıdan değerlendirmek gerekir.

Üçüncü bir gelişme, Avrupa ülkelerine doğru önüne geçilemeyen göç hareketlerinin bu ülke halkları nezdinde büyük tepkiler doğurması ve kamuoyları tarafından hükümetlerin emperyalist politikalarının hedef haline getirilmiş olmasıdır (Mesela ısrarlı anti-Amerikan çizgisiyle Madam Le Pen’in partisine olan destek artıyor) . Dikkat edilecek olursa son zamanlarda, sadece Ukrayna sorunu etrafında değil, Suriye sorunu etrafında da Almanya ve Fransa’nın Rusya’yla temasları artmıştır. Bu sorunun Rusya’sız çözülemeyeceği  her iki ülke yöneticileri tarafından açıkça ilan edilmiştir. Fransa, Şam’daki büyükelçiliğini yeniden açma kararı almış, vakit geçirmeden bu ülkeye gizlice bir büyükelçi dahi atamıştır. Hatta bu gelişmeyi izleyen günlerde, Suriye ordusunun IŞİD karşıtı operasyonlarına Fransız uçaklarının destek vermiş olduklarını Fransız medyasından öğrendik.

Dördüncü olarak, Rusya’nın Suriye’ye askeri yığınak yapmaya başlamış olmasıdır. Lazkiye’de  bir Rus askeri üssün kurulmakta olduğu iddia ediliyor. Rusya buraya en gelişmiş silahların, tankların da aralarında bulunduğu askeri malzeme sevk etmektedir. Şu ana kadar en az bin civarında Rus askerinin Suriye’ye gönderilmiş olduğu iddia edilmektedir.

Dikkat edilecek olursa, Rusya’nın bu hamlesi emperyalist bloktan çok sert bir tepki almamıştır. Neo-con ideologlar her ne kadar Rusya’nın Suriye’yi ikinci bir Kırım haline getireceğini bas bas bağırıp dursalar da, bu neo-con histeri şu ana kadar ciddiye alınabilecek bir tepkiye yol açmamıştır. Elbette, hava sahaları Rusya’ya kapatılıyor. Diplomatik nezaket kurallarını ihlal etmeyen uyarılar yapılıyor ama bu emperyalist diplomasinin fıtratında vardır.

Rusya’yı Suriye konusunda bu kadar duyarlı hale getiren çok önemli bir olgu var. Rusya, ABD’nin çok sayıda Çeçen cihatçıyı ileride Rusya’da da kullanmak üzere Suriye’ye sevk etmiş olduğunu biliyor. Hatta son bir iki yılda bunlardan bazıları lider kadrolara dahil oldular.  Suriye ve Irak’taki cihatçıların toplam sayısının yüz binden az olmadığı tahmin ediliyor. Cihatçılar arasında Arapça ve Türkçe’den sonra en yaygın kullanılan dil Rusça’dır. Rusya, Suriye’de muhtemelen bir imha savaşı başlatacaktır. Kazakistan, Tacikistan, Kırgızistan, Ermenistan, İran gibi ülkeler Rusya’ya destek vereceklerini açıkladılar.

Rusya ve İran defalarca Suriye ordusunun başarılı olmasını engelleyen en önemli faktörün Türkiye’nin askeri ve lojistik desteği olduğunu açıklamışlardı. Yani sorunun merkezi, Kuzey Suriye’dir. Bu teşhis doğrudur. Öyleyse, olası bir Rus operasyonu Suriye’nin kuzeyine doğru ilerleme eğilimi içerisinde olacaktır. Rusya ve Türkiye’nin Kuzey Suriye’de karşı karşıya gelme ihtimali yabana atılmamalıdır. Muhtemelen cihatçıların olası imhadan kurtulanları büyük ölçüde Suriye’ye  girdikleri yer olan Türkiye’ye doğru kaçacaklardır. Böyle bir gelişmenin Türkiye için ağır sonuçlarının olabileceğini öngörmek gerekir.

NATO genel kurmay başkanları toplantısı sonrasında Türk genel kurmay başkanı, Suriye, Irak ve İran’ı ana tehdit ülkeleri olarak saydı. Ukrayna sorununa dolaylı olarak değindi. Yani malum neo-con önceliklerin Türk genelkurmayının da öncelikleri olduğunu belirtmiş oldu. Tabii buna fazla takılmamak lazım. ABD yönetimi nereye giderse, NATO ve Türk genelkurmayı da o tarafa gider. Bugünkü “paşa hazretleri” de ancak 19 yy’ın “paşa hazretleri” kadar kendi erkine sahiptir. Onun için bu şartlarda esas olarak  ABD’nin hamlelerine bakmak lazım. Devleti de bu şartlarda analiz etmek gerekir.

Beşinci bir gelişme, ABD’nin Esad yönetimiyle ilk kez bu antlaşma sonrasında gerçek bir işbirliği içine girmiş olmasıdır. Suriye ordusunun IŞİD’e karşı Haseke’deki operasyonlarına ABD savaş uçakları da destek vermişti. Bunun hayli etkili bir destek olduğunu medyadan öğrendik. Böylece Esad yönetiminin meşruiyeti dolaylı olarak da olsa kabul edilmiş oldu(3)

Son bir gelişme, bugün okuyoruz, İsrail başbakanı Netanyahu’nun ABD’den umudunu keserek Rusya’ya, Suriye meselesini konuşmak için gitme kararı almış olmasıdır. İsrail’de de kaygular artmıştır.

Bütün bu gelişmelerin olası sonuçları ve onlara bağlı olarak olası yeni gelişmeler, Türkiye’de önemli siyasal sonuçlar doğuracaktır. AKP hükümetinin sürmesi artık olanaklı görünmemektedir. Bu öngörüler gerçekleşirse, önümüzdeki seçim (eğer yapılabilirse) Tayyip’in müdahil olduğu ya da katıldığı son seçim olacaktır. Bu arada, Reel Türkiye ekonomisinin şu haliyle 3 TL üzerine çıkmış bir dolar kurunu kaldırması da mümkün görünmemektedir. Türkiye’deki siyasal tablo, parti yapıları, bu arada Kürt siyaseti ve sosyalist sol içinde önemli değişimlerin yaşanması kaçınılmaz görünmektedir (4)

Son ABD-İran antlaşmasını ve devamındaki gelişmeleri Türkiye medyası ve Türk ve Kürt solu henüz okuyamadı. Hatta belki farkında dahi değiller. Ancak şahsen önemli değişimlerin gerçekleşeceği bir periyoda girdiğimiz kanaatindeyim (5)

NOTLAR:

1) Hilary Clinton Demokarat Parti’deki neo-con hizbin başında bulunuyor ve başkan adayı. Obama’nın ilk kez başkan seçildiği seçimlerden önce de partide adaylığını açıklamış ancak ABD yönetimin ihtiyaç duyduğu başkanın Bush’un dişisi olmadığı kararı hakim gelmiş, Obama ile uzlaşma yoluna gidilmişti. Obama’nın ilk devresinde neo-con’larla bir koalisyon hükümeti kurulmuş olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Hatta neo-con telkinler doğrultusunda Obama’nın ilk dış ziyaretlerinden birisini yapmış olduğu Türkiye’de neo-con kliğin buradaki has adamlarından Davutoğlu dış bakan yapılmıştı. Clinton’dan rahatsız Avrasyacı Brzezinski hizbi, ondan kurtulmak için beklediği fırsatı Libya’da ABD büyük elçisinin öldürülmesiyle buldu. Bence bu son İran antlaşmasını engelleme girişiminin başarılı olamaması, Clinton’ın tekrar başarısız olacağının işareti olarak da görülebilir. Hatta gelecek başkanlık seçimlerini Cumhuriyetçilerinin kazanamayacaklarının işareti olarak bile görülebilir.

2) Elbette ABD Orta Doğu’dan vazgeçmez. Gerileyen bir emperyalist hegemonik güç olarak ABD, Obama devrinde,  saldırı stratejisinden savunma stratejisine geçmiştir. “Kontrollü kaos”  gerileyen bütün tarihsel imparatorlukların başvurduğu stratejidir. ABD ileri ve geri adımlarla bunu uygulamayı sürdürmek isteyecektir. Gelgelelim, müttefikleri var, vasalları var. Onların kaygu ve önceliklerine de duyarlı olma ihtiyacı duyabilmektedir. Tabii rakiplerinin hamlelerini de hesaplamak zorundadır. Yani sürgit, kör kör gözüm parmağına  anlamında belli bir stratejiyi uygulamak mümkün değildir.

3)  Esad bugün emperyalist saldırı başlamadan, ya da başladığı sırada olduğundan daha güçlü. Meşruiyet tabanı çok daha geniş. Bugün Suriye halkının yaklaşık yüzde 75’i Esad’ın kontrolündeki coğrafyada yaşıyor. Nüfusun yaklaşık yüzde 20’si mülteci konumda. Sadece yüzde 5’lik bir nüfus IŞİD’in ve El Nusra’nın kontrolündeki alanlarda yaşıyor.

Amerikalılar, aynı selefleri İngiliz kolonyalistleri gibi toptancı, önyargılı ve saplantılı değerlendirmeler yapıyorlar. Bütün Arapları Suudi ya da Katar Arapları gibi görüyorlar. Arap halkları arasında belli bir düzeyde aydınlanmış, modern yaşam tarzlarından taviz vermeyi kabul edemeyecek geniş kesimlerin bulunduğunu görmüyorlar. “Arap baharı” projesi bu saplantılı hesaplamalar nedeniyle başarılı olamadı. Bugün bu ülkelerin halkları arasında, internet forumlarına girip okuyunuz, eskiden revaçta olan kültürel bir “anti-Batı” tavrın yerini, siyasal bir “anti-emperyalist” tavrın aldığını tespit etmek mümkündür.

“Arap baharı” yla yapılmak istenen hedef ülkelerde Türkiye’deki AKP rejimi gibi emperyalizme sadık Müslüman Kardeşler rejimleri kurmaktı. Mısır, Türkiye ve Tunus gibi ülkelerde göreli demokratik şartlar dolayısıyla M.Kardeşler kitle içinde örgütlüydü. Siyasal bir ağırlıkları vardı. Bugün de var. Ancak Libya ve Suriye gibi ülkelerde ne Müslüman Kardeşler ne de İslamcı bir siyasal gelenek mevcuttu. Daha doğrusu, zamanında bastırılmış, ezilmişti. Bu yüzden bu iki ülkede işler kolay olmadı. Tutmadı.

M.Kardeşler örgütü 2.Dünya Savaşı sonrasında tamamen emperyalistlerin kontrolüne girdi. Zaten bu örgüt esas olarak 1928’de Atatürk’ün kültür devrimine tepki olarak doğduğunu açıklamıştı. Emperyalistlerin kendisinden istedikleri her görevi yerine getirdi. O kadar öyle ki, IŞİD’in kritik  tepe noktalarına dahi iki tane Müslüman Kardeş kökenli militan yerleştirildi ( daha önce Afganistan’da ve Yugoslavya’da ABD tarafında cihatçı güçler arasında savaşmış Ayman El Zevahiri ve Zahran Allouche).Geçerken şunu hatırlatmak isterim, Bin Ladin ve ekibine ilk siyasal eğitimleri M.Kardeşler kurucusu Seyit Kutb’un kardeşi tarafından verilmiştir. Yani El Kaide ve Müslüman Kardeşler birbirleriyle bağlantılı örgütlerdir. Her ikisi de CIA ve MI6 ortak  projesidir.

Bundan bir buçuk ay kadar önce bir Lübnan düğününe katıldım. Davetlilerin çoğu Avrupa ve Amerika’da yaşayan Sünni ve Hristiyan Araplardı. Aralarında Ürdünlü, Bahreynli, Mısırlı davetliler de vardı. Hemen hemen tamamı burjuva veya üst orta sınıftan insanlardı. Bir çoğuyla söyleşme olanağı buldum. Aralarında Esad’a karşı, ABD’yi destekleyen birine dahi rastlamadım. Ancak çoğu daha önce Esad’a karşı olduklarını hatta ondan nefret ettiklerini söylediler. Şimdi “en azından onun için dua ediyoruz” diyorlar.

4) Türk solcularının seçimler öncesi görüş alışverişleri başladı. İki parti seçime katılmayacağını ilan etti. Bu şartlarda seçim olamayacağı gerekçesiyle değil, elbette HDP ardında hizaya girmek, “Oylar HDP” ye demek için. Aynı bu şimdiki görüş alışverişlerinden çıkacak sonuç gibi. Seçimlerde HDP önemli oranda oy alsa ne olacak? AKP ile hükümet olmayacağını iddia edebilecek durumda mısınız? HDP nedir? HDP’nin ne olduğunu şöyle de açıklamak mümkündür: Bu kadar terörün ortasında, HDP eşbakanı haklı olarak “nerede bu hükümet, bu ülkede hükümet yok mu” diye feryat ediyor. Gelgelelim, hükümetle koalisyon halinde olduklarını, bakan vermiş olduklarını, hatta bu koalisyon hükümetinde bakan olmayı kabul etmeyen bir arkadaşlarını da fırçalamış olduklarını hatırlamıyor.

Önceki yazıda söyledim, bu seçimlerde alınacak doğru tavır protestodur. Seçim sonuçları bunalımı, kaosu daha da arttıracak. Sokakta anlamlı miktarda insan, bu siyasal format içinde,  artık seçimlere inancını yitirmiş vaziyette.

Mısır’da vaktiyle Müslüman Kardeşler’in yükseldiği seçimlere ve onun referandumuna katılım hayli düşük olmuş, bir meşruiyet sorunu ortaya çıkmıştı. Bu sorunun kitlelerin kollektif vicdanında yanıt bulmasıyla Mısır tarihinin en geniş katılımlı halk ayaklanması gerçekleşmişti. Ayaklanma bir siyasal önderlikten mahrum olduğu için düzenin ordusu devreye girip düzeni sağlamıştı. Böylece çok önemli olanak heba edilmişti. Düzeni meşruiyet sorunuyla karşı karşıya bırakacak hamleler yapmak lazım.

5) Önemli değişimler sadece Türkiye’de değil, Orta Doğu ve Avrupa coğrafyasında da gerçekleşecek. Demokratik yapılar “Arap baharı” ndan çıkamazdı. Çıkmadı. Anti-emperyalist direnişin olduğu Suriye gibi ülkelerden çıkabilir, çıkacaktır. Suriye direnişi sadece Suriye’nin değil, civarındaki ülkelerin de demokratikleşmesi adına büyük katkılar yapmıştır. yapmaktadır. Suriye direnişi bu bakımdan da okunmalıdır.  Kürt siyaseti anti-emperyalist bir damarı bulunmadığı için Suriye direnişini okuyamamış, ona karşı emperyalist cephede sözde “tarafsızlık” adına yer almıştır. Kürt hareketi asıl o zaman yenilmiştir. Kürt hareketinin sorunu, ta baştan emperyalistlerle halvet olmuşluğudur. Bu yüzden anti-emperyalist bir tavır alamıyor. Bu bakımdan emperyalizmin liberal gönlünden ne koparsa ona razı olmak durumunda. Bu haliyle “demokratik emperyalizm” e mahkum. Bugün Suriye’deki Kürtler Esad direnişine katılarak ayakta kalabileceklerini anlamış gibi görünüyorlar. Ne kadar öyle, göreceğiz.

Avrupa ülkelerinde giderek müslüman nüfus artıyor. Bu ülkelerin Orta Doğu sorununa, Almanya liderliğinde, daha aktif olarak dahil olacaklarını tahmin ediyorum. Öte yandan, bu artan müslüman nüfus bu ülkelerin Filistin sorunu ve tabii İsrail’e bakışlarını da radikal bir şekilde değiştirecektir. Bu göç eden nüfusun bir süre sonra seçmen olacağını görmek lazım. Ağırlıklı olarak en alt düzeyde işçi sınıfının üyeleri olacak bu göçmen kitle işçi sınıfı sosyalizminin Avrupa’da güçlenmesine katkı yapabilir.

Tweetle