Tekrar Rusya ve Suriye hakkında

Her ne kadar Rusya, Suriye’de askeri üs kurmak gibi bir niyetinin olmadığını söylese de, bu ülkede ısrarla takviye ettiği askeri yığınak, naklettiği silahların türü ve  teçhizatın içeriği Rusya’nın Lazkiye civarında çok önemli, iyi donanımlı, yani caydırıcı özelliklere haiz bir harekat üssü kurmakta olduğuna dair işaretler veriyor. Bu Rus hamlesinin her şeyden önce, ABD yönetimi içindeki, ABD ve müttefikleri arasındaki  çelişkileri, zayıf yönleri iyi okuyan Rusya’nın, ABD’nin Ukrayna hamlesine bir yanıtı olarak görülmesi gerekir.Bu hamle Rusya’nın Suriye söz konusu olduğunda iki temel kaygusuna da yanıt veriyor: IŞİD içindeki Rusya kökenli cihatçılarla ilgili kaygu ve tedarikçi bir ülke olarak Rusya’nın petrolle ilgili ekonomi-politik kayguları.

Dikkat edilecek olursa, ABD ve müttefiklerinden Rusya’nın bu yeni hamlesine sert tepkiler gelmedi. Göç baskısı altında bunalmış AB ülkeleri Suriye konusunda ABD önderliğinde izledikleri politikaların işleri daha da içinden çıkılmaz hale getirdiğini görüyorlar. Bu baskılar ABD yönetimine de  transfer ediliyor.ABD, son İran uzlaşmasıyla görüldüğü gibi, artık doğrudan askeri müdahalelerden kaçınıyor. Böyle bir gündemi (en azından) şu sıralarda yok.

Öte yandan, FED’in son kararı da ekonomik krizin devam ettiği anlamına geliyor. İyileşme falan hikaye. Ekonomide de her an işler tekrar alt üst olabilir. Bu parasal genişleme sürdürüldükçe  balon şişirme devam eder. Bunun önüne geçilemez. Parasal genişlemeyi daraltan önlemler almanız, faizleri arttırmanız öncelikle FED tarafından, kapitalizm tarihinin belki de en büyük parasal operasyonuyla, kurtarılmış bankalarınızın (çünkü hepsi kurtarıcıları FED’e borçlu), sisteminize dahil çok sayıda ülke ekonomisinin zarar görmesine neden olabilir. Bu da gelir tekrar sizi hem ekonomik hem de politik olarak vurur.Yani bir çözümsüzlük hali var. Sürekli ertelemeler bunun göstergesi. Sağlıklı bir analiz için sadece ABD’deki ekonomik göstergeleri değil, genel olarak sistemin göstergelerini dikkate alan bir metota ihtiyaç var.

Şimdi Rusya’nın Suriye’deki, ABD-İran antlaşması sonrasına rast gelen bu yeni hamlesi, İran’ın bu hamleye desteği (İran da Rusya’nın petrol ekonomisiyle ilgili kaygularını paylaşıyor. S.Arabistan’ın ABD’nin talebi doğrultusunda ham petrol fiyatlarıyla piyasa koşulları hilafına istediği gibi oynama olanağına kavuşmuş olması İran’ı çok rahatsız ediyor. Özellikle Ukrayna sorunu etrafında S.Arabistan’ın ABD arzusuna uyarak petrol fiyatlarını dramatik bir şekilde aşağı çekmiş olmasından sonra İran bölgede ve  tabii Suriye’de siyasal etkinliğini arttırmıştır), her şeyden önce, artık emperyalist ülkelerin önceden olduğu gibi, Orta Doğu’da cetvelle sınırlarını tespit ettikleri yeni ülkeler yaratamayacakları anlamına geliyor. Bunun en önce Kürt siyaseti bakımından sonuçları olması beklenmelidir. Tarihsel olarak emperyalizmden gelecek lütuflara bel bağlamış Kürt siyasetleri bir kez daha hayal kırıklığına uğrayacaklar. Bulundukları ülkelerde hem politikaları anlamında hem de yapısal anlamda -bir kez daha- değişimler geçirecekler.

Ta başından yapılan bir yanlış, “büyük Kürdistan” siyasetiydi. Bu coğrafya “büyük Kürdistan” için çok küçük. Doğru olan, tek tek ülkelerin Kürdistan coğrafyalarında ayrılıkçı vurguları, imaları olmayan ( ayrılma talebi Kürtler bakımından bir hak olsa da), o ülkeleri ileriye doğru devrimci bir şekilde dönüştürme mücadelesi vermekti. Bu sayede söz konusu hakkın demokratik olarak tanındığı koşullar yaratılmış olurdu. Bu yapılmadı. Malum tarihsel politik saplantılı tavırlar yinelendi. “İstediğimi kim verirse” ilkesizliği Kürt siyasetini kaçınılmaz olarak fırıldak haline getirdi. Şimdi biraz ileride hareket alanının iyice daraldığını görecek.

Ancak Kürt halkının  büyük kentlerde yaşama isteğinde ifadesini bulan  ilerici asimilasyonu, bu giderek ivme kazanan sosyolojik eğilim, Kürt siyasetinde ihtiyaç duyulan kentli proleter devrimci aklın mevzi kazanmasına zemin hazırlıyor.

ABD, Rusya’ya karşı aynı metotlarla karşı durabilecek halde değil. Düşüşte olan bir güç, savunma stratejisi uyguluyor. Paralı savaşçıları bunun için kullanıyor. Ancak onlarla uyguladığı “kontrollü kaos” un sürdürebilir olmadığı ortaya çıktı. Eski Roma’da da benzeri olmuştu. “Barbar” tabir ettikleri ve kendileri adına savaşan paralı askerler göçlerle Roma’yı paralize etmişlerdi. Esasen bugünkü “Avrupa” da bu göçlerden sonra oluşan yeni bir nüfus kompozisyonu tarafından yaratılmıştı. Şimdi de Avrupa’nın 90’lı yıllardan beri (eski sosyalist coğrafyaları en vahşi şekillerde çözmenin böyle bir sonucunun da olabileceği hesaplanamamıştı) sürekli ivme kazanan göçlerle yeniden yaratılacağı bir süreçte bulunduğunu düşünebiliriz(1)

Bugün Avrupa’da görülen paniğin ideolojik yansımalarını ya da ideolojik tepkilerini de görüyoruz. Reformist ve “radikal”  Avrupa solu örtük ya da utangaç bir ırkçılık, onu besleyen bir ideoloji olarak  “İslamofobi” nin (“Müslüman partikülarizmi” nin “Batı üniversalizmi” ni kuşattığından dem vuruluyor. Ama birincisinin ta başından ikincisi tarafından, kendi amaçları için kullanılmak adına dizayn edilmiş olduğu görülmüyor) sözcülüğünü yapıyor. Tutarsız, çelişkili akli konumlara savruluyor. Artık kafasını toparlayamıyor (Mesela kadın hakları, feminizm falan diyor, “müslüman kadınları türbandan kurtarmak” adına edebiyat parçalarken, aynı sıralarda, “kadınlar için özel taşıt araçları” çağrısı yapıyor. Öncelenmemiş ölçüde abartılı şekilde, hatta resmi, muhafazakar kurumları da kullanarak eşcinsel, LGBT haklarını ideolojik vitrinine koyarak kadını eve kapatmanın yollarını arıyor).

Yine mesela,  “Üçüncü Roma olarak Moskova” anlayışının temsilcisi gibi gördükleri “slavofil Putin” i baş düşman ilan ediyor. İran’la varılan antlaşma dolayısıyla ABD’yi ince ince eleştiriyorlar. İran’ı Avrupa’da katliamlar yapan cihatçı teröristlerin hamisi gibi sunmaya çalışıyor. Gerçeklikten kopuk, şizofrenik bir ideolojik kurgudan ibaret bir dünya resmediyorlar. Ondan hareketle gevezelik ediyorlar. Gitmekte ve gelmekte olanı kabul etmiyorlar. Görmemek için direniyorlar. Tabii bizim gibi ülkelerdeki acentaları da aynı frekanstan yayın yapmaya devam ediyorlar.

İslamcılığın, islamci vahşetin kendi eserleri olduğunu görmüyorlar. Örnekse, son zamanlarda gaz verilen şiddet ve göç hareketinin İran’la varılan antlaşmayı engellemeye yönelik bir neo-con hamlesi olduğunu görmüyorlar. Neo-con hamlesi çöktü, hesabı ödemek vasallara, Avrupalı müttefiklere düşüyor. Buradan geri dönüş olmayacak.

Bu tipleri üzen, kaygulandıran hayatlarını göç yolunda kaybeden insanlar, emperyalist işgal ve saldırılar sonucu hayatlarını, yerlerini, yurtlarını  yitiren milyonlarca insan değil, “Avrupai” yaşam tarzlarının, yaşam kalitelerinin zarar göreceği endişesidir. Majestelerinin “new left”i bunun için tedirgindir. Emperyalizmle birlikte saldırıyor. Emperyalistleri “bir şeyler yapması” için teşvik ediyor. Tabii burada “bir şeyler yapmak”ın  askeri bir ima taşıdığını görmemek saflık olur. Hem lafzi olarak “neo-con” karşıtlığı yapıyorlar hem de fiili olarak “neo-con” anlayışının uygulanmasını vaz’ ediyorlar.

Ülkelerindeki aşırı sağın güçlenmesinden kaygu duyuyorlar, ancak neden güçlenmekte olduğunu görmek istemiyorlar. Bir çok aşırı sağ, örnekse Fransa’daki Le Pen hareketi, “anti-emperyalist” bir program ve söyleme sahip.  Sosyalistlerden çok daha fazla emekten yana politikalardan yana. Neo-liberalizm karşıtı bir programa sahip(2)

Denilebilir ki, samimi değiller, demagojidir. Doğru tabii. Pekiy, ya sosyalistler? Programlarına, söylemlerine bakarsanız, bu “aşırı sağlar” , hem iç hem de dış politikada reformistlerden, Syrizlardan daha soldadır. Asıl garabet burada değil mi? Güçlenmelerinin asıl nedeni “sol” gibi solun olmaması değil mi? Siyasal bir boşluğu istismar etmiyorlar mı? (Vaktiyle AKP’nin popülerleşmesinin de böyle bir boyutu yok muydu?)

ABD, Suriye’de Rusya’ya askeri olarak karşılık veremez. Ukrayna’da da veremez. Emperyalizm, hep olduğu gibi, bükemediği bileği öper. Gününün geldiğini düşündüğü zamana kadar bunu yapar. Şimdi Suriye’de cihatçılara karşı Rusya’nın ve İran’ın olası bir imha planına dahil olmanın “şerefli” yollarını arayacaktır. Böyle bir plan uygulamaya konacaksa, ona dahil olarak, kendisinin inisiyatifinde gerçekleşmiş gibi sunacaktır.

Bu gelişmelerin Türkiye’ye yönelik olası sonuçlarına gelince,  en önce artık AKP rejimini, en azından, bugünkü neo-con formatında sürdürmek mümkün olamayacaktır. Bu önümüzdeki seçim, eğer olursa, Tayyip’in müdahil olduğu, isterseniz katıldığı, son seçim olacaktır. Suriye’deki rejimin tahkimatı, Türkiye’dekinin erozyona uğramasıyla mümkün olabilir. İkisi bu çizgileriyle bir arada var olamazlar. AKP rejimi sadece AKP’den ibaret değildir, resmi muhalefet, ona tutunan, onunla el sıkışmış olanlar da çerçevesine dahildir. Onlar olmadan ayakta duramazdı zaten(3).

HDP, Türkiye soluna, kendi etnik gündeminden kaynaklanan bir ihtiyaç olarak, Bundçuluğu, “sol” diye kakalamıştır. MHP, AKP ne kadar Türkiye partisiyse, HDP de o kadar Türkiye partisidir. Daha fazla istese de olamaz. Bütün bu partiler, özel gündemli, özel misyonlu partilerdir. Aldıkları oylarla onları değerlendirmek yanlıştır.

Bu partilerin kendi içlerinde demokratik bir çerçeveye sahip olamayacakları da HDP’nin son olarak hükümet kuruluşu sırasında yaşadığı tartışmalarla bir kez daha görülmüştür. Bu partiler eşitlerin  “ittifak” ını değil, “eşitler arasında en eşit olan” a tabiiyeti esas alırlar. Gerek duyduklarında vitrin malzemesi olarak kullandıkları yüklerini silkeleyip, atarlar. Aynı AKP’nin yaptığı gibi.

Şimdi bizim için sorun, bütün bu gelişmeler olurken nasıl bir tavır alacağımız, bu olanakları nasıl proletarya siyaseti adına  olanak haline getirebileceğimizdir. Çünkü sözünü ettiğimiz kavga emperyalistler ve emperyalist olmak için çaba harcayan ülkeler arasındadır. Buradan kendiliğinden proletarya siyaseti adına olumlu sonuçlar çıkması elbette beklenemez. Siyasal olanaklar çıkar ama o olanakları devrimci şekilde gerçekleştirmek emek hareketinin becerisine kalmıştır. Aksi halde giden gericiliğin yerine bir başkasının tesis edileceği açıktır.

NOTLAR

1) Tekrar etmek gerekirse, göçlerin temel nedeni yoksulluk ve yoksunluktur. Savaşların, iç savaşların da zaten bu yoksullukla birlikte düşünülmesi gerekir. Bu göçlerin tek nedeni olarak savaşları işaret etmek doğru değildir. Mesela Meksika en çok göç veren ülkelerden birisi ama orada bir savaş yok. Bugün dünyada günlük geliri 2 ABD dolarının altında olan 3 milyar civarında insan yaşıyor (Oysa sadece “yoksullara yardım” işlevine sahip olduğu iddia edilen  Dünya Bankası’nın günlük kârı her 1 dolar için 2 dolardır). Dünyada 5,5 milyardan fazla insanın ekonomik geliri Meksika’nın kişi başına gelirinden anlamlı miktarda düşüktür. Bu yoksul nüfus kapitalizm sayesinde sürekli olarak artıyor. Göç edenlerin nüfusu, elbette, bu en az 5,5 milyarlık yoksul ve yoksunlar nüfusu yanında devede kulak bile değildir.

2) Reformist ve “radikal” sol, gözleri liberal ideoloji tarafından kamaştırılmış olduğundan bu Avrupa’daki “aşırı sağ”ın ekonomik- sosyal ve dış politik politikasının kendisinden daha solda olduğunu göremedi. Kendisini meşrulaştırmak için bu aşırı sağın faşist olduğunu iddia ediyor. Oysa bunlar, Yunanistan örneği dışında, geleneksel anlamında faşist partiler değil. Bu ithamda bulunan reformist ve radikallerin kendileri emperyalizme ve faşizme daha fazla hizmet ediyorlar. Zaten “aşırı sağ” ın işçi sınıfı içinde dahi geniş bir taban bulabilmiş olmasının nedeni de soldaki boşluk. Veyahut aynı anlama gelmek üzere, sol kulvarda reformist ve radikal solcuların öne çıkartılmış olmasıdır.  Söz konusu “sol” liberal ideoloji tarafından iğdiş edilmiş olduğu için  onun ölçütleriyle düşünüyor. Kaçınılmaz olarak Syrizalaşıyor. Ne pahasına olursa olsun kitleselleşmeyi, bunun içinse sınıfsal ittifakları zorunlu görüyor. Yani tipik bir oportünist sendrom. Sürekli Syrizalar yaratma ihtiyacı duyar. Misyonu budur.

3) 1957’de Suriye’de yönetimin SSCB’ye yakınlaşması, ABD ve NATO’yu tedirgin etmiş, bu ülke emperyalistler tarafından tehdit edilmiştir. Bir “Suriye sorunu” meydana getirilmiştir. Bu sorun etrafında Türk ordusu bir tehdit unsuru olarak kullanılmak istenmiş, devrin Demokrat Parti hükümeti gönüllü bir şekilde Suriye sınırına 200 bin civarında asker yığmış, bu sorunu emperyalist talepler doğrultusunda istismar ederek, durumdan vazife çıkarma gayreti içinde olmuştur. Suriye’nin işgali gündeme getirilmiş, SSCB’nin verdiği nota sonrasında ABD, havaya girmiş vasalı Türkiye’nin yularını çekme ihtiyacı duymuş ve sorun bu şekilde aşılabilmiştir. Ancak bu sorun esnasında Türk hükümeti ABD’nin kontrolü dışında kışkırtıcı girişimlerde bulunmuş, bu durum ABD’yi rahatsız etmiştir. Menderes’in ipinin çekilmesinde herhalde bu sorunun ele yüze bulaştırılmış olmasının da katkısı olmuştur. Suriye sorununda  geri adım atmakla DP’nin düşürülmesi arasındaki ilişki hakkında siyasal literatürümüzde hatırladığım bir araştırma yok.  Bu tür girişimlerin siyasal sonuçlarının olmaması mümkün değil.

Tweetle

Bir kez daha IŞİD hakkında

Ne zaman Rusya Suriye sorunuyla ilgili olarak diplomatik hamleler yapsa, emperyalistler Suriye’de ve onunla  ilişkili bölgede şiddeti tırmandırıyorlar. ABD’nin zamanı yok. Reel korkular, kaygular devreye girmedikçe (mesela İran’la nükleer konusunda olduğu gibi) diplomasi lafını dahi duymak istemiyor. Bugün Suriye’de artan cihatçı şiddetini,  onu kollamaya yönelik Türk ve ABD müdahalelerini bu bakımdan değerlendirmek gerekir. “Güvenli bölge” palavrası, IŞİD ve benzeri cihatçılar için güvenli bölgeler yaratmak anlamına geliyor. Bunu görmek lazım. Suriye ordusunun ve Suriye barış güçlerinin şartları lehlerine çevirmelerine izin verilmek istenmiyor.

Eğer emperyalistler için sorun IŞİD olsaydı, bir iki haftada kolları kanatları derhal kırılırdı. Tersine, ABD ve müttefikleri IŞİD (ya da El Kaide) konseptini daha da geliştirmeyi ve ona Avrasya coğrafyasında görev vermeyi planlıyorlar.

Bazı stratejistler IŞİD’i Timurlenk’in yüksek hareket kabiliyetiyle bir dönem Asya’yı, Avrupa’yı tehdit eden bir güç haline gelmiş ordularıyla kıyaslıyorlar.  IŞİD’i kullananlar sahip olduğu mekanize  hareket kabiliyetini arttırarak onu doğrudan Rusya coğrafyasına salmayı planlıyorlar. Rusya’nın bunun farkında olduğu açıktır. Hatta Rusya’yı son günlerde harekete geçiren en önemli saik bence budur.

Rusya, Türkiye’nin IŞİD’e verdiği destekten şikayetçidir. Nitekim, geçen hafta Türkiye’nin Suriye’ye yönelik “sınır” operasyonları başlatıldığında, Rusya’daki Türk büyükelçi Rus hükümeti tarafından sert bir şekilde uyarıldı. Türkiye’ye yönelik üstü örtülü tehditler içeren uyarılar Erdoğan’a iletilmek üzere elçiye sunuldu(1)

Öte yandan, Suruç katliamı sonrasında Türkiye’nin, Suriye’ye karşı tek başına “oldu bitti” lere girmemesi konusunda bizzat Afrika’da bulunan Obama tarafından telefonla sıkı bir şekilde uyarıldığı biliniyor. Nitekim,  İncirlik Antlaşması bu sıkı uyarılar sonrasında imzalanmıştır. Kimi kaynaklar Obama’nın telefon görüşmesi sırasında Erdoğan’ı Türkiye’nin NATO’dan çıkartılmasına kadar gidebilecek gelişmeleri tetiklememesi için uyardığını belirtiyorlar. Bu arada, yeni genel kurmay başkanın da  NATO’nun vereceği her emre amade olacağı bilinmelidir. Bundan kuşku duymamak gerekir.

Bu noktada geçerken, Suruç katliamının emperyalistler ve Türkiye için yaratmış olduğu işlevsel siyasal sonuçlara dikkat çekmek isterim.  Bunu “iç güçler” in mi yoksa “dış güçler”in mi yapmış olduğuna dair tartışmanın bu şartlarda bir anlamı yoktur. Bu her iki gücün epeydir  iç içe geçmiş olduklarını bir kez daha belirtmek isterim. Elde edilmek istenen siyasal sonuçlara odaklanmanın daha anlamlı bir iş olacağını düşünüyorum.

Şimdi konuya ilgi duyan herkes IŞİD’in ABD, İngiltere, Fransa, Türkiye, S.Arabistan, Israil, Katar demek olduğunu biliyor. Ancak sanki böyle değilmiş gibi davranılıyor, akıl yürütülüyor. Önce bu tespitin konulması gerekir. Aksi halde konuyla ilgili hiç bir analizin, önerinin manası olmayacaktır. Sözde IŞİD karşıtı koalisyonun ABD tarafından kurulmasından sonra IŞİD daha organize bir hale gelmiş, sahasını hem genişletmiş hem emperyalist isterler doğrultusunda sınırlar belirlemiş, şiddetinin dozunu arttırmıştır.

Bu arada, Erdoğan ailesinin IŞİD sayesinde temin ettiği ekonomik çıkarlara ve onunla olan ekonomik ilişkisine dikkat çekmeyen bir analiz de Türkiye IŞİD ilişkilerini kavramak bakımından eksik kalacaktır. Erdoğan, ailesinin ekonomik çıkarlarıyla emperyalist çıkarlar arasında tutarlı bir ilişkinin olması gerektiğinin farkındadır.

Bu sözde IŞİD karşıtı koalisyonun başına ABD adına atanan kişi önde gelen bir neocon olan general John Allen’dir. IŞİD’in bütün organize faaliyetleri onun tarafından yönlendirilmektedir. Türkiye’yi “güvenli bölgeler” konusunda teşvik eden de Allen’dır.

Esasen Obama, Allen’ı bu göreve Pentagon’un büyük baskısına karşı koyamayarak atamıştı. Suriye ve Irak’taki bir çok gelişmede bu generalin dayandığı iktidar kliklerinin (dış bakan Kerry de bu kliklere dahildir) Obama’yı bypass etmeleri söz konusudur. Mesela son gelişmeler Obama’nın Afrika gezisine rast getirilmiştir. Bu Iran’la varılan nükleer antlaşmaya karşı bir hamle olarak da görülebilir.

Yani hep söylediğim gibi ABD yönetimi yekpare bir yapı değildir. Ancak farklı içerikleriyle, öncelikleriyle  bu yapının tümü emperyalisttir, saldırgandır. Bunda hiç bir tereddüdün olmaması gerekir.

Rusya’nın son hamlesi, öncekilerine göre daha geniş bir Esad’lı koalisyonu öngörmektedir. Bunun gerçekleşmesi durumunda Suriye sorunu etrafında kağıtların bir kez daha yeniden karılması söz konusu olacaktır. Böyle bir karılma oyuncular arasında ve içinde de yeni kopuşları, saflaşmaları getirebilecektir. Mesela Suriye Kürt hareketi Esad’a yakınlaşarak anti-Amerikan bir çizgide konumlanabilir. Böyle bir olasılığın gerçekleşmesinin Türkiye’deki de dahil, genel olarak Kürt hareketi için önemli sonuçları olur. Anlamlı ayrışmalar gündeme gelebilir. Sonuçta Kürt siyasetine tutunmuş Türk sol siyasetleri bir kez daha hiza alırlar. Zaten şimdiden bunun işaretlerini tespit edebiliyoruz.

Kürt siyaseti, PKK izlediği çizgiyle adeta kendi kendisini içine hapsettiği bir labirent örmüştür. Gerilla savaşı tehditiyle desteklenen “barış süreci” nin bugün geldiği noktada PKK’nin (daha önce bir çok kez belirtmiş olduğum gibi) askeri hareket kabiliyeti gayet sınırlıdır. Teröre başvurması kendi coğrafyasında dahi meşruiyet alanını daraltacak sonuçlar doğuracak, legal Kürt siyasetinin kazanmış olduğu mevzilerin yitirilmesine veya zayıflamasına neden olabilecektir. Karşılıklı olarak milliyetçiliklerin yükselmesine katkı yapacaktır.

Artık “barış süreci” nden sonra silahlı mücadele başlatmak kolay olmayacaktır. PKK, ama en çok da Kandil kanadı, bu sürece dahil olarak, zaten ta baştan beri var olan siyasetsizlik, programsızlık sorununu daha da takviye etmiş, hareket üzerinde ilerici bir vizyonu bulunmayan işbirlikçi burjuva siyasal etkilerin ağırlığının artmasına neden olmuştur. “Esir önderlik” şartlarında Kürt siyaseti zaten arızalı olan siyasal cevvaliyetini tamamen yitirmiştir. Oyun kuruculuğu, beyin görevini emperyalistlere vererek kendi kendisini depolitize etmiştir. Bunun askeri kanat üzerinde de olumsuz etkilerinin olmaması mümkün değildir.  Bugün Kürt siyasetinden yükselerek Türk sol çevrelerini de etkisi altına alan (son örneği HTKP’dir) oportünizmi bu açıdan da okumak meşrudur.

NOTLAR:

(1) Yazıyı yazdıktan bir gün sonra bazı medya organlarında Rusya’nın Türkiye’ye karşı sert bir tepki vermemiş olduğuna dair Rus hükümeti kaynaklı açıklamalar yer aldı. Ancak aynı gün aynı kaynaklarda gerek Rusya başbakanının ve gerekse Rus dış bakanlığı çevrelerinin Türkiye’nin IŞİD ve Suriye konusundaki davranışlarıyla ilgili olarak dile getirdikleri sert eleştiriler de yer buldu.

Tweetle

Güncel değinmeler

Galeri

TÜRKİYE’DEKİ GERİCİ İŞBİRLİKÇİ REJİM DÜŞMEDEN ORTA DOĞU’DA EMPERYALİST KAOS BİTMEZ Türkiye emperyalist operasyonlar bakımdan adeta kilit ülke konumundadır. Bugün Orta Doğu’da emperyalizmin yarattığı, beslediği çatışmaların bu kadar sürdürülebilmiş olmasında Türkiye’deki rejimin sağlamış olduğu, sağlamaya devam ettiği eşsiz katkıları atlamak mümkün … Okumaya devam et

HEBDO katliamı sonrası değerlendirmeler

Galeri

Charlie Hebdo katliamı sonrasında kimi sol çevrelerde, artık ABD’nin islamcı terörü beslemeyeceği, desteklemeyeceği, hatta islamcıların defterini düreceği yolunda bazen açık kimi zaman örtük şekillerde dile getirilen bir iyimser beklenti oluştuğu görülüyor. Bu beklentiye AKP hükümetinin deliğe süpürüleceği ihtimali de eşlik … Okumaya devam et

Haziran’dan Ekim’e…

Galeri

Haziran 2013’de, Türkiye’nin bir çok ilinde, bölgesinde, “hükümet istifa” şiarı altında süren halk ayaklanmalarına Kürt vilayetlerinden ve Kürt siyasal gruplarından açık bir destek gelmemiş, dahası, ayaklananların hükümetin istifasını talep etmelerine  yine bu Kürt siyasal çevreler tarafından karşı çıkılmıştı. Kürt siyaseti bir … Okumaya devam et

Esad Yönetimi düşer mi? “Suriye krizi” üzerine düşünceler 1

ABD’deki 11 Eylül olayları sonrasında, ABD’nin başını çektiği emperyalist güçler tarafından adeta bir düğmeye basılarak başlatılan “yeni dünya düzeni” projesini, dünyayı “soğuk savaş” sonrasında, jeo-ekonomi-politik anlamda, yeniden paylaşma stratejisi olarak görmek gerekir. Emperyalizm, son 65 yıldan bu yana ilk kez bu kadar çıplaktır. Irak’tan, Afganistan’a, Pakistan’a; Tunus’tan, Libya,Mısır ve Suriye’ye kadar bir çok ülkeyi, rejimi kapsamına alan saldırı operasyonları bu büyük stratejinin etaplarıdır. Türkiye’nin son on yılını da bu stratejinin dışında düşünmek yanlış olur.

Bu Suriye meselesini, sadece inişte olan ABD’nin belli jeo-ekonomi-politik dengeler üzerinde yükselen hegemonik konumunu, yeni yükselen global güçler karşısında koruma veya yitirmeme kaygusuna bağlamak eksik olur. Bununla beraber meseleyi, salt bir Türkiye meselesi, basitçe Türk dış politikası sorunu olarak görmek de doğru olmaz. Suriye, bugün geldiği nokta itibarıyla, yukarıda sözü edilen global stratejinin bir etabı olarak, adeta emperyalist kapışmanın “gordiyon düğümü” haline gelmiştir.

Öte yandan, yeni emperyal güçler olarak yükselmek isteyen Rusya ve Çin gibi ülkeler, önlerinin açılması için ABD’nin başını çektiği düşüş sürecindeki emperyalizmin yakınlarındaki coğrafyadan başlayarak geriletilmesi gerektiğini görüyorlar. Hiç şüphesiz, Esad’ın bu yükselen güçlerin razı olabilecekleri koşullarda yönetimini sürdürmesi, bölgenin Türkiye ve İsrail dahil, gerici, arkaik rejimlerinin üzerinde durdukları zemini iyice zayıflatacaktır. Bu gelişme söz konusu rejimlerle bağlaşmış ABD’nin düşüşüne ivme kazandıracaktır.

Türkiye’de, 2.Cumhuriyet’in soluğu kesilecektir. SSCB karşısında tampon bir işlev üstlenmiş olan birincisinin işi, SSCB ortadan kalkınca, doğal olarak bitmişti. İkincisinin işi, “yeni dünya düzeni” nin ABD’nin isterleri doğrultusunda ortaya çıkmayacağının, Suriye krizi dolayısıyla, net olarak ilan edilmesiyle bitecektir. Böyle bir durumun bölgesel çapta spektaküler dışa vurumuna, manipüle edilmemiş gerçek bahar eylemleriyle tanık olabileceğiz. Yani yalancı olmayan bahar, Suriye’nin ayakta kalmasıyla yeşerebilecektir. Elbette Türkiye’de bu durumun farkında, sonuna kadar Suriye’yi devirmek için mücadele edecektir. Bu mücadeleyi kazanmış olsa da, çok geçmeden, bunun bir Pirus zaferi olduğunu fark edecektir. Yani, öyle de böyle de, emperyalist bir maşa olarak TC rejiminin kurtuluşu yoktur.

Suriye’nin direnişinin, karşısında bulunan cephenin Avrupa’dan başlayarak bölünmesine yol açacağı beklenmelidir. Bu şartlarda, Türkiye yönetiminin kafası allak bullak olacaktır. Manipülasyonlarla, demagojik islami muhabbetlerle vaziyeti idare etmek mümkün olmayacaktır. Minyatür Osmanlıcıların, bir Osmanlı geleneğine başvurarak ortaya bir ya da bir kaç kanlı kelle atmalarının da çare olmadığı görülecektir.

Baba Esad gayet zeki bir adamdı. Ülkeyi, Ortadoğu’da bugünkü kilit konumuna getiren baba Esad’dır. Esad bu bölgede emperyalizmle, gerektiğinde, vuruşmadan ayakta kalmanın mümkün olamayacağını ön görmüş, bu doğrultuda önlemler almıştı. Sanılanın aksine, sekülerleşmesine özen gösterdiği toplumsal dayanaklarını akıllıca kurulmuş dengeler üzerinde takviye etmişti. İzlediği iktisadi politikalarla, genel olarak, burjuvazinin işbirlikçi eğilimler geliştirmesine izin vermemişti.

Oğlu da, son Irak ve Libya deneyimlerinden sonra emperyalistlerin tereddütlerini iyi analiz etti. Emperyalizmin ülkesine direkt olarak müdahale etmesinin emperyalistler için doğuracağı maliyetin fakında olarak soğuk kanlı hareket etmeyi sürdürüyor. ABD’nin “demokrasi ve insan hakları” gerekçesiyle, bölgenin en anti-demokratik, en gerici güçlerini kullanarak yürüttüğü mücadelenin sürdürülebilir olmadığını görüyor. Öte yandan Rusya ve İran gibi ülkelerin neden Suriye’nin arkasında durmak zorunda olduklarını da biliyor.

Bu saatten sonra İran veya Rusya ya da her ikisi tarafından (amiyane tabirle) satılmasının çok zor olduğunun da farkındadır. ABD, doğrudan çift dalarsa, tuş edebilir tabii. Ancak kendisi de minderden tek parça halinde kalkamaz. Yok eğer Suriye, Rusya ve İran tarafından satılırsa, Ortadoğu’daki kaos bu iki ülkenin sadece bu bölgedeki kısa erimli çıkarlarına zarar vermekle kalmaz, orta erimde, bu ülkelerin sınırlarına dayanır.Kapılarını zorlar. Bu arada, Esad’ın düşmesi meşru Irak yönetiminin de işine hiç gelmez. Barzani’nin elini güçlendirir. Özcesi, mevcut Suriye sosyal dengeleri içinde Esad’dan başka bir yönetimin Suriye’yi tutabilmesi reel olarak olanaklı değildir. Bunu görmek lazım. Esad yönetimi hem dış dinamiklerin hem de iç dinamiklerin reel konumları itibarıyla, belki bazı vitrine yönelik değişikliklerle, yoluna devam edecektir.

Hep birlikte göreceğiz. Emperyalistler giderek Rusya ve İran üzerinden bu sorunu “kötünün iyisi” anlayışına razı gelmek pahasına çözmek yoluna gidecekler. Muhtemelen AB ve Rusya arasındaki temas trafiği giderek yoğunlaşacaktır. Gelgelelim, kararlı bir mücadeleyi göze alan Esad yönetiminin Rusya ve İran’ın dikte edeceği çözümlere göre değil, kendisinin oluşmasında inisiyatif alacağı önerilere imza atmak isteyeceğini de tahmin etmek zor olmasa gerek. Kavga aynı zamanda bir öz güven tazeleme aracıdır. Yok bu kez “Suriye krizi” öyle, önemli sonuçlar doğurmadan, Amerikalıların sevdikleri bir tabirle, “over” olmayacak.


“Suriye krizi” üzerine düşünceler 3

Erdoğan’ın siyasal devrinin fiilen kapanmış olduğunu söylememiz yanlış olmaz. Muhtemelen “Suriye krizi” nin emperyalistlerin beklentilerini karşılamayacak şekilde gelişeceğinin netleşmesiyle, nihai olarak iflası ilan edilecek. Menderes de “Suriye krizi”nde çark etmek zorunda bırakıldığında, siyaseten bir mevta haline gelmişti. Seçimleri, aklımda yanlış kalmamışsa, nüfusunun yaklaşık %80’inin kırsal alanlarda yaşadığı koşullarda, %58 civarında bir oyla kazanmış, bir iki yıl içinde de kentli orta katmanların başkaldırısıyla siyaset edilivermişti. “Oy” ya da “milli irade” toplumdaki sınıf mücadelesinin düşük seviyede bulunduğu şartlarda ifade ettiği anlamı, bu mücadelenin şiddetlendiği koşullarda ifade edemeyebiliyor.

Kasımdaki seçimden sonra ABD yönetiminin ve NATO’nun, askeri anlamda, daha aktif olarak Ortadoğu’da devreye girebileceğini beklemek boşunadır. ABD’nin ya da NATO’nun Suriye’yi havadan vurup, sonra “haydi Türkiye karadan sen gerekli temizliği yap” demesi beklenmemelidir. Gerileyen emperyalizm,önünde sonunda, yükselmeye çalışanla anlaşmak zorunda kalacaktır. Esad elbette gidebilir. Ama Rusya, Çin,İran ve Irak’ın kabul edebileceği koşullarla. Esad’ın emperyalistler tarafından düşürülmesi demek, Fas’tan Çin’e kadar uzanan bir coğrafyanın ABD emperyalizmine ikram edilmesi anlamına gelecektir. Özellikle şu sıralarda, adalar sorunu dolayısıyla, Japon emperyalizmini ve onun doğal müttefiki G.Kore’yi geri püskürtmekle meşgul Çin’in işi daha da zorlaşır. Çin ve Rusya emperyal güçler haline gelmek istiyorlarsa, hayat alanlarını eski jeopolitik sınırlarına hapsedemezler.

ABD, vaktiyle SSCB’ye uyguladığı “containment” politikasını şimdi Rusya ve Çin’e karşı uygulamak istiyor. Hindistan ve Vietnam’la flörtü bu gayeyee yönelik girişimler olarak görülmelidir.. Seçimlerden sonra bu girişimlere ağırlık verileceği ilan edildi. Evet, SSCB’ye karşı benzer bir politika otuz küsur yılda sonuç verdi. Ancak sonucun bir tarafı SSCB’nin çökertilmiş olmasıysa, diğer tarafı da ABD’nin kendi kendisini tüketmiş olmasıdır. SSCB’den sonra ABD’nin hegemonyasını ilan etmesi elbette mümkündü. Ancak sürdürmesi olanaklı değildi. Yani bir anlamda, ABD de, AB gibi, SSCB’nin enkazı altında kalmıştır.

ABD ve müttefiklerinin bu kadar geniş ve zor bir coğrafyada top çevirmesi olanaklı değil artık. Etnik, dinsel fay hatlarına basınç uygulayarak kaos stratejisini devreye sokmak zorunluluğu duyacaklarını sanıyorum. Zaten AB’nin ve Japonya’nın, ABD’nin peşinden, yeni bir maceraya sürüklenmek anlamında, gidecek mecalleri ve arzuları olduğunu da herhalde söyleyemeyiz. Özellikle AB’de, başta Almanya olmak üzere, rasyonel siyasal güçlerin devreye girerek yeni bir durum değerlendirmesi yapmaları kaçınılmaz olacaktır (bunun ilk işaretlerini Bush’un Irak macerası esansında kısmen almıştık).

Çin, ABD ve AB pazarının yol açacağı boşluğu, Hindistan üzerinden aşmayı tasarlıyor. Bu pazarın alım gücünü takviye edecek araçlara sahip olduğunu biliyoruz. ABD, Hindistan’a ve Vietnam’a, onları “Çin gibi” yapmayı taahhüt ediyor olabilir. Veyahut söz konusu iki ülkenin ABD ile ilişkilerini bu şekilde değerlendirme eğilimleri olabilir. Ancak bunun fos çıkacağını görmemek için kör olmak gerekir. ABD’nin artık düşmekte olduğunu ve bu düşüşün de beklenenden erken gerçekleşeceğini görmek gerekiyor. Hiç şüphesiz bu düşüş 21.yüzyılı hızlandırıp, belki de, kısaltan başlıca faktör olacaktır.

Geçerken,Vietnam’da Ho Chi Minh’den sonra liderlik kalitesinin düşmüş olduğunu belirtelim.İyi devrimci olmakla,iyi kurucu olmak her zaman aynı anlama gelmeyebiliyor. Hatta çok nadiren bu ikisinin örtüştüğünü söylemek yanlış olmaz. En ünlü istisna, her ne kadar kuruculuk misyonunu tam olarak gerçekleştirmeye ömrü vefa etmemişse de, Lenin’dir. İlk ve son büyük sosyalist kurucu Stalin’in,Lenin’in yol işaretlerini izlemiş olduğunu hiç tereddüt etmeden söylememiz gerekir. Stalin, Lenin’in mücadelelerini kararlılıkla nihai noktalara taşıyan adamdır.Mesela, Lenin’in Menşevikler’le başlattığı ve ölene dek sürdürdüğü mücadeleyi sonlandıran Stalin idi.

Şimdi, Che Guevara, Trotsky, Mao,Le Duan gayet yetenekli devrimcilerdi. Gelgelelim, kuruculuk vasıfları hayli zayıftı. Kurucu siyasal akılları pek gelişmemişti. Eğer Vietnam liderliği, ABD adına, Çin ve Rusya’ya sırtını dönerse, ülkeleri yanlış ata oynamış olanları bekleyen sonuçlara maruz kalır. Kendisini yalıtır. Vietnam’ın böyle bir yanlışı yapmaması beklenir.

Özcesi ABD, Ortadoğu’da, Asya’da ve tabii L.Amerika’da kaos stratejisini devreye sokarak düşüşünü geciktirmeye ve yükselecek yeni güçlerin işini zorlaştırma ihtiyacı duyacaktır. Tabii bu süreç içinde ABD’de rasyonel güçlerin müdahalesiyle yeni bir kabullenilmiş düşüş siyaseti izlenebilirse, gelişmelerin seyri değişir. Ancak şu an için bunun işaretleri görülmüyor. Demokrat Parti’de Hilary Clinton ve George Soros kliği kontrolü ele geçirip, Obama’yla bağlaştıklarında böyle bir işlev yerine getireceklerini tahmin etmiştim. Yanılmışım.

Kasım seçimlerinden sonra Ortadoğu’da yaşanacak gelişmeler emperyalizminin en önemli ideolojik silahı olan “demokrasi ve insan hakları” söyleminin bir bumerang işlevi göreceği koşulları yaratacaktır. Libya’da son yaşananlar dolayısıyla zaten bu ideolojik söylem büyük bir hasar görmüştü. Giderek Demokrat Parti’nin “demokrat” ya da “liberal” yandaşlarını dahi ikna etmesinin zorlaşacağı olaylara tanık olacağız. Tunus, Libya, Mısır, Türkiye gibi ülkelerde yoğunlaşacak anti-emperyalist toplumsal muhalefet, bu ülkelerdeki işbirlikçi rejimlerin anti-demokratik yüzlerini kamuflaşın çare olamayacağı derecede ortaya çıkartacaktır. Bu ülkelerde ABD’nin ve komprador liberal aydınların inandırıcılığını erozyona uğratacaktır.

Bugün ABD’nin bölgedeki işbirlikçileri esas olarak sünni islamcı ve siyonist gericilerdir. Bu kesimler tanım itibarıyla demokratik olan her şeyin düşmanıdırlar. Bu yapıları ABD’nin çıkarlarına uygundur. Emperyalizm, yükselmeye başladığı devirde, vasal ve sömürge ülkelerindeki işbirlikçi aydınlar arasında “demokratik” bir misyona sahip olduğu izlenimini yaratabiliyor. Bu tamamen gerçekliğin kısmi, eğreti bir algılanmasından kaynaklanıyor. Bugün emperyalizm artık demokrasiden, demokratik olan her şeyden korktuğunu gizleyemiyor. En gerici güçlerle açık işbirliği içerisine girmekten kaçınmıyor.

Emperyalizmin artık “demokrasi”yi, manipülatif olarak dahi, temsil etme kabiliyeti kalmamıştır. Paylaşım mücadelesinin yeğinleştiği şartlarda emperyalist “demokratik” ideolojinin, işlevsel açıdan, incir yaprağı derekesine düştüğünü saptamak mümkün. Dolayısıyla demokratik kamuoyunu arkasına alma kapasitesi erozyona uğramıştır. İşte Ortadoğu’da şiddetlenecek mücadele ve genişleyecek direniş cephesi, ABD yönetiminin bölgedeki varlığının meşruiyetini kendi içerisinde dahi sorgulanır hale getirecektir. Son Libya olayını bu açıdan da okumak gerekir.

Bu bir iyimserlik hali değil. ABD, elbette kaos politikalarına devam edecek, “büyük Ortadoğu”da şiddet artacaktır. Ancak özellikle bölgesel bağlaşıkları ve bu bağlaşıkların, toplumsal demokratik beklentiler karşısında sıkıştıkça, kendi anti-demokratik gündemlerini uygulamaya öncelik verecek olmaları nedeniyle, müttefikleri ABD’nin ve Avrupalı dostlarının meşruiyeti kendilerine sempati duyanlar arasında dahi tartışılmaya başlanacaktır. Demokratik direniş artıkça, gerici saldırılar da şiddetlenecektir. ABD ve AB emperyalizminin Ortadoğu’daki bugünkü varlığı, böyle bir çelişkili hali kaçınılmaz kılıyor.

Buna mukabil, Rusya ve Çin gibi güçlerin bu demokratik direniş güçleriyle kendiliğinden ittifak içine girecekleri, Suriye ve İran’da gördüğümüz gibi, beklenmelidir. Emperyalistlerin soğuk savaştan bu yana sürekli ifade ettikleri kendi söylem ve tanımlamalarından, ideolojik şablonlarından hareket edecek olursak, bugün rollerin değişmiş olduğunu söylememiz gerekiyor. Gerileyen emperyalizm giderek artan şiddetiyle her alanda gericileşip, demokrasiden ürker hale gelirken, yükselme çabasındaki olası emperyalist adaylar, geçiçi bir süre için dahi olsa, ilerici konumlarla bağlaşmak ihtiyacı duyuyorlar.

“Suriye krizi” üzerine düşünceler 2

Israr ediyorum, ABD bir işgale kalkışamaz. Bu iddia kuru sıkı bir iyimserlikten kaynaklanmıyor. Obama yönetiminin Romney’nin muhalefetinden ürktüğü için Suriye’yi doğrudan işgale kalkışması fikri had safhada naiftir. Kaldı ki, Romney’in Obama karşısında bir şansı yoktur. ABD ne olursa olsun doğrudan ateşin içine atlamak istemeyecektir. Türkiye üzerinden Suriye, “ya tutarsa” hesabıyla sıkıştırılmaya devam eder. Daha doğrusu Türkiye’nin kontrollü şekilde ittirilmesi, emperyalistlerin dayattıkları çözüm bakımından bir koz (ya da “sopa”) olarak görülmektedir. Ancak bu kozla yapılabilecek hamleler hayli sınırlıdır.

ABD’nin Suriye’nin etrafında koz olarak kullanabileceği iki araç vardır: Türkiye ve K.Irak. İkinci araç dolayısıyla öncelikle Suriye’deki Kürt muhalefeti Esad’a karşı savaşmak için ikna edilmeye çalışılır. Ancak böyle bir iknanın PKK’yı da içine alan boyutları vardır. Diyelim PKK da razı edildi. Gelgelelim, böyle bir gelişme genel olarak bütün bir Kürt hareketinin bölgedeki meşruiyetine ağır bir darbe vurur. Dahası orta vadede bölge Kürtlerini tam bir cendere içerisine sokar. Kürt liderliğinin böyle bir kısa görüşlülüğe teslim olmaması beklenir.

Gelelim, büyük global oyunculara. Çin, Rusya’yı izler. Çin’in kendi başına bir süper güç haline gelmesi -en azından önümüzdeki bir kaç on yılda- çok zor. Hatta belki ondan sonrası için de zordur. Çin’in bir başına böyle bir misyon yüklenmesini destekleyecek tarihsel bir arka planı ve deneyimi yoktur. Çin reel bir ekonomi üzerinde görece sağlam duruyor. Yalnız bu sürekli büyümek zorunda olan reel ekonominin çarklarını döndürecek enerji kaynakları yok. Çin şu da bu şekilde, özellikle de Hindistan pazarı aracılığıyla talep sorununu aşabilir. Ama enerji önemli bir sorundur.

Rusya’nın reel ekonomisi zayıf; fakat Çin’in çarklarını döndürmeye yetecek kadar enerji kaynakları, maden ve mineralleri var. Bu ülkenin güvenliği bakımdan caydırıcı bir askeri gücü var. Aslında 1920’lerden 70’lere kadar modern Çin tarihinin en önemli ekonomi politik referans ve dayanaklarından bir tanesi Rusya olmuştur. Modern Çin’in yükselmesinde önce pozitif ve 70’lerin ilk yıllarından itibaren negatif olmak üzere, en kayda değer dış dinamik Rusya’dır. Çin, Asya’da bu konjonktürde siyasal olarak Rusya’dan kopamaz. Üstelik de, hemen çevresinde bulunanları henüz ihtilaflı olmak üzere, denizlerde bu kadar zayıfken. Her iki ülkenin Asya’da ortak çıkarları var. Artık ideolojik ayrılıklar da söz konusu değildir.

ÇKP, giderek Çin’i emperyalist bir güç haline getirmektedir. ÇKP’nin yeniden sosyalizme yönelmesini beklemek doğru olmaz. (“Sosyal emperyalizm” diye diye emperyalistleşmek böyle oluyor). Çin’de sosyalist tekrar ancak hakim ÇKP çizgisi ve hakim ÇKP kadrolarının dışındaki güçler tarafından gerçekleştirilebilir. Bu güçler de Çin’de mevcuttur.

Bundan başka, SSCB’nin emperyalizm karşısında gerilemesinde, Mussadık’a karşı yapılan CIA darbesini önleyememiş ya da seyretmekle yetinmiş olmasının anlamlı bir rolü olduğuna her zaman inandım. Bu emperyalist testin kaybedilmesinde, SSCB’nin savaş sonrası ülkesinin etrafındaki siyasal hayat alanını esas olarak D.Avrupa ile sınırlamış olmasının payı vardı. İran’ın kaybedilmesi, Mısır’ın, daha ilerde, Afganistan’ın da kaybedilmesinde etken oldu. Kürt sorununun emperyalistlerin elinde bir koz haline gelmesi gibi bir sonuç da doğurdu. İsrail’in konumunu konsolide etmesini sağladı. Rusya’nın bir kez daha bu tarihsel hatayı yapması beklenebilir mi?

Dünya devrimi hayalinin çökmesiyle, Lenin zamanındaki (iç savaş sonrası) emperyalizmle denge halini, Stalin’in “tek ülkede sosyalizm” hamlesi emperyalizm aleyhine bozmuştu. SSCB asıl bu hamleden sonra ortaya çıkmıştır. Hitler’i de bu sayede geriletebilmiştir. Rusya’nın bir kere daha dışa doğru emperyal bir devlet haline gelebilmesi için içe doğru, Rusya’da ve eski Sovyet coğrafyasında, tarihsel olarak, kitleselmiş olması anlamında, çok güçlü bir entelektüel temeli olan Batı emperyalizmi karşıtı bir siyasal şuuru hareket geçirmesi gerekiyor. Stalin bunu başarmıştı. Açık konuşacak olursak, Hitler’i “klasik” enternasyonalizmden çok, bu şuurla alt edebilmişti.





My Great Web page