Tekrar askeriye meselesi

Galeri

Bu yazıda “askeri vesayet” hakkında üç örnek vak’adan söz edeceğim. Bu yazıyı esinleyen, geçenlerde youtube’de izlediğim bir grup Amerikalı sol liberal aydının tartışması oldu. O tartışmada yer alan aydınların hemen hepsi, “ne işimiz var Afganistan’da, niye Amerikan halkının refahını temin … Okumaya devam et

Devrim yaklaşırken

Galeri

Seçimlere doğru giderken AKP rejimi, konumunu sağlamlaştırmak adına,  içeride ve dışarıda provokatif davranışlarına hız verdi. Yurt içinde ve dışında yitirilmiş olan istikrarı ve itibarı yeniden sağlamak adına yine düşmanlar yaratmaya çalışıyor.  Baskılarını ve korkularından kaynaklanan saldırılarını arttırıyor. Demokratik alanı ve … Okumaya devam et

HEBDO katliamı sonrası değerlendirmeler

Galeri

Charlie Hebdo katliamı sonrasında kimi sol çevrelerde, artık ABD’nin islamcı terörü beslemeyeceği, desteklemeyeceği, hatta islamcıların defterini düreceği yolunda bazen açık kimi zaman örtük şekillerde dile getirilen bir iyimser beklenti oluştuğu görülüyor. Bu beklentiye AKP hükümetinin deliğe süpürüleceği ihtimali de eşlik … Okumaya devam et

Emperyalizm uzlaşmaktan teslimiyeti anlar

Galeri

Günümüz ülkelerinin jeo-ekonomi-politik konumu bugün oluşmamıştır. Tarihsel bir süreç içinde, toplumsal, çevresel iç ve dış siyasal mücadelelerin sonucu olarak şekillenmiştir. Ülkelerin toplumsal formasyonları, kültürel yapıları zaman içinde dönüşümler geçirse de, jeo-ekonomi-politik  konumları, kayguları, öncelikleri yeni koşullarda, yeni görünümler altında devam … Okumaya devam et

Haziran’dan Ekim’e…

Galeri

Haziran 2013’de, Türkiye’nin bir çok ilinde, bölgesinde, “hükümet istifa” şiarı altında süren halk ayaklanmalarına Kürt vilayetlerinden ve Kürt siyasal gruplarından açık bir destek gelmemiş, dahası, ayaklananların hükümetin istifasını talep etmelerine  yine bu Kürt siyasal çevreler tarafından karşı çıkılmıştı. Kürt siyaseti bir … Okumaya devam et

Orta Doğu cephesinde yeni bir şey yok: Pakistanlaşan Türkiye, Talibanlaşan IŞİD

Suriye takıntısı bildiğimiz Türkiye’nin sonu olabilecek bir potansiyel taşıyor. Neo-conların adamı Davutoğlu’nun, CNN’ de, emperyalist siyasetin medyadaki en gözü kara yüzlerinden  Amanpour’a verdiği röportaj bu iddiayı destekliyor.

Emperyalistler ve onların bölgedeki müttefikleri Türkiye’nin doğrudan askeri ya da diplomatik olarak bölgede inisiyatif almasını istemezler. Türkiye sadece lojistik destek üssü, askeri kolaylıklar sağlayan bir ülke konumunda kalmalıdır. Ancak bunu kabul edebilirler. Zaten hali hazırdaki ana hatlarıyla fiili olarak mevcut iki emperyalist ittifak yapısı, Mısır, S.Arabistan, BAE (belki biraz ileride Ürdün de buraya dahil edilebilir); Türkiye,Katar, İsrail, Hamas, Kürt siyasetleri (bu iki yapı içinde en kırılgan olanı budur) Türkiye’nin hareket kabiliyetini kısıtlamaktadır.

Esasen bu yapılar hem kendi içlerinde hemde aralarında çıkarları farklılar gösteren, dolayısıyla her biri bir diğerine karşı açık ya da gizli oyunlar tertip eden bileşenlerden oluşuyor. Bu hal onların hem kendi başlarına hem de bir arada kırılganlıklarının esas nedenini teşkil ediyor. Bunların yaygın ve kararlı bir direniş karşısında ayakta durmaları kabil değildir. Bileşenlerin hepsinin toplumsal tabanı dar ve zayıftır.

Hepsinden önce ideolojik bir Esad takıntısına sahip Türk yönetimi, emin olduğunda Kürtleri de yanına alarak, tabii cihatçıları gözeterek Esad yönetiminin altını oymaya devam edecektir. Onun bilgisi dahilinde ve kontrolden çıkmadığı sürece bu tavır ABD’yi hiç rahatsız etmez. Tersine, onun tarafından teşvik görür. Bu bakımdan ABD’nin “Esad önceliğimiz değil”, açıklamasını tersinden okumak gerekir. ABD için de, Türkiye için de, Katar ve Suudi Arabistan için de, İsrail için de asıl sorun Esad’dır. Her zaman esas hedef Esad’dır. ABD ve müttefikleri tarafından IŞİD’in oluşturulmasının öncelikli  nedeni de Esad’ın düşürülmesidir.

Yaratılmak istenen havanın tersine, Türk hükümetinin IŞİD’le ilgili ve Suriye’ye karşı tasarrufları ABD’nin telkinleri ve beklentileriyle örtüşmektedir. Neo-con Davutoğlu ABD’nin kendilerine göstermiş olduğu rotanın dışına çıkmanın kendileri için neye mal olacağını gayet iyi bilmektedir.  Türkiye, soruna kendi dar çıkarlarını dikkate alarak, dar bir açıdan, ideolojik, daha aceleci ve bir tetikçi yaklaşımıyla bakmakta, oysa ABD, atılacak adımların neden olabileceği olası sonuçları geniş bir açıdan hesap etmekte, zamanı zorlamak istememektedir. Fark buradadır.

Ancak Türk hükümeti şimdiye kadar bu farkı kendi lehine istismar edecek ciddi hamleler yapmaktan da kaçınmıştır. Bu yönde işaretler verdiğinde, ABD tarafından iplerinin çekilmesi gerekli görülmüştür. Kısacası, bir siyaset farklılığı yok, taktik görüşlerde, ama uygulamada değil, farklılık olduğu söylenebilir. Şöyle bir boyut da var: İlk kez bakan olarak gizli neo-con Hilary Clinton tarafından atanmış olan Davutoğlu, ABD’de bağlı olduğu neo-con “savaş partisi” nin telkinleri doğrultusunda, doğrudan bir sıcak savaşta girmekten, en azından şimdilik, kaçınan Obama yönetimi üzerinde Amerika’daki neo-con savaş partisiyle aynı paralelde şahince baskı oluşturmaya çalışıyor.

Bu noktada, Kobani’de sürmekte olan katliamla ilgili olarak da bir şeyler söylemek istiyorum. Türkiye ve Irak Kürt siyasetlerinin Kobani karşısındaki samimiyetsiz tavırları aslında onların emperyalizm tarafından hazırlanan “üst siyaset” e ne kadar bağımlı olduklarının da açık bir göstergesidir. Bugün hem Türkiye’deki hem de Irak’taki Kürt siyasetleri, bu cihatçı terör şebekelerini yaratanın emperyalizmin kendisi olduğunu pekala biliyorlar. Dahası kendileri de emperyalizmle ve onun işbirlikçisi olan yönetimlerle  bağlaşma halindeler. Cihatçılar, Kürtleri ilk kez öldürmüyorlar. Cihatçılar daha önce de olduğu gibi ve halen Kürt, Türkmen, Ermeni, Süryani, Alevi, Yezdi, Şii demeden engel olarak gördükleri herkesi katlettiler, katletmeye devam ediyorlar. Bu katliamları emperyalistlerin talimatlarıyla, onların çıkarlarına hizmet etmek adına yapıyorlar. Öyleyse, bu katliamlardan en önce emperyalistler ve onların işbirlikçisi olanlar sorumludurlar. Sonra, Orta Doğu’da emperyalizmin saldırılarına direniş de Kobani’yle başlamıyor. Zaten işbirlikçi Kürt siyasetlerine rağmen ne zamandır devam ediyordu.Halen de  sürüyor.

ABD ve Türkiye, Suriye’deki Kürt gruplara da her fırsatta açıkça,”bize tabi olmak zorundasınız, bizimle aynı siyasal hizada yer almalısınız” diyorlar. Emperyalistlerin gayesi, Suriye’nin kuzeyinde de, Irak’ın kuzeyinde olduğu gibi, kendilerine tabi bir Kürt bölgesi, ya da Kürt siyasal coğrafyası yaratmaktır. Sonrasında, Irak’taki gibi bir stratejiyi uygulamaya koymayı planlamaktadırlar. IŞİD,başka şeylerin yanı sıra,  bu gayeyi gerçekleştirmek maksadıyla sahaya sürdükleri işlevsel bir araçtır.

IŞİD maşadır.Asıl sorumlular bu maşayı kullananlardır. Bu bir siyasettir. Emperyalist siyasettir. Öyleyse, IŞİD’e bakan bir göz, hiç tereddüt etmeden onda ABD’nin başını çektiği emperyalizmin çürümüş, vahşi yüzünü görmelidir. Bu izlemekte olduğumuz “vahşet tiyatrosu” nu sahneye koyan anglo-amerikan emperyalizmidir.

Elbette o siyasetle işbirliği yapanlar da sorumludurlar. Daha önce bir çok kez cihatçılarla aynı emperyalist saflarda, Şam’daki, Bağdat’taki meşru yönetimlere karşı yer almış, IŞİD sahaya sürüldükten sonra onunla işbirliği olanaklarını araştırmış, IŞİD’in en önemli lojistik destekçisi Türk hükümetiyle işbirliğini “barış” adına sürdürmekte bir yanlışlık görmemiş Kürt siyasetleri de bugün gelinen noktadan sorumludurlar. Kobani’deki vahşet, Suriye’ye emperyalist saldırı başlatıldığında “tarafsızlık” palavrasıyla emperyalizmden yana taraf olan işbirlikçi Kürt siyasetlerinin de iflasıdır.

Ta baştan belirtmiş olduğum gibi, söz konusu “barış süreci” AKP’den çok Kürt siyaseti için bir bumerang haline gelecektir. Kobani’de acı bir şekilde gördüğümüz gibi gelmiştir de. PKK elinde değil, asıl AKP hükümetinin elinde “barış süreci” bir şantaj aracına dönüşmüştür. Ne zamandır, AKP hükümeti bayraklar yaktırıp, büstler parçalatarak, yani provokasyonlar yaparak olası bir ortak Türk-Kürt Haziran’ının önüne geçmeye çalışmaktadır. Kürt Hizbullah’ı bir hançer gibi Diyarbakır’a saplamıştır. Kürt siyaseti bu bakımdan da, Haziran’da yapmış olduğu hatanın bedelini kendi halkına ödetmektedir. Kürt sosyalistleri devreye girip, Kürt hareketi içindeki burjuva ve küçük burjuva siyasal eğilimlerin etkisini kırmaya çalışmalıdır. Bunun en ilk adımı, “barış süreci” denen, bugün artık bir bumeranga dönüşmüş kirli ilişkinin sona erdirilmesi olmalıdır.

Geçerken bir uyarı yapmalıyım. Bugün AKP tarafından Orta Doğu’da izlenmekte olan ve Kürt siyasetinin de kısmen ortak olduğu siyaset, Suriye ve Irak’ta yaşananlara benzer olayları, kavgaları Türkiye coğrafyasına taşıma potansiyeline sahiptir. Hatta bu senaryo AKP rejiminin muhaliflerine şantajı olacaktır.

Yetmişlerin sonunda komşusu Afganistan sorunu etrafında ABD’ye ve cihatçılara her türlü lojistik kolaylığı sağlamış olan ve emperyalist ihtiyaçlara daha kolay yanıt vermek adına kendisini bir İslam cumhuriyetine dönüştürmüş olan Pakistan’ın başına gelmiş olan şimdi Türkiye’nin başına gelmektedir. Bu bakımdan Tayyip, Ziya ül Hak’ı andırmaktadır. Tabii bu bakımdan  IŞİD de giderek Taliban’laşmaktadır. 12 Eylül’den itibaren adım adım Pakistanlaştırılan Türkiye’nin Taliban’ı…

Tekrar IŞİD’e dönelim. Eğer cihatçılar hedefleniyorsa, en önce lojistik desteği sona erdirmek gerekir. Böylece cihatçıların nefes alması zorlaşır. Cihatçıları havadan bombalamakla onlarla mücadele edilemez. Lojistik destek sürdükçe onlarla baş etmek güçleşir. Zaten şu ana kadar manzaraya bakıldığında, emperyalistlerin kendi yarattıkları bu teröristlerle mücadelede samimi olmadıkları, dahası, olamayacakları da görülmüştür.

Esad’ın başarısı, Bağdat’da emperyalist çıkarlarla bağdaşmayan bir yönetimin kalıcı hale gelmesi, Hizbullah’ın Lübnan’da etkisinin artması söz konusu emperyalist ittifaklara dahil bütün güçlerin altını oymak gibi bir sonuç yaratır. Buna şüphe yok. Ne ABD, ne de müttefikleri henüz ya da şimdilik cihatçı lejyonerlerden vazgeçemezler. Söz konusu emperyal güçlerin şu an “mış” gibi bir görüntü verdikleri, timsah gözyaşları döktükleri ortadadır. IŞİD’e karşı savaşıyormuş gibi yapıyorlar. Bugün IŞİD’e karşı bir tek Kobani halkı ve Esad güçleri savaşıyor. Gerisi yalan.

Şu soru son derece meşrudur: Emperyalistler ve işbirlikçi Türkiye başlıca düşmanlarına karşı kendi adlarına savaşması için yarattıkları, halen bu düşmana, yani Esad’a karşı etkili bir şekilde savaşan bir askeri güce karşı neden operasyon yapsınlar? IŞİD onlar için askeri bir tabirle, “dost kuvvet” tir. Müttefiktir. Esad’a yakın Kürtleri, Ermenileri, Yezdileri, Süryanileri hatta Suriye’deki olayları objektif bir şekilde aktaran batılı gazetecileri öldürdükleri için neden IŞİD’e saldırsınlar?

Öte yandan, cihatçılar “paralı askerler” dir. Savaşarak maddi menfaat temin ediyorlar. Kahir ekseriyetinin “cennette yer kazanmak” adına bu işi yaptığını söyleyemeyiz. Bu işin vicdan rahatlama kısmı. Aynı eski hristiyan haçlıları gibi yani. Bu arada şunu da belirtmek gerekir: Bu yeni haçlı seferlerinin mutlaka hem bölgemiz için hem emperyalizm için uzun süreli negatif siyasal, sosyal sonuçları olacaktır. Bunu akılda tutalım.

Bir başka nokta, TSK’nın hükümet tarafından Suriye’de ya da Irak’ta devreye sokulması, bir çatışmanın içine girmesi, ordu verilen görevde başarılı da olsa, başarısız da olsa, hükümetin TSK karşısında siyaseten gerilemesi, TSK’nın siyasal inisiyatifinin artması gibi bir sonuç doğurur. Yani AKP ve Tayyip adına, kariyerlerine başladıkları noktaya geri dönmek gibi bir sonucu olur.

Bir şey daha ilave edeyim. Bugün izlenen Şam politikası, Türkiye’nin 50’lerden, soğuk savaştan beri izlemekte olduğu Orta Doğu ve Suriye politikasıyla aykırılıklar taşımıyor. Tersine örtüşüyor. Bildiğiniz gibi, Türkiye 1957’de de, emperyalistlerden aldığı gazla Suriye girmek istemiş, SSCB’nin notası ve ABD’nin DP hükümetinin yularından çekmesiyle geri adım atmıştı.

Bizde henüz Baasçı esinlere sahip 27 Mayıs darbesiye, DP ve CHP’nin sahiplendikleri Orta Doğu siyaseti ve tabii “Suriye krizi” arasındaki bağlantı araştırılmamıştır.Mısır’dan Irak’a kadar Orta Doğu’da 30’lu yıllardan itibaren esas olarak küçük burjuvazinin taleplerini dile getiren  bir “genç subaylar” hareketi görüyoruz. 27 Mayıs’ı analiz edenler genellikle bunu ihmal ediyorlar.

Anglo-amerikan diplomasisinin en büyük başarısı, bu cereyanın görüldüğü en önemli ülke olan Mısır’ı hem SSCB’den hem de Suriye’deki Baasçı akımdan yalıtmak olmuştur. Anglo-amerikan emperyalist-siyonist siyaseti, ikinci büyük savaş sonrası, bölgedeki en önemli siyasal başarısını asıl o zamandan itibaren (“Nasır-sonrası dönem”) elde etmiştir. Sözünü ettiğimiz zaman TSK’nın da emir-komuta zinciri içerisinde doğrudan emperyalizmin ve işbirlikçi burjuvazinin çıkarlarının savunucusu olarak yeniden yapılandırıldığı yıllara tekabül eder. Buna dikkat çekiyorum.

12 Eylül darbesinden itibaren Türkiye’nin mevcut emperyalist gerici Orta Doğu politikası daha da gericileşmiş, tabii SSCB’ye yakın duran Suriye’ye karşı izlenen politika da bundan nasibini almıştır.  Müslüman Kardeşler örgütü liderliğine Türkiye’de kolaylıklar sağlanmış, burada barınmalarına siyasal faaliyet göstermelerine izin verilmiştir (Bugün de durum farklı değildir. M.Kardeşler liderliği, bu arada örgütün kurucusu Seyyid Kutub ailesinin kimi yakınları ülkemizde barındırılmaktadırlar). Bundan sonra Suriye’nin çeşitli kentlerinde M.Kardeşler tarafından gerçekleştirildiği bilinen patlamalar, terörist saldırılar olmuştur. Bunların Ankara’da, CIA’nin de fiilen katılmış olduğu karargahlarda planlanmış olduğu Suriye tarafından haklı olarak iddia edilmiştir. Evet bütün bunlar terörü gerekçe göstererek darbe yapan  12 Eylül cuntası zamanında olmuştur. Tabii buradan 12 Eylül’ün, öncesiyle ve darbesiyle nasıl meydana gelmiş olduğunu da kolayca tahmin etmemiz mümkün olabiliyor. Öyle değil mi?

Bu arada, hep söylediğim bir şeyi bir kez daha yinelemek istiyorum. AKP, kendisinden önceki yönetimlerden farklı değil. Onların devamı. Aralarında bir süreklilik var. Onların yapmayı düşünüp de yapamadıklarını, uluslararası şartların da uygun olmasıyla, gerçekleştirmektedir. İhtiyaç duyulduğunda, seleflerinin “olağanüstü halleri” ni, “sıkıyönetim”lerini, “kontgerilla”larını, “Hizbullah”larını, “ülkücü faşist”lerini şapkasından çıkartıyor. Bunu görmek lazım.

Bugün IŞİD’in oluşturulmasıyla ilgili planların da ABD’nin Ankara büyükelçiliğinde yapılmış olduğundan şüphe etmemek gerekir. McCain’i İdlip’e, IŞİD’in oluşturulmasıyla ilgili temaslarda bulunmak üzere  götüren gayri meşru yolun Türkiye’den geçmiş olması tesadüf değildir. Bilindiği gibi, ABD’nin eski başkan adayı ve halen Cumhuriyetçi Parti lideri olan senatör McCain orada hem ileride IŞİD’in lideri olacak El Bağdadi, ve hem de IŞİD’in üzerinde inşa edileceği ÖSO örgütü lideri İdris’le görüşmüş, bu görüşme kameralarla kaydedilmiştir (bkz. www.voltaire.net). .

Zaten bugün IŞİD’in saflarında toplanmış olan cihatçıların önemli bir kısmının  Libya’da ABD çıkarları için savaşan islamcı cihatçılar olduklarını, Libya’dan gelerek  Türkiye üzerinden Suriye’ye taşınmış olduklarını, sonradan Suriye’den de Irak’a geçmiş oldukları biliniyor. Bu arada, Libya’da öldürülen ABD’li konsolosun ölmeden önceki son görüşmesini bu taşınma işlemleriyle ilgili olarak Bingazi’deki Türk büyük elçilik yetkilileriyle yapmış olduğunu da tekrar hatırlatmak isterim.

Evet, 12 Eylül’de kalmıştık, devam edelim. Türkiye’nin Suriye’ye karşı M.Kardeşler teröristlerini himaye etmesi üzerine, Hafız Esad yönetimi de, PKK lideri Öcalan’ı, TKEP lideri (şimdi muhtemelen kendisine sağlanan ekonomik olanaklar sayesinde, Öcalan’ın siyasal dalkavukluğunu yapan Teslim Töre’yi, Türk Gladyosu  taşeronu o zaman ki DEV-SOL lideri Dursun Karataş’ı Şam’a davet ederek onlara ikamet ve siyasal faaliyet kolaylıkları  sağlamıştı. Dikkat ederseniz, mesela bir Behice Boran, mesela, bir TKP’li, mesela o zaman ki Kemal Burkay falan davet edilmiyor.Yani Türkiye’den yönlendirilen teröre, Şam’dan yönlendirilebilecek bir terörle yanıt verilmek isteniyor.

Türkiye’nin cihatçı teröristlere desteği bakımından bugünkü durumla geçmişteki durum arasında özsel bir fark var. Hem Türkiye ve hem Suriye hükümetleri geçmişte, karşılıklı olarak terörist ilan etmiş oldukları grupları ve figürleri, ulusal egemen devletler olarak ulusal ve politik çıkarları adına kullanıyor, destekliyorlardı. Bugünkü AKP hükümetinin cihatçılara desteğiyse tamamen ideolojik ve mezhepçidir. Bu çok anlamlı bir fark meydana getiriyor. Öyleyse, bu durumun Türkiye açısından sadece dışarıda değil, içeride de sonuçlarının olmaması mümkün görünmüyor. Bedel ödenecektir.

Bu noktada, o zamanki ABD’nin tavrı, bugünkü ABD siyasetini de anlamak bakımından anahtar işlevi görmektedir. Sessizce olup biteni izleyen ABD, zamanı geldiğinde (“Saddam sorunu” yaratılınca) bir olanağı daha fırsata çevirmiştir. İki taraflı hareket etmek, “tavşana kaç tazıya tut” demek olanaklarına kavuşmuştur. Hem bu taraftan hem o taraftan…

Tweetle

 

SEÇİMLER ÜZERİNE 3

İç İşleri Bakanlığı verilerine göre Haziran direnişlerine 11 milyon civarında bir kitle katılmıştı. Bugünkü seçim sonuçlarına bakıldığında, aşağı yukarı aynı miktarda bir kitlenin CHP ve solundaki partiler için oy kullanmış olduğu görülüyor. Bununla birlikte seçimi bir referandum havasına sokan CHP’nin öbür sol partilerin seçmenleri üzerinde baskı oluşturarak zaten güçlü olduğu kentlerde, ilçelerde oylarını daha da tahkim etmiş olduğu anlaşılıyor. Haziran direnişinin en kararlı şekilde sürdürüldüğü, mesela, Beşiktaş, Kadıköy, Çankaya, Karşıyaka gibi ilçelerde bu tahkimat net olarak görülebiliyor.

Bu seçim hileli bir seçimdir. AKP için bir ölüm kalım seçimiydi. Her türlü baskı ve seçim yolsuzluğu, seçimlerin öncesinde ve sonrasında yapılmıştır. Bununla beraber, genel olarak tahmin edildiği gibi, AKP bu seçimlerden birinci parti olarak çıkacaktı. Öyle de oldu. AKP’nin gerçek oy oranı, ulusal ve uluslararası araştırma kuruluşlarının hemen hemen ortak olarak tespit ettikleri gibi, yüzde 35-36’dır. Nitekim, AKP yönetimi de yüzde 36-37 civarında bir oy almayı beklediğini ifade etmiştir. Buna göre AKP, seçim hileleriyle, yuvarlak hesap, yüzde 5 civarında bir oyu, CHP,MHP,BDP’den çalmıştır. Bu derece yolsuzluk ve ahlaksızlığa batmış bir partinin seçimleri nasıl idare edeceği, kampanyası sırasındaki saldırgan, rüşvetçi davranışlarından da  belli değil miydi?  AKP dürüst bir seçim ortamı, koşulları yaratamazdı.

Şunu tespit edelim, bu sonuçlara göre, solun arkasında, özellikle de Haziran’dan itibaren kavgalarda çelikleşmiş, nitelikli ama örgütsüz bir halk kitlesi vardır. Bu kitlenin kavgadan vazgeçmeyeceği daha hemen seçimlerin arkasından oluşan ortamdan anlaşılmaktadır. Sosyalist solun özneleri bu kitle arasındadır. Sol güç birliğinin taşıyıcısı bu kitledir. Sol seçimlere katılacaksa, güç birliği yapmadan katılması, artık yinelenen vak’alarla sabit olduğu gibi, yanlıştır. Haziran’ın etkili olmasında bu güç birliğinin kendiliğinden oluşmuş olmasının payı çok büyüktü. Artık bunu örgütlü bir güç birliği haline getirmek zarurettir.

Seçimlerde sonucu nicelik belirlemektedir. Bu şekilde sosyalist sol oyların CHP’ye gitmesinin de önü açılmaktadır. Bu seçimler neyin yapılması ve neyin yapılmaması hakkında öğretici olmuştur. Tunceli’deki başarı, neyin yapılması gerektiğini; Hatay ve Hopa’daki başarısızlık neyin yapılmaması gerektiğini gösteriyor. Ankara büyükşehirdeki başarısızlık hem bu seçimin kendine özgü koşullarından, hem de solun o çapta bir hedef için henüz zamanın erken olmasındandır.

Seçimlerin bir başka sonucu da sağ ve sol oylar arasındaki dengesizliğin son 40 yıldan bu yana anlamlı ölçüde değişmemiş olduğudur. CHP ve sosyalist sol oylar yüzde otuz civarındadır. CHP ve sosyalistlerin oylarında, 70’li  yıllara nazaran görülen 5-6 puanlık düşüş, basında da tartışıldığı gibi, Kürt siyasetinin sağa kaymış olmasıyla alakalıdır. Öte yandan, her seçimde kentli oyların belirleyiciliği, sağ partilerin seçim kurallarını  kırsal seçmen avantajına göre dizayn girişimlerine rağmen dramatik bir şekilde artmaktadır. Kentlerde varoş göstergeleri azaldığı ölçüde de sol oylar artıyor. Neo-liberal iktisadi koşullarda, kapitalist rantın  kâr güdüsünü geri plana ittiği, buna göre, varoşların   kapitalist şehir rantının nesnesi haline getirildiği de vak’adır.

Dikkat çeken bir başka sonuç, Anadolu’nun iç kısımlarında sol oylarda görülen düşüştür. Bunun nedeni o yerleşim yerlerindeki en dinamik, nispeten ilerici nüfusun, bu arada Alevilerin büyük kentlere göç vermiş olmasıdır. Bu yüzden oralarda seçim genel ve esas olarak gerici partiler arasında geçmektedir.

Kürt partilerinin toplam oyları yüzde 7 civarındadır. Tabii bu oranın genel seçimlerde bir kaç puan düşebileceği öngörülmelidir. Kürdistan vilayetlerinde BDP’nin aldığı belediye sayısı artmıştır. Ancak, mesela, Diyarbakır gibi, en önemli bir kentte on puana yakın oy kaybı vardır. Yine bu kentte ilk kez seçime giren etnik-islamcı partinin performansı, gelecek seçimlerde bu partinin daha yukarıya doğru hamle yapabileceğinin işareti olarak görülmelidir. Uzun süredir yerel yönetimleri elinde tutan BDP, bir süre sonra salt etnik referansın  seçmen kitlesinin erozyonuna mani olamadığını görebilir. BDP’nin oy oranı 3-3,5 mertebesindedir.

HDP, muhtemelen “barış süreci” siyaseti tarafından sipariş edilmiş bir partidir. Sadece CHP’ye değil, sosyalist sola da mesafeli, özel gündemli bir partidir. Kürdistan coğrafyası dışında, Türkiye’nin batısında faaliyet göstermek için dizayn edilmiştir. Aldığı oy yüzde 4 civarındadır.

Şimdi Kürt sosyolojisiyle ilgili bir gerçekliğe değinmek lazım. Kürdistan coğrafyasından Batı’ya doğru sürekli bir göç olgusu vardır. Bu göçün tazeliğini koruduğu şartlarda, Kürt etnisitesi üzerinden siyaset yapmanın bu yeni göçmen kitleler üzerinde, yeni gelinen kentlerde, vahşi kapitalizm şartlarında,  kollektif olarak deneyimlenen yabancılık ve yabancılaşma duygusunun dayanışma ihtiyacı doğurduğu vak’adır. Yani Kürt siyaseti de, islamcı siyaset gibi, varoşlardan besleniyor. Gelgelelim, bir kaç kuşak sonra göç edilen kentlere entegrasyon gerçekleştiğinde, etnik ve dinci çağrının çekim gücünün zayıflayacağı beklenmelidir. İnsanları sürgit dinle, milliyetçilikle oyalayamazsınız. Onların gelecek beklentilerine somut ve maddi olarak yanıt vermek zorundasınız.

Bugün 70’lerde, hatta seksenlerde İstanbul, Ankara ve İzmir gibi kentlere göç etmiş Kürt nüfus arasında etnik çağrılara itibar eden kişi sayısı hayli düşüktür. Göç eden nüfus, kentte herkesin farklı olduğunu fark ettikçe, kendi kimlik farkından çok, kent hayatının tüm kentli nüfusa dayattığı iş, aş, barınma, eğitim  gibi sorunlarla daha fazla meşgul olma eğilimi içinde olacaktır. Yani kapitalist kentsel hayata entegrasyon onun başlıca gündem maddesi haline gelecektir. Bu bakımdan, esas olarak emekçi olan bu kesimler aykırı milliyetçi çağrıları söyleminde barındırmayan sosyalist solun toplumsal dayanaklarına dahil olacaklardır. Lenin’in ilerici asimilasyon dediği olgu tam da budur.

Türkiye’de İslamcı ve Kürtçü partilerin bu kadar revaç görmesinin önemli bir sosyolojik nedeni, Türkiye’de iç pazarı gözeten bir büyüme modelini uygulayan, bu çerçevede popülist ekonomi politikalarına referans veren bir siyasal anlayışın 1950-1980 dönemindeki hakimiyetinin sona ermesinden sonra kırdan kente göçün baş döndürücü bir hızla ve adeta zincirlerinden boşanırcasına cereyan etmekte olmasıdır.  “Ortak ekonomik yaşam” ın sosyal tabanının radikal  bir eşitsizliğe maruz kalarak egemenler lehine ve öncelenmemiş ölçüde daralmasıdır.  Kültürel dışlanmışlık söylemi bu reel şartlarda etkili oluyor tabii.

Bu göç eden kitleleri göç ettikleri kentlerde konfora kavuşturacak olanaklar, en önemlisi geçiş ve adaptasyon sürecini nispeten sancısız kılacak kurum veya oluşumların bulunmamasıdır. Cemaatçilik, tarikatler, dinsel ve etnik kollektif öz savunmacı ideolojiler, kanaatler bu koşullarda boy atabiliyor.Bir ihtiyaçtan doğuyorlar.  Soğuk savaş şartlarında tasfiyeye uğramış, örgütsel varoluşu ortadan kaldırılmış, bununla alakalı olarak, içinde her zaman barındırdığı küçük burjuva öznelerin narodnik, bundist, milliyetçi ve liberal telkinlerinin zuhur edecek ortamı bulmuş olması,  sosyalist solun sınıfsal çağrısının bu göçmen kitlelere ulaşmasını engellemiştir.

Burada izninizle bir parantez açacağım: Kapitalizm bir toplumsal formasyon olarak arkaik ve farklı gelişme düzey ve tempolarına sahip üretim ve kültürel ilişkileri sistemine entegre eder. Sadece yerel, ulusal düzeyde değil, global olarak da. Yani kapitalist maddi ilişkilerin tek biçimli, birbirlerine eşit, senkronize  bir içeriği yoktur. Bu bakımdan, Marks’ın yaşadığı dönemin koşullarından (kapitalizm henüz global bir sistem değildir)  ve tabii izlediği çalışma yönteminden (olgunlaşmış kapitalizm çalışma nesnesidir)  de kaynaklanan algısında olduğu gibi, kendi içine kapalı, ideal tipte bir kapitalist sistem tasavvuru, kapitalizmin emperyalist aşamaya doğru evrilmesiyle geçerliliğini anlamlı ölçüde kaybetmiştir. Sadece maddi üretim ilişkileri değil, kültürel ilişkiler de benzer bir görünüm arz ederler. Özcesi, burjuva toplumu kapitalist maddi ilişkiler üzerinde yükselir, ancak ikisi birbirlerine eşit değildir. Veyahut böyle bir eşitlik tahayyülü her durumda isabetli olmayabilir. Bu formasyon içinde yer tutan sınıfsal öznelerin bilinçlerinde bu eşitsizliğin etkileri, yansımaları saptanabilir.

Global çapta süre giden kapitalizmin bunalımın etkileri ülkemizde de alttan alta hissedilmekte, ilk elden sosyal sonuçları (işsizlik, proleterleşme, barınma ve beslenme sorunları, mesela kırsal kesimlerde dahi boşanma oranlarındaki anlamlı artış,  geleneksel aile yapılarının çözülmesi,  suç oranlarındaki dramatik artış, özellikle fuhuş ve uyuşturucu kullanımında öncelenmemiş yaygınlaşma) giderek artan ölçülerde tespit edilmektedir. Kapıyı zorlayan büyük ekonomik bunalımın bu olumsuz koşulları daha da yaygınlaştırarak ağırlaştırması beklenmelidir. Bu noktada şu saptamayı da yapmalıyım:  Türkiye’de özellikle son otuz yıldan beri yaşanmakta olan sosyolojik gerçeklikle, 2.D.Savaşı sonrasında Batılı kapitalist ülkelerde yaşanan aynı gerçeklik arasında,  tempo farkları bir yana bırakılacak olursa, bir koşutluk olduğu gözlemlenebilmektedir.

Son olarak, CHP’ye yönelik solcu eleştirilerle ilgili olarak şunları söylemek istiyorum: CHP’yi şikayet etmeyi bırakalım. CHP’den daha fazlasını beklemek doğru olmaz. Böyle bir beklenti sosyalistlerin işi de olmamalı. Fransa’da SP, İngiltere’de İP, Almanya’da SDP, İtalya’da DP ne kadar solsa,  eski çizgilerine göre dahi, ne kadar oportünistlerse, ne kadar emperyalist siyasetlerin destekçisilerse, Türkiye’nin CHP’si de kendi çapında o kadar soldur, opotünisttir, emperyalizm yanlısıdır. CHP bundan farklı davranamaz. Sosyalistlerin ne kadar sol olduğu tartışma götürür bir parti üzerinde, kendilerini ihmal edecek kadar durmalarının anlamı yok. Halka neden CHP ile olamayacağını, ya da ne kadar olabileceğini anlatarak, sol bir seçeneğin zaruretini anlatmaya çalışmalıdır. CHP, müesses AKP rejiminin müesses muhalefetidir.

CHP’nin solunda güçlü bir oluşum, CHP’nin daha da sağa savrulmasını önleyebilir. Kendi solundakilerle güç birliği yapmak adına ikna edici olabilir. Sosyalist sol seçenek güçlü bir şekilde oluşmadan CHP’nin kendi solunu dikkate alması beklenmemelidir. Devrimci sol kendi içinde güç birliği yaparak, bu bilinçle kararlı şekilde hareket etmediği sürece, gelişmesi CHP tarafından  önlenmeye devam edecektir. Sosyalist sol CHP’ye kafayı takmak yerine, kendi potansiyel taşıyıcı öznelerinin ağırlıklı olarak yer aldığı CHP seçmenleri üzerinde çalışmalıdır.

Son olarak, AKP rejimi ancak Haziran halkının başladığı işi bitirmesiyle mümkün olabilir. Sokakta başladı, sokakta bitecek.


SEÇİMLER ÜZERİNE 1

Önce şu tespiti yapalım, bu seçimlere Haziran halk hareketinin yol açmış olduğu siyasal koşullar damgasını vurmuştur. Haziran’da halk AKP rejimine ağır bir darbe vurmuş ama rejimi yıkamamıştır. Bu durum seçim sonuçları üzerinde etkili olmuştur. Siyasette ayaklanmayla ağır yaraladığınız iktidardaki rakibinizi devre dışı bırakamamışsanız, o yaralı haliyle dahi iktidarda size karşı avantajlı konumda olacaktır. Kitleler, kesin sonuç alamamış muhalif ayaklanmacıların yenildiğini düşünüp, yaralı da olsa hala gücü temsil eden  iktidarın arkasında duracaklardır. Siyasal tarih bu saptamayı doğrulayan çok sayıda örnekle doludur. Siyasette yarım kalmış bir hamle o hamleyi yapanlar adına bir bumerang haline dönüşebiliyor. Ancak iktidardakiler için de elde ettikleri zaferin bir “pirus zaferi” olduğunu kavrayamama bizatihi  bir bumerang haline gelebiliyor. Aynı halk tarafından gerçekleştirilen daha büyük ve  yıkıcı bir darbeyle veda edebiliyorlar.  Hem de tam artık rahata erdikleri kuruntusuna kapıldıkları bir zamanda.

Şimdi sosyolojik açıdan sonuçlara bakalım. Seçim sonuçları bir kez daha sosyolojik bir gerçekliğin altını çizmiştir. Kent merkezlerine doğru sol  eğilimli oylar artıyor. Kırlara ve onun kentteki uzantısı olarak da görülebilecek varoşlara gidildikçe sol oylar düşmektedir. Varoşla kır arasında canlı ilişkiler, ya da en azından taze hatıraların olduğu vak’adır.

Nitekim, bu gerçekliği görmüş olan iktidar partisi, seçim sonuçlarının kendi lehine sonuçlanmasına katkı yapacak önlemler almış, yasal değişikliklerle, kırsal kesimlerin de büyük kentler için oy verebileceği düzenlemeler yapmıştır.

Seçim sonuçlarına baktığımızda, sağ partileri, özellikle AKP’yi destekleyen seçmen davranışlarının “dinci” değil ama “gelenekçi” olduğunu gözlemliyoruz. Bu ikisini birbirine karıştırmamak gerekir. Genellikle geleneksel olanı dine indirgemek gibi bir yanlış yapılıyor. Gelenek içinde dinsel referans önemli bir yer tutar. Gelgelelim, dine indirgenemez. Mesela, “başörtüsü” basitçe dinsel değil, geleneksel bir giysidir. Başörtüsü takanların hepsini, dinsel inanışları çok kuvvetli, daha doğrusu dinsel pratikleri düzenli olarak yerine getiren insanlar olarak görmek doğru olmaz. Başörtüsü, gelenek ve modernin kentte karşılaşmasından çıkmıştır. Onun siyasal, ideolojik olarak istismarı ayrı bir konudur.

Mesela daha önceki yıllarda, 50’lerdeki, 60’lardaki, 70’lerdeki kırdan kente göçlerde de kadınların kahir ekseriyetinin başörtüsü kullanmış olduğu vak’adır. O zaman bugünkü “türban” modeli yoktu. Bilinmiyordu, model olarak sunulmamıştı. Ancak baş örtme davranışı o zaman da vardı. O zaman da salt dinsel olmaktan çok geleneksel bir anlamı vardı. Bugünkü durum dünyanın emperyalistler tarafından dinselleştirildiği bir çerçevede ortaya çıkmıştır. Din vurgusunu ağırlıklı hale getirmiş olan emperyalizmin bu ihtiyacıdır.

Geçerken şunu da belirtmem lazım, gelenek kırsal olana, kırsal geçmişe, bir çok vak’ada pre-kapitalist ilişki biçimlerine, arkaik özlemlere gönderme yapan değerleri, davranışları, direnişleri, özcesi, maddi ve manevi kültürel anlamları, anlamlandırmaları, pratikleri içerir.

Gelenek her zaman modern karşısında savunmacıdır. Modernin nimet olarak gördüğü maddi ve teknik olanaklarından yararlanırken, bunu manevi değerlerini koruyarak gerçekleştirmek ister. Öyleyse gelenekçi, çelişkiler içinde yaşayan güvensizlik duygusuyla dolu bir tiptir. Ortasına atılmış olduğu kent hayatında tutunma ihtiyacını şiddetle hisseder. Toplumsal örgütsüzlüğün vak’a olduğu koşullarda bu tutunma ihtiyacı daha yakıcı bir hal alır. Gelgelelim, “gelenek” geçiş sürecindeki ontolojik özne üzerinde ideolojik olarak kurulur. yani “gelenek” somut bir vak’adır ama “gelenekçi” ideolojik bir kurgudur. Bunu aklımızdan çıkarmayalım.

Geçiş sürecindeki kurgulanmış öznenin modern yaşama biçimlerini savunan kentli kitleler karşısında, iletişimsizlik yüzünden yabancılık hissi katmerlenir. Bu kentli kesimlerin gelenekçi taarruza toplumsal olarak tepki verdikleri koşullarda, bu stratejiden nemalanan siyasal partilerin istismarıyla, varoluşsal bir paniğe  kapıldığı görülebilir. Türkiye’de 2007 “bayrak mitingleri” ve 2013 “Gezi ayaklanması” karşısında söz konusu gelenekçi kesimlerde bu yukarıdaki saptamayı teyit eden siyasal davranış biçimlerini tespit etmek olanaklıdır.

“AKP = yoksulların partisi” eşitliği doğru değildir. AKP’yi destekleyen kesimler arasında geniş yoksul kesimler vardır. Tamam. Ancak, AKP’ye muhalefet eden kesimler arasında da yoksul, sürekli olarak yoksullaştığını gören, yoksunlaştığını fark eden geniş bir nüfus vardır. Sonra, yoksulların partisi olmak demek, yoksulların çıkarlarını öne koyan bir program ve politik pratik demektir. Vahşi kapitalizmin bayraktarı olan  AKP’nin böyle bir parti olduğu iddia edilemez. Sosyalist siyaset, illüzyon ve gerçeklik arasındaki farkı ortaya çıkartır. Sosyalist sol siyasetin sorunu, bu kesimleri sınıf siyaseti etrafında birleştirebilecek bir stratejiyi  geliştirememiş olmasıdır. Böylece söz konusu geniş kitlelerin muhafazakar ve sol görünümlü partiler tarafından istismarına mani olamamaktadır. Son araştırmalar, ülkemiz nüfusunun yüzde 65’ten fazlasının ücretli kesimlerden oluştuğunu göstermektedir. Sosyalist siyasetin çıkış noktası burası olmalıdır. Burada sol siyasetin boy atması için büyük bir olanak vardır.

Sol, gelenekçi ve modern değerleri çatıştıran, bu çatıştırmadan beslenen düzen partilerinin tuzağına düşmekten kaçınmalıdır. Sol, emeğin, emekçi sınıfların siyasetidir. Bütün stratejisini bunun üzerine oturtmalıdır. Özgürlükçüdür, ama eşitliğe dayanan, eşitliğe, toplumsal adalete referans veren bir özgürlük anlayışına sahiptir. Bu referansların ancak kamusalcı koşullarda ete kemiğe büründürülebileceğine inanır.

Sol, ideolojik olarak kurulmuş olanı veri alarak değil, gerçeklikten hareket etmelidir. Israrla çatışmanın sınıf mücadelesi, zengin yoksul kavgası olduğunu, bu kavgayı “peçe” ile örtme çabasının, düzenin sahtekârlığı olduğunu anlatmalıdır.

Zaten şunu biliyoruz: Sınıflı toplumların tarihin belli dönemlerinde sınıf mücadelelerinin geleneksel, dinsel ya da genel bir ifadeyle, kültürel görünümler altında dışa vurulduğunu görürüz. Ancak bu görünümlerin altına inildiğinde, ekonomi-politik gerçeklik bütün çıplaklığıyla tespit edilir. Bugün Türkiye’de de kültürel görünüme sahip toplumsal-siyasal yarılmanın,  esasen derin ve geniş maddi toplumsal eşitsizliğin manipüle edilmiş bir ifadesi olduğunu ihmal etmeyeceğiz.

Ezilen halk sınıfları, çoğu durumda, bu hallerini asıl nedenlerini hedefleyecek şekilde protesto edecekleri bilinç düzeyinde bulunmazlar. Bu düzeye erişmelerine yardımcı olacak sınıfsal ekonomik ve politik kanallardan, araçlardan mahrum olabilirler.  Sonra, tarihsel devirler içinde  toplumsal sınıfların, hatta maddi üretim ilişkilerinde tuttukları nesnel konum itibarıyla, en ilerici siyasal misyon yüklenmesi beklenenlerin dahi, gerici konumlara savrulabildiklerini görebiliyoruz.  Bunun ayrımsız, gelişmiş, gelişmekte olan kapitalist ülkelerde tarihsel vak’adan olduğunu biliyoruz.

Devrimci sol strateji, tek tek toplumsal sorun alanlarına,” mikro” çatışma alanlarına ve bu “mikro” çatışmaların öznel taşıyıcılarına referans veren varsayımsal, eklektik çoğul mücadeleler alanında konumlanamaz.  Bu esasen “post-marksist”, post-modern burjuva siyasetinin yaklaşımıdır. Kapitalizmin artık zafere ulaşmış olduğundan hareketle, sosyalizm mücadelesi yerine “muzaffer kapitalizm” in aksaklıklarının giderilmesini amaçlayan muhalif hareketlere yönelinmesi talep edilir. Elbette devrimci solcular bu farklı çatışma alanlarına kayıtsız kalmazlar, fakat bu çatışmalar modern kapitalist toplumdan kaynaklanır. Öyleyse, sosyalist devrimci hareket stratejisinin ana eksenini onlar üzerinde kuramaz. Doğrudan kapitalizmi hedefine oturtur.  Bu çerçevede, “saygı” talebini öne çıkarmak da yersizdir. Proleter devrimci söylemi, “ilerici”, “en modern” metaların pazarlandığı süper market algısından kurtarmak gerekir.

Bütün bu ayyuka çıkmış hırsızlıklara, rezilliklere rağmen AKP neden hâlâ baş siyasal oyuncudur? Bu durumu sadece muhalefetin performansıyla izah etmek yeterli olmaz. Yine gelenekçi AKP seçmen tabanına bakmak lazım. Gelenekçi tanım itibarıyla anakronik bir tiptir. Kaçınılmaz olarak romantiktir.  Gerçeklik dünyasından kopuk, dahası ona inanmak istemeyen, hayali, kayıp, bir daha yaşanması olanaklı olmayan  bir dünyanın özlemi içindedir. Yani günlük hayatında her gün yalanı, iki yüzlülüğü yeniden üretir. İki yüzlülük hayata tutunması, vicdanını yatıştırması bakımından elzemdir.  Bu sosyal psikoloji her yerden adeta fışkıran modernin ortasında anlamlandırma sorunları, anlam boşluklarıyla kırılganlaşır. “Tayyip” figürü onun hayatındaki anlam boşluğunu dolduruyor. Ağır güvensizlik ortamında, bir tür öz güven aracı oluyor.

Bu noktada, elitizm, “inanca saygısızlık” argümanı da boşa düşer. Bu memlekette hiç bir başbakan, milyonlarca insanı hedef alarak “ayakların baş olduğu nerede görülmüş” dememiştir. Hiç bir bakan doğrudan dine, inanca  küfür etmemiştir. Buna karşın bu siyasal tipler çok ağırlıklı olarak o gelenekçi kesimlerden, önceden olduğu gibi,  oy alabiliyorlarsa, bu argümanların sözcüleri bu hali izah etmekle yükümlüdürler.

Tapelerin, videoların uçuştuğu günlerde, kapıcımız bana soruyor: “Ağabey sen de bütün bu yalanlara inanmıyorsun değil mi? ” Bu vak’a da kapıcı şaşkın, hatta şoka uğramış ama kabul etmiyor. İnanmayarak hayal kırıklığından sıyrılmaya çalışıyor. Nazi filozofu Heiddeger’in savunmasını hatırlayınız. “Yahudilere yapılanları duyuyorduk ama inanmıyorduk.” Yani inanmak istemiyorduk demeye getiriyor. Tabii yalan söylüyor. Çünkü olup biten herkesin gözlerinin önünde cereyan ediyordu. O, kendisine tatmin duygusu veren yalan üzerine kurulu, hayali  dünyasını ayakta tutmak için olup biten rezillikleri görmek istemiyordu. Olmuyorlarmış gibi davranıyordu.

Bu işin bir boyutu. Bir başka boyutu da şudur: Bakıyoruz, Fransa’da sol önemli bir yenilgi aldı. Irkçılar güçlendi. İtalya’da Berlusconi, (sanıyorum Mayıs ayında)yapılacak seçimlere katılırsa, kazanması  en şanslı aday olarak gösteriliyor. Yani, bütün hırsızlıklarına, arsızlıklarına rağmen. Yunanistan’da ülkeyi ekonomik ve sosyal çok ağır bir bunalıma sürükleyen partiler ve liderler halen Yunan siyasetini belirliyorlar. Halen umut olabiliyorlar. Ukrayna’da hırsızlıkları yüzünden yargılanıp, hapse mahkum olmuş eski başbakan Timoşenko, hapisten çıkartılıp tekrar ülkeyi yönetmesi isteniyor.

Yani bu bakımdan sorun sadece Türkiye seçmeninde değil. Mesele, genel olarak solun yediği tarihsel darbeden, global karşı devrimci saldırıdan sonra toparlanmakta zorlanmakta olmasıdır. Neo-liberal ekonomi-politik bu toparlanmayı güçleştirmiştir. Sol siyasetin taşıyıcı sınıfsal öznelerini, örgütlerini önemli ölçüde tasfiye ve izole etmiştir.
Burjuva siyaseti sürekli patinaj halindedir. Hem dış hem de iç politikada. Bu yüzden seçim sonuçları birbirlerinin tekrarı olmakta, hep aynı düzen oyuncularının, birbirlerinden farkı olmayan politik vaatleri arasında debelenip durmaktadır. Dar alanda top çevirmektedirler. Bu koşullarda, toplumsal sorunlar, safları sürekli kalabalıklaşan emekçilerin  sorunları ertelenerek ağırlaştırılmaktadır.
Türkiye’de de durum farklı değildir. CHP, AKP’den değişik bir şey mi söylüyor? Yolsuzluk, dürüstlük üzerinden siyaset yapmak, artık son 30 yılda ahlak anlayışları yalama olmuş, yaşanan şartlarda yolsuzluğu, kim iktidara gelirse gelsin, kaçınılmaz bir olgu olarak görmeye başlamış  kitleler nazarında (bu global bir vak’a olarak görülmelidir), üstelik bu yolsuzluk eleştirileri kendi sicilleri  pek parlak olmayan politik figürler tarafından da yapılıyorsa, pek bir etkisi olmuyor.
Halk sınıflarına onların toplumsal sorunlarını çözecek bir siyasal program sunulamıyor. Kültürel vurgular öne çıkınca, kültürel kitlesel tepkiler de otomatik olarak devreye giriyor. Ufku ağır yaşam koşulları altında iyice daralmakta olan halk kitleleri kültürel günah keçileri arayıp bulmaya teşne oluyor.
Sosyalist solun özellikle son otuz küsur yılda oluşmuş toplumsal-siyasal cepheleşmenin koordinatlarını tek başına belirleme olanağı yoktu. Böyle bir belirlemede, sol adına başka bir çok oyuncunun, özellikle de resmi ya da rejim açısından steril görülen anlayışların çok daha etkili olduğu kabul edilmelidir.Sonra AKP, on yıllardan beri oluşturulan hazır olarak bulduğu bir sosyolojik gerçekliğin talebi üzerine zuhur etmiş, o gerçekliğe “cuk” diye oturmuş, onu siyasal timarı haline getirmiştir.Sosyalist sol seçimlere, 2007’deki cumhuriyet mitinglerinden itibaren derinleşen, anlamsal olarak belirlenimi kendisini aşan verili cepheleşme ortamında girmiştir. 
Bugün Türkiye’de düzenin sağı ve soluyla hiç bir siyasal parti halk sınıfları nezdinde geleceği olan siyasal bir yatırım anlamına gelen bir başarı elde edememiştir. Hepsinin derdi günü kurtarmaktır. Hiç birisinin bir programatik başarısı yoktur. İçeride yağmanın paylaşılması, dışarıda emperyalizmin savaş arabasına koşulmak için yarışmaktadırlar.

 

Tweetle

“Global kapitalizm”in açmazı

Şimdi şunu iyi görmek lazım, bu halk ayaklanmaları,birbirlerinden farklı ekonomik-politik-kültürel koşullar içinde bulunan, her biri aynı kapitalist emperyal sistemin bileşeni olan ülkelerde, aşağı yukarı eş zamanlı ve süreklilik gösteren bir halde devam etmektedir. Yani global bir görünüm arz etmektedir.

Bu insanların tepki ve talepleri, birbirleriyle bir çok noktada, ancak bir çok durumda farklı görünümler ve vurgular altında kesişmektedir. Bu nasıl izah edilebilir? Bir kere, uluslararası kapitalist-emperyalist sistemin işleyişine referans vermeden bu olup bitenleri analiz edemezsiniz. Bu insanların görece, ekonomik açıdan müreffeh, demokratik olarak ileri olan ülkeler (mesela ABD, İtalya, İsveç, İspanya); ve görece, söz konusu göstergeler itibarıyla, orta kararda olduğu söylenen Yunanistan, Türkiye, Brezilya, Portekiz gibi ülkelerde; son olarak daha düşük bir profili bulunan, Mısır, Tunus, Bahreyn hatta İran (2-3 yıl öncesini hatırlayınız) gibi ülkelerde ortaya çıkması ve devam etmesi, ve bütün bu farklı gelişmişlik göstergeleriyle kat edilen ülke halkları arasındaki kendiliğinden iletişim ve dayanışmaya yol açması, bize doğrudan doğruya bütün bu insanların, genel çerçevesi itibarıyla, ortak bir uluslararası durumun mağduru olduklarını gösteriyor.

Evet, anti-demokratik, hukuk dışı otoriter politik baskılar, kültürel baskılar, ekolojik baskılar ve ekonomik baskılar bütün bu uluslararası ölçekli halk hareketlerinin ortak tetikleyicisidir. Hareketler sürdükçe, sokaklarda dövüşen insanlar bu mağduru oldukları problemler arasındaki içsel bağlantıları fark ediyorlar. Bu yüzdendir ki, “iki ağaç meselesi”, veya “otobüs bileti meselesi” haftalar süren mücadeleler halini alabiliyor. Liberal akıl hocalarının,” tamam park açıldı, istediğimizi aldık, bu işi bitirelim”; veya “Mursi düştü, muradımıza erdik, bırakalım artık”, veyahut “öbür talepleri bir yana bırakıp, askeri rejime karşı çıkalım” yollu telkinleri işe yaramamaktadır. Yaramayacaktır. Halklar, mesela Mısır’da, Mübarek’i neden düşürmüşse, Mursi’yi de ondan düşürmüşlerdir. Muhtemelen şimdiki “yeni” rejimi de aynı nedenden dolayı, özsel olarak, anti-kapitalist, anti-emperyalist talep ve özlemlerine yanıt vermemesi nedeniyle alt edeceklerdir.

Ayaklanma halindeki kitleleri kazıklamak güç olmaktadır. Halk hareketi etaplar halinde gelişir. Bir kaç etapta, hareketi böler, kitleleri kazıklayabilirsiniz. İki yıl önce Mısır’da kazık yiyen kitleler, bu kazığı sahiplerine geri yönlendirdiler. Bugün de bir kazıkla karşı karşıyalar ancak bu da tutmayacak. Ayaklanma kitleler için zihin ve ufuk açıcı bir faaliyettir.

Gezi direnişi dolayısıyla söyleştiğim, çoğu hayatında ilk kez böyle bir deneyim yaşamış, bir çok direnişçi, “hayata bakışlarının tamamen değiştiğini, kendilerinde bir dönüşümü fark ettiklerini” belirtmişti. İşte artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağının teminatı bu dönüşüme uğramış öznelerdir. Onlar hareketin en değerli kazanımlarıdır. Onların artık eskisi gibi olmaları olanaklı değildir.

Devrimci harekette kitleselliği niceliğe eşitlemek yanıltıcı olur. Bütün başarılı halk devrimleri nitelikli öznelerin eylemlerinden çıkmıştır. Kitlesellik söz konusu olduğunda, niceliği örgütlü nitelikli özneler yaratır. Nitelik, ayaklanmada da gözlemlediğimiz gibi, kavga ortamında boy verir.

Halk hareketi sürdükçe, o zamana kadar bu kavgayla ilişkisini kuramamış olan sistemin başka mağdurları da, kendi özel mağduriyet alanlarını fark etmektedirler. Edeceklerdir. Bu fark ediş ve harekete dahil olma, aynı zamanda, hareketi halen sürdürenlerle ortak bir payda oluşturma, onlarla aynı dili konuşma pratiğidir. Elbette bu, bütün mağduriyet alanlarında eş ölçüde bir kesişme anlamına gelmeyebilir. Böyle bir tekabüliyet, tek bir halk sınıfına mensup insanların kavgasında dahi görülemeyebilir. Yani aykırı bir hal değildir.

İşte bu bakımdan basit, alev gibi parlayıp sönen kalkışmalarla değil, global ölçekte, halk hareketleriyle karşı karşıyayız. Mağduriyetlerin kaynağı uluslararası dünya düzeni, ya da kapitalist emperyalist dünya sistemidir. Kapitalizm sadece ekonomik bir vak’a değildir. Onun bir üst yapısı da vardır. Onun ekonomik işleyişinin etkileri ve sonuçları sadece ekonomik değildir, genel anlamında, kültürel, siyasal, çevresel etki ve sonuçları vardır.

Daha doğrusu, toplumsal-ekonomik formasyon içinde yer alan düzeylerin, önceliklerinde, belirleyicilik kapasite ve konumlarında kaymaların, değişimlerin, yer değiştirmelerin,etki aktarımlarının gözlemlendiği, bir karşılıklı etkileşim söz konusudur. Lenin bir kaç yerde bize hatırlatır: Küçük bir siyasal ya da toplumsal protesto, bir ufak kıvılcım büyük yangınların habercisi, vesilesi olabilmektedir.

Bakarken, ağaçların arasında kaybolmak, yöntemsiz insanların kaderidir. Bütün bu ayaklanmalar, hiç tereddütsüz, tanım itibarıyla, anti-kapitalist ve anti-emperyalisttir. Burada halkların mağdur oldukları ve yükselttikleri talepleri, sadece ulusal düzeydeki çerçevesinden değil, uluslararası bağlamından da kopartarak ele alamazsınız. Aksi halde, gerçekliği kavrayamazsınız.

Bir hareketin anti-kapitalist, anti-emperyalist olması, elbette onun sosyalist de olacağı anlamına gelmez. Sanıyorum sorun, böyle bir görüş açısından kaynaklanıyor. Açık “sosyalizm” haykırışlarını meydanlardan duymayınca, “burada kapitalizm karşıtlığı yok” diye düşünmek yanlıştır.

Nasıl anti-kapitalizmi doğrudan sosyalizm talebine eşitlemek doğru değilse, söz konusu hareketler bağlamında, “sosyalizm talebi yoksa, anti-kapitalizm yoktur” demek de isabetli olmayacaktır. Ancak her anti-kapitalist kalkışmanın, sosyalizme davetiye olduğunu da geçerken belirtmek isterim.

İşte bütün bu global çerçeveye bakarak, genel olarak kapitalist sistemin , dünya çapında, ne kadar süreceğini bilemeyeceğimiz, bir devrimci kabarmalar dönemiyle sarsılmakta olduğunu tespit ediyoruz. Bu tür dönemler ilerici, devrimci kazanımlarla taçlanabildikleri gibi, koyu gericilik dönemlerine de kapı açabilmektedir. Bunun hangisinin gerçekleşeceği, kapitalist-emperyalist sistemin kendi iç işleyişi ve global iktidarıyla, bu işleyiş ve iktidara halkların direnişi, yani sınıf mücadelelerinin neticesinde belirlenecektir.

Bu bakımdan, halk direnişinin kalitesi büyük bir önem taşımaktadır. Bu kalite doğrudan örgütsel kapasite ve siyasal önderlik kapasitesiyle alakalıdır. Bu devrimci kabarmalar döneminin ayırıcı özellikleri, 1848’lerdeki benzerlerine değil, 1917’den itibaren ortaya çıkanlara referans vermektedir. Nesnel olarak dünya çapındaki devrimler olanağının taşıyıcısıdırlar.

“Global kapitalizm” in kendisini sürdürmek adına yaptığı hamleler, bütün dünyayı ihtiyaçları doğrultusunda tek biçimlileştirme çabası, bunalımını daha da derinleştirmekte, kendisine karşı direnişi daha geniş bir alana yaymaktadır. Bu direnişler arası enternasyonal iletişim, iletkenlik ve dayanışma, düşmanın “global” konumuyla ilgili, en azından, bir sezgiye referans verir.

Halk hareketinin kendi içinde çelişkileri vardır. Sistem karşıtlığı dahilinde, öncelikleri farklı halk sınıflarına referans vermekte olduğunu unutmayalım. Ancak, karşısında tam bir açmaz içinde olan ve bu hali ardışık edimleriyle konsolide eden emperyalist güçler vardır. ABD’nin, AB’nin, Türkiye’nin şu Orta Doğu’da içinde debelendikleri hale bakınız. Emperyalist aklın önerdiği her çözümün beklenenden çok önce kullanma zamanı doluyor. İşe yaramaz hale geliyor. İşte en son Mısır’a bakınız. Somut durumun somut analizini yapma yeteneğine sahip olmak yetmez. Somut ve sürdürebilir çözümler de getirmek gerekir.

Kabul edelim, ABD emperyalizmi birincisini başarmakta hâlâ bir cevvaliyete sahiptir. Ancak ikincisini yapabilecek kapasitesi dumura uğramıştır. Her ulvi iddiasını, bu arada, “demokrasi”, “ekonomik refah”, “insan hakları” , “hukuk devleti” iddialarını da her hamlesiyle inkar etmektedir. İşte bu şartlar, halk sınıflarının global çapta inkar edenleri inkar etme olanaklarını güçlendirmektedir.

Demek ki, sınıf mücadelelerini, iç ve dış bağlamı içinde analiz etmeden, “darbe” analizi yanlış olmaktadır. Askeri ve sivil darbeler, burjuva düzeninde, bir çok durumda, siyasal bir düğümlenmişlik haline son verecek bir araç gibi kullanılır. Bu vesileyle, darbelerin sadece askerler tarafından değil, “milli irade” ye dayanan sivil idareler tarafından da yapılabileceğini belirtmek isterim. AKP rejimi, 2007’den itibaren,  öncellikle kuvvetler ayrılığı ilkesini işlemez kılmayı hedefleyen, sivil bir darbe sürecinden çıkmıştır.

Son olarak, darbelerin devrimleri önlemek gibi bir işlevi olabileceği gibi, devrimleri tetiklemek gibi bir işlevi de olabilir. Mısır’da darbenin nedeni devrimi önlemekti; ama sonucu devrimi tetiklemek olabilir.


Mısır’daki darbe ya da liberalizmin sefaleti

Gezi direnişi, Türkiye sol hareketinin durumunu, sorunlarını ortaya çıkarmak bakımından da önemli işlev görmüştür,  görmektedir. Sosyalist dünyanın çöküşünü izleyen yıllarda, genel olarak dünya sol hareketi içinde liberal eğilimler yükselmiş, bununla bağlantılı olarak, sınıfsal emek/sermaye çelişkisi etrafında konumlanmış marksist-leninist devrimci sol anlayışlar olumsuzlanarak, her biri kendi özel gündemlerini başat çelişki alanı olarak sunan, birbirlerinden ayrı, çoğul mücadele alanlarına referans veren “yeni sol” ya da “radikal sol” anlayışlar parlatılmıştı. Liberal demokratik kurum ve kurallar sol öğretiyle melezlenmek istenmişti. Sol, liberalizmin kavramlarıyla kendisini yeniden kurgulama eğilimi içerisine girmişti. Bütün bunlar, neo-liberal kapitalizmin kendisini tarihin sonu olarak sunduğu ideolojik atmosferde gerçekleşmişti.

Sol, “muzaffer” liberal demokrasinin üstünlüğünü keşfetmiş, giderek analizlerinde, liberalist ölçütlere referans vermeye başlamıştı. Liberal ilahiyatın en özlü düsturu,  “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” dogması, solun bir çok kesimlerinin de dogması haline gelmişti. Bilimsel diyalektik metot, skolastik metafizik bir metotla ikame edilmişti.

Skolastik akıl tabular yaratır. Fundamantalizm bu akılda kaçınılmaz olarak içkindir. Her duruma ve her koşula uyan değişmez anlamlar atfedilmiş, pratikte karşılığı olmayan, tarihsiz ölçütler ve   kavramlar etrafında akıl yürütülür. “Pazar ekonomisi”, “toplum mühendisliği”, “jakobenizm”, “insan hakları”, “birey”, “milli irade” vb  metafizik anlamlar atfedilmiş tabu kavramlaştırmalar her analizin kerameti kendinden menkul sihirli laflarıdır.

Şimdi Mısır’da yaşanan gelişmeler dolayısıyla liberal skolastiğin yeniden sahne almakta olduğuna tanık oluyoruz. Tartışma Mısır’da “darbe” mi yoksa “devrim” mi olmuştur sorusu etrafında dönüp durmaktadır. Devrimleri tanım itibarıyla, demokrasinin düşmanı, vahşet olarak gören liberalizm, bazı durumlarda,  devrimleri engelleyen; kimi zaman, bir devrim aracı ya da  devrimleri tetikleyecek bir araç da olabilecek  darbeyi tanım itibarıyla ve otomatik bir şekilde,  “kötülük” olarak görür. Değişmez, metafizik bir “darbe” kavrayışından hareketle, “darbe”yi gördüğü her yerde aynı refleksi gösterir.

Mısır’da iki üç yıldan beri spektaküler bir şekilde süren ve giderek yığınsallığı artan, büyük ölçüde kendiliğinden, bir halk hareketi vardır. Bütün halk hareketleri gibi inişli çıkışlı, etapları, molaları olduğu görülüyor. Zaten bir ayaklanmayı hareket haline dönüştüren de bu sürekliliktir. Bununla beraber, bu aynı hareketin henüz bir programı ve önderliği olmadığından somut bir yönü olan bir siyasal hareket olduğunu söyleyemeyiz. Elbette harekete damgasını vuran halk talepleri ve özlemleri siyasal yol işaretleridir. Bu işaretler özsel olarak, toplumsal eşitlik, demokratik özgürlük ve anti-emperyalizme tekabül etmektedir. Dahası bu üç temel özlem arasındaki bağlantıya vurgu yapmaktadır.

Mısır’da kendiliğinden yoluna devam eden halk hareketi, düzen tarafından bir tehdit olarak algılandığı için önce bildik araçlar ve yöntemlerle önlenmek istenmiş, başarılamayınca mevcut düzenin “olduğu gibi kalarak değiştirilmesi” adına askeri darbe yapılmış, düzenin tarihsel olarak, elinin altında tuttuğu alternatif siyaset olan dinci reaksiyoner siyasetin önü açılmıştır. Mübarek’e karşı yapılan bu darbe liberal alemde coşkuyla karşılanmış, paradoksal olarak, demokrasinin zaferi olarak sunulmuştu. Halk ayaklanmasının amacına ulaştığı, taleplerini gerçekleştirildiği ilan edilmişti. Buna göre, artık “milli irade” tecelli etmişti.

Mısır’da ordu marifetiyle ve liberal teokrasinin uluslararası düzeydeki desteğiyle iktidarı halktan çalan dinci gericilik, halk taleplerini hiçe sayarak, siyasal demokrasi alanını ve entelektüel alanı apartheidcı  toplumsal vizyonu doğrultusunda  daraltarak, kültürel baskılarını yoğunlaştırmaya girişmişti. Ekonomik alanda, neo-liberal bir programı uygulamaya koymuş, dış siyasetinde,  ülkenin emperyalizm ve onun siyonist müttefikiyle uyumlu bir çizgiye gelmişti. Emperyalist siyaset adına roller üstenmeye hazır olduğunu ilan etmişti.

Ta en başından Mısır halk harektinin taleplerine baktığımız zaman, Mübarek rejiminin, anti-demokratik, baskıcı, emek düşmanı vahşi kapitalist uygulamalarla ve  emperyalist siyasetle özdeşleştirilmiş olduğunu görüyoruz.   Buna mukabil Mursi rejimi, Mübarek’in uygulamakta zorlandığı neo-liberal emperyalist, emek düşmanı siyasetin tahkim edilmesi adına hareket etmiştir. Totalize edici dinsel araçları kullanarak, halkı söz konusu kapitalist-emperyalist programa boyun eğecek şekilde uysallaştırmaya çalışmıştır. Emperyalist burjuvazinin kültürel hegemonyasını dinsel gericilikle takviye etmek işlevini üstlenmiştir.

Halk hareketi kaldığı yerden, ama bu kez yığınsallık anlamında katlanarak, eylemlerine devam etmeye başlamıştır. Düzen yeniden, ama bu kez daha da büyümüş olan bir tehditle karşı karşıya kalmıştır. Sokakların, meydanların talepleri daha açık, daha radikal ve daha somut hale gelmiştir. Halkın örgütlülük düzeyi iki yıl öncesine göre daha gelişkindir. Nasırcı parti gibi, belli başlı partilerde toplanma eğilimi güçlenmiştir.  Halkın talepleri artık ilan edilmemiş bir siyasal program halini almaya başlamıştır.Yine de henüz önderlik oluşmamıştır.  Ancak gidişat oraya doğrudur. Tam bu noktada bir kez daha, Mısır’daki en örgütlü güç olan ordu devreye sokulmuş, düzenin yine bir takım tadilatlarla yoluna girmesi, korunup,kollanması sağlanmak istenmiştir.

Bu koşullarda liberal skolastik, darbeye karşı çıkma bahanesi altında, aslında, şu sıralarda bizde de olduğu gibi, “milli irade” ye karşı olduğunu iddia ettiği halk hareketini hedef almaktadır. Buna göre, Mübarek’e yapılan darbe “ilerici” ; Mursi’ye yapılansa, “gerici” dir. Çıkış noktası,  “darbe darbedir ve tanım itibarıyla kötüdür” anlayışı olan liberal,   darbeler arasında, “iyi” ya da “kötü”, veyahut “ilerici” veya “gerici” ayrımı yapmak gibi, iddialarıyla çelişen,  bir duruma düşmüştür. Bu tutarsızlık  kapitalist sistemin ana ideolojik akımlarından birisi olan liberalizm için kaçınılmazdır.

Öte yandan, liberalizmin sol kanadının temsilcileri de, dayandıkları liberal ilahiyatın dağarcığındaki, “toplum mühendisliği”, “jakobenizm”, “yaşam tarzlarına saygı” , “insan hakları” vb kavramları kullanarak, biraz Mursi’nin de  kulağını çekerek, darbeyi kınamışlardır. Ne olursa olsun, darbeyi “sandık” a karşı bir saygısızlık olarak tel’in etmişlerdir. Yani birinci gruptakilere nazaran daha utangaç, ama ondan daha az iki yüzlü olmayan,  bir ret çizgisi izlemişlerdir.

Dikkat edilirse, bütün versiyonlarıyla liberal yaklaşımda, “halk inisiyatifi”, “devrim hakkı”, “sınıf mücadelesi”, “emperyalizm”, “toplumsal eşitlik” gibi kavramlar yoktur. Demokrasi, burjuvazinin, onun elitlerinin kendi aralarında, halka rağmen uluslararası emperyalist siyasetin çıkarlarıyla uyumlu olarak oynadıkları bir oyundur.

Liberalizm, bütün skolastik ideolojiler gibi, ele aldığı her kavramı, her olguyu tarihsizleştirir. Mesela, bugün “model” olarak sunduğu, ABD, İngiltere, Fransa gibi ülkelerin büyük devrimlerden çıktıklarını görmezden gelir. Bütün burjuva modernliğinin, “toplum mühendisliğine”, “jakobenizm”e, “tek biçimlileştirme”ye referans verdiğini inkar eder. O kadar öyle ki, kapitalizmin bütün kolonyal ve emperyalist macerası da, uluslararası düzeyde, bu aynı eğilimlere referans verir.

Daha geçmişe gitmeyelim, son on yıldaki emperyalist işgaller, dünyayı neo-liberal kapitalizmin isterleri doğrultusunda dizayn etme amacına yönelik zoraki, tepeden inmeci pratikler değil midir?Liberaller tarafından “demokrasi” adına olumlanan,  Irak’a, Afganistan’a, Libya’ya, Suriye’ye, Mali’ye yönelik kanlı emperyalist işgaller, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” fundamantalizmi doğrultusunda, en vahşi ve en kanlı şekillerde, dünyayı tek biçimlileştirme, jakoben toplum mühendisliği faaliyetleri  değil midir? Bütün bu faaliyetleri, “demokrasi”, “insan hakları”, “ekonomik refah” gibi içi boşaltılmış manipülatif ideolojiler arkasına saklamak artık mümkün olamamaktır.

Esasen emperyalizm öncesi kapitalizmin ideolojisi olan liberalizm, emperyalizmin yükselmesiyle birlikte içinden çıkamayacağı bir krize girmiştir. Emperyalizmin en gerici tertiplerini meşru göstermek, onu “demokratikleştirmek” gibi negatif bir işlev yüklenmiştir. Emperyalist siyaseti tevil etmek derdindedir. Bu bakımdan somut durumun somut analizini yapabilecek entelektüel kapasiteye de sahip değildir.

Mısır’da bir askeri darbe olmuştur. Bu darbeyi kapitalist düzeni koruma ve kollama görevi verilmiş, o düzenin ordusu yapmıştır. Bu darbe, özsel olarak,  o düzenin adamı olan Mursi’ye karşı değil, başkaldıran halka karşı yapılmıştır. Müslüman Kardeşler gibi, toplumu demokratik ve ondan ayrı düşünülemeyecek laik kazanımlarından tamamen mahrum bırakacak, toplumsal yaşamı, dinsel kurallara göre yukarıdan aşağıya dizayn edecek baskıcı bir yönetimin bir darbeyle  düşürülmüş olması, düzenin ordusunun değil, ayaklanan halkın başarısıdır.

Mısır’daki egemen işbirlikçi burjuvazinin ordusunun derdi, Mursi değil, Mursi’nin de hizmetkârı olduğu düzendir. Elbette, hükümetin düşürülmüş olması ileriye doğru bir kazanımdır. Daha ileri adımlar atılması adına bir olanaktır. Aynı zamanda, emperyalizmin ve siyonizmin bölgedeki operasyonlarında Mısır’ın, Mursi zamanında gönüllü bir şekilde yerine getirdiği, fütursuz rolünü sürdürmesini güçleştirecektir.

Gelgelelim,  halkın devrimci kalkışmasının önünü kesmiş olması itibarıyla da darbenin, ilerici halk güçlerinin kendi dinamikleriyle ilerlemesini durdurmuş olduğu  bir vak’adır. Ancak bu darbe de, halkın iradesinin önüne geçemeyecektir. Halk kaldığı yerden mücadelesine, daha güçlü olarak, daha örgütlü olarak devam edecektir.