Türkiye, Mısır, Tunus, Suriye vb ülkelerde, aşağıdan yukarı/yukarıdan aşağı nasıl gelirse gelsin, burjuva devrimleri, ulusal kurtuluş devrimleri sosyalizme doğru bir yürüyüş olmadığından tıkandılar. Attıkları sınırlı demokratik temellerin dahi yıkılmasına zemin hazırladılar.
Burjuva ulusal kurtuluş hareketi marifetiyle, mesela, sömürgeciliğe, otokrasiye son veriliyor; politik yapı, temsil kabiliyeti eski rejime nispetle ileri düzeyde demokratikleştirilebiliyor, kültürel sahada, kadın/erkek ilişkilerinde, eğitimde demokratik adımlar atılabiliyor. Gelgelelim, sosyal-ekonomik yapıda, egemen sınıf ilişkilerinde devrimci bir dönüşüm yapılmadığı için çok geçmeden halk sınıflarının, emekçi sınıfların huzursuzluğuna , muhalif siyasal davranışlar göstermelerine tanık olunuyor. Emperyalist-kapitalist sisteme entegrasyonun mahiyetine bağlı olarak yoksulluk, sosyal eşitsizlik genişleyip, derinleşiyor.
Esasen ekonomik olan sorunlar,çoğu kez, sol siyasal muhalif kanallar kapatılmış olduğundan, kültürel, ideolojik tepkiler halinde dışa vuruluyor. Siyasal alan sol muhalefete ne kadar kapalı, dinci muhalefete ne açıksa, kültürel tepkiler de o ölçüde reaksiyoner olabiliyor.
Yeni burjuva rejimler, Mısır ve Türkiye örneğinde olduğu gibi, kendilerini konsolide ederlerken hem dini hem de dinci siyaseti yardıma çağırıyorlar. Dinsel bir konumun ve dinci muhalefetin kapitalizmle bir sorunu olmadığı için kontrollü bir şekilde teşvik edilmek istendiği vak’adır. Buna karşın, devrimci sol, hatta ortanın biraz solundaki sol bile tehlike olarak görülüyor. Yine bu iki ülkede, sol karşısındaki bu paranoya, SSCB ile girdikleri zorunlu ilişkiler esnasında daha da azabiliyordu. Böylece solun bastırıldığı ya da burjuva siyasetine uyruklaştırıldığı koşullarda, dinsel muhalefet alternatifsiz kalıyordu. Halk sınıflarının yaşam koşulları kötüleştiği ölçüde, bu muhalefet güç kazanıyordu. Sosyalist dünyaya karşı yürütülen soğuk savaş da, bu eğilimlerin teşvik edildiği iç koşullar ve dış bağlam arasında uyumluluğu sağlıyordu.
Gerek etnik siyaset ve gerekse dinsel siyaset, toplumdaki ekonomik, sınıfsal çelişkileri kültürel gerekçelere bağlar. Böylece toplumu, bir tarafın ezen, öteki tarafın ezilen olarak resmedildiği, dindarlar/laikler; Türkler/Kürtler; Aleviler/Sünniler şeklinde kültürel referanslarla kategorize etmeye çalışır. O kadar öyle ki, ekonomik sıkıntılar, toplumsal eşitsizlikler, adaletsizler içinde bunalan halk kitleleri, durumlarıyla bu kültürel çağrılar arasında neden sonuç ilişkisi kurmaya başlarlar. Esasen her noktasında eşitsizlik üreten kapitalist sistemin işleyişinden kaynaklanan ekonomik ve siyasal sorunları, baskıları kendi kültürel kimlikleriyle bağdaştırdıkları bir bilinçle düşünmeye başlarlar. Mesela, “ben dindar olduğum için eziliyorum” diye akıl yürütürler. Türkiye’de Kürt ulusal bilincinin uyanmasında bu giderek derinleşen eşitsiz ilişkiler, hiç şüphesiz, etken olmuştur.
Bilindiği gibi Mısır, Nasır dönemi sonrasında, erken 70’li yıllarda, Nasır devrinde kurulmuş, refahçı sosyal politik referanslarıyla kamu sektörünü gözeten ekonomik büyüme ve kalkınma stratejisini, emperyalist blokla entegrasyon adına terk edince, ülkenin sosyal dengeleri dramatik bir şekilde bozulmuştu. Tarımsal ağırlıklı olarak devlet sübvansiyonlarına dayanan ekonomi, bütçe kısıtlamaları, endüstriyel tarımsal ürünleri işleyen sanayilerin özelleştirilmesiyle imtiyazlarını yitirmiş, kırsal nüfusta kentlere doğru bir çözülme hız kazanmıştı.
Giderek, sosyal imalarıyla varoşlaşma, gecekondulaşma ülkenin yoksulluğunun, yoksullaşmasının göstergeleri haline geldiler. Kentlerde işsizlik, eğitim, sağlık, konut, beslenme,altyapı sorunları, mevcut sistem içinde, içinden çıkılması çok güç bir hale geldi.
Bu şartlarda, sol siyaset üzerindeki baskılar daha da arttırılırken, bu çözülmüş toplumsal dokunun uysallaştırılması adına dinselleştirme teşvik edildi. İslamcı siyaset, yoksul, ağırlıklı olarak göçle kentlere gelmiş nüfus içine nüfuz etme kabiliyetini arttırdı. İçinde dayanışmacı, “din kardeşliği”ne dayanan bir söylemin dolaşımda olduğu reaksiyoner dayanışmacı örgütler mahallelerden boy vermeye başladı.
Benzer bir gelişme bizde de seksenli yıllardan itibaren bariz bir şekilde yaşanmaya başlandı. Benzer sonuçları oldu. Türkiye’de yığınsallaşmış olarak yükselen Kürtçü ve islamcı siyasetler, 12 Eylül sonrasında, neo-liberal doğrultuda çözülen toplumsal-ekonomik yapıya, tasfiye edilen sol siyasete referans vermeden ele alınamazlar.
Sadece bölgemizdeki değil, dünyada dinci akımların ivme kazanması, bu arada, AKP’nin yükselişi, PKK’nin ortaya çıkışı değil ama, geniş kitlesel bir tabana oturması, global neo-liberal ekonomi-politikle bağıntılıdır. Aynı nedenle de, emperyalist kültürel hegemonya içinde dinciliğin ayrıcalıklı bir yerinin olmasından vazgeçilememektedir.
Burada bir parantez açarak, Suriye’deki savaşın analizi yapılırken, baba Esad’ın son döneminde başlattığı emek düşmanı neo-liberal politikaların oğlu tarafından da sürdürülmesinin halk sınıflarında yarattığı hoşnutsuzluğu, tepkileri ihmal etmememiz gerektiğini belirtmek isterim. Emekçi kitlelerin hoşnutsuzluğu, muhalif enerjisi, emperyalistler ve siyonist müttefikleri tarafından istismar edilmek istenmiştir. Suriye’de de, burjuva demokratik Baas hareketi, sosyalist güçler tarafından emekten yana, kamusalcı bir aşamaya itilemediğinden tıkanmıştı. Hatta önceden beri izlediği kamuyu gözeten, karma ekonomik modelden bile, Mısır ve Türkiye’deki benzerlerinde görüldüğü gibi, çark etmişti. Evet bir dış müdahale vardır ama öncesinde ona çanak tutmuş iç koşullar vardı.
Bu her üç ülkenin “kemalist” iktidar elitleri kapitalist bir emperyalizm vizyonuna, kamusalcı bir sosyal devrim programına sahip olmadıkları, nüfuslarının farklı ulusal bileşenlerinin en temel haklarını görmezden geldikleri için geniş halk sınıflarını karşılarına aldılar. Toplumsal tabanlarını daralttılar. Artık siyasal sınırlarına ulaşmışlardı.
Ancak onların islamcı muhaliflerinin kurdukları rejimlerin de devam etmesinin olanaklı olmadığı görülüyor. İslamcılar, dinci söylemlerine dayanarak neo-liberal sömürüyü daha fütursuz noktalara ulaştırmışlar, kendilerine bel bağlamış halka dilenciliği uygun görmüşlerdir. Emperyalist-siyonist global siyasetle öncelenmemiş ölçüde iç içe geçmişlerdir.
İslamcılık ve kemalizm aynı paranın iki farklı yüzü gibidirler. İkisi de, kapitalisttir. İkisi de anti-demokratiktir. İkisi de halk inisiyatifine güvenmez, olanak tanımaz. İkisi de elitistir, “ayaklar”ın “baş” olması ihtimalinden dahi tırsarlar. İkisi de, liberallerin iddiaları hilafına, “jakoben” ve “toplum mühendisi” dir. Birincisi kendi düzenini sürdürmek adına, seküler vizyonuna ihanet edercesine, “dinsel açılımlar” a , ikincisi de, aynı kayguyla, din kardeşliği söylemine ihanet edercesine, “milli açılımlar” a ihtiyaç duyabilmektedir. Yani her iki akımın siyasal içerikleri farklı olsa da, siyaset tarzları farklı değildir.