Menderes’in düşürülmesi hakkında bir kaç küçük not

Menderes’in DP’si, kötü geçmiş bir tarımsal mevsimin de etkisiyle, halk sınıflarının ekonomik sıkıntılar içinde olduğu 1954 yılında yapılan seçimlerde, popülist vaatleriyle oyların yüzde 57’sini alarak dışta emperyalist, içte kapitalist-popülist, anti-komünist politikalarını uygulamak bakımından daha geniş bir hareket alanına sahip oldu. İç ve dış siyasetinde fütursuz provokasyonları için daha da cesaretlendi. Menderes Türkiye’si “Orta Doğu’nun lideri” havasına girdi.

DP iktidarı bir iktisadi akla dayanmayan motor rolünü inşaat sektörünün üstlendiği yatırımlarına, özellikle İstanbul’da,  hız verdi. Bu inşaat faaliyetlerinin finansmanı için sürekli borç para bulma ihtiyacı duyuyordu.

Orta Doğu’da  ABD, kontrolü SSCB’ye kaptırmamak adına hamleler yapıyordu. Ulusalcı Musaddık İran’da devrilip, yerine tekrar Şah yönetimi getirildi. Ancak Suriye ve Mısır’da Baas yönetimleri konumlarını güçlendirdiler. Suriye, Amerikancı paşalarını azlederek yerlerine Baas anlayışına bağlı komutanları atadı. Kabinesine komünist bakan aldı.

Türkiye’nin dış borç ve inşaat yatırımları sarmalına sokulmuş ekonomisi, en başta, kentli ücretlilerin ekonomik koşullarını olumsuz bir şekilde etkiledi.

1957 seçimleri bu iç dış şartlarda yapıldı. Bu kez DP oyların yüzde 47’sini aldı. Oyları yüzde on azaldı. CHP’nin oyları yüzde 35’ten yüzde 41’e çıktı. İki parti daha parlamentoda sandalye kazandı.

ABD, Suriye’nin Mısır’la birlikte SSCB’yle yakınlaşmasının önüne geçmek adına DP hükümetini kullanmak istedi. Eisenhower Doktrini ilan edildi ve onun çerçevesinde Türkiye cesaretlendirildi.

1958’de Irak’ta General Kasım darbesi bu ülkedeki Amerikancı krallığı yıktı. Çok geçmeden yeni Irak yönetimi Amerika’nın bölgedeki aracı işlevi gören Bağdat Paktı’ndan çıktığını ilan etti. Bağdat Paktı çöktü (yerine Türkiye, İran, Pakistan ve İngiltere’nin dahil olduğu CENTO kuruldu. O da İran Devrimi’ nden sonra yıkıldı).

Irak, Suriye, Mısır ve SSCB’ye yakınlaştı. Eisenhower Doktrini bir işe yaramadı. Türkiye’nin Suriye ve Irak’a karşı provokatif girişimleri özellikle iki ülke sınır boylarında devam edince Mısır ve SSCB Irak ve Suriye’yi ne pahasına olursa olsun bir saldırı halinde savunacaklarını açıkladılar. Daha sonra Mısır ve Suriye birlikte Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında birleştiklerini açıkladılar. SSCB ve Irak bu devleti tanıdıklarını ilan ettiler. ABD geri adım atmak zorunda kaldı. SSCB, Savunma Bakanı Bulganin’in ağzından Türkiye’ye sert bir nota verdi. ABD, Türkiye’yi kendi başına yanlış bir hamle yapmaması konusunda uyardı.

İçeride ekonomi daha da kötüleşti. 1946’daki  emperyalist sisteme entegrasyon devalüasyonundan sonra ikinci büyük, hatta tarihimizin en büyük devalüasyon kararı alındı. Lira dolar karşısında yaklaşık yüzde 330 oranında devalüe edildi. Bütçe açıkları, ödemeler dengesi açıkları öncelenmemiş  oranlara ulaştı. Ardından büyük bir enflasyon baş gösterdi. Gelişmekte olan ülkeler arasında Türkiye, Brezilya’dan sonra enflasyonun en yüksek olduğu ikinci ülke idi. İşsizlik temel bir sorun halini aldı. Artık popülist politikaların uygulanma olanağı neredeyse kalmamıştı.

Asker ve sivil, özellikle kentli,  ücretliler, işsizler  ekonomik şartların ağırlaşmasıyla hükümet karşıtı bir tavır aldılar. Nasıl 2013 Haziran’ın da ayaklananlar ağırlıklı olarak ücretliler, işsizler ve onların çocukları idiyseler, 1950’lerin sonlarına doğru ayaklananlar da benzer kesimlerdi. Mesela ayaklanmalarda motor işlevi gören öğrenciler  ağırlıklı olarak bu ücretli ya da dar gelirli, işsiz  ailelerin çocuklarıydılar (Aslında devlet tarafından korunan, sübvanse edilen tarım ekonomisinde en büyük dilimi temsil eden küçük ve orta boy köylüler de bir nev’i ücretli olarak görülebilir).

27 Mayıs’a aktif olarak katılan subayların anılarını okuduğumuz zaman (Bunlar arasında, genç subayların bilincini çarpıcı şekilde yansıtması bakımından  en ilginci 27 Mayıs’ın örgütlenmesinde hayli aktif bir rol oynamış Dündar Seyhan’ın anılarıdır), harp akademisini bitirip Anadolu’ya görev yerlerine tayin olan subayların nasıl bir aldatılmışlık hissine kapıldıklarını görüyoruz. Anadolu’da görev yaptıkları kasabalarda tezek yakarak ısınacak kadar kötü yaşam şartları içine girdikleri vakit, okullarında yapılan resmi propagandanın hilafına, ülke ve halk gerçeğiyle karşılaşmışlardı.

Bu ağır ekonomik şartlarda Menderes hükümetinin  SSCB ile flört çabaları da, özellikle Orta Doğu’daki son gelişmelerden sonra,  emperyalistler tarafından kabul edilemezdi.

Çoğunluğu  kentli küçük burjuvalardan oluşan halk kesimlerinin tepkileri genişleyerek büyüyor, sol talepler adına radikalleşme eğilimleri görülüyordu. Bu gelişmeler ABD ve düzen için açık bir tehlikeydi. Üstelik Küba’da da hesapta olmayan bir devrim gerçekleşmişti.  Devrimci Castro yönetimi SSCB ile yakınlaşıyordu (1)

Menderes devrinde, muhtemelen Orta Doğu’daki Musaddık ve Baas deneyimlerinden sonra  emperyalist talepler doğrultusunda ordu etkisizleştirilmiş, Amerikancı hükümete tabi Amerikancı paşalar göreve getirilmişti. Başka bir ifadeyle, emperyalist vasalı olan devletin bir aygıtı olarak askeriye düzenin ihtiyaçlarına kendisini adapte etmek zorundaydı.

27 Mayıs askeri darbesi giderek genç subayları,subay adaylarını da içine çeken sokağın artan baskısının sol mecralara yönelmemesi için yapılmıştır. Egemenlerin, darbecilerin o şartlarda, kaşıkla verilecek olanı sonradan kepçeyle almak düşüncesiyle, ilerici birtakım ödünler vermemesi mümkün değildi. Yakınlarda, Mısır’da gerçekleşmiş Sisi darbesiyle bu bakımdan benzer yanları vardı.

Yani bu iç ve dış ekonomi-politik koşullar içinde zayıflayan DP’nin düşmesi sokakların harekete geçmesiyle mümkün olabildi. En örgütlü güç olan askeriye, genel olarak örgütsüz, programsız, önderlikten yoksun sokakların ayaklanması durumundan  vazife çıkardı. Bir çok subayın yaşadıkları şartlar ve hayal kırıklıkları yüzünden düzeni hedeflemeyen samimi ilerici taleplere sahip oluşu bu gerçeği değiştirmez. Bu subaylar arasında Baasçı etkilerin güçlü olduğu da bir vak’adır. Darbeden sonra  12 Mart döneminin sonuna kadar süren bir zaman aralığında, 27 Mayıs’ta verilenlerin fazlasıyla geri alınması süreciyle birlikte bu subayların büyük çoğunluğu tasfiye edildiler.

Öte yandan, Baas ilericiliği de, tıpkı kemalizm gibi, anti-kapitalist bir konum üzerinde yükselen anti-emperyalizme referans vermez. Daha çok Batı’nın büyük devletlerinin işgalci, sömürgeci, hegemonyacı dış politikalarına, onları buna yönelten sosyo-ekonomik düzenlerine karşı çıkmaksızın, milliyetçi bir tepki göstermelerinden söz edilebilir. Tabii aynı kemalizm deneyiminde olduğu gibi, SSCB’nin varlığı bu konumu sürdürebilir kılıyordu.

Baas rejimleri kapitalist düzenle, onun işleyiş, gelişme mantığıyla bir sorunları olmadığı için içeride geniş bir kitlesel taban üzerinde durmuyorlardı. Kamusalcı bir programları yoktu. Bürokrasinin denetiminde “karma ekonomi” olarak  tabir ettikleri bir kapitalizmi sürdürmek istiyorlar, kapitalizmin tekelci iç dinamiklerini, emperyalizmin kapitalist içeriğini anlamak istemiyorlardı. İç pazarı, dolayısıyla teşvikleri gözeten bir sermaye birikimi modelini öne koyuyorlardı. Palazlanan sermayenin kendi kontrollerinden çıkarak emperyalist sisteme yeniden entegre olmak bakımından çok daha geniş bir alan bulacağını, bu sürdürülmüş statükoyu sürdürülebilir olmaktan çıkaracağını görmek istemiyorlardı. Kabul edelim, bu anlayış SSCB’nin bulunduğu koşullarda şu ya da bu ölçüde sürdürebilmiştir.

NOTLAR:

1) Bizde “Küba Füze Krizi” olarak da bilinen 1962’de ABD ve SSCB arasında patlayan krizden sık sık söz edilir. Ancak biraz daha öncesinde Suriye ve daha az  ölçüde Irak sorunları etrafında yaşanmış benzer denebilecek krizin pek lafı edilmez. Küba Füze Krizi’ne konu olan Amerikan Jüpiter füzeleri 27 Mayıs darbesinden hemen sonra 1961’de ülkemizde konuşlandırılmıştı. Yani darbeci ordu NATO’ya ve CENTO’ya bağlılığını ilan ettikten biraz sonra. Tabii Türk ordusunun bu konuşlandırmadan haberi olup olmadığını bilmiyoruz. Gelgelelim, SSCB ile varılan antlaşma sonrasında söküldüklerinden haberinin olmadığını artık biliyoruz. Söküldüklerinden haberi olmayanların konulduklarından da haberlerinin olmadığını düşünmek meşru oluyor. Burada önemli olan, haber verme, Türk devletinin görüşünü alma gereğinin dahi duyulmamış olmasıdır. 1923’den 1962’ye gelindiğinde Türk devletinin hali pür melali böyleydi. Bugün, mesela Suriye krizinin seyrine bakarak, bu halin daha da kötüleştiğini söylemek mümkün.

Tweetle

Orta Doğu cephesinde yeni bir şey yok: Pakistanlaşan Türkiye, Talibanlaşan IŞİD

Suriye takıntısı bildiğimiz Türkiye’nin sonu olabilecek bir potansiyel taşıyor. Neo-conların adamı Davutoğlu’nun, CNN’ de, emperyalist siyasetin medyadaki en gözü kara yüzlerinden  Amanpour’a verdiği röportaj bu iddiayı destekliyor.

Emperyalistler ve onların bölgedeki müttefikleri Türkiye’nin doğrudan askeri ya da diplomatik olarak bölgede inisiyatif almasını istemezler. Türkiye sadece lojistik destek üssü, askeri kolaylıklar sağlayan bir ülke konumunda kalmalıdır. Ancak bunu kabul edebilirler. Zaten hali hazırdaki ana hatlarıyla fiili olarak mevcut iki emperyalist ittifak yapısı, Mısır, S.Arabistan, BAE (belki biraz ileride Ürdün de buraya dahil edilebilir); Türkiye,Katar, İsrail, Hamas, Kürt siyasetleri (bu iki yapı içinde en kırılgan olanı budur) Türkiye’nin hareket kabiliyetini kısıtlamaktadır.

Esasen bu yapılar hem kendi içlerinde hemde aralarında çıkarları farklılar gösteren, dolayısıyla her biri bir diğerine karşı açık ya da gizli oyunlar tertip eden bileşenlerden oluşuyor. Bu hal onların hem kendi başlarına hem de bir arada kırılganlıklarının esas nedenini teşkil ediyor. Bunların yaygın ve kararlı bir direniş karşısında ayakta durmaları kabil değildir. Bileşenlerin hepsinin toplumsal tabanı dar ve zayıftır.

Hepsinden önce ideolojik bir Esad takıntısına sahip Türk yönetimi, emin olduğunda Kürtleri de yanına alarak, tabii cihatçıları gözeterek Esad yönetiminin altını oymaya devam edecektir. Onun bilgisi dahilinde ve kontrolden çıkmadığı sürece bu tavır ABD’yi hiç rahatsız etmez. Tersine, onun tarafından teşvik görür. Bu bakımdan ABD’nin “Esad önceliğimiz değil”, açıklamasını tersinden okumak gerekir. ABD için de, Türkiye için de, Katar ve Suudi Arabistan için de, İsrail için de asıl sorun Esad’dır. Her zaman esas hedef Esad’dır. ABD ve müttefikleri tarafından IŞİD’in oluşturulmasının öncelikli  nedeni de Esad’ın düşürülmesidir.

Yaratılmak istenen havanın tersine, Türk hükümetinin IŞİD’le ilgili ve Suriye’ye karşı tasarrufları ABD’nin telkinleri ve beklentileriyle örtüşmektedir. Neo-con Davutoğlu ABD’nin kendilerine göstermiş olduğu rotanın dışına çıkmanın kendileri için neye mal olacağını gayet iyi bilmektedir.  Türkiye, soruna kendi dar çıkarlarını dikkate alarak, dar bir açıdan, ideolojik, daha aceleci ve bir tetikçi yaklaşımıyla bakmakta, oysa ABD, atılacak adımların neden olabileceği olası sonuçları geniş bir açıdan hesap etmekte, zamanı zorlamak istememektedir. Fark buradadır.

Ancak Türk hükümeti şimdiye kadar bu farkı kendi lehine istismar edecek ciddi hamleler yapmaktan da kaçınmıştır. Bu yönde işaretler verdiğinde, ABD tarafından iplerinin çekilmesi gerekli görülmüştür. Kısacası, bir siyaset farklılığı yok, taktik görüşlerde, ama uygulamada değil, farklılık olduğu söylenebilir. Şöyle bir boyut da var: İlk kez bakan olarak gizli neo-con Hilary Clinton tarafından atanmış olan Davutoğlu, ABD’de bağlı olduğu neo-con “savaş partisi” nin telkinleri doğrultusunda, doğrudan bir sıcak savaşta girmekten, en azından şimdilik, kaçınan Obama yönetimi üzerinde Amerika’daki neo-con savaş partisiyle aynı paralelde şahince baskı oluşturmaya çalışıyor.

Bu noktada, Kobani’de sürmekte olan katliamla ilgili olarak da bir şeyler söylemek istiyorum. Türkiye ve Irak Kürt siyasetlerinin Kobani karşısındaki samimiyetsiz tavırları aslında onların emperyalizm tarafından hazırlanan “üst siyaset” e ne kadar bağımlı olduklarının da açık bir göstergesidir. Bugün hem Türkiye’deki hem de Irak’taki Kürt siyasetleri, bu cihatçı terör şebekelerini yaratanın emperyalizmin kendisi olduğunu pekala biliyorlar. Dahası kendileri de emperyalizmle ve onun işbirlikçisi olan yönetimlerle  bağlaşma halindeler. Cihatçılar, Kürtleri ilk kez öldürmüyorlar. Cihatçılar daha önce de olduğu gibi ve halen Kürt, Türkmen, Ermeni, Süryani, Alevi, Yezdi, Şii demeden engel olarak gördükleri herkesi katlettiler, katletmeye devam ediyorlar. Bu katliamları emperyalistlerin talimatlarıyla, onların çıkarlarına hizmet etmek adına yapıyorlar. Öyleyse, bu katliamlardan en önce emperyalistler ve onların işbirlikçisi olanlar sorumludurlar. Sonra, Orta Doğu’da emperyalizmin saldırılarına direniş de Kobani’yle başlamıyor. Zaten işbirlikçi Kürt siyasetlerine rağmen ne zamandır devam ediyordu.Halen de  sürüyor.

ABD ve Türkiye, Suriye’deki Kürt gruplara da her fırsatta açıkça,”bize tabi olmak zorundasınız, bizimle aynı siyasal hizada yer almalısınız” diyorlar. Emperyalistlerin gayesi, Suriye’nin kuzeyinde de, Irak’ın kuzeyinde olduğu gibi, kendilerine tabi bir Kürt bölgesi, ya da Kürt siyasal coğrafyası yaratmaktır. Sonrasında, Irak’taki gibi bir stratejiyi uygulamaya koymayı planlamaktadırlar. IŞİD,başka şeylerin yanı sıra,  bu gayeyi gerçekleştirmek maksadıyla sahaya sürdükleri işlevsel bir araçtır.

IŞİD maşadır.Asıl sorumlular bu maşayı kullananlardır. Bu bir siyasettir. Emperyalist siyasettir. Öyleyse, IŞİD’e bakan bir göz, hiç tereddüt etmeden onda ABD’nin başını çektiği emperyalizmin çürümüş, vahşi yüzünü görmelidir. Bu izlemekte olduğumuz “vahşet tiyatrosu” nu sahneye koyan anglo-amerikan emperyalizmidir.

Elbette o siyasetle işbirliği yapanlar da sorumludurlar. Daha önce bir çok kez cihatçılarla aynı emperyalist saflarda, Şam’daki, Bağdat’taki meşru yönetimlere karşı yer almış, IŞİD sahaya sürüldükten sonra onunla işbirliği olanaklarını araştırmış, IŞİD’in en önemli lojistik destekçisi Türk hükümetiyle işbirliğini “barış” adına sürdürmekte bir yanlışlık görmemiş Kürt siyasetleri de bugün gelinen noktadan sorumludurlar. Kobani’deki vahşet, Suriye’ye emperyalist saldırı başlatıldığında “tarafsızlık” palavrasıyla emperyalizmden yana taraf olan işbirlikçi Kürt siyasetlerinin de iflasıdır.

Ta baştan belirtmiş olduğum gibi, söz konusu “barış süreci” AKP’den çok Kürt siyaseti için bir bumerang haline gelecektir. Kobani’de acı bir şekilde gördüğümüz gibi gelmiştir de. PKK elinde değil, asıl AKP hükümetinin elinde “barış süreci” bir şantaj aracına dönüşmüştür. Ne zamandır, AKP hükümeti bayraklar yaktırıp, büstler parçalatarak, yani provokasyonlar yaparak olası bir ortak Türk-Kürt Haziran’ının önüne geçmeye çalışmaktadır. Kürt Hizbullah’ı bir hançer gibi Diyarbakır’a saplamıştır. Kürt siyaseti bu bakımdan da, Haziran’da yapmış olduğu hatanın bedelini kendi halkına ödetmektedir. Kürt sosyalistleri devreye girip, Kürt hareketi içindeki burjuva ve küçük burjuva siyasal eğilimlerin etkisini kırmaya çalışmalıdır. Bunun en ilk adımı, “barış süreci” denen, bugün artık bir bumeranga dönüşmüş kirli ilişkinin sona erdirilmesi olmalıdır.

Geçerken bir uyarı yapmalıyım. Bugün AKP tarafından Orta Doğu’da izlenmekte olan ve Kürt siyasetinin de kısmen ortak olduğu siyaset, Suriye ve Irak’ta yaşananlara benzer olayları, kavgaları Türkiye coğrafyasına taşıma potansiyeline sahiptir. Hatta bu senaryo AKP rejiminin muhaliflerine şantajı olacaktır.

Yetmişlerin sonunda komşusu Afganistan sorunu etrafında ABD’ye ve cihatçılara her türlü lojistik kolaylığı sağlamış olan ve emperyalist ihtiyaçlara daha kolay yanıt vermek adına kendisini bir İslam cumhuriyetine dönüştürmüş olan Pakistan’ın başına gelmiş olan şimdi Türkiye’nin başına gelmektedir. Bu bakımdan Tayyip, Ziya ül Hak’ı andırmaktadır. Tabii bu bakımdan  IŞİD de giderek Taliban’laşmaktadır. 12 Eylül’den itibaren adım adım Pakistanlaştırılan Türkiye’nin Taliban’ı…

Tekrar IŞİD’e dönelim. Eğer cihatçılar hedefleniyorsa, en önce lojistik desteği sona erdirmek gerekir. Böylece cihatçıların nefes alması zorlaşır. Cihatçıları havadan bombalamakla onlarla mücadele edilemez. Lojistik destek sürdükçe onlarla baş etmek güçleşir. Zaten şu ana kadar manzaraya bakıldığında, emperyalistlerin kendi yarattıkları bu teröristlerle mücadelede samimi olmadıkları, dahası, olamayacakları da görülmüştür.

Esad’ın başarısı, Bağdat’da emperyalist çıkarlarla bağdaşmayan bir yönetimin kalıcı hale gelmesi, Hizbullah’ın Lübnan’da etkisinin artması söz konusu emperyalist ittifaklara dahil bütün güçlerin altını oymak gibi bir sonuç yaratır. Buna şüphe yok. Ne ABD, ne de müttefikleri henüz ya da şimdilik cihatçı lejyonerlerden vazgeçemezler. Söz konusu emperyal güçlerin şu an “mış” gibi bir görüntü verdikleri, timsah gözyaşları döktükleri ortadadır. IŞİD’e karşı savaşıyormuş gibi yapıyorlar. Bugün IŞİD’e karşı bir tek Kobani halkı ve Esad güçleri savaşıyor. Gerisi yalan.

Şu soru son derece meşrudur: Emperyalistler ve işbirlikçi Türkiye başlıca düşmanlarına karşı kendi adlarına savaşması için yarattıkları, halen bu düşmana, yani Esad’a karşı etkili bir şekilde savaşan bir askeri güce karşı neden operasyon yapsınlar? IŞİD onlar için askeri bir tabirle, “dost kuvvet” tir. Müttefiktir. Esad’a yakın Kürtleri, Ermenileri, Yezdileri, Süryanileri hatta Suriye’deki olayları objektif bir şekilde aktaran batılı gazetecileri öldürdükleri için neden IŞİD’e saldırsınlar?

Öte yandan, cihatçılar “paralı askerler” dir. Savaşarak maddi menfaat temin ediyorlar. Kahir ekseriyetinin “cennette yer kazanmak” adına bu işi yaptığını söyleyemeyiz. Bu işin vicdan rahatlama kısmı. Aynı eski hristiyan haçlıları gibi yani. Bu arada şunu da belirtmek gerekir: Bu yeni haçlı seferlerinin mutlaka hem bölgemiz için hem emperyalizm için uzun süreli negatif siyasal, sosyal sonuçları olacaktır. Bunu akılda tutalım.

Bir başka nokta, TSK’nın hükümet tarafından Suriye’de ya da Irak’ta devreye sokulması, bir çatışmanın içine girmesi, ordu verilen görevde başarılı da olsa, başarısız da olsa, hükümetin TSK karşısında siyaseten gerilemesi, TSK’nın siyasal inisiyatifinin artması gibi bir sonuç doğurur. Yani AKP ve Tayyip adına, kariyerlerine başladıkları noktaya geri dönmek gibi bir sonucu olur.

Bir şey daha ilave edeyim. Bugün izlenen Şam politikası, Türkiye’nin 50’lerden, soğuk savaştan beri izlemekte olduğu Orta Doğu ve Suriye politikasıyla aykırılıklar taşımıyor. Tersine örtüşüyor. Bildiğiniz gibi, Türkiye 1957’de de, emperyalistlerden aldığı gazla Suriye girmek istemiş, SSCB’nin notası ve ABD’nin DP hükümetinin yularından çekmesiyle geri adım atmıştı.

Bizde henüz Baasçı esinlere sahip 27 Mayıs darbesiye, DP ve CHP’nin sahiplendikleri Orta Doğu siyaseti ve tabii “Suriye krizi” arasındaki bağlantı araştırılmamıştır.Mısır’dan Irak’a kadar Orta Doğu’da 30’lu yıllardan itibaren esas olarak küçük burjuvazinin taleplerini dile getiren  bir “genç subaylar” hareketi görüyoruz. 27 Mayıs’ı analiz edenler genellikle bunu ihmal ediyorlar.

Anglo-amerikan diplomasisinin en büyük başarısı, bu cereyanın görüldüğü en önemli ülke olan Mısır’ı hem SSCB’den hem de Suriye’deki Baasçı akımdan yalıtmak olmuştur. Anglo-amerikan emperyalist-siyonist siyaseti, ikinci büyük savaş sonrası, bölgedeki en önemli siyasal başarısını asıl o zamandan itibaren (“Nasır-sonrası dönem”) elde etmiştir. Sözünü ettiğimiz zaman TSK’nın da emir-komuta zinciri içerisinde doğrudan emperyalizmin ve işbirlikçi burjuvazinin çıkarlarının savunucusu olarak yeniden yapılandırıldığı yıllara tekabül eder. Buna dikkat çekiyorum.

12 Eylül darbesinden itibaren Türkiye’nin mevcut emperyalist gerici Orta Doğu politikası daha da gericileşmiş, tabii SSCB’ye yakın duran Suriye’ye karşı izlenen politika da bundan nasibini almıştır.  Müslüman Kardeşler örgütü liderliğine Türkiye’de kolaylıklar sağlanmış, burada barınmalarına siyasal faaliyet göstermelerine izin verilmiştir (Bugün de durum farklı değildir. M.Kardeşler liderliği, bu arada örgütün kurucusu Seyyid Kutub ailesinin kimi yakınları ülkemizde barındırılmaktadırlar). Bundan sonra Suriye’nin çeşitli kentlerinde M.Kardeşler tarafından gerçekleştirildiği bilinen patlamalar, terörist saldırılar olmuştur. Bunların Ankara’da, CIA’nin de fiilen katılmış olduğu karargahlarda planlanmış olduğu Suriye tarafından haklı olarak iddia edilmiştir. Evet bütün bunlar terörü gerekçe göstererek darbe yapan  12 Eylül cuntası zamanında olmuştur. Tabii buradan 12 Eylül’ün, öncesiyle ve darbesiyle nasıl meydana gelmiş olduğunu da kolayca tahmin etmemiz mümkün olabiliyor. Öyle değil mi?

Bu arada, hep söylediğim bir şeyi bir kez daha yinelemek istiyorum. AKP, kendisinden önceki yönetimlerden farklı değil. Onların devamı. Aralarında bir süreklilik var. Onların yapmayı düşünüp de yapamadıklarını, uluslararası şartların da uygun olmasıyla, gerçekleştirmektedir. İhtiyaç duyulduğunda, seleflerinin “olağanüstü halleri” ni, “sıkıyönetim”lerini, “kontgerilla”larını, “Hizbullah”larını, “ülkücü faşist”lerini şapkasından çıkartıyor. Bunu görmek lazım.

Bugün IŞİD’in oluşturulmasıyla ilgili planların da ABD’nin Ankara büyükelçiliğinde yapılmış olduğundan şüphe etmemek gerekir. McCain’i İdlip’e, IŞİD’in oluşturulmasıyla ilgili temaslarda bulunmak üzere  götüren gayri meşru yolun Türkiye’den geçmiş olması tesadüf değildir. Bilindiği gibi, ABD’nin eski başkan adayı ve halen Cumhuriyetçi Parti lideri olan senatör McCain orada hem ileride IŞİD’in lideri olacak El Bağdadi, ve hem de IŞİD’in üzerinde inşa edileceği ÖSO örgütü lideri İdris’le görüşmüş, bu görüşme kameralarla kaydedilmiştir (bkz. www.voltaire.net). .

Zaten bugün IŞİD’in saflarında toplanmış olan cihatçıların önemli bir kısmının  Libya’da ABD çıkarları için savaşan islamcı cihatçılar olduklarını, Libya’dan gelerek  Türkiye üzerinden Suriye’ye taşınmış olduklarını, sonradan Suriye’den de Irak’a geçmiş oldukları biliniyor. Bu arada, Libya’da öldürülen ABD’li konsolosun ölmeden önceki son görüşmesini bu taşınma işlemleriyle ilgili olarak Bingazi’deki Türk büyük elçilik yetkilileriyle yapmış olduğunu da tekrar hatırlatmak isterim.

Evet, 12 Eylül’de kalmıştık, devam edelim. Türkiye’nin Suriye’ye karşı M.Kardeşler teröristlerini himaye etmesi üzerine, Hafız Esad yönetimi de, PKK lideri Öcalan’ı, TKEP lideri (şimdi muhtemelen kendisine sağlanan ekonomik olanaklar sayesinde, Öcalan’ın siyasal dalkavukluğunu yapan Teslim Töre’yi, Türk Gladyosu  taşeronu o zaman ki DEV-SOL lideri Dursun Karataş’ı Şam’a davet ederek onlara ikamet ve siyasal faaliyet kolaylıkları  sağlamıştı. Dikkat ederseniz, mesela bir Behice Boran, mesela, bir TKP’li, mesela o zaman ki Kemal Burkay falan davet edilmiyor.Yani Türkiye’den yönlendirilen teröre, Şam’dan yönlendirilebilecek bir terörle yanıt verilmek isteniyor.

Türkiye’nin cihatçı teröristlere desteği bakımından bugünkü durumla geçmişteki durum arasında özsel bir fark var. Hem Türkiye ve hem Suriye hükümetleri geçmişte, karşılıklı olarak terörist ilan etmiş oldukları grupları ve figürleri, ulusal egemen devletler olarak ulusal ve politik çıkarları adına kullanıyor, destekliyorlardı. Bugünkü AKP hükümetinin cihatçılara desteğiyse tamamen ideolojik ve mezhepçidir. Bu çok anlamlı bir fark meydana getiriyor. Öyleyse, bu durumun Türkiye açısından sadece dışarıda değil, içeride de sonuçlarının olmaması mümkün görünmüyor. Bedel ödenecektir.

Bu noktada, o zamanki ABD’nin tavrı, bugünkü ABD siyasetini de anlamak bakımından anahtar işlevi görmektedir. Sessizce olup biteni izleyen ABD, zamanı geldiğinde (“Saddam sorunu” yaratılınca) bir olanağı daha fırsata çevirmiştir. İki taraflı hareket etmek, “tavşana kaç tazıya tut” demek olanaklarına kavuşmuştur. Hem bu taraftan hem o taraftan…

Tweetle