SYRİZA’nın seçim başarısı

Galeri

Syriza beklendiği gibi seçimlerden birinci parti olarak çıktı. Herhalde ilk iş olarak ülkenin borçlarının yeniden yapılandırılmasını talep edecektir. Belli bir anlayış görmesi beklenmelidir. Tabii bu durumda, Yunan halkının üzerindeki borç ve kemer sıkma baskısı az da olsa gevşemiş olur. Ancak … Okumaya devam et

Yunanistan seçimleri ve Syriza

Galeri

Burada daha önceki yazımda Syriza hakkında söylemiş olduklarımı-ufak tefek değişikliklerle-  alıntılayarak seçimler öncesinde yeniden gündeme getirmek istiyorum. Syriza’nın kazanma ihtimali, Almanya’nın tehditlerine rağmen yüksek görünüyor. Bir kere Almanya bu tehditlerini gerçekleştiremez. Avrupa’nın bir “siyasal birlik” haline gelmesine, anglo-amerikanlar izin vermezler. … Okumaya devam et

Emperyalizm uzlaşmaktan teslimiyeti anlar

Galeri

Günümüz ülkelerinin jeo-ekonomi-politik konumu bugün oluşmamıştır. Tarihsel bir süreç içinde, toplumsal, çevresel iç ve dış siyasal mücadelelerin sonucu olarak şekillenmiştir. Ülkelerin toplumsal formasyonları, kültürel yapıları zaman içinde dönüşümler geçirse de, jeo-ekonomi-politik  konumları, kayguları, öncelikleri yeni koşullarda, yeni görünümler altında devam … Okumaya devam et

ABD’nin Satranç Tahtasında Bumerang oyunu

Anglo-amerikan finans oligarşisinin hegemonyası dolar ve petrol bağlantısı ya da petro-dolar üzerinde yükselir. ABD’nin Vietnam macerasının da teşvik ettiği devasa askeri harcamaları nedeniyle, Bretton Woods 1971’de çöktükten sonra dolar/altın standardının yerine, dolar/petrol standardı ikame edilmişti. Bu sayede doların saltanatı ve ABD hegemonyası sürdürülebilmişti.

Öyleyse, ABD doların rezerv para olarak anlamını korumak zorundadır. Bunun içinse, rezerv paranın büyük ölçüde dolaşımda olduğu petrol kaynaklarını ve trafiğini kontrol etmesi yaşamsal bir öneme sahiptir. Rockefeller ailesine yakınlığıyla tanınan Kissinger bir keresinde, “enerji kaynaklarını kontrol eden hemen hemen bütün ülkeleri, parayı kontrol eden bütün dünyayı kontrol eder” demişti (Bunu 1973’de söylediği vakit, ham petrol fiyatı yüzde dört yüz artmıştı). Bu çerçevede, petro- dolar enerji ve paranın kesiştiği yerde zuhur ediyor.

Şimdi ABD’deki stratejistlerin (hem neo-conların hem de Brzezinski çevresinin) bu bakımdan aralarında bir farklılık yok. Neyin kendileri için yaşamsal öneme sahip olduğunu biliyorlar. Farklılık şurada: Neo-conlar, “petrol çıkış noktalarını, dolayısıyla trafiğini kontrol edelim, öncelik budur” diyorlar. Brzezinski çevresi, ” Rusya ve Çin gibi ABD’ye rakip, onun dünya üzerinde kontrol kurmasını engelleyebilecek ülkeleri kuşatıp, etkisiz hale getiremezsek, petrol noktalarını, dünyanın ekonomik olarak en avantaj vaat eden Avrasya anakarasını ve dolayısıyla petro-dolar hegemonyasını sürdüremeyiz” diyorlar.

Buna göre, neo-conların etkin olduğu Bush yönetimleri, petrol noktalarının, ya da BOP bölgesinin kontrolünü öne koyan stratejiler izlediler. Obama yönetimleri, başlarda neo-conların stratejilerini uygulamayı sürdürdüler ancak giderek Brzezinski stratejisini öne çıkarmaya başladılar. Gürcistan, Tibet, Sincan, Ukrayna hamleleri bu doğrultudaki girişimler olarak okunmalıdır.

Şimdi şunu tespit etmek lazım, soğuk savaş bitmedi, sadece yeniden formatlandı. Yenilendi. (Soğuk Savaş, 2.D.Savaşı sonrasında da yeni başlamamış,  yeniden formatlanmıştı.  Soğuk Savaş, Sovyet Devrimi’nden sonra 1924’teki “tek ülkede sosyalizm” siyasetine karşı olarak başlatılmıştı) Varşova Paktı ortadan kalktı ama savaşın üzerinde yükseldiği öteki ayak olan NATO varlığını genişleyerek sürdürdü. Emperyalistlerin saldırgan, militarist girişimlerini dünya kamuoyu nezdinde meşrulaştırabilmek için yeni bir “SSCB” ye (siyasal rejiminin niteliğinin önemi yok)  ihtiyaçları vardır. Bunu yaratmak yolunda epey mesafe aldılar.

Bugün ABD emperyalist hegemonyasının maruz kalmış olduğu jeo-ekonomi-politik krizi, soğuk savaştan itibaren onun kendisini tamamen SSCB gerçekliğine göre programlamış olmasıyla bağlantılandırmak gerekir. Yani, SSCB tablodan çekilince, onun da bir hegemonik güç olarak,  var olma nedeni ortadan kalkmış oldu. Mesele, bunu kabule yanaşmıyor olmasıdır. Bu tavır, onun tehlikeli şekilde gerçeklikten kopmuş olduğunun göstergesidir.

Burada geçerken bir saptama daha yapmam gerekiyor. Anglo-amerikan veya Atlantik emperyal yapı (bunun içinde Hollanda’nın tarihsel ve adeta katalizör rolünü ihmal etmemek lazım) , ta baştan kendisini global bir referans çerçevesi içinde, deniz aşırı veya kıtalararası maddi ve kültürel kaynakların (sermaye, emek-gücü, teknik, ideoloji vs) sömürücü bir anlayışla hareketliliği, trafiği içinde oluşturmuştur (Britanya, ABD, Avustralya, Y.Zelanda, kısmen Kanada,G.Afrika arasındaki kurucu trafiği düşününüz. Sanayi Devrimi’ni de Britanya’da olanaklı kılan bu trafik olmuştur). Yani global ölçek onun için varoluşsaldı. Elbette kapitalizm içinde globalist eğilim ta baştan verilidir. Bunu ilk realize edecek koşullara sahip olanlar,  Hollanda’yı da ihtiva edecek şekilde, Anglo-sakson kapitalistleri olmuştur.

Ancak kolonyal, emperyalist kapitalist birikim iştahı  bu globalist eğilimin kontrolden çıkması sonucunu kaçınılmaz olarak yaratmıştır. Bu iştahı, Fransız emperyalizminin, biraz daha sonra Alman emperyalizminin  aynı globalist itkilerle devreye girmesiyle birlikte oluşan rekabet ortamı da teşvik etmiştir tabii. Gerçekçiliğini yitirmiş idealist bir akıl, isterseniz, vizyon jeo-ekonomi-politik davranışlara hakim olmuştur.

Burada, Anglo-amerikan anlayış bakımından ayırıcı olan nokta, Lockeçu siyasal liberalizme referans veren,  (mesela özerk toplumsal oluşumların zayıf olduğu Fransa’daki gibi) bir merkezi devlet aklının bariz kontrolü olmaksızın, eşitsiz ve hiyerarşik (“gemisini kurtaran kaptan” anlayışı) “kendi kendisini regüle eden toplum” tahayyülünün, daha doğrusu yanılsamasının söz konusu idealist-globalist dürtüleri teşvik etmekle kalmayıp, tamamen kontrolden çıkarmış olmasıdır. Çoğul, özerk ama piramidal anlamda katı hiyerarşik oligarşik yapılar, söz konusu liberalist illüzyon sayesinde (İllüzyon, çünkü bu özerk görünen toplumsal yapılar, devlet üzerinde kontrol sağlayarak devleti kullanıyorlar. Devletin emperyal kapitalist yapının oluşumunda, sürdürülmesinde başat bir rolünün olduğu açıktır. Siyasal liberalist ideoloji sayesinde devlet bu çoğul görünen özerk toplumsal oluşumlar arasında gözden saklanıyor) kendilerini toplumsal olarak meşrulaştırmışlardır. Globalist vahşet tiyatrosu Lockeçu siyasal liberalizm olmadan anlaşılamaz.

1905 Rus-Japon savaşından sonra Rusya, Avrasya hedefi dolayısıyla, Batı’nın jeo-ekonomi-politik doktrinin merkezi haline gelmiştir. Avrasya, hegemonik Britanya İmparatorluğu için (jeo-ekonomi-politik manada) pivot bölge haline geliyor. Aslında, Rus-Japon savaşında Britanya’nın rolüne pek değinilmiyor. Oysa, Japonya savaşın öncesinde Britanya ile bir ittifak yapıyor. Çok önemli parasal, askeri yardımlar alıyor. Belli bir hazırlık evresinden sonra savaşa girişiyor. Rus devrimlerini tartışırken bu dışsal bağlamı, yani Rusya’nın jeo-ekonomi-politik anlamda eksen bir ülke haline gelmiş olmasını ihmal etmememiz gerekiyor. Devrimler büyük muktedirlerin açmazları, birbirlerine düşmeleri ve sosyal olarak güçsüzlerin direnişinin karşılaştığı yerde patlak veriyor.

19yy’ın ikinci yarısından itibaren Britanya, olası bütün rakiplerini tasfiye etmek için stratejiler geliştiriyor. Rusya’daki (aralarında Herzen gibi muhafazakarların, Bakunin gibi anarşistlerin de bulunduğu) çoğu muhalifi ve muhalif hareketi destekliyor. Geliştirdiği stratejiler, manipülasyonlar ve rüşvetlerle Rusya’nın, jeo-ekonomi-politik gerçekleri hilafına, Almanya’ya karşı savaşmasını temin ediyor (1.Savaş yıllarında Rusya’daki Britanya büyükelçisi olan oligarşik Round Table üyesi G.Buchanan anılarında, devrin Rus dış bakanı olan Sazanov’dan -Stolipin’in kayın biraderiydi- Britanya’nın dostu, Britanya’nın çıkarlarına hizmet eden kişi olarak söz ediyor. Sazanov bu dostluğu daha ileri vardırıp, Polonya’ya özerklik vaat edince, Çar tarafından görevden alıyor)

Mesela bakınız Britanya, 1.D.Savaşı sonrasında, izlediği politikalarla,  rakip imparatorlukların tamamını tasfiye ediyor.Otuzlarda dünyanın hem alan hem de nüfus olarak büyük bir kısmını kontrolü altına alıyor. Emperyalist kulvarda yükselen ABD tek olası rakibi oluyor. Zaten onu kontrolü altına almak için de 19.yy’dan itibaren  stratejiler geliştirmeye devam ediyor. Örnekse, 1929 Bunalımı’nı bir “Amerikan Bunalımı” haline getirmek için gereken ne varsa, yapıyor.

Her neyse. ABD gemilerle taşınan petrol varillerinde sadece doların taşınmasını; petrol akan boru hatlarından sadece doların akması için önlemler almak istiyor. Amerikan yüzyılının ancak bu şekilde tesis edilebileceğine inanıyor.

Suriye sorunu, ABD bakımından, Brzezinski’nin teorisinin daha mantıklı olduğunu gösterdi. ABD’nin Ukrayna’ya, oldukça ahmakça da olsa, el atması izlenecek strateji bakımından bir tür dönüm noktası olarak da görülebilir. C.Rice haklıdır. Rusya, tedarikçi bir ülke olarak, yenilenen soğuk savaşı çok fazla sürdüremez (SSCB’nin ekonomik sorunlarını şiddetlendiren en önemli etkenlerden birisi ham petrol fiyatlarının düşmesi olmuştur). Ancak ABD de bu ekonomik durumuyla fazla dayanamaz.  Kaldı ki Rusya askeri bakımdan güçlü bir ülkedir. Batı’nın sandığı kadar zayıf değildir (Tabii kendi düşündüğü kadar da güçlü değildir). ABD ve AB ekonomisi olası bir savaşı kaldırabilecek durumda değildir.

Üstelik şartlar, Çin ve Rusya’yı birlikte davranmaya sevk etmektedir. Rusya düşerse, Çin de düşer. Bugün ABD savaş makinesini geriletebilecek tek askeri güç Rusya’dır. ABD savaş makinesi karşısında Çin’in savaş gücünün esamisi dahi okunamaz. Çin ekonomisiyle, Rusya askeri gücüyle -ikisi beraber- emperyalizmin ilerlemesini durdurabilirler.

Tedarikçi bir ülke olarak Rusya, ham petrol fiyatlarındaki piyasa manipülasyonlarından (mesela Afganistan’a Sovyet müdahalesi sonrasında emperyalistler,OPEC’i kullanarak böyle bir manipülasyona başvurmuş, ham petrol fiyatlarını dramatik olarak düşürerek Sovyet ekonomisine ağır bir darbe vurmuşlardı) fazla etkilenmemek için Çin ve Hindistan gibi büyük tüketicilerle uzun vadeli enerji angajmanlarına girişmek zorundadır). Çin de, ABD ekonomisini dolara yatırım yaparak fonlama politikasından vazgeçmeli ya da bu politikayı gözden geçirmelidir. Ancak Çin yönetimi üzerinde etkili olan  mevcut pro-Amerikan politikanın sürdürülmesinden yana kişi, grup ve lobiler olduğunu tahmin etmek de zor değildir.

Bundan başka, Çin için Doğu Çin Denizi yaşamsal öneme sahiptir. Dünya pazarlarıyla en önemli bağlantı kurma noktasıdır. Burada ABD’nin müttefikleri olan Japonya ve G.Kore ve Filipinler gibi ülkelerle önemli ihtilafları vardır. Bu ihtilafları Rusya faktörünü kendisinden yana devreye sokmadan aşamaz. Rusya’nın da, daha kuzeyde bulunan ve zengin hidrokarbon kaynaklarına sahip Sakhalin Adaları dolayısıyla Japonya ile ihtilafı vardır.

Bu bölgede Rusya ve Çin’in birlikte hareket edecekleri anlaşılmaktadır. Rusya ve Çin’in, 2.Savaş sonrasında, Almanya ve Fransa’nın aralarında kurdukları araçsal ilişkiye benzer bir işbirliğine gereksinimleri var. Bilindiği gibi, Almanya’nın işgal edilerek bölünmüş bir ülke konumundan kurtulabilmesi için Fransa’nın siyasal desteğine, işbirliğine gereksinimi vardı. Fransa’nın ise ekonomik olarak Almanya’nın enerjisine ihtiyacı vardı ( 20.yy’da AB fikrinin en önemli kurucu aklı olarak görülen Fransız ekonomi-politikacısı, diplomat Jean Monnet’nin  anıları bu bakımdan ışık tutucudur). AB, esas olarak bu iki ülke arasındaki böyle bir araçsal ilişkiden çıktı. SSCB’ye göre kendisini programlamış bir ülke olarak ABD de bu işbirliğine destek oluyordu. 1950’de, esas olarak ABD tarafından ısmarlanmış, Fransa tarafından hazırlanmış, Schuman Bildirgesi tabir edilen, AB kuruculuğu yolunda atılmış ilk somut adım olan Çelik/Kömür Birliği antlaşması, özellikle Fransa’nın ihtiyaç duyduğu ekonomik avantajları elde etmesi yanında, aslında işgal edilmiş, bölünmüş Almanya’nın SSCB’ye karşı yeniden silahlandırılması gibi bir örtük planı ihtiva ediyordu. SSCB alt edilmeden Almanya bu “mağlup ülke” konumundan çıkamaz, AB bugünkü form ve içeriğiyle oluşturulamazdı. Bugün ABD, bu iki ülkenin “öküz öldü ortaklık bitti” demelerine mani olmak zorundadır.

Gelgelelim, Almanya ve Güney Avrupa’nın bugünkü Ukrayna sorunu etrafında ortaya çıkacak bir kapışmada ABD ile sonuna kadar yürümeleri mümkün değildir. Ukrayna meselesinde, son günlerde,  Almanya’nın frene basmış olması bundandır. Alman ekonomisinin Rus ve Çin ekonomisine bağımlılığı son on yılda dramatik olarak artmıştır. 2013’te bütün Avrupa’yı derinden sarsan krizden Almanya’nın şimdiye kadar pek yara almamış olmasının nedeni Çin ve Rusya ile olan ticaretidir (geçen yıl Çin’in Almanya’dan makine ve teknoloji ithalatı rekor rakamlara ulaşmıştı). İngiliz başbakanı da Rusya’ya karşı yaptırımlar konusunda hevesli olmadıklarını ifade etmişti. Yalnız Londra şehrindeki Rus yatırımlarının 50 milyar dolar civarında olduğunu İngiliz gazetelerinden okumuştuk. Bir başka konu, Rus petrolünün ve gazının AB ülkeleri için vazgeçilemeyecek kadar ekonomik olmasıdır.

Avrupa’da Yunanistan kriziyle patlak veren ekonomik sorunlar, bir çok ekonomistin dikkat çekmiş olduğu gibi, ABD finans oligarşisinin çabalarıyla oluşmuştur. ABD, avro’ya dayanan bağımsız bir AB siyasetine izin vermek istememektedir (Eğer AB kendi bölgesinde egemen bir güç olacaksa, bunun önkoşulu sağlam bir paraya sahip olmaktır). ABD, AB’ye Rus saplantısına sahip D.Avrupa’nın üyeliğini bu amacına hizmet etmesi için empoze etmiştir. Çin, 2009’da, büyük krizi izleyen günlerde,  dolara olan güvenlerinin kaybolmaya başladığını, ticaret fazlaları için avro’yu da kullanacağını açıklamıştı. Yunan krizi de o sıralarda patladı. AB ülkeleri avronun geleceğini tartışır oldular.

ABD’nin dünya istikrarını bozucu saldırgan politikaları, çok sayıda ülkenin çıkarlarıyla çatışıyor. Örnekse, Çin bugün ham petrol ithalatının yüzde 58 ‘ini Orta Doğu ülkelerinden temin ediyor. Son on küsur yıldan beri ABD ve müttefikleri bu bölgenin siyasal istikrarı aleyhine askeri ve terörist faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Bu durum sadece bölge ülkelerinin ekonomilerini değil, onlarla ticari ilişkiler içinde olan ülke ekonomilerini de olumsuz şekilde etkiliyor. İstikrarsızlığın transferi gibi bir tehlikeyi sürekli olarak canlı tutuyor. Çin’in 2006’daki ham petrol tüketimi günlük 3,5 milyon varil civarındaydı. Bu rakamın önümüzdeki on beş yıl içinde 4 kat artması bekleniyor.

Rusya, aşama aşama yapımı tamamlanmakta olan (birinci kısmı 2006’da bitmişti) Doğu Sibirya-Pasifik Okyanusu Boru Hattı (ESPO) ile Japonya, Çin, G.Kore, Singapur dahil bir çok Asya ülkesine nispeten ucuz  (bunda siyasal istikrarsızlıktan kaynaklanan fiyat artışının olmaması bir etkendir) ve büyük miktarlarda ham petrol ihraç edebilecektir.  Üstelik Çin ile Rusya arasında akdedilmiş bir antlaşmayla ulusal paralarla bir alışveriş  mümkün olacaktır. Bu boru hattının kapasitesinin arttırılması, onu bölge ülkeleri bakımından çok önemli bir ekonomik olanak haline getirecektir. Bu durumda, bir çok Orta Doğu ülkesi, bu arada Çin’in petrol ihtiyacının yüzde 25’ini temin eden S.Arabistan, tüketimi sürekli artan (Çin şu an da dünyanın ikinci büyük petrol ithalatçısıdır. Kısa bir süre sonra birinci olması beklenmektedir) bir alıcısından mahrum kalacaktır. Amerikan doları önemli rezerv para biriktiricilerini kaybedecektir.

Rusya’nın yeni boru hatlarıyla bir çok ham petrol ithalatçısı ülke için baş tedarikçi haline gelmesi, bütün stratejik dengeleri alt üst edecek, dünya jeo-ekonomi-politiğinde, “ipek yolu”, “baharat yolu”, “Ümit Burnu’nun dönülmesi”, “Süveyş Kanalı” nın açılmasıyla oluşmuş tarihsel-siyasal olaylar ve değişimlerle kıyaslanabilir (mesela Haçlı Seferleri’nin Doğu ve Batı arasındaki baharat ticaretiyle olan ilişkisini, yol açmış olduğu sonuçları düşünelim) yeni (askeri boyutu da dahil) siyasal gelişmelerin önünü açacaktır. Çin, Hindistan, Japonya gibi önemli büyüme oranlarıyla ihtiyaçları sürekli artan büyük ham petrol tüketicilerinin bulunduğu bir coğrafyadan söz ediyoruz.

Bugüne kadar petrol sevkiyatı bakımından büyük önemi olan bir çok coğrafi noktanın, boğazların (Mesela, halen günde 15-17 milyon varil arasında petrolün dünya pazarlarına ulaştırıldığı Hürmüz Boğazı, bağlantılı boru hatlarıyla beraber günde 4 ila 5 milyon varil ham petrolün geçtiği Süveyş Kanalı, yine günde 3 milyon varile  yakın ham petrolün geçiş yolu üzerinde bulunan İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nın, günde 3 küsur milyon varil ham petrolün geçiş yaptığı Bab-el Madeb boğazı ve Güney Asya’da günde 15 milyon varilden çok ham petrolün taşındığı Malacca Boğazı) ticari önemleri, bir çoğunun siyasal önemleri dramatik olarak azalacaktır.  Böyle bir gelişmenin radikal siyasal sonuçlarının olacağı açıktır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında başını Rockefeller ailesinin çektiği ABD ve Britanya tekellerinin   petrolü uluslararası ticaretin en önemli ve en stratejik malı  yapmak istedikleri biliniyor. Bu durumu gözlemleyen Stalin yönetimi, SSCB Bilimler Akademisi’nden  petrol ya da daha genel olarak hidrokarbon enerji kaynaklarının özellikleri ve geleceğiyle bir çalışma yapmasını istedi. Yapılan araştırmalarla, hidrokarbonun fosil bir kaynak olmadığı, daha çok tektonik hareketlerinin sonucu olarak oluşmuş olabileceği saptanmıştı. Buna göre, petrol rezervlerinin tükenmesi olasılığının ihmal edilecek kadar düşük olduğu, petrol, doğal gaz gibi kaynakların kendilerini yenileme potansiyeline sahip oldukları vurgulanıyordu. Bu çalışmalar batılı araştırma kuruluşları tarafından reddedildiler, kaale alınmadılar. Son yıllarda, Rus araştırmacılar Sovyet araştırmacıların çalışmalarını yeniden ele alıp, doğruluğunu savundular. Rus iddiaları son zamanlarda bir çok yazar tarafından dillendirilmiştir. Bir çok büyük kaynak bölgesinde yapılmış araştırmalar, rezervlerin tükenmekte olduğu iddiasını doğrulamıyor. Yanı sıra, sürekli yeni kaynaklar tespit ediliyor.

Örnekse, Haiti, bu ülkeye ABD tarafından aniden el atılmış olması, bazı solcu yazarların iddia ettikleri gibi, sadece ucuz emek-gücü kaynağına kavuşmak değil, asıl neden, etrafındaki sularda yoğun tektonik hareketlenmelerin görüldüğü  bu ada ülkesinin petrol ve doğal gaz bakımından zengin kaynaklara sahip olduğunun tespit edilmiş olmasıdır.

ABD’li araştırmacıların Sovyet çalışmasını reddetmeleri anlaşılır nedenlerden kaynaklanıyor. ABD bir yandan, petrol ve doğal gaz kaynaklarının rezervlerinin tükenmekte olduğunu iddia ederek, fiyatlar üzerinde kontrol kurmak; diğer yandan da, petrol ve enerji rezervlerinin bulunduğu ve  bu kaynakların nakledilmesi için gerekli görülen alanlara yönelik askeri ve diplomatik operasyonlarını meşrulaştırmak istiyor.

Şimdi ABD jeo-ekonomi-politik olarak geriliyor. En büyük sorunu Avrasya’yı kontrolü altına alamamaktır. Bu kontrol olmayınca ABD hegemonyasının sürdürülmesi olanaklı değil.  Bu kontrol olmadan ABD ancak bir bölgesel güç derekesine düşebilir.

Avrasya, dünyanın en önemli hidrokarbon ve hidroelektrik  enerji kaynaklarını, en stratejik madenlerini, minerallerini, su kaynaklarını (dünyanın en uzun 6 nehri bu coğrafya bulunuyor), devasa bir ucuz emek-gücü ve meta pazarını içeriyor. Yanı sıra, Avrasya’nın bir çok kişinin ihmal ettiği bir başka zenginliğiyse, bilimsel manada yetişmiş değerli insan gücüne sahip olmasıdır. Rusya, Çin ve ve daha güneydeki Hindistan gibi ülkelerin bilimsel kapasiteleri bir çok Batı ülkesinden ileridedir. Son otuz yılda bu anakaranın bilimsel araştırmalara katkısı, batı ülkelerinin katkısını oransal olarak aşmıştır.

ABD’nin burada bulunan ve aralarındaki işbirliği sürekli gelişen Rusya, Çin, İran gibi güçlerle doğrudan bir çatışmaya girişmesi olanaklı değildir. ABD şimdi bir yandan bu güçleri birbirlerine düşürmek; öte yandan da, söz konusu coğrafyada islamcı  (ve Ukrayna’da gördüğümüz gibi Nazi) teröristleri organize ederek kaosu yaymak isteyecek, bu ülkelerin ekonomik istikrarını bozma çabasına hız verecektir.

ABD’nin globalleşme perspektifi iddia edildiği gibi, demokrasi, insan hakları gibi ideallere değil,  yeni-feodalizme, kaosa, ve nihayet faşizmlere, savaşlara referans vermektedir. Bu arada, Türkiye gibi bir ülkede de faşizmin, AKP rejimi altında,  yükseltmekte olması bu emperyal “global” perspektif kavranmadan anlaşılamaz. Yani emperyalizme karşı durmadan AKP rejimine; AKP rejimine karşı durmadan emperyalizme karşı çıkma siyasetlerinin hiç bir geçerliliği yoktur.

T