General John Allen’ın gitmesi ne anlama geliyor?

Sözde “anti IŞİD”  koalisyonun başına getirilmiş bulunan General John Allen’ın önümüzdeki Kasım ayında bu görevini bırakacağını medyadan öğrendik. Allen, emperyalist blok içindeki neo-con şahinlerin, başını (halen Senato Savunma Komisyonu Başkanı ve eski Cumhuriyetçi başkan adayı) McCain, Hilary Clinton ve emekli General Petraeus’un (1)  çektiği kliğin önde gelen bir üyesidir.

Bu gelişme sürpriz olarak görülemez. Daha önceki yazılarımda bir çok kez söz konusu koalisyonun nasıl oluşturulduğundan ve Allen’ın nasıl başına geçirildiğinden söz etmiştim. ABD ve İran arasında varılmış olan antlaşmanın onaylanmasından sonra Allen’ın bulunduğu yerde kalması olanaklı görünmüyordu. Artık “anti-IŞİD koalisyonu” nun bu haliyle bir anlamı kalmamıştı. Bizim sol camia, genellikle olduğu gibi, iç gündeme çok gömülmüş olduğu için İran-ABD antlaşmasının önemini kavrayamadı.  Bu konuda bir yazı okuduğumu hatırlamıyorum. Halbuki bu antlaşmanın sonuçları bölgemizde ve ülkemizde görülmektedir. Türkiye’nin bugün yaşadıkları ve üç beş ay sonra, yani yakın gelecekte, yaşayacakları bu antlaşmayla başlayan yeni bir sürecin etkileri olarak görülmek gerekir. Bunlar belirleyici etkilerdir.

TC devleti bir vasal devlettir. Emperyalizmin sürekli saldırı haline geçtiği bir dönemde vasal devlet, bütün ulusal egemenlik sınırlarından kurtulur, yeni koşulların gerektirdiği yeni işlevlere hazır hale gelir. Bu sistem içinde yer alan bir vasal devletin işleyişini, egemen sınıf bloğunun bu devlete göre konumunu  içinde yer alınan söz konusu sistemin dışında analiz etmek mümkün değildir. Yani bugün iç dinamikler, diyelim, İkinci Savaş sonrasındaki soğuk savaş devrinde sahip olduğu rolden farklı bir role sahiptir. Hem egemen sınıf bloğu ve hem de devleti öncekinden farklı olarak çok daha sınırlı, kısıtlı bir özerklik alanına sahiptir. Tabii bu öyle tepeden gelen bir emirle bir anda olmuyor. Öncelikle egemen kapitalist sınıf yeni birikim düzenine entegre ediliyor. Daha uluslararası ya da global bir karakter kazanıyor. Bu süreçte devlet hem bu durumu temin eden ve sürdüren bir araç hem de vasallık rolünün bihakkın yerine getirilmesi için bir amaç oluyor.

Emperyalizmin 90’lı yıllarda soğuk savaş zaferiyle birlikte başlatmış olduğu saldırı stratejisi, özellikle ya da daha net bir şekilde  Obama’nın ikinci başkanlık döneminde bir savunma stratejisi haline dönüştürüldü. Elbette bu bir anda, kolay bir şekilde gerçekleşmiyor. Emperyalist sistemin hegemonik güçlerinin her birisinin kendi içinde ve tabii kendi aralarında, bu arada bunlarla vasalları arasında, emperyal güçler haline gelmek isteyen rakip güç merkezleriyle  farklı çıkarlara, önceliklere, kaygulara  tekabül eden gerilimler, çatışmalar yaşanıyor. Bir ileri iki geri ya da tersi bir görüntüye sahip adımlar atıldığını görüyoruz. “Vekalet savaşı”, kontrollü kaos” düşüşte oldukları için savunma stratejisine dönen tarihsel emperyal güçlerin pratiklerinde görülebiliyor.  Bunlara daha önce değinmiş olduğum için geçiyorum. Yalnız geçerken, İran-ABD antlaşması sırasında ve sonrasında yaşananların bu yukarıda değindiğim hali tespit etmek bakımından önemine dikkat çekmek isterim. Adeta bir gösterge işlevi görüyor.

Emperyalist blok içindeki neo-con kanat İran antlaşmasını engellemek adına büyük bir çaba sarf etti. Mesela bu çerçevede bölgede ve ülkemizde  terörün ivme kazanması, göç hareketlerinin kontrolden çıkması adına gayret gösterdi. Büyük bir medya kampanyası yürüttü. Ancak bu çabaları döndü dolaştı kendisini vurdu. Meşruiyet erozyonuna uğradı. Söz konusu antlaşmanın onaylanmasıyla Allen’ın artık bulunduğu yerde kalmasının bir anlamı kalmamıştı.

ABD’nin Ukrayna hamlesiyle bir taşla iki kuş vurma senaryosu da sahada yürümedi. İflas etti. Artık Obama yönetimi ve arkasındaki güçler için neo-con’ larla uzlaşma halinin sürdürülmesinin mümkün olmadığı görüldü. Hesap şuydu : S.Arabistan ham petrol fiyatlarını dramatik olarak aşağı çekecek,  Rusya ve İran ekonomileri ağır bir darbe alacak, Suriye ve Irak sorununa müdahil olmalarının önüne geçilecekti.  Aslında Kırım’ın Rusya’ya geri dönmesiyle bunun olamayacağının ilk ve en önemli işareti gelmişti. Ancak emperyalistler “kör kör gözüm parmağına” anlayışında ısrar ettiler. Rakiplerini hafife aldılar.

Emperyalistlerin ham petrol fiyatları üzerinden ayar verme girişimleri Rusya’dan çok, zaten bir de ambargo sorunu yaşayan İran’ı etkiledi. Böylece İran, Irak ve Suriye’deki etkisini, müdahalesini arttırma kararı aldı. Kaynayan kazan Yemen’i ateşledi. Suriye direnişi güçlendi. Cihatçılar geriletildi. İran, bir savaşı göze almak pahasına, nükleer çalışmalarını sürdüreceğini gösterdi. Yani vuruşmadan sahadan çekilmeyeceğini ilan etti.

Uluslararası finans-kapital ağlarına henüz entegre edilememiş Suriye burjuvazinin bürokrasi içinde de güçlü olan geleneksel seküler küçük-burjuva radikal veya ilerici güçlerle ittifakına farklı etnik ve dinsel kökenden geniş halk kesimleri de dahil oldu. Savaş çok uzamış ve üstelik değişim vaadinde bulunanların nasıl bir değişiklik yapacakları bu kitleler tarafından anlaşılmaz olmuştu. Özellikle Libya örneği Şam yönetiminin arkasında durmalarında belirleyici oldu. İran da bu direnişin başlıca dış dayanağı oldu.

İran-ABD antlaşmasının ardından neo-con senaryolarıyla oluşturulan tabloyu iyi analiz eden Rusya çok iyi bir zamanlamayla Suriye’de doğrudan müdahil olma kararı aldı. Rusya’yı bu kararı almaya sevk eden basitçe Akdeniz’de yer tutmak değildi. Bu arzu yeni değil zaten. Bu bir vak’a. Ancak Rusya’yı şimdi harekete geçiren iki temel kaygu vardı: Birincisi, bir tedarikçi ülke olarak ekonomisi ham petrol fiyatlarına bağımlıydı (aslında 70’lerden itibaren SSCB için de benzer bir durum vardı). ABD ve S.Arabistan’ın ham petrol fiyatlarını, piyasa kurallarını bypass ederek istedikleri gibi belirleme olanaklarına sahip olmalarının önüne geçilmesi gerekiyordu. Yani stratejik bir ürün olan ham petrol ekonomi-politiği etken oldu. İkinci olarak, Avrasyacı malum Anglo- Amerikan  jeopoliğini öne koyan Obama yönetiminin  cihatçıları ileride Avrasya coğrafyasında kullanma olasılığının giderek güçlenmesi Rusya’nın tedirginliğini arttırdı. Sayıları yüz binden az olmadığı iddia edilen cihatçılar arasında Rusça konuşanların üçüncü büyük grubu oluşturması, bunların bir çoğunun lider kadrolarda yer alması bu tedirginliği anlaşılır kılıyor.

İran da ham petrol ekonomisi konusunda Rusya ile benzer kaygulara sahip olduğu için siyasal olarak işbirliği yapma olanakları güçleniyordu. İran-ABD antlaşması Rusya’nın olası bir İran-ABD savaşıyla ilgili kaygularını giderdi. Rusya, Suriye’de doğrudan müdahil olmak bakımdan daha rahat hareket edebileceği bir zemin buldu.

ABD’nin bu yeni gelişmelerin önüne geçmesi mümkün görünmüyor. Esad’ın kalacağı anlaşıldı. ABD, Rusya’yla “şerefli” bir uzlaşma içinde olmak, onu kendisiyle birlikte hareket etmesi için sıkıştıracaktır. Bu arada, Rusya’yı İran’dan ayırarak kendi yanına çekme hesapları da yapıyor olmalıdır. Rusya ve İran’ı düşmanlaştırmak Avrasyacı Brzezinski’nin öteden beri ABD yönetimlerine tavsiye ettiği bir fikirdir.

Yemen’deki savaş ve Suriye’deki direniş S.Arabistan yönetimi içindeki defoları da açığa çıkarmış, bir taht mücadelesini başlatmıştır. Neo-con kanatın temsilcileri olan Prens Benderci’ler (bu arada Suudi hanedanlığına dahil halen bir kaç bin prens olduğunu hatırlatmak isterim),  Suriye, Rusya ve İran’la uzlaşmaya sıcak baktığı izlenimi veren mevcut yönetimle şiddetli bir iktidar mücadelesi içindedir. Ancak neo-con’cuların kazanma olasılığı hemen hemen yoktur.

Türkiye’deki AKP rejiminin seçimlerden sonra daha da fütursuzlaşması, fiili durumlar yaratmaya hız vermesi, provokasyonlar yapması  “anti-IŞİD koalisyonu” aracılığıyla ABD’nin Suriye’de yeni bir saldırı planını devreye sokmasıyla alakalıdır. Erdoğan-Davutoğlu yönetimi neo-con’ların kontrolündedir. Kürdistan coğrafyasında PKK’nin desteğiyle yükseltilen terör (2) bu neo-con koalisyon veya işbirliği olmadan anlaşılamaz. Ancak neo-con’ların  geriletilmesi AKP hükümetinin sürdürebilirliğini olanaksız hale getiriyor. Artık eski manevra alanlarını bulmak da çok zordur. İhtiyaç duyacağı manevra alanı adına seçimlerden sonra bir CHP koalisyonundan önce HDP koalisyonu olanaklarını zorlaması, yani yeniden “barış süreci”  senaryosunu uygulamaya koyması  beklenebilir. Ancak bunun da sürdürebilir olmayacağı açıktır. Esad’ın kalması, Tayyip’in düşmesi demektir (3)

Bu arada, Türkiye ekonomisi çöküyor. Bu şartlarda, 3 TL’nin üzerindeki bir dolar kuruyla reel ekonomiyi çevirmek olanaklı değildir. AKP’nin dayanağı olan reel ekonomi içindeki Anadolu sermayesinin de artık onun arkasında olmayacağını tespit etmek gerekir. İhracata dayalı gelişme stratejisi izleyen Türkiye’nin ihracat yapan sanayisinin kullandığı girdilerin en az yüzde 55’i ithaldir. Öte yandan, Çin’in sürmesi muhtemel devalüasyon kararlarının Türkiye reel ekonomisi üzerinde tahrip edici etkileri devam edecektir. Biraz arabesk yapıp  tarihin bir cilvesi mi diyelim, Türkiye, 1957’de ortaya çıkan Suriye sorunu sırasında da, özellikle 1958 yılında,  büyük bir devalüasyon sorunu yaşamıştı.

NOTLAR:

1) Bu isme dikkat çekmek isterim. Petraeus uygunsuz bir gönül ilişkisi bahanesiyle Obama tarafından Afganistan’da görevliyken açığa alınmıştı. Asıl nedenin siyasal olduğu Amerikan medyasında çok yazıldı, tartışıldı. Doğrudur. İlk Körfez Savaşı’ndan itibaren, özellikle de 11 Eylül tezgahından sonra,  ABD yönetiminde ordunun artan ağırlığını gösteren sembol isimlerden birisi Petraeus’tur.

11 Eylül’ ün ABD’de de facto bir rejim değişikliği adına bahane olarak kullanıldığı iddiaları biliniyor. Yani bizdeki Ergenekon tezgahı gibi. Daha CIA başkanı (Eylül 2011-2012 Kasım) olmadan önce Afganistan’da ISAF’un (International Security Asistance Force) başındayken (2010) ve sonrasında Petraus’un, Müslüman Kardeşler kartını “Arap baharı” adı altında kullanarak, Orta Doğu’daki seküler, ilerici hareketleri boğma düşüncenin mimarlarından olduğu sık sık dile getirilir. Hatta M.Kardeşler söz konusu olduğunda Mısır’la birlikte ayak direyen S.Arabistan’ın yerine Katar’ı (2005’ten itibaren) devreye sokanın da onun fikirlerinin etkisindeki  CIA olduğu biliniyor. Nitekim Petraeus, hükümetin bilgisi dışında yaptığı planlar ve attığı adımlar Obama yönetiminde kaygu yaratınca görevden alındı. Bir süre sonra Katar’daki Emir’in oğlu tarafından alaşağı edilmesinin de bu Petraeus kararıyla ilişkili olduğu iddia edilmişti.

Şu açıktır: ABD soğuk savaş sonrasında adım adım, dünya hakimiyeti veya “tarihin sonu” ideali uğruna, kadim Roma gibi, bir askeri imparatorluk haline getirilmiştir.Bunun için bireysel özgürlükleri sınırlayan, devletin yurttaş üzerindeki kontrolünü arttıran birtakım polisiye yasalar yapılmış ve ABD yurttaşlarına onaylatılmıştır.

Dış siyaset alanında işgalci, baskıcı rolünü yerine getirebilmesi  için devlet,  iç siyasette de yurttaş karşısında daha fazla  güçlendirilmiştir. Mesela, oğul Bush devrinde çıkartılan faşizan Yurtseverlik Yasası’nı hatırlayalım. Amerikan yurttaşları emperyalist devletin sözde güvenliği adına temel  kişisel güvenlik haklarından feragat etmişlerdi. Bir örnek olsun, mesela, terör yapma potansiyeline sahip olduğu iddiasıyla bir yurttaşın özgürlüklerinin kısıtlanması, hatta fizikisel olarak yok edilmesi meşrulaştırılıyordu.  11 Eylül tezgahı sonrası çıkartılan ve bireysel enformasyon haklarını devlet otoritesi adına sınırlayan, kontrol altına alan yasaları hatırlayalım.

ABD’nin vaktiyle sosyalist dünyaya yönelttiği “totalitaryanizm” iddiasıyla ilgili argümanlarını, bu kez harfi harfine ona karşı kullanmak mümkün olabilmektedir. Bu notu tamamlarken son bir şey daha, bu enformasyon haklarını sınırlayan yasaları hazırlayan kişi de bir asker, Amiral John Poindexter’dı. Bu şahıs, İran-Contra olarak bilinen davadan yargılanmış, belgeleri tahrif ve yok ettiği için 18 ay hapis cezası almış ama cezası ertelenmişti.

2) Dikkat edilirse şiddet çok ağırlıklı olarak Kürdistan coğrafyasında yer alıyor. Adeta çatışan taraflar arasında zımni bir antlaşma vardır. Bu görüntünün Suriye’de Kürt grupların da dahil olduğu  satranç oyunuyla bir ilişkisi var tabii.  Gelgelelim, PKK’nin Kürdistan coğrafyası sınırları dışında eylem yapmaması dikkat çekicidir. Oysa böyle bir yeteneğinin olduğu biliniyor. Mesela Türkiye’nin ekonomik çıkarlarının yoğunlaştığı Batı’nın büyük kentlerinde önemli bir PKK eylemi cereyan etmemiştir. Bu bakımdan 7 Haziran’ın biraz öncesinde başlatılan şiddet şu ana kadar kontrollü bir şekilde sürdürülmektedir. Yani böyle bir izlenim ediniliyor. Bunu sadece  tarafların seçim hesaplarıyla açıklamak doğru olmaz. Ancak o hesapları devre dışı bırakan bir analiz de eksik olur.

3) Daha önce bir kaç kez değinmiştim. Türkiye’de DP hükümeti, artan ekonomik sorunların da baskısıyla,  1957’de ABD tarafından yaratılan Suriye krizinin üzerine adeta bir can simidiymiş gibi atlamıştı. Gayet kışkırtıcı roller üstelenmişti. İç siyasetinde de bu dış siyasal konumunun yansıması olan  tavırlar takınmıştı. Sovyetler Birliği’nin 1959’da Suriye’den yana ağırlığını iyice hissetirmesiyle ABD geri çekilmiş, TC devletinin hevesi de böylece kursağında kalmıştı. Ancak fatura da DP hükümetine çıkartılmış, kriz aşıldıktan hemen hemen bir yıl sonra hatalı bir kaleci gibi boşa çıkmış olan Menderes’in ipi çekilmişti.

Tweetle

“El Kaide” konsepti, emperyalist siyasetin “eski” yenileri

Galeri

Daha önce bir çok kez söylemiş olduğum gibi, iç siyasal gelişmeleri, dış siyasal gelişmelerden, özellikle de ülkemizin içinde yer aldığı uluslararası bağlamın gündeminden ayrı değerlendirmek doğru olmaz. Yeni bir dünya düzeni (1) kurma çabalarının kanlı savaş ve iç savaşlara neden … Okumaya devam et

Ankara’da olanlara aşinayız

Galeri

Ankara’da neler oluyor? Sanki geçmişte izlemiş olduğumuz bir filmi yeniden izliyoruz. Pekiy, şu figüratif kombinasyonlar size neyi çağrıştırıyor? : Derviş-Baykal; Baykal-T.Erdoğan; (özellikle son zamanlarda) Derviş-Kılıçdaroğlu. Bir soru etrafında biraz daha açık konuşalım. Bu yukarıdaki figürlere ya da onların isimleri etrafında … Okumaya devam et

Solun yeniden “yetmez ama evet”i ve Tayyip’in iflası

Galeri

Bu seçimlerin doğrudan ilk sonucu Tayyip Erdoğan’ın iflasıdır. HDP’nin tartışmasız seçim başarısı, tamamen kendi programının, politik vizyonunun bir sonucu olarak görülemez. Bu başarı, Tayyip Erdoğan alerjisinin Türkiye çapında oluşturduğu muhalif kollektif sinerjiden çıkmıştır. Bununla beraber seçim kampanyası boyunca panik halindeki … Okumaya devam et

Seçimler ve “kurtarıcı” olarak HDP

Galeri

Tayyip’in cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte partisinin bütünlüğünü sürdüremeyeceği sağda ve solda genel olarak öngörülmekteydi. Şimdi giderek partisindeki yarılma derinleşiyor. Bu yarılmanın derinleşmesi Tayyip’in etkisizleşmesini, giderek saf dışı kalmasını sağlayabilir. Şimdilik, vaktiyle Özal’ın başına gelenin onun da başına gelmekte olduğunu söyleyebiliyoruz. Bu … Okumaya devam et

SYRİZA’nın seçim başarısı

Galeri

Syriza beklendiği gibi seçimlerden birinci parti olarak çıktı. Herhalde ilk iş olarak ülkenin borçlarının yeniden yapılandırılmasını talep edecektir. Belli bir anlayış görmesi beklenmelidir. Tabii bu durumda, Yunan halkının üzerindeki borç ve kemer sıkma baskısı az da olsa gevşemiş olur. Ancak … Okumaya devam et

Son uluslararası gelişmeler, Türkiye

Galeri

Burada her zaman izlediğim bir yöntem,  iç siyasal gelişmelerleri, dış siyasal gelişmelerden, Türkiye’nin içinde yer aldığı uluslararası bağlamdan koparmadan analiz etmeye çalışmak olmuştur. Yine aynı yöntemi izleyerek, özellikle de  Rusya’dan hareketle Türkiye’deki son gelişmelere bakalım. Daha önceki yazımda belirtmiş olduğum gibi, … Okumaya devam et

Haziran’dan Ekim’e…

Galeri

Haziran 2013’de, Türkiye’nin bir çok ilinde, bölgesinde, “hükümet istifa” şiarı altında süren halk ayaklanmalarına Kürt vilayetlerinden ve Kürt siyasal gruplarından açık bir destek gelmemiş, dahası, ayaklananların hükümetin istifasını talep etmelerine  yine bu Kürt siyasal çevreler tarafından karşı çıkılmıştı. Kürt siyaseti bir … Okumaya devam et

Orta Doğu cephesinde yeni bir şey yok: Pakistanlaşan Türkiye, Talibanlaşan IŞİD

Suriye takıntısı bildiğimiz Türkiye’nin sonu olabilecek bir potansiyel taşıyor. Neo-conların adamı Davutoğlu’nun, CNN’ de, emperyalist siyasetin medyadaki en gözü kara yüzlerinden  Amanpour’a verdiği röportaj bu iddiayı destekliyor.

Emperyalistler ve onların bölgedeki müttefikleri Türkiye’nin doğrudan askeri ya da diplomatik olarak bölgede inisiyatif almasını istemezler. Türkiye sadece lojistik destek üssü, askeri kolaylıklar sağlayan bir ülke konumunda kalmalıdır. Ancak bunu kabul edebilirler. Zaten hali hazırdaki ana hatlarıyla fiili olarak mevcut iki emperyalist ittifak yapısı, Mısır, S.Arabistan, BAE (belki biraz ileride Ürdün de buraya dahil edilebilir); Türkiye,Katar, İsrail, Hamas, Kürt siyasetleri (bu iki yapı içinde en kırılgan olanı budur) Türkiye’nin hareket kabiliyetini kısıtlamaktadır.

Esasen bu yapılar hem kendi içlerinde hemde aralarında çıkarları farklılar gösteren, dolayısıyla her biri bir diğerine karşı açık ya da gizli oyunlar tertip eden bileşenlerden oluşuyor. Bu hal onların hem kendi başlarına hem de bir arada kırılganlıklarının esas nedenini teşkil ediyor. Bunların yaygın ve kararlı bir direniş karşısında ayakta durmaları kabil değildir. Bileşenlerin hepsinin toplumsal tabanı dar ve zayıftır.

Hepsinden önce ideolojik bir Esad takıntısına sahip Türk yönetimi, emin olduğunda Kürtleri de yanına alarak, tabii cihatçıları gözeterek Esad yönetiminin altını oymaya devam edecektir. Onun bilgisi dahilinde ve kontrolden çıkmadığı sürece bu tavır ABD’yi hiç rahatsız etmez. Tersine, onun tarafından teşvik görür. Bu bakımdan ABD’nin “Esad önceliğimiz değil”, açıklamasını tersinden okumak gerekir. ABD için de, Türkiye için de, Katar ve Suudi Arabistan için de, İsrail için de asıl sorun Esad’dır. Her zaman esas hedef Esad’dır. ABD ve müttefikleri tarafından IŞİD’in oluşturulmasının öncelikli  nedeni de Esad’ın düşürülmesidir.

Yaratılmak istenen havanın tersine, Türk hükümetinin IŞİD’le ilgili ve Suriye’ye karşı tasarrufları ABD’nin telkinleri ve beklentileriyle örtüşmektedir. Neo-con Davutoğlu ABD’nin kendilerine göstermiş olduğu rotanın dışına çıkmanın kendileri için neye mal olacağını gayet iyi bilmektedir.  Türkiye, soruna kendi dar çıkarlarını dikkate alarak, dar bir açıdan, ideolojik, daha aceleci ve bir tetikçi yaklaşımıyla bakmakta, oysa ABD, atılacak adımların neden olabileceği olası sonuçları geniş bir açıdan hesap etmekte, zamanı zorlamak istememektedir. Fark buradadır.

Ancak Türk hükümeti şimdiye kadar bu farkı kendi lehine istismar edecek ciddi hamleler yapmaktan da kaçınmıştır. Bu yönde işaretler verdiğinde, ABD tarafından iplerinin çekilmesi gerekli görülmüştür. Kısacası, bir siyaset farklılığı yok, taktik görüşlerde, ama uygulamada değil, farklılık olduğu söylenebilir. Şöyle bir boyut da var: İlk kez bakan olarak gizli neo-con Hilary Clinton tarafından atanmış olan Davutoğlu, ABD’de bağlı olduğu neo-con “savaş partisi” nin telkinleri doğrultusunda, doğrudan bir sıcak savaşta girmekten, en azından şimdilik, kaçınan Obama yönetimi üzerinde Amerika’daki neo-con savaş partisiyle aynı paralelde şahince baskı oluşturmaya çalışıyor.

Bu noktada, Kobani’de sürmekte olan katliamla ilgili olarak da bir şeyler söylemek istiyorum. Türkiye ve Irak Kürt siyasetlerinin Kobani karşısındaki samimiyetsiz tavırları aslında onların emperyalizm tarafından hazırlanan “üst siyaset” e ne kadar bağımlı olduklarının da açık bir göstergesidir. Bugün hem Türkiye’deki hem de Irak’taki Kürt siyasetleri, bu cihatçı terör şebekelerini yaratanın emperyalizmin kendisi olduğunu pekala biliyorlar. Dahası kendileri de emperyalizmle ve onun işbirlikçisi olan yönetimlerle  bağlaşma halindeler. Cihatçılar, Kürtleri ilk kez öldürmüyorlar. Cihatçılar daha önce de olduğu gibi ve halen Kürt, Türkmen, Ermeni, Süryani, Alevi, Yezdi, Şii demeden engel olarak gördükleri herkesi katlettiler, katletmeye devam ediyorlar. Bu katliamları emperyalistlerin talimatlarıyla, onların çıkarlarına hizmet etmek adına yapıyorlar. Öyleyse, bu katliamlardan en önce emperyalistler ve onların işbirlikçisi olanlar sorumludurlar. Sonra, Orta Doğu’da emperyalizmin saldırılarına direniş de Kobani’yle başlamıyor. Zaten işbirlikçi Kürt siyasetlerine rağmen ne zamandır devam ediyordu.Halen de  sürüyor.

ABD ve Türkiye, Suriye’deki Kürt gruplara da her fırsatta açıkça,”bize tabi olmak zorundasınız, bizimle aynı siyasal hizada yer almalısınız” diyorlar. Emperyalistlerin gayesi, Suriye’nin kuzeyinde de, Irak’ın kuzeyinde olduğu gibi, kendilerine tabi bir Kürt bölgesi, ya da Kürt siyasal coğrafyası yaratmaktır. Sonrasında, Irak’taki gibi bir stratejiyi uygulamaya koymayı planlamaktadırlar. IŞİD,başka şeylerin yanı sıra,  bu gayeyi gerçekleştirmek maksadıyla sahaya sürdükleri işlevsel bir araçtır.

IŞİD maşadır.Asıl sorumlular bu maşayı kullananlardır. Bu bir siyasettir. Emperyalist siyasettir. Öyleyse, IŞİD’e bakan bir göz, hiç tereddüt etmeden onda ABD’nin başını çektiği emperyalizmin çürümüş, vahşi yüzünü görmelidir. Bu izlemekte olduğumuz “vahşet tiyatrosu” nu sahneye koyan anglo-amerikan emperyalizmidir.

Elbette o siyasetle işbirliği yapanlar da sorumludurlar. Daha önce bir çok kez cihatçılarla aynı emperyalist saflarda, Şam’daki, Bağdat’taki meşru yönetimlere karşı yer almış, IŞİD sahaya sürüldükten sonra onunla işbirliği olanaklarını araştırmış, IŞİD’in en önemli lojistik destekçisi Türk hükümetiyle işbirliğini “barış” adına sürdürmekte bir yanlışlık görmemiş Kürt siyasetleri de bugün gelinen noktadan sorumludurlar. Kobani’deki vahşet, Suriye’ye emperyalist saldırı başlatıldığında “tarafsızlık” palavrasıyla emperyalizmden yana taraf olan işbirlikçi Kürt siyasetlerinin de iflasıdır.

Ta baştan belirtmiş olduğum gibi, söz konusu “barış süreci” AKP’den çok Kürt siyaseti için bir bumerang haline gelecektir. Kobani’de acı bir şekilde gördüğümüz gibi gelmiştir de. PKK elinde değil, asıl AKP hükümetinin elinde “barış süreci” bir şantaj aracına dönüşmüştür. Ne zamandır, AKP hükümeti bayraklar yaktırıp, büstler parçalatarak, yani provokasyonlar yaparak olası bir ortak Türk-Kürt Haziran’ının önüne geçmeye çalışmaktadır. Kürt Hizbullah’ı bir hançer gibi Diyarbakır’a saplamıştır. Kürt siyaseti bu bakımdan da, Haziran’da yapmış olduğu hatanın bedelini kendi halkına ödetmektedir. Kürt sosyalistleri devreye girip, Kürt hareketi içindeki burjuva ve küçük burjuva siyasal eğilimlerin etkisini kırmaya çalışmalıdır. Bunun en ilk adımı, “barış süreci” denen, bugün artık bir bumeranga dönüşmüş kirli ilişkinin sona erdirilmesi olmalıdır.

Geçerken bir uyarı yapmalıyım. Bugün AKP tarafından Orta Doğu’da izlenmekte olan ve Kürt siyasetinin de kısmen ortak olduğu siyaset, Suriye ve Irak’ta yaşananlara benzer olayları, kavgaları Türkiye coğrafyasına taşıma potansiyeline sahiptir. Hatta bu senaryo AKP rejiminin muhaliflerine şantajı olacaktır.

Yetmişlerin sonunda komşusu Afganistan sorunu etrafında ABD’ye ve cihatçılara her türlü lojistik kolaylığı sağlamış olan ve emperyalist ihtiyaçlara daha kolay yanıt vermek adına kendisini bir İslam cumhuriyetine dönüştürmüş olan Pakistan’ın başına gelmiş olan şimdi Türkiye’nin başına gelmektedir. Bu bakımdan Tayyip, Ziya ül Hak’ı andırmaktadır. Tabii bu bakımdan  IŞİD de giderek Taliban’laşmaktadır. 12 Eylül’den itibaren adım adım Pakistanlaştırılan Türkiye’nin Taliban’ı…

Tekrar IŞİD’e dönelim. Eğer cihatçılar hedefleniyorsa, en önce lojistik desteği sona erdirmek gerekir. Böylece cihatçıların nefes alması zorlaşır. Cihatçıları havadan bombalamakla onlarla mücadele edilemez. Lojistik destek sürdükçe onlarla baş etmek güçleşir. Zaten şu ana kadar manzaraya bakıldığında, emperyalistlerin kendi yarattıkları bu teröristlerle mücadelede samimi olmadıkları, dahası, olamayacakları da görülmüştür.

Esad’ın başarısı, Bağdat’da emperyalist çıkarlarla bağdaşmayan bir yönetimin kalıcı hale gelmesi, Hizbullah’ın Lübnan’da etkisinin artması söz konusu emperyalist ittifaklara dahil bütün güçlerin altını oymak gibi bir sonuç yaratır. Buna şüphe yok. Ne ABD, ne de müttefikleri henüz ya da şimdilik cihatçı lejyonerlerden vazgeçemezler. Söz konusu emperyal güçlerin şu an “mış” gibi bir görüntü verdikleri, timsah gözyaşları döktükleri ortadadır. IŞİD’e karşı savaşıyormuş gibi yapıyorlar. Bugün IŞİD’e karşı bir tek Kobani halkı ve Esad güçleri savaşıyor. Gerisi yalan.

Şu soru son derece meşrudur: Emperyalistler ve işbirlikçi Türkiye başlıca düşmanlarına karşı kendi adlarına savaşması için yarattıkları, halen bu düşmana, yani Esad’a karşı etkili bir şekilde savaşan bir askeri güce karşı neden operasyon yapsınlar? IŞİD onlar için askeri bir tabirle, “dost kuvvet” tir. Müttefiktir. Esad’a yakın Kürtleri, Ermenileri, Yezdileri, Süryanileri hatta Suriye’deki olayları objektif bir şekilde aktaran batılı gazetecileri öldürdükleri için neden IŞİD’e saldırsınlar?

Öte yandan, cihatçılar “paralı askerler” dir. Savaşarak maddi menfaat temin ediyorlar. Kahir ekseriyetinin “cennette yer kazanmak” adına bu işi yaptığını söyleyemeyiz. Bu işin vicdan rahatlama kısmı. Aynı eski hristiyan haçlıları gibi yani. Bu arada şunu da belirtmek gerekir: Bu yeni haçlı seferlerinin mutlaka hem bölgemiz için hem emperyalizm için uzun süreli negatif siyasal, sosyal sonuçları olacaktır. Bunu akılda tutalım.

Bir başka nokta, TSK’nın hükümet tarafından Suriye’de ya da Irak’ta devreye sokulması, bir çatışmanın içine girmesi, ordu verilen görevde başarılı da olsa, başarısız da olsa, hükümetin TSK karşısında siyaseten gerilemesi, TSK’nın siyasal inisiyatifinin artması gibi bir sonuç doğurur. Yani AKP ve Tayyip adına, kariyerlerine başladıkları noktaya geri dönmek gibi bir sonucu olur.

Bir şey daha ilave edeyim. Bugün izlenen Şam politikası, Türkiye’nin 50’lerden, soğuk savaştan beri izlemekte olduğu Orta Doğu ve Suriye politikasıyla aykırılıklar taşımıyor. Tersine örtüşüyor. Bildiğiniz gibi, Türkiye 1957’de de, emperyalistlerden aldığı gazla Suriye girmek istemiş, SSCB’nin notası ve ABD’nin DP hükümetinin yularından çekmesiyle geri adım atmıştı.

Bizde henüz Baasçı esinlere sahip 27 Mayıs darbesiye, DP ve CHP’nin sahiplendikleri Orta Doğu siyaseti ve tabii “Suriye krizi” arasındaki bağlantı araştırılmamıştır.Mısır’dan Irak’a kadar Orta Doğu’da 30’lu yıllardan itibaren esas olarak küçük burjuvazinin taleplerini dile getiren  bir “genç subaylar” hareketi görüyoruz. 27 Mayıs’ı analiz edenler genellikle bunu ihmal ediyorlar.

Anglo-amerikan diplomasisinin en büyük başarısı, bu cereyanın görüldüğü en önemli ülke olan Mısır’ı hem SSCB’den hem de Suriye’deki Baasçı akımdan yalıtmak olmuştur. Anglo-amerikan emperyalist-siyonist siyaseti, ikinci büyük savaş sonrası, bölgedeki en önemli siyasal başarısını asıl o zamandan itibaren (“Nasır-sonrası dönem”) elde etmiştir. Sözünü ettiğimiz zaman TSK’nın da emir-komuta zinciri içerisinde doğrudan emperyalizmin ve işbirlikçi burjuvazinin çıkarlarının savunucusu olarak yeniden yapılandırıldığı yıllara tekabül eder. Buna dikkat çekiyorum.

12 Eylül darbesinden itibaren Türkiye’nin mevcut emperyalist gerici Orta Doğu politikası daha da gericileşmiş, tabii SSCB’ye yakın duran Suriye’ye karşı izlenen politika da bundan nasibini almıştır.  Müslüman Kardeşler örgütü liderliğine Türkiye’de kolaylıklar sağlanmış, burada barınmalarına siyasal faaliyet göstermelerine izin verilmiştir (Bugün de durum farklı değildir. M.Kardeşler liderliği, bu arada örgütün kurucusu Seyyid Kutub ailesinin kimi yakınları ülkemizde barındırılmaktadırlar). Bundan sonra Suriye’nin çeşitli kentlerinde M.Kardeşler tarafından gerçekleştirildiği bilinen patlamalar, terörist saldırılar olmuştur. Bunların Ankara’da, CIA’nin de fiilen katılmış olduğu karargahlarda planlanmış olduğu Suriye tarafından haklı olarak iddia edilmiştir. Evet bütün bunlar terörü gerekçe göstererek darbe yapan  12 Eylül cuntası zamanında olmuştur. Tabii buradan 12 Eylül’ün, öncesiyle ve darbesiyle nasıl meydana gelmiş olduğunu da kolayca tahmin etmemiz mümkün olabiliyor. Öyle değil mi?

Bu arada, hep söylediğim bir şeyi bir kez daha yinelemek istiyorum. AKP, kendisinden önceki yönetimlerden farklı değil. Onların devamı. Aralarında bir süreklilik var. Onların yapmayı düşünüp de yapamadıklarını, uluslararası şartların da uygun olmasıyla, gerçekleştirmektedir. İhtiyaç duyulduğunda, seleflerinin “olağanüstü halleri” ni, “sıkıyönetim”lerini, “kontgerilla”larını, “Hizbullah”larını, “ülkücü faşist”lerini şapkasından çıkartıyor. Bunu görmek lazım.

Bugün IŞİD’in oluşturulmasıyla ilgili planların da ABD’nin Ankara büyükelçiliğinde yapılmış olduğundan şüphe etmemek gerekir. McCain’i İdlip’e, IŞİD’in oluşturulmasıyla ilgili temaslarda bulunmak üzere  götüren gayri meşru yolun Türkiye’den geçmiş olması tesadüf değildir. Bilindiği gibi, ABD’nin eski başkan adayı ve halen Cumhuriyetçi Parti lideri olan senatör McCain orada hem ileride IŞİD’in lideri olacak El Bağdadi, ve hem de IŞİD’in üzerinde inşa edileceği ÖSO örgütü lideri İdris’le görüşmüş, bu görüşme kameralarla kaydedilmiştir (bkz. www.voltaire.net). .

Zaten bugün IŞİD’in saflarında toplanmış olan cihatçıların önemli bir kısmının  Libya’da ABD çıkarları için savaşan islamcı cihatçılar olduklarını, Libya’dan gelerek  Türkiye üzerinden Suriye’ye taşınmış olduklarını, sonradan Suriye’den de Irak’a geçmiş oldukları biliniyor. Bu arada, Libya’da öldürülen ABD’li konsolosun ölmeden önceki son görüşmesini bu taşınma işlemleriyle ilgili olarak Bingazi’deki Türk büyük elçilik yetkilileriyle yapmış olduğunu da tekrar hatırlatmak isterim.

Evet, 12 Eylül’de kalmıştık, devam edelim. Türkiye’nin Suriye’ye karşı M.Kardeşler teröristlerini himaye etmesi üzerine, Hafız Esad yönetimi de, PKK lideri Öcalan’ı, TKEP lideri (şimdi muhtemelen kendisine sağlanan ekonomik olanaklar sayesinde, Öcalan’ın siyasal dalkavukluğunu yapan Teslim Töre’yi, Türk Gladyosu  taşeronu o zaman ki DEV-SOL lideri Dursun Karataş’ı Şam’a davet ederek onlara ikamet ve siyasal faaliyet kolaylıkları  sağlamıştı. Dikkat ederseniz, mesela bir Behice Boran, mesela, bir TKP’li, mesela o zaman ki Kemal Burkay falan davet edilmiyor.Yani Türkiye’den yönlendirilen teröre, Şam’dan yönlendirilebilecek bir terörle yanıt verilmek isteniyor.

Türkiye’nin cihatçı teröristlere desteği bakımından bugünkü durumla geçmişteki durum arasında özsel bir fark var. Hem Türkiye ve hem Suriye hükümetleri geçmişte, karşılıklı olarak terörist ilan etmiş oldukları grupları ve figürleri, ulusal egemen devletler olarak ulusal ve politik çıkarları adına kullanıyor, destekliyorlardı. Bugünkü AKP hükümetinin cihatçılara desteğiyse tamamen ideolojik ve mezhepçidir. Bu çok anlamlı bir fark meydana getiriyor. Öyleyse, bu durumun Türkiye açısından sadece dışarıda değil, içeride de sonuçlarının olmaması mümkün görünmüyor. Bedel ödenecektir.

Bu noktada, o zamanki ABD’nin tavrı, bugünkü ABD siyasetini de anlamak bakımından anahtar işlevi görmektedir. Sessizce olup biteni izleyen ABD, zamanı geldiğinde (“Saddam sorunu” yaratılınca) bir olanağı daha fırsata çevirmiştir. İki taraflı hareket etmek, “tavşana kaç tazıya tut” demek olanaklarına kavuşmuştur. Hem bu taraftan hem o taraftan…

Tweetle

 

Restorasyondan karşı-devrime bir misyon partisi olarak CHP

Haziran ayaklanması, sadece AKP hükümetine karşı değil, iktidar ve “muhalefet”iyle birlikte AKP rejimine karşıydı. Burjuva demokrasilerinde, bir siyasal rejim sadece müesses hükümetten oluşmaz, görünüşte onun karşısında olan bir de müesses “muhalefet” i vardır. “Muhalefet”  partileri de  AKP rejiminin asli bileşenleridir. AKP hükümetinin üzerinde durduğu sacayağını, CHP-BDP-MHP oluşturmaktadır.  Gezi’ye katılanlar arasında CHP’ye oy vermiş, oy veren insanlar çoğunluğu teşkil etmekteydiler. Ancak orada sadece AKP iktidarına değil, onun “müesses” muhalefetine de karşıydılar. CHP’ye sempati ile bakmıyorlardı. İktidarı ve muhalefetiyle rejimi alaşağı etmek istiyorlardı.  Bunu tespit etmek gerekir.

Haziran kendiliğinden bir ayaklanmadır, ancak katılımcı halk sınıflarının sezgilerini iyi okumak gerekir. Gezi’deki halk, AKP hükümetinin mevcut “resmi” muhalefet üzerinden yıkılamayacağını, sorunun hükümet değil, rejim sorunu olduğunu kavramıştı. Orada bu “resmi” muhalefet partilerinden hiç birisinin telkinleriyle hareket edilmemiştir. Haziran halkı onların hepsine mesafeli olmuştur. Dahası, CHP ve BDP gibi partilerin istismarına da karşı çıkmıştır. Bu partiler ve Haziran muhalefeti arasında örgütsel, programatik bir ilişki yoktur.

Esasen benzer gelişmeler, neo-liberal vahşi kapitalist anlayışın uygulamaya konulduğu başka ülkelerdeki protesto gösterileri ve ayaklanmalar sırasında da görülmüş, eski “resmi” muhalif anlayışlar üzerinden gidişata karşı çıkılmasının doğru olamayacağı, sorunun genel olarak siyasal düzen sorunu olduğu, katılımcıların geneli tarafından kavramsal olarak olmasa da,  pratik olarak ifade edilmiştir. Yerleşik reformist sol anlayışların, klasik liberal demokratik siyasetin karşı çıkılan düzenin bileşeni olduğu sokaklar tarafından tespit edilmiştir.  Ancak alternatifler yaratılamadığı için söz konusu “muhalif” anlayışların seçimler aracılığıyla varlıklarını sürdürmesi olanaklı olmuştur. Halklar inanmadıkları partilere, sırf alternatiflerini yaratamamış oldukları için oy vermeye devam etmişlerdir. Oy verdikçe de, en sağ politikalar adına, bizzat bu muhalif görünümlü partiler tarafından yönlendirildiklerini fark etmişlerdir.  Bu partiler gerici düzenin paratonerleri gibi bir rol üstlenmişlerdir.

İzninizle burada bir parantez açacağım. Şimdi deniliyor ki, “yok burjuvazi kendisine, devrimine ihanet etti ” . Bu saptama yeterince açıklayıcı değil.  Neden kendisine ihanet ediyor, soru budur. Mesele şu: Burjuvazi ve kapitalizm tarihinin her döneminde ilerici, aydınlanmacı bir rol oynamıyor. Kimi devirlerde çok gerilere, gericiliğe savrulabiliyor. Daha doğrusu o, maddi çıkarlarının gerektirdiği kadar ve gerektirdiği zamanlarda ilerici, demokratik, devrimci olabiliyor. İlericilik kapitalizmin, burjuvazinin alameti farikası değil. Emperyalizm çağındayız, öyleyse, bunun tam tersi gerçekliğe uygun olmaktadır. Burjuvazinin artık ilerici bir rol oynaması kabil değildir. Gericidir.Parantezi kapattım.

Haziran’a dönersek, kısacası, kitleler neyin ve neyle olmayacağını genel olarak anlamışlar, ancak neyin, nasıl olabileceği konusunda tutarlı, yapılabilir bir siyasal tavır ortaya koyamamışlardır. Elbette genel olarak marksist solun ezilmiş, etkisizleştirilmiş olmasının kitlelerin bu tercihi yapamamış olmasında katkısı olmuştur.

Türkiye’de bu sorun en azından 1946’dan beri açık olarak yaşanmaktadır. Türkiye solu gerici düzenin payandası CHP’ye tıkıştırılmak istenmiştir. Öncesi şöyle dursun, çok partili siyasal hayata geçilirken, solun önünü kapatacak her türlü önlem bizzat CHP hükümetleri tarafından alınmış, Demokrat Parti hükümetleri tarafından eski rejimden devir alınan bu yaklaşım konsolide edilmiştir. Yani bu bakımdan bir süreklilik net olarak  tespit ediliyor.

O zaman İnönü yönetimi, emperyalizmle entegrasyon, kapitalist – emperyalist politikaların kayıtsız koşulsuz uygulanabilmesi adına, anti-komünist bir söylemle genel olarak solculuğu karalayan, gayri-meşrulaştıran bir anlayışı kurumsallaştırmıştır. Evet anti-komünizm, sadece komünizmin değil, genel olarak sol düşmanlığının paketlendiği ambalajdır. Komünizm karşıtlığı, bütün sol muhalefetin ezilmesi, itibarsızlaştırılması adına yapılır. Türkiye’de de böyle olmuştur.

Anti-komünizm veya açılımı olan sol düşmanlığı her zaman en gelenekçi, en dinci, en ırkçı ideolojilere başvurularak yapılır. Bizde de o zaman, İnönü yönetimi bir yandan dinciliği, “amerikan milliyetçiliği” ni topluma empoze ederken, diğer taraftan, sol düşmanlığını telkin etmiştir. Bu ikisi birlikte, CHP yönetimi zamanında kurumsallaştırılmış, DP hükümetleri devrinde konsolidasyonu gerçekleştirilmiştir.

Otuzlu yılların sonlarına doğru  devreye sokulan restorasyon tamamen kültürel ve siyasal anlamdadır. Öncesinde bir sosyo-ekonomik devrim söz konusu olmadığı için restorasyonu da söz konusu değildir. Burada şunu da söylemem lazım: Burjuva devrimleri, sınıflı toplumu ortadan kaldırma, sınıfları tasfiye etme amacı taşımazlar. Yani eşitlikçi, kamusalcı bir sosyal devrim programına sahip değildirler. Esas olarak, burjuva sınıfının iktidarını sağlayarak, burjuva toplumu yaratma gayesi güderler. Bu bakımdan sadece dar ekonomik hedefleri yoktur.  Siyasal ve kültürel hedefler de taşırlar. Devam edelim,  Bayar’ın başbakanlığı ve İnönü’nün milli şefliği devrinde kültürel, siyasal restorasyon yeni bir ivme kazanmış, sonra DP’nin karşı-devrimci sonuçları olabilecek hamleleriyle sağlama alınmıştır.

60’lı yıllardaki sol uyanış karşısında, önce  İnönü, onun yetersiz olduğu görülünce, Ecevit CHP’si tekrar devreye girmiştir. Bu kez anti-komünizm,  sulandırılmış bir solculuğun ihyası aracılığıyla yapılmıştır. Sosyalist solun önü kesilmek istenmiş, terörize edilmesi için koşullar hazırlanmıştır. CHP kitlelere, “ya benim içimde, benim kadar solcu olacaksınız, ya da gayri-meşru olacaksınız” diyordu. Düzenin CHP’sinin bu defa ki rolü, sosyalistlerin, sadece Türkiye’de değil, dünyada dişleriyle, tırnaklarıyla, acıyla, kanla itibar kazandırmış oldukları sol siyaseti, burjuva düzeninin çıkarları adına,  iç etmek, piç etmekti.

CHP’nin bu anti-sol çizgisinin, farklı dönemlerde,  emperyalizmle entegrasyonun gerektirdiği koşullara göre geliştirildiğini tespit ederiz. CHP, AKP rejiminin konsolidasyonu adına her katkıyı yapmıştır. Bu basitçe bir Baykal,  Kılıçdaroğlu meselesi değildir. Sorun, bir burjuva düzen partisi olarak CHP’dir.  CHP’nin misyonu budur. CHP farklı bir şekilde davranamazdı. Davranamaz. CHP’nin bir burjuva düzen partisi olduğunu unutmamak gerekir. CHP’nin ilk entegrasyonu kendisinin başlatmış olduğu kapitalist emperyalizmle bir sorunu yoktur.

O kadar öyle ki, daha Cumhuriyet’in başında, Osmanlı’dan devreden kapitülasyoncu anlayışı aynen hatta daha da cazip hale getirerek sürdürmüştür. O zaman Osmanlı idaresinden cumhuriyet devletine intikal eden bir çok tekel hakkı (örnekse, demiryolu, benzin, tuz, kibrit vs), devlet tarafından yerli tüccar temsilcileriyle birlikte emperyalist ülke şirketlerine, bugünkü AKP yönetiminin kamu mallarını peşkeş çekmesiyle kıyaslanabilecek şekilde, devredilmişti. Bu sayede ülkede devlet sırtından “yandaş” sermayedar devşirme ve tabii kaçınılmaz olarak yolsuzluklar, kamu mallarını, olanaklarını istismarlar, iç etmeler dramatik ölçülerde artmıştı.

Devam etmeden önce,  skolastik tarihçilik anlayışından kaynaklanan bir yanlışa dikkat çekmek istiyorum. Tarihi, toplumsal sınıfların mücadeleleri görüş açısından değil de, siyasal organizasyonların birbirleriyle soyut, teorik olarak kurgulanmış didişmeleri olarak gören yaklaşım, bu organizasyonları bloklara ayırıyor, işte bir tarafta İttihat ve Terakki, Müdafayi Hukuk ve CHP ; diğer tarafta Hürriyet ve İtilaf, Serbest Fırka ve DP vardır, bunlar adeta farklı sosyal-ekonomik düzenlerin siyasal temsilcileri gibi, karşılıklı olarak birbirlerini dışlayan güçler halinde kurgulanmışlardır. Bu şablon gerçeklikle örtüşmüyor. Öncelikle bu söz konusu organizasyonların hepsi (farklı araçlar ve önceliklere sahip olarak) kapitalist-burjuva düzeni adına mücadele vermektedirler. Savundukları politikalar da, savunan figürler de sunulan iki kamp arasında hareket edebilmektedirler.

Devam ediyoruz. Serbest Fırka hamlesi, 1929 Bunalımı’nın da iyice ağırlaştırdığı bu şartlarda, üzerindeki vergi, sömürü baskısı artan halk sınıflarının huzursuzluğunu giderecek bir emniyet supabı  işlevi görmesi için yapıldı. Bir bumerang haline dönüşmesi olasılığı belirince, geri adım atıldı. O zaman yaygın anlayışın tersine, Serbest Fırka’nın sınırlı bir ölçüde savunduğu iktisadi devletçilik anlayışına dönüldü. Serbest Fırka’nın liberal başkanı Fethi Okyar ve ikinci başkanı Ahmet Ağaoğlu’nun seçim propagandaları sırasında yaptıkları konuşmalarda var. O zaman ki cumhuriyet hükümetini, devlet eliyle sermayedar yetiştirmek için kamu çıkarlarını peşkeş çekmekle suçluyorlar. Kendilerinin iktisadi devletçiliği  kamu yararı gözeterek icra edeceklerini iddia ediyorlar.

Zaten devletçilik politikası da S.Fırka’nın kapatılmasından sonra zorunlu ama kesinlikle geçici bir süre için uygulamaya konuldu. Bu devletçiliğin uygulamaya konmasını olanaklı kılan iki faktör vardı: Birincisi, dünya kapitalizminin 1929 Bunalımı; ve ikincisi, SSCB’nin bir sponsor potansiyeliyle varlığı. Bu iki faktör olmasaydı, belki o zaman devletçi politikalar uygulanmayacaktı. Zaten 1933 Plan döneminin başlangıcına kadar da bu politika ciddi bir şekilde uygulanmamıştır.

Planlı devletçiliğin altın dönemi olan 1933-37, aslında Cumhuriyet’in de, iktisadi ve kültürel manada, altın devri olarak görülmelidir. 1937’de Bayar’ın başbakanlığa getirilmesi devletçilikten, anti-feodal tarımsal düzenlemelerden  geri adım atmanın başlangıcı olarak görülebilir. (Nitekim, Bayar, toprak reformunu gündeme getiren İnönü’nün iktidardan düşürülmesiyle başbakan olabilmişti). Bu tarih restorasyon döneminin başlangıcı olarak da görülebilir. Bayar sonrası İnönü’nün iktisadi politikaları 2.Savaş koşullarıyla alakalıdır.Yoksa, 50’den itibaren başlatılan iktisadi anlayış, CHP’nin de anlayışıdır. Nitekim CHP, 1950 Seçim Beyannamesi’nde, parti programından ve anayasadan 6 okla gösterilen ilkeleri çıkarmaya hazır olduğunu, iktisadi devletçilik yerine özel teşebbüsün önünü açacak politikalarla bir sorunu olmadığını ilan etmişti. Hatta daha öncesinde, 1943 parti programında CHP’nin, ekonomide devletçiliği, “ferdi teşebbüsün mümkün olmadığı” alanlarla sınırlı tuttuğu belirtilir. Kısacası, bugün nasıl AKP’nin neo-liberal politikalarıyla CHP’nin bir sorunu, onlara alternatif bir programı yoksa, dünkü İnönü CHP’sinin de DP iktisadıyla, sınıfsal içeriği itibarıyla,  bir sorunu yoktu. Bu bakımdan, ulusalcıların ya da kemalistlerin ideolojik manipülasyonlarına itibar etmeyelim.

Benzer bir saptamayı 27 Mayıs için de yapmak mümkün. 27 Mayıs burjuva kapitalist düzene karşı bir darbe değildi. Tersine, bu düzenin işleyişini yeniden düzenleyerek güvence altına almak gibi bir gayesi vardı. Yani o da, sonraki benzerleri gibi “koruma ve kollama” programı adına yapılmıştı.

Türkiye’yi 27 Mayıs’a götüren ekonomi-politik olumsuzluklar DP’nin kontrolsüz sağcılaşma eğilimlerinde ifadesini bulan şartlarda gerçekleşmiş, doğal olarak (bugün de olduğu gibi) sol, demokratik, ulusalcı bir tepkiyle, direnişle  karşılaşmıştı. Yapılacak müdahalenin başarılı olabilmek için elbette  bu fiili direniş cephesinin taleplerini gözetmesi gerekirdi.

Yoksa 27 Mayısçıları solcu olarak görmek yanlıştır. 27 Mayısçılar kapitalist düzeni yeniden raylarına oturtmak adına harekete geçmişlerdi. Aralarında görüş birliği dahi yoktu. Bir çok subay figür dışlanmamak için operasyona dahil olmuştu. Hatta yöneticileri içinde, terimin bilimsel anlamında, solcu olarak görülebilecek figürler olduğunu bile düşünmüyorum. Bugün solcu oldukları iddia edilenler aslında, ulusalcı, ulusal bağımsızlıkçı, devletçi, karma ekonomiden yana, Atatürk devri politikalarına geri dönülmesini isteyen, bunları istedikleri halde pekala da sol düşmanı, anti-komünist olan kişilerdi. Kendilerini modern anlamda “solcu” olarak tanımlamıyorlardı. Sadece sokakta direnen  ilericilere, sola (bir süreliğine) ihtiyaç duyuyorlardı.

Sonradan, araçsal olarak 27 Mayıs’a referans veren,  o sırada hareket halindeki devrimci sol programlarla yolları kesişen genç subayların konumu ayrı bir konudur. Orada, genç subaylar arasında, mesleki iktidar arzusunun, küçük burjuva jakobenizminin önemli bir itici işlev gördüğünü düşünüyorum. Tabii bir de Türkiye’nin etrafındaki coğrafyada askeri darbe pratiklerinin yoğun olarak deneyimlendiği şartlar söz konusuydu. Her neyse, konuyu dağıtmayalım.

Bugün ulusalcılar kemalist cumhuriyete gerçeğiyle bağdaşmayan bir anlam atfediyorlar. Cumhuriyetin en başından itibaren Tanzimat’ın yarım bıraktığı ya da aksatılmış hukuksal, kültürel, idari reformlarını tamamlamak dışında bir programı yoktu. Ekonomik olarak da, en azından 1929 Bunalımı’na kadar, Tanzimat’ın liberal anlayışı sürdürülmüştü.

Bu da anlaşılırdır.  Tanzimat devri Genç Osmanlı aydınlarının ve sonraki Genç Türk aydınlarının kendilerini içinde bulmuş oldukları siyasal çerçeve, siyasal ve ideolojik idealleri, yarıda kalmış Tanzimat hamlesinin tamamlanması olarak görülmelidir (Bu bakımdan “yarıda kalmış burjuva demokratik devrim” temasına sarılmış cumhuriyet dönemi sol aydınlarının çoğu ve Genç Osmanlı, Genç Türk aydınları arasında, hem tematik hem de yöntemsel olarak, süreklilik olduğunu tespit etmemiz gerekir. Bir tür yarığı, açığı kapatma, gecikmeyi telafi etme misyonu üstlenmişlerdir. Ancak bizatihi bu konumun geciktirici bir işlevinin olacağı, dahası, tekerrür koşullarını yaratabileceği anlaşılamamıştır). Cumhuriyet Tanzimat’ın kaçınılmaz siyasal sonucudur. Bunun dışında, kemalist devrim hiç bir zaman ekonomik ve  dolayısıyla sosyal bir devrimci programa sahip olmamıştır.

Şunu da eklemek istiyorum: Cumhuriyet Tanzimat’ın tamamlanması olarak görülüyor. Pekiyi. Ancak bunu yaparken Tanzimat’ın mantığını ve yöntemini izlediğinden, veya isterseniz, değişim ufku Tanzimat’la sınırlandırılmış olduğundan, onun deneyimini yeniden üretmekten kaçınamıyor. Bir kısır döngü içinde dönüp duruyor. Tanzimat’ı kendi devriyle kıyaslayıp, küçümsemesine rağmen onun çerçevesini kırıp dışına çıkmayı dahi tahayyül edemiyor. Üstelik bu çerçevenin dışına çıkmak isteyenleri  vahşice bastırdığı için patinaj ve tekerrür kaçınılmaz oluyor.

1946’dan sonraki gelişmeleri, bu arada, “Kopenhang Kriterleri” veya “Avrupa Birliği” konusunu bu açıdan da düşünmek meşru oluyor. Tanzimat parçalanmayı, yarı-sömürgeleşmeyi resmen başlatmışsa, tamamlanmış halinin de, aynı iç ve dış dinamikleri verili olarak kabul etmiş olduğundan,  bu duruma son verirken, aslında bu eleştirilen olumsuzlukları tekrar başlatmış olduğunu saptamak gerekiyor. Devlet şeklinin cumhuriyet olmasıyla Tanzimat’ı açmaza sürükleyen dinamikler ortadan kalkmış olmuyor.

Bu arada, Osmanlı modernleşmesi bakımından Rusya ile rekabetin itici, teşvik edici bir rolü olduğunu belirtmek isterim. Rus rekabeti hesaba katılmadan Osmanlı yenileşmesi, batılılaşması anlaşılamaz. Rakip Rus imparatorluğundan korunma ihtiyacı Osmanlı devletinin Batı’nın kanatları altına girmesinde önemli bir faktör olmuştur. Batılı büyük devletler için de Osmanlı’yı Rusya’dan koruma ihtiyacı Osmanlı devletinin ömrünü uzatan bir etken olmuştur.

Kısacası, Rusya’nın sıcak denizlere doğru genişleme siyasetinden korunmak isteyen Osmanlı devleti ve dünya hakimiyeti için büyük ölçüde Rusya’nın denetiminde olan Avrasya’nın kontrolünü zaruri gören Anglo-Amerikan emperyalizminin çıkarları çakışmıştır. Cumhuriyet’ten sonra da önce tampon devlet, sonra da vasal devlet olmanın benimsenmiş olması, bu kez sınıfsal içeriğiyle birlikte, aynı jeo-ekonomi-politik kayguların TC tarafından taşınmış olduğunu gösterir.

Cumhuriyet de Tanzimat’ın mirasçısı olarak, “Rus tehlikesi” karşısında Batı emperyalizminin kanatları altına girmeyi tercih etmiştir. Erken dönemdeki Sovyetler’le “iyi ilişkiler” zorunluluktan kaynaklanmış, kesinlikle geçici olarak görülmüş, bir tür “metres ilişkisi” dir. TC devleti, emperyalist Batı camiası tarafından tekrar kabul gördükten sonra Rusya’yı Osmanlı devrindeki gibi tekrar düşmanlaştırmıştır. Benzer nedenler, benzer sonuçlar doğuruyor tabii. Eğer İngiltere ve TC arasında 1926’da akdedilmiş antlaşma 1929 Bunalımı nedeniyle aksamamış olsaydı, belki de TC’nin, SSCB ile soğuk savaşı yirmi yıl önce başlayacaktı.

Bu konuda son bir söz de, Tanzimat’ı sağdan eleştirenlere olsun. Tanzimat’ın imparatorluğu dağıttığından söz edilerek devir eleştiriliyor. Tamam. Pekiy olmasaydı ne olacaktı? Yani Tanzimat olmasaydı, imparatorluk parçalanmayacak mıydı? Yarı-sömürge veya sömürge haline gelmeyecek miydi?  Tersine, Tanzimat bu parçalanmayı geciktirici ve sınırlandırıcı bir işlev görmüştür. Geleceğin Türkiye Cumhuriyeti için alanı olanaklı kılmıştır. Modernist kadroların yetişmesi için koşulları temin etmiştir. En azından modernist, ilerici güçler için bir fırsat yaratmıştır.

Kaldı ki  bugün iyi anlıyoruz, İslamcılar da Tanzimat metoduna referans vermektedirler. Onlar da İslamcı, rövanşist bir “tanzimat”ı batı emperyalizminin kanatları altında uygulamaya çalışmaktadırlar. Tanzimat hepsinden önce, “sömürgeci batı kapitalizmi” nin gözüyle kendine bakma, ya da isterseniz, oryantalist bir konumu içselleştirme pratiğidir. Metot bakımından bu anlayışın sağı ve solu arasında bir fark yok.

Öncesi şöyle dursun, son elli yıldaki “İslamcı uyanış”, emperyalizmin ihtiyaçlarından ayrı tahayyül dahi edilemez. Bu yüzdendir ki, emperyalistler İslam coğrafyasında hangi egemen seküler devlete saldırıyor, işgal ediyorlarsa, bunu İslamcıları kullanarak yapıyorlar. Bu bakımdan müslüman kral hiç olmadığı kadar çıplaktır.

Müslüman Kardeşler, Gülen Cemaati, El Kaide ve IŞİD gibi türevleri  dahil bugünkü hemen bütün islami örgütler, nüfusunun büyük kısmı müslüman ülkelerdeki kökten-dincilik ABD prodüksiyonudur. Modern bir vak’adır.  Bu bakımdan islamcıların Z.Brzezinski’ye çok şey borçlu olduklarını belirtmek isterim. Hatta İran’daki Humeyni devrimi de, anglo-amerikan emperyalist oligarşisinin tepe yapılarına dayanan Carter-Brzezinski-Vance ekibinden himaye görmemiş olsaydı, başarılı olamayabilirdi.

Bir de, Tayyip’in Abdülhamid hayranlığı var ki, gayet anlaşılır bir şeydir. Abdülhamid de, yoksul emekçi halkın Tanzimat’ın ekonomik ve hukuksal olarak kendi  çıkarlarını gözetmeyen, eşitsiz uygulamalarına duyduğu tepkiyi, İslamcı, kültüralist bir belagatle istismar ederek, Tanzimat’ın en özgürlükçü yanlarını yok etmiş ama ekonomik ve siyasal olarak sömürgeleşme programını en vahşi, en gözü kara şekilde uygulamıştı. Laf uzadı. Farkındayım. Şimdi kaldığımız yerden devam edelim.

Kadro hareketi, Serbest Fırka hamlesine benzer şekilde, bir supap işlevi  görmüştür. Kentli aydınlar arasında sol veye sola meyletmesi muhtemel tepkiler bertaraf edilmek istenmiştir. AKP’nin gündemini uygularken kimi sol aydınları yanına çekmesiyle benzerliği var. Yoksa, Kadro’nun arkasında durulmamış olduğunu, radikal ve tehlikeli bulununca, bizzat en üst düzeyde teşvik edenler tarafından tatil edilmiş olduğunu biliyoruz . Bu noktada, yöntemsel olarak, aynı siyasal heyet tarafından  resmi olarak kurulmuş olan “sahte TKP” vak’asıyla da işlevsel olarak benzerliği olduğu söylenebilir.

Cumhuriyet yönetimi hiç bir zaman, özü itibarıyla, devlet önderliğinde, üçüncü dünyacı merkantilist ve korporatist bir kapitalizm anlayışını savunan, “Kadro ideolojisi”ni, programını izlememiştir. Kaldı ki, Kadro’nun  dillendirdiği fikirlerin o sıralarda, kapitalizmin bunalımı nedeniyle arayış içinde olan bir çok üçüncü dünya ülkesinde, örnekse, bazı  L.Amerika ülkelerinde de eşzamanlı olarak tartışıldığını, söz konusu fikirlerin ülkemizden çıkmamış olduğunu biliyoruz.

Kemalist idareciler kendilerinin, bir noktaya kadar, daha doğrusu, egemen sınıf fraksiyonları arasında şiddetli bir çatışmaya meydan vermeyecek kadar, burjuva devrimcileri olduklarının farkındaydılar. farklı, abartılı ideolojik tanımsal telkinlere itibar etmeleri kabil değildi.

Nitekim, İnönü, Kadro’nun devamı olarak görülebilecek Yön Dergisi’ne 1963’te vermiş olduğu bir mülakatta, Atatürk’ün, kendisinin ve diğer arkadaşlarının hiç bir zaman sosyal bir devrimi düşünmemiş olduklarını açık açık söylemiştir. Atatürk’e “sosyalist” yakıştırmasının kesinlikle doğru olmadığını söylemiş, hatta bunun iftira olduğunu ima etmiştir.

Zaten Atatürk’ün bu anlama gelecek ne bir ifadesi ne de icraatı vardır. Kapitalist emperyalizme karşı olduğunu söylemiş olduğu 1922’de, başka ne söyleyebilirdi ki? İşgalci emperyalist ülkeler ve onun işbirlikçisi Osmanlı hanedanlığıyla savaş halindeydi. Sovyetler Birliği’nden başka da stratejik ortaklık kurabileceği ülke civarında yoktu.

Gelgelelim, cumhuriyetin ilanı sonrasında hemen iktisadi ve sınıfsal tavrını net olarak ifade etmiş, o doğrultuda siyasal adımlar atmıştır. Bir şey daha söyleyeyim, DP şefleri “her mahallede bir milyoner” yaratacaklarını ilan etmişlerdi. Aslında bunu Cumhuriyet’in hemen başlarında Atatürk, “ülkemizde milyonerler, hatta milyaderler yaratmak istiyoruz” demek suretiyle daha önce hedefleri arasında ilan etmişti. Sonra, Atatürk kendisini, yapmış olduğu kişisel ekonomik girişimlerle, “burjuva girişimci” modeli olarak sunma çabası içinde olmuştur. Atatürk’ün tarımsal çiftlikleri, “kollektif” değil, “kapitalist” idi. Öyle değil mi? Özcesi, Atatürk de, İnönü de, Bayar ve Menderes kadar sol düşmanıydılar. Anti-komünist idiler. SSCB ile ilişki meselesine gelince, ekonomik olarak sıkıştıklarında, Menderes de Demirel de SSCB’nin kapısını çalmamışlar mıydı?

Sonra şunun da altını çizmek isterim: “İlerici” ve “solcu” olmak her zaman aynı anlama gelmez. Pekala bir sağcı tarihsel figür, sağcı bir siyasal kadro, burjuvazi gibi sınıf tarihte, belli bir uğrakta,  “ilerici” rol oynayabilir, “ilerici” olarak tanımlanabilecek eylemler içinde bulunabilirler. Bunun örnekleri çoktur. Ancak “solcu” olmak kesin ve net olarak bir sınıfsal tavırla, burjuvazinin egemen olduğu bir çağda ona ve kapitalizme karşı olarak proletarya sınıfının çıkarlarının temsilcisi, proletarya devriminin savunucusu, sosyalizmden yana olmakla mümkündür.  Her “ilerici” solcu olmayabilir; ama her solcu ilerici olmak zorundadır. Tarihsel olarak ilerici/gerici konumunu belirleyen,  sınıf mücadelesi içinde tutulan konumdur.

CHP’den hareketle benzer bir saptamayı,  mesela Batı’daki muadil partiler için de yapabiliriz. 80’lerin sonunda, reformist sol tarafından hararetle (Kabul edelim, “68 solu” bu restorasyoncu, hatta karşı devrimci anlayışı Batı’da yenilemiş, önünde yeni “radikal” kanallar açarak tahkim etmişti) desteklenen neo-liberal karşı-devrimci hareket, bu reformist ve “radikal” yeni solun katkısı olmasaydı, karşı-devrimi yapamazdı. Bir kez restorasyon, sonrasında karşı-devrim ve sosyalist cumhuriyetlerin tasfiyesi başlayınca, aslında bu reformist ve yeni solcu anlayışlara da ihtiyaç kalmamış, onlar da siyaseten tasfiye edilmişlerdi. Hep böyle olmaz mı?

Anti-komünist tasfiyeciliğin genel olarak solun tasfiyesi, ve bu arada tabii, demokratik ve ilerici döneminde, kapitalizmin getirmiş olduğu bütün aydınlanmacı, özgürlükçü ve eşitlikçi değerlerin, demokrasinin de tasfiyesi anlamına geleceği söz konusu “sol” kesimlerce anlaşılamadı. Anlaşılmış olduğu yerlerde de, zaten böyle bir örtük  gayeye sahip olunduğu için sorun olarak görülmedi.

Batı’da söz konusu reformist ve yeni-solcu radikal partiler sosyalist eforun sonuçları olarak ortaya çıkmışlardı. Kapitalizmin gericileştiği, onun en ilerici kazanımlarının sosyalizm mücadelesinin kazanımları olarak sahiplenildiği, bu kazanımların ancak sosyalizm mücadelesi içinde savunulabileceğinin idrak edilmiş olduğu  koşullarda etkinlik kazanmışlardı. Bugün etkinliklerini kaybetmiş olmalarıyla sosyalizmin karşı-devrimle geriletilmiş olması arasındaki canlı bağlantıyı göremeden en asgari düzeyde demokrasi mücadelesini dahi etkin bir şekilde verebilmeleri kabil değildir.

Bugün en asgarisinden demokratik istemler dahi ancak sosyalist bir perspektif içerisinde savunulabilir. Sosyalizm olmadan demokrasinin olamayacağı bir kez daha anlaşılmıştır. Sosyalist talepleri öne koyan bir stratejiyi öngörmeyen demokrasi, bağımsızlık mücadelesi bir kez daha havanda su dövmek anlamına gelecektir. Demokrasiye ancak sosyalizmden gidilebilir. Demokrasiyi, bağımsızlığı  savunan siyasetler,hareketler, önceden de olduğu gibi,  ancak sosyalizm mücadelesi içinde ortaya çıkabilirler. Gezi halkının kalkışmasında, “müesses” muhalefete karşı tavrında,  bu talep sezgisel olarak verilidir. Dünyanın başka yerlerinde de, mesela, ABD’deki “Occupy” hareketi, kimi bileşenlerinin başlatmış oldukları tartışmalar dolayısıyla, klasik “demokratik mücadele” formatı içinde hareket etmeyi sorgulamaya başlamıştır.

Türkiye’de emperyalist merkezlere entegre işbirlikçi burjuvazinin oligarşik örgütleri, siyasal partileri el birliğiyle, emperyalist merkezlerden gelen talepleri hayata geçirmektedirler. 2.Cumhuriyet düzeninin kurulmasında CHP’nin rolü AKP’den az değildir. Herhalde CHP’nin direnişine rağmen 2.Cumhuriyet’in tesisi yolunda bu kadar ileri adımlar atılamazdı. Mart Tezkeresi sonrasındaki gelişmeler, emperyalizmin bölgemizde başlattığı, gericiliğe dayanan savaş programını kararlılıkla uygulamaya koymasından sonra Baykal döneminden itibaren CHP, bu yeni koşullara adapte olmak adına dizayn edilmeye başlanmış, en son olarak, ikircikli ve yavaş davranan genel başkanının da tasfiyesiyle CHP, kendisinden talep edilen yeni rotasında aksamadan ilerleyebileceği bir yapıya kavuşturulmuştur.

Kılıçdaroğlu döneminde parti, 2.Cumhuriyet söz konusu olduğunda kraldan çok kralcı olmuş, AKP’nin arkasında, en gözü kara gerici politikaları uygulaması bakımından itki işlevi görmüştür. Bu şekilde AKP’nin önü sürekli açılmış, aksamadan yürüyeceği yolun döşenmesi sağlanmıştır. AKP, kendi gerici ve emperyalist politikalarını CHP, MHP ve BDP gibi partiler üzerinden meşrulaştırma olanağı bulmuştur.

Bu noktada, ilk “2.Cumhuriyet” girişimi olan ama o günkü koşullarda tam olarak realize edilemeyen 1946 ile bugün arasında, karşı-devrimin tesisi, gerici ve emperyalist politikaların önünün açılması bakımından bir süreklilik, CHP adına bir tutarlılık olduğunu söyleyebiliriz. 1946’da da CHP dinselleştirme programını uygulamaya koymuştu. 1946’da da solu itibarsızlaştırma çabası içinde olmuştu. 1946’da da liberal kapitalist politikaları benimsemişti.  O zaman da, “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” tavrıyla, DP politikalarını, yani emperyalist merkezlerin taleplerini meşrulaştırmış, yeni politikaların yerleşmesi bakımından yine paratoner işlevi görmüştü.

“17 Aralık operasyonu” öncesindeki ve sonrasındaki gelişmeler, belediye seçimlerinde aday tespitleri, izlenecek seçim stratejisinin belirlenmesi gibi konularda CHP yönetimi nin tamamen, Cemaat kanalıyla, emperyalist merkezlerin kontrolü altında olduğunu göstermiştir. Şimdi bir kez daha, MHP ile ortak olarak tespit ettiklerini söyledikleri, aslında her ikisinin de, işbirlikçi burjuvazi ve  dış emperyalist, gerici odaklar talimatıyla ilan ettikleri islamcı aday İhsanoğlu, CHP adına, karşı-devrim doğrultusunda yenilenen soğuk savaşın yeni Prof Ş.Günaltay’ı olarak görülebilir.

Bu kez CHP’nin adayı, içerideki kültürel ve siyasal restorasyon koşullarında değil, dünya çapındaki karşı-devrim doğrultusunda ve emperyalist saldırganlığın müslüman haçlı lejyonerleri de kullanarak BOP coğrafyasında operasyonlarını sürdürmekte olduğu koşullarda tespit edildiğinden, karşımızda Günaltay’a göre dahi daha gerici, bir ortaçağ figürü vardır. Bu portre emperyalistlerin vizyonuyla örtüşmektedir. Hele bugünkü gündem bağlamında düşünürseniz. Tam da “sünni eksen” oluşturma çabaları varken, İhsanoğlu’dan iyisi Şam’da kayısı!

Bugünlerde CHP yanlısı yazarlar, siyasetçiler tarafından AKP seçmenine “uyanın artık!” çağrıları yapılıyor. Komik tabii. AKP seçmeni uyutulmaktan memnun olabilir, asıl ondan şikayetçi olan muhalif CHP seçmenin desteklediği parti karşısında uyanık olması gerekiyor. CHP’ den karşılayamayacağı, dahası, var olma nedeniyle bağdaşmayan beklentiler içinde olanların uyanması gerekiyor. Aldatılmakta olduklarını hâlâ göremiyorlar. CHP’nin misyonu sol gösterip sağ vurmaktır. Aynısı, onun şakşakçılığını yapan yazarlar için de doğrudur.

Evet, CHP kurucu bir misyonu olan bir partidir.  Birinci cumhuriyetin kurucusudur.İkincisinin de olmazsa olmaz kurucusu olma gayretindedir. CHP olmadan birincisinin tasfiyesi mümkün olamazdı. İkincisinin inşası da kabil olamaz. AKP, CHP, MHP’yi tek bir düzen partisi olarak görmek gerekir. Aralarındaki sürtüşmelerin nedeni düzen karşıtlığından kaynaklanmıyor. Son olarak,  CHP ile CHP’ye oy veren insanları birbirlerine karıştırmak sosyalistler bakımından vahim bir yanlıştır.

T