Orta Doğu cephesinde yeni bir şey yok: Pakistanlaşan Türkiye, Talibanlaşan IŞİD

Suriye takıntısı bildiğimiz Türkiye’nin sonu olabilecek bir potansiyel taşıyor. Neo-conların adamı Davutoğlu’nun, CNN’ de, emperyalist siyasetin medyadaki en gözü kara yüzlerinden  Amanpour’a verdiği röportaj bu iddiayı destekliyor.

Emperyalistler ve onların bölgedeki müttefikleri Türkiye’nin doğrudan askeri ya da diplomatik olarak bölgede inisiyatif almasını istemezler. Türkiye sadece lojistik destek üssü, askeri kolaylıklar sağlayan bir ülke konumunda kalmalıdır. Ancak bunu kabul edebilirler. Zaten hali hazırdaki ana hatlarıyla fiili olarak mevcut iki emperyalist ittifak yapısı, Mısır, S.Arabistan, BAE (belki biraz ileride Ürdün de buraya dahil edilebilir); Türkiye,Katar, İsrail, Hamas, Kürt siyasetleri (bu iki yapı içinde en kırılgan olanı budur) Türkiye’nin hareket kabiliyetini kısıtlamaktadır.

Esasen bu yapılar hem kendi içlerinde hemde aralarında çıkarları farklılar gösteren, dolayısıyla her biri bir diğerine karşı açık ya da gizli oyunlar tertip eden bileşenlerden oluşuyor. Bu hal onların hem kendi başlarına hem de bir arada kırılganlıklarının esas nedenini teşkil ediyor. Bunların yaygın ve kararlı bir direniş karşısında ayakta durmaları kabil değildir. Bileşenlerin hepsinin toplumsal tabanı dar ve zayıftır.

Hepsinden önce ideolojik bir Esad takıntısına sahip Türk yönetimi, emin olduğunda Kürtleri de yanına alarak, tabii cihatçıları gözeterek Esad yönetiminin altını oymaya devam edecektir. Onun bilgisi dahilinde ve kontrolden çıkmadığı sürece bu tavır ABD’yi hiç rahatsız etmez. Tersine, onun tarafından teşvik görür. Bu bakımdan ABD’nin “Esad önceliğimiz değil”, açıklamasını tersinden okumak gerekir. ABD için de, Türkiye için de, Katar ve Suudi Arabistan için de, İsrail için de asıl sorun Esad’dır. Her zaman esas hedef Esad’dır. ABD ve müttefikleri tarafından IŞİD’in oluşturulmasının öncelikli  nedeni de Esad’ın düşürülmesidir.

Yaratılmak istenen havanın tersine, Türk hükümetinin IŞİD’le ilgili ve Suriye’ye karşı tasarrufları ABD’nin telkinleri ve beklentileriyle örtüşmektedir. Neo-con Davutoğlu ABD’nin kendilerine göstermiş olduğu rotanın dışına çıkmanın kendileri için neye mal olacağını gayet iyi bilmektedir.  Türkiye, soruna kendi dar çıkarlarını dikkate alarak, dar bir açıdan, ideolojik, daha aceleci ve bir tetikçi yaklaşımıyla bakmakta, oysa ABD, atılacak adımların neden olabileceği olası sonuçları geniş bir açıdan hesap etmekte, zamanı zorlamak istememektedir. Fark buradadır.

Ancak Türk hükümeti şimdiye kadar bu farkı kendi lehine istismar edecek ciddi hamleler yapmaktan da kaçınmıştır. Bu yönde işaretler verdiğinde, ABD tarafından iplerinin çekilmesi gerekli görülmüştür. Kısacası, bir siyaset farklılığı yok, taktik görüşlerde, ama uygulamada değil, farklılık olduğu söylenebilir. Şöyle bir boyut da var: İlk kez bakan olarak gizli neo-con Hilary Clinton tarafından atanmış olan Davutoğlu, ABD’de bağlı olduğu neo-con “savaş partisi” nin telkinleri doğrultusunda, doğrudan bir sıcak savaşta girmekten, en azından şimdilik, kaçınan Obama yönetimi üzerinde Amerika’daki neo-con savaş partisiyle aynı paralelde şahince baskı oluşturmaya çalışıyor.

Bu noktada, Kobani’de sürmekte olan katliamla ilgili olarak da bir şeyler söylemek istiyorum. Türkiye ve Irak Kürt siyasetlerinin Kobani karşısındaki samimiyetsiz tavırları aslında onların emperyalizm tarafından hazırlanan “üst siyaset” e ne kadar bağımlı olduklarının da açık bir göstergesidir. Bugün hem Türkiye’deki hem de Irak’taki Kürt siyasetleri, bu cihatçı terör şebekelerini yaratanın emperyalizmin kendisi olduğunu pekala biliyorlar. Dahası kendileri de emperyalizmle ve onun işbirlikçisi olan yönetimlerle  bağlaşma halindeler. Cihatçılar, Kürtleri ilk kez öldürmüyorlar. Cihatçılar daha önce de olduğu gibi ve halen Kürt, Türkmen, Ermeni, Süryani, Alevi, Yezdi, Şii demeden engel olarak gördükleri herkesi katlettiler, katletmeye devam ediyorlar. Bu katliamları emperyalistlerin talimatlarıyla, onların çıkarlarına hizmet etmek adına yapıyorlar. Öyleyse, bu katliamlardan en önce emperyalistler ve onların işbirlikçisi olanlar sorumludurlar. Sonra, Orta Doğu’da emperyalizmin saldırılarına direniş de Kobani’yle başlamıyor. Zaten işbirlikçi Kürt siyasetlerine rağmen ne zamandır devam ediyordu.Halen de  sürüyor.

ABD ve Türkiye, Suriye’deki Kürt gruplara da her fırsatta açıkça,”bize tabi olmak zorundasınız, bizimle aynı siyasal hizada yer almalısınız” diyorlar. Emperyalistlerin gayesi, Suriye’nin kuzeyinde de, Irak’ın kuzeyinde olduğu gibi, kendilerine tabi bir Kürt bölgesi, ya da Kürt siyasal coğrafyası yaratmaktır. Sonrasında, Irak’taki gibi bir stratejiyi uygulamaya koymayı planlamaktadırlar. IŞİD,başka şeylerin yanı sıra,  bu gayeyi gerçekleştirmek maksadıyla sahaya sürdükleri işlevsel bir araçtır.

IŞİD maşadır.Asıl sorumlular bu maşayı kullananlardır. Bu bir siyasettir. Emperyalist siyasettir. Öyleyse, IŞİD’e bakan bir göz, hiç tereddüt etmeden onda ABD’nin başını çektiği emperyalizmin çürümüş, vahşi yüzünü görmelidir. Bu izlemekte olduğumuz “vahşet tiyatrosu” nu sahneye koyan anglo-amerikan emperyalizmidir.

Elbette o siyasetle işbirliği yapanlar da sorumludurlar. Daha önce bir çok kez cihatçılarla aynı emperyalist saflarda, Şam’daki, Bağdat’taki meşru yönetimlere karşı yer almış, IŞİD sahaya sürüldükten sonra onunla işbirliği olanaklarını araştırmış, IŞİD’in en önemli lojistik destekçisi Türk hükümetiyle işbirliğini “barış” adına sürdürmekte bir yanlışlık görmemiş Kürt siyasetleri de bugün gelinen noktadan sorumludurlar. Kobani’deki vahşet, Suriye’ye emperyalist saldırı başlatıldığında “tarafsızlık” palavrasıyla emperyalizmden yana taraf olan işbirlikçi Kürt siyasetlerinin de iflasıdır.

Ta baştan belirtmiş olduğum gibi, söz konusu “barış süreci” AKP’den çok Kürt siyaseti için bir bumerang haline gelecektir. Kobani’de acı bir şekilde gördüğümüz gibi gelmiştir de. PKK elinde değil, asıl AKP hükümetinin elinde “barış süreci” bir şantaj aracına dönüşmüştür. Ne zamandır, AKP hükümeti bayraklar yaktırıp, büstler parçalatarak, yani provokasyonlar yaparak olası bir ortak Türk-Kürt Haziran’ının önüne geçmeye çalışmaktadır. Kürt Hizbullah’ı bir hançer gibi Diyarbakır’a saplamıştır. Kürt siyaseti bu bakımdan da, Haziran’da yapmış olduğu hatanın bedelini kendi halkına ödetmektedir. Kürt sosyalistleri devreye girip, Kürt hareketi içindeki burjuva ve küçük burjuva siyasal eğilimlerin etkisini kırmaya çalışmalıdır. Bunun en ilk adımı, “barış süreci” denen, bugün artık bir bumeranga dönüşmüş kirli ilişkinin sona erdirilmesi olmalıdır.

Geçerken bir uyarı yapmalıyım. Bugün AKP tarafından Orta Doğu’da izlenmekte olan ve Kürt siyasetinin de kısmen ortak olduğu siyaset, Suriye ve Irak’ta yaşananlara benzer olayları, kavgaları Türkiye coğrafyasına taşıma potansiyeline sahiptir. Hatta bu senaryo AKP rejiminin muhaliflerine şantajı olacaktır.

Yetmişlerin sonunda komşusu Afganistan sorunu etrafında ABD’ye ve cihatçılara her türlü lojistik kolaylığı sağlamış olan ve emperyalist ihtiyaçlara daha kolay yanıt vermek adına kendisini bir İslam cumhuriyetine dönüştürmüş olan Pakistan’ın başına gelmiş olan şimdi Türkiye’nin başına gelmektedir. Bu bakımdan Tayyip, Ziya ül Hak’ı andırmaktadır. Tabii bu bakımdan  IŞİD de giderek Taliban’laşmaktadır. 12 Eylül’den itibaren adım adım Pakistanlaştırılan Türkiye’nin Taliban’ı…

Tekrar IŞİD’e dönelim. Eğer cihatçılar hedefleniyorsa, en önce lojistik desteği sona erdirmek gerekir. Böylece cihatçıların nefes alması zorlaşır. Cihatçıları havadan bombalamakla onlarla mücadele edilemez. Lojistik destek sürdükçe onlarla baş etmek güçleşir. Zaten şu ana kadar manzaraya bakıldığında, emperyalistlerin kendi yarattıkları bu teröristlerle mücadelede samimi olmadıkları, dahası, olamayacakları da görülmüştür.

Esad’ın başarısı, Bağdat’da emperyalist çıkarlarla bağdaşmayan bir yönetimin kalıcı hale gelmesi, Hizbullah’ın Lübnan’da etkisinin artması söz konusu emperyalist ittifaklara dahil bütün güçlerin altını oymak gibi bir sonuç yaratır. Buna şüphe yok. Ne ABD, ne de müttefikleri henüz ya da şimdilik cihatçı lejyonerlerden vazgeçemezler. Söz konusu emperyal güçlerin şu an “mış” gibi bir görüntü verdikleri, timsah gözyaşları döktükleri ortadadır. IŞİD’e karşı savaşıyormuş gibi yapıyorlar. Bugün IŞİD’e karşı bir tek Kobani halkı ve Esad güçleri savaşıyor. Gerisi yalan.

Şu soru son derece meşrudur: Emperyalistler ve işbirlikçi Türkiye başlıca düşmanlarına karşı kendi adlarına savaşması için yarattıkları, halen bu düşmana, yani Esad’a karşı etkili bir şekilde savaşan bir askeri güce karşı neden operasyon yapsınlar? IŞİD onlar için askeri bir tabirle, “dost kuvvet” tir. Müttefiktir. Esad’a yakın Kürtleri, Ermenileri, Yezdileri, Süryanileri hatta Suriye’deki olayları objektif bir şekilde aktaran batılı gazetecileri öldürdükleri için neden IŞİD’e saldırsınlar?

Öte yandan, cihatçılar “paralı askerler” dir. Savaşarak maddi menfaat temin ediyorlar. Kahir ekseriyetinin “cennette yer kazanmak” adına bu işi yaptığını söyleyemeyiz. Bu işin vicdan rahatlama kısmı. Aynı eski hristiyan haçlıları gibi yani. Bu arada şunu da belirtmek gerekir: Bu yeni haçlı seferlerinin mutlaka hem bölgemiz için hem emperyalizm için uzun süreli negatif siyasal, sosyal sonuçları olacaktır. Bunu akılda tutalım.

Bir başka nokta, TSK’nın hükümet tarafından Suriye’de ya da Irak’ta devreye sokulması, bir çatışmanın içine girmesi, ordu verilen görevde başarılı da olsa, başarısız da olsa, hükümetin TSK karşısında siyaseten gerilemesi, TSK’nın siyasal inisiyatifinin artması gibi bir sonuç doğurur. Yani AKP ve Tayyip adına, kariyerlerine başladıkları noktaya geri dönmek gibi bir sonucu olur.

Bir şey daha ilave edeyim. Bugün izlenen Şam politikası, Türkiye’nin 50’lerden, soğuk savaştan beri izlemekte olduğu Orta Doğu ve Suriye politikasıyla aykırılıklar taşımıyor. Tersine örtüşüyor. Bildiğiniz gibi, Türkiye 1957’de de, emperyalistlerden aldığı gazla Suriye girmek istemiş, SSCB’nin notası ve ABD’nin DP hükümetinin yularından çekmesiyle geri adım atmıştı.

Bizde henüz Baasçı esinlere sahip 27 Mayıs darbesiye, DP ve CHP’nin sahiplendikleri Orta Doğu siyaseti ve tabii “Suriye krizi” arasındaki bağlantı araştırılmamıştır.Mısır’dan Irak’a kadar Orta Doğu’da 30’lu yıllardan itibaren esas olarak küçük burjuvazinin taleplerini dile getiren  bir “genç subaylar” hareketi görüyoruz. 27 Mayıs’ı analiz edenler genellikle bunu ihmal ediyorlar.

Anglo-amerikan diplomasisinin en büyük başarısı, bu cereyanın görüldüğü en önemli ülke olan Mısır’ı hem SSCB’den hem de Suriye’deki Baasçı akımdan yalıtmak olmuştur. Anglo-amerikan emperyalist-siyonist siyaseti, ikinci büyük savaş sonrası, bölgedeki en önemli siyasal başarısını asıl o zamandan itibaren (“Nasır-sonrası dönem”) elde etmiştir. Sözünü ettiğimiz zaman TSK’nın da emir-komuta zinciri içerisinde doğrudan emperyalizmin ve işbirlikçi burjuvazinin çıkarlarının savunucusu olarak yeniden yapılandırıldığı yıllara tekabül eder. Buna dikkat çekiyorum.

12 Eylül darbesinden itibaren Türkiye’nin mevcut emperyalist gerici Orta Doğu politikası daha da gericileşmiş, tabii SSCB’ye yakın duran Suriye’ye karşı izlenen politika da bundan nasibini almıştır.  Müslüman Kardeşler örgütü liderliğine Türkiye’de kolaylıklar sağlanmış, burada barınmalarına siyasal faaliyet göstermelerine izin verilmiştir (Bugün de durum farklı değildir. M.Kardeşler liderliği, bu arada örgütün kurucusu Seyyid Kutub ailesinin kimi yakınları ülkemizde barındırılmaktadırlar). Bundan sonra Suriye’nin çeşitli kentlerinde M.Kardeşler tarafından gerçekleştirildiği bilinen patlamalar, terörist saldırılar olmuştur. Bunların Ankara’da, CIA’nin de fiilen katılmış olduğu karargahlarda planlanmış olduğu Suriye tarafından haklı olarak iddia edilmiştir. Evet bütün bunlar terörü gerekçe göstererek darbe yapan  12 Eylül cuntası zamanında olmuştur. Tabii buradan 12 Eylül’ün, öncesiyle ve darbesiyle nasıl meydana gelmiş olduğunu da kolayca tahmin etmemiz mümkün olabiliyor. Öyle değil mi?

Bu arada, hep söylediğim bir şeyi bir kez daha yinelemek istiyorum. AKP, kendisinden önceki yönetimlerden farklı değil. Onların devamı. Aralarında bir süreklilik var. Onların yapmayı düşünüp de yapamadıklarını, uluslararası şartların da uygun olmasıyla, gerçekleştirmektedir. İhtiyaç duyulduğunda, seleflerinin “olağanüstü halleri” ni, “sıkıyönetim”lerini, “kontgerilla”larını, “Hizbullah”larını, “ülkücü faşist”lerini şapkasından çıkartıyor. Bunu görmek lazım.

Bugün IŞİD’in oluşturulmasıyla ilgili planların da ABD’nin Ankara büyükelçiliğinde yapılmış olduğundan şüphe etmemek gerekir. McCain’i İdlip’e, IŞİD’in oluşturulmasıyla ilgili temaslarda bulunmak üzere  götüren gayri meşru yolun Türkiye’den geçmiş olması tesadüf değildir. Bilindiği gibi, ABD’nin eski başkan adayı ve halen Cumhuriyetçi Parti lideri olan senatör McCain orada hem ileride IŞİD’in lideri olacak El Bağdadi, ve hem de IŞİD’in üzerinde inşa edileceği ÖSO örgütü lideri İdris’le görüşmüş, bu görüşme kameralarla kaydedilmiştir (bkz. www.voltaire.net). .

Zaten bugün IŞİD’in saflarında toplanmış olan cihatçıların önemli bir kısmının  Libya’da ABD çıkarları için savaşan islamcı cihatçılar olduklarını, Libya’dan gelerek  Türkiye üzerinden Suriye’ye taşınmış olduklarını, sonradan Suriye’den de Irak’a geçmiş oldukları biliniyor. Bu arada, Libya’da öldürülen ABD’li konsolosun ölmeden önceki son görüşmesini bu taşınma işlemleriyle ilgili olarak Bingazi’deki Türk büyük elçilik yetkilileriyle yapmış olduğunu da tekrar hatırlatmak isterim.

Evet, 12 Eylül’de kalmıştık, devam edelim. Türkiye’nin Suriye’ye karşı M.Kardeşler teröristlerini himaye etmesi üzerine, Hafız Esad yönetimi de, PKK lideri Öcalan’ı, TKEP lideri (şimdi muhtemelen kendisine sağlanan ekonomik olanaklar sayesinde, Öcalan’ın siyasal dalkavukluğunu yapan Teslim Töre’yi, Türk Gladyosu  taşeronu o zaman ki DEV-SOL lideri Dursun Karataş’ı Şam’a davet ederek onlara ikamet ve siyasal faaliyet kolaylıkları  sağlamıştı. Dikkat ederseniz, mesela bir Behice Boran, mesela, bir TKP’li, mesela o zaman ki Kemal Burkay falan davet edilmiyor.Yani Türkiye’den yönlendirilen teröre, Şam’dan yönlendirilebilecek bir terörle yanıt verilmek isteniyor.

Türkiye’nin cihatçı teröristlere desteği bakımından bugünkü durumla geçmişteki durum arasında özsel bir fark var. Hem Türkiye ve hem Suriye hükümetleri geçmişte, karşılıklı olarak terörist ilan etmiş oldukları grupları ve figürleri, ulusal egemen devletler olarak ulusal ve politik çıkarları adına kullanıyor, destekliyorlardı. Bugünkü AKP hükümetinin cihatçılara desteğiyse tamamen ideolojik ve mezhepçidir. Bu çok anlamlı bir fark meydana getiriyor. Öyleyse, bu durumun Türkiye açısından sadece dışarıda değil, içeride de sonuçlarının olmaması mümkün görünmüyor. Bedel ödenecektir.

Bu noktada, o zamanki ABD’nin tavrı, bugünkü ABD siyasetini de anlamak bakımından anahtar işlevi görmektedir. Sessizce olup biteni izleyen ABD, zamanı geldiğinde (“Saddam sorunu” yaratılınca) bir olanağı daha fırsata çevirmiştir. İki taraflı hareket etmek, “tavşana kaç tazıya tut” demek olanaklarına kavuşmuştur. Hem bu taraftan hem o taraftan…

Tweetle

 

“Askeri vesayet” lafazanlığı üzerine

Türkiye solunun 80’lerden itibaren maruz kaldığı en önemli sorun, “muzaffer” liberal söylem karşısında, geri çekilerek, bir futbol tabiriyle, oyunu kendi ceza alanı içinde kabul etmesi olmuştur. Elbette bu kabul solun teorisizleştirilmesiyle ilişkilidir.

Türkiye’de askeri darbeler vardır. Ancak liberal-islamcı kardeşliğinin kast ettiği anlamda bir “askeri vesayet” yoktur. Askeriye belli koşullarda, kontrolü ele alamayan veya kaybeden iktidar bloğunun,  kontrolünü tekrar sağlaması adına, anayasal yasallığı askıya alarak devreye girer.  TSK, işbirlikçi egemen sınıflar bloğundan ve onun devletinden bağımsız  ya da egemen sınıfların üzerinde bir siyasal iktidar odağı değildir. İktidar bloğunun kontrolündeki devletin silahlı örgütüdür. Türk Silahlı Kuvvetlerinin tarih içindeki gelişimini ve rollerini, burjuvazinin ve burjuva  Türk devletinin tarihsel gelişiminden soyutlayarak ele almak olanaklı değildir. Paralel bir tarihsel evrim söz konusudur.

Özellikle emperyalist vesayete tabiyetin başladığı soğuk savaş devrinden itibaren TSK kendi başına başat bir siyasal oyuncusu olmaktan tamamen çıkmıştır. Dış ve iç boyutlarıyla emperyalist siyasetin hizmetine amade olarak etap etap yeniden dizayn edilmiştir.

Daha öncesinde, Cumhuriyetin erken döneminde, İttihatçıların tercih ettikleri model, en azından şeklen benimsenmemiş, TSK ile sivil siyaset arasına hukuken bir mesafe konulmuştur. Gelgelelim, en üst düzeyde sivil siyaseti yürüten asker kökenli kurucu figürlerin fiiliyatta ordu üzerinde büyük etkilerinin olduğu da açıktır.

Bununla birlikte, gerek ittihatçı ve gerekse kemalist devirlerde ordunun, burjuva egemen sınıf bloğunun oluşturmasına yönelik programatik  kurucu bir rolü vardır. Bu anlamda bir vesayetten söz edilebilir. Ancak milli Türk devleti bu kurucu vesayet olmadan ortaya çıkabilir miydi?

Tekrar pahasına, bu tartışmada asıl üzerine gidilmesi gereken,bir yandan  liberal ve islamcı; öte yandan, ulusalcı eleştirmenlerin Türkiye’nin anti-demokratik bir ülke haline gelmesinde, emperyalizmin ve onun ülkedeki egemen burjuva işbirlikçilerinin ana rolünü, bu “vesayet” şamatası içinde gözlerden saklamaya çalışmakta olmalarıdır.

Bu noktada, daha baştan TSK’yı burjuva devlet veya iktidar aygıtı dışında veya üzerinde bir kurum olarak kabul eden liberal, islamcı ve ulusalcılar arasındaki “askeri vesayet” tartışmasında, bu her üç grubun da aynı öncüllerden, kabullerden hareket ederek sorunu tartıştıklarını, argümanlarının birbirlerin karşılıklı olarak dışlamadığını, tersine, birbirlerini hem koşullayıp, hem de tamamladıklarını belirtmek gerekiyor.

Emperyalist vesayetle birlikte TSK,  blok içinde, global emperyalist çıkarlara entegre olmuş, en işbirlikçi sınıf fraksiyonu olan tekelci burjuvazinin çıkarlarını gözetir. Bu durumu, bütün askeri darbelerle birlikte,bu sınıf fraksiyonun ekonomik-siyasal konumunu geliştirmek ve konsolide etmek anlamında alınmış önlemlerle teyit etmek mümkündür.

Hiç kuşkusuz, bütün askeri darbeler emekçi sınıfların ve onlarla belli ölçülerde ortak çıkarlara sahip kentli orta katmanların taleplerinin yükseldiği, uluslararası ekonomik ve siyasal bağlamıyla birlikte iktidar bloğunun sıkıştığı periyotlarda gerçekleştirilmiştir. Bütün başarılı askeri darbeler soğuk savaş şartlarında, işbirlikçi burjuva düzeninin emperyalist dünya ekonomisine ve onun siyasal isterlerine yeni bir entegrasyon ihtiyacına yanıt vermek adına gerçekleştirilmiş, dolayısıyla esas hedefi emekçi kitleler ve sol siyaset olmuştur.

Yine bütün askeri darbelerden sonra ideolojik hegemonyanın restorasyonu adına, İslamcı-milliyetçi akımların teşvik edilerek resmi söyleme eklemlendiği vak’adır. 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e kadar birbirlerini izleyen darbelerle birlikte düzenin ideolojik hegemonyası içinde islamcı-milliyetçi söylemin ayrıcalıklı bir ağırlığa sahip olması yönünde düzenlemeler yapılmıştır. Bu hal, söz konusu periyot içindeki uluslararası emperyalist politikalarla ve emperyalist gerici ideolojik saldırılarla örtüşmektedir.

27 Mayıs da nispeten uzun sayılabilecek bir erim için sola karşı bir darbedir. Yüselmekte olan sol muhalefetin, toplumsal solculaşma eğiliminin önünü kesecek önlemlerin alınmasıyla sonuçlanmıştır. Önce vermek zorunda kalmış, sonra geri almak ihtiyacı duymuştur. Restorasyonunu hazırda bekleten ilerici adımlar atmıştır.

27 Mayıs öncesinde, özellikle de büyük kentlerin sokakları sola meyletmeye başlamış, demokratik sol talepler yükseltilmiştir. Askeriyenin kendi içinde de bu taleplerle kendi çıkarlarının, şu ya da bu derecede, örtüştüğünü düşünmüş olan subaylar vardır. Bunların büyük çoğunluğu, özellikle hayal kırıklıklarını şiddetli şekillerde dışa vurma eğiliminde olanlarından başlamak üzere,  darbe sonrası, etap etap,  tasfiye edilmiştir. Ordudaki en kapsamlı tasfiye herhalde 27 Mayıs sonrasında yapılmıştır. Bu basit, mesleki disiplin çerçevesinde değerlendirilebilecek bir tasfiye değildir. Bu yolla,ordunun egemen sınıf bloğuna tabiyeti, “emir-komuta zinciri” nin tesisiyle sağlanmaya çalışılmış,  veyahut bir başka ifadeyle, askeriyenin olası göreli özerkliğini tümüyle yitirmesi sonucunu doğuracak  yeniden yapılandırma  süreci başlatılmıştır.

Gelgelelim burada asıl belirleyici olan, büyük burjuvazinin emperyalizmle “büyük işbirliği” ne ihtiyaç duymuş olmasıdır. Emperyalizmle her “ileri” entegrasyon, kaçınılmaz olarak sadece ekonomik alanda değil, siyasal yapıda da tekelleşmeyi beraberinde getirmektedir. Bunun için iktidar bloğunun, büyük burjuvazi lehine eliminasyonu gerekli görülmüştür. Öyleyse darbe, emperyalist siyasetle örtüşen bir neşter atma işlevi görmüştür.

Bu iddiayı destekleyen, bir Ortadoğu dış bağlamı da vardır. Nasır’ın yükselişi, Suriye’de sol eğilimlerin güçlenerek, ülkenin SSCB’ye yaklaşması, her iki ülkenin, Mısır ve Suriye’nin anti-emperyalist bir siyasal eksen haline gelerek, tek bir cumhuriyet olarak birleşmeleri, Irak’daki darbe gibi. Bu şartlarda, emperyalizm bu bölgede yeniden yapılanma ihtiyacı duymuştur. Bu yeniden yapılanma, bir yandan, İran’da Mussadık’a karşı yapılan CIA darbesiyle oluşan siyasal durumun; diğer yandan, İsrail devletinin konsolidasyonu için zaruret olarak görülmekteydi.

27 Mayıs darbesine, Irak, Suriye’deki modernist askeri hareketlerin  ve özellikle Nasır hareketinin etkisindeki çok sayıda subay katılmıştır. Gelgelelim, amaç hasıl olduktan sonra emperyalist isterler doğrultusunda, TSK kullanılarak kararlı adımlar atılabilmiştir. 1961 Anayasası, büyük burjuvazi adına, kentli orta katmanları, kentli emekçileri tatmin etmek adına verilmiş bir ödündü.  27 Mayıs darbesi toplumun dinamik kesimlerinden kaynaklanan ilerici hava basıncının dışarı atılmasına araç olmuştur. 61 Anayasası da supap işlevi görmüştür.

Devam etmeden önce bir parantez açmam lazım. 27 Mayıs döneminin sonuna kadar ordu, halen şu ya da bu derecede, şu ya da bu çapta  “Jön Türk” geleneğinin etkisi altındadır. Devlet içinde de bu etki henüz kararlı bir şekilde gayri meşru ilan edilmemiştir. Bu bir çok orduda rastlanılan “Jön Türk” geleneklerinin kökeni, modern ulus devletlerin oluşmasında, ulusal birliklerin kurulmasında  belli başlı ülkelerde askeriyenin oynadığı başat ya da önemli rollerde aranmalıdır. Herhalde kökensel olarak  Napolyon Fransa’sına kadar gitmek gerekir. Yani bonapartizmle kökensel bir ilişkisi var. Bilindiği gibi bu sonraki adlandırılmasıyla “Jön Türk” geleneği, aslında Türkiye’den önce, 19 yy’da İtalya, Almanya gibi ulusal birliğini kuran devletlerde görülüyor. İtalya’da faşizmin, Almanya’da Nazizim’in yükselmesinde askeriyedeki bu geleneğe dayanan subayların büyük katkısı olmuştur. Fransa’da da öyle. Hem Pétainci hem  De Gaullecü subaylar arasında.  Bu “Jön Türk” eğilimi küçük burjuva korporatist, teknokratik  bir anlayışa sahipti. Devleti ve orduyu sınıfların üzerinde görüyor, devletin bekasını her şeyin önüne koyuyor, ancak kapitalizmle hiç bir sorunu bulunmuyordu. 2.Savaş sonrası emperyalist sistemin yeniden yapılandırılması sürecinde, özellikle de NATO’nun oluşturulmasıyla birlikte bu “Jön Türk” eğilimleri Batı’daki bütün ordularda tasfiyeye uğramıştır (De Gaulle’ün düşüşünü mesela bu açıdan değerlendirmek mümkündür). Türkiye’de de 27 Mayıs’ın hemen  sonrasında ve özellikle 12 Mart’tan itibaren bu tasfiye süreci radikal olarak hızlandırılmıştır. Bugün emperyalistlerin bölgemizdeki işgal ve saldırılarının hedefinde, modern devlet geleneğinin ve uluslaşma düzeyinin  henüz zayıf olduğu  Arap memleketlerinde halen güçlü olarak varlığını sürdüren bu askeri-siyasal geleneğin olduğunu belirtmek isterim.Parantezi kapatıyorum.  Şimdi kaldığımız yerden sürdürelim.

27 Mayıs yönetimleri, bir yandan, izlenen ekonomik politikaların sonucu olarak yoksullaşan ve durumlarını demokratik taleplerle protesto eden kentli ücretli kitlelerin, kent küçük burjuvalarının ağızlarına,zorunlu olarak, bir parmak bal çalarken; diğer yandan, vermek zorunda kaldıkları ekonomik-demokratik hakları nihai olarak iptal etmek yolunda çok anlamlı hamleler yapmışlardır. Darbenin önemli sonuçlarından birisi, DP’nin farklı bir tabela altında, işbirlikçi tekelci sermayenin ihtiyaçlarına yanıt verebilecek surette yeniden yapılandırılması olmuştur. 27 Mayıs’ın bütün kabinelerinde, darbeyle düşürülen DP’nin büyük sermaye sınıfının taleplerine hizmet etmeye hazır vekil ve bakanlarının ağırlıklı yer almış olması tesadüf değildir. Bu yolla  yeni bir komprador burjuva partisi, DP yapısı üzerine oturtulabilmiştir.

Büyük toprak sahipliğinin, iktidar bloğunundaki konumunun geriletilmesi karşısında, büyük burjuvazi kendisine karşı kullanılabilecek islamcı-milliyetçi akımları, ideolojik hegemonyasına eklemleyerek, ilerici kesimlere karşı kullanmıştır. İslamcı-milliyetçi siyaset ilk kez hemen 27 Mayıs sonrasında, devletle açık, programatik bir entegrasyon içerisine girmiştir. “Ak”, “kara” finansal kaynaklar bizatihi TC devleti tarafından bu akımların güçlenmesi için temin edilmiştir. En üst düzeyde devlet temsilcilerinin, bu akımların kendilerini geliştirebilecekleri ortamı sağlayacak vakıf ve benzeri kuruluşların ortaya çıkmasına ön ayak olduklarını biliyoruz. Bugünkü islamcı-milliyetçi kesimlerin bir çok önemli ismi, 27 Mayıs’ın hemen sonrasında bizzat cunta lideri yapılan Gürsel’in himayesinde kurulan  Komünizmle Mücadele Dernekleri içerisinde yetişmişlerdir.

İslamcı siyaset, askeri darbelerin müdahil olarak önünü açıp, düzenledikleri yeni siyasal yasallık koşullarında kendisini konsolide etmiştir. Yalnız dikkat edelim, her darbeyle birlikte düzenin kapitalist emperyalizmin, ekonomik,politik ve ideolojik  gereklerine adapte olmaya çalıştığını görüyoruz. İslamcı ideoloji ve gerici siyasetin yükselmesini bu çerçevenin dışında değerlendirmek kabil değildir. Yani onu dar anlamda bir “iç sorun” olarak görmek doğru olmaz.TSK, özellikle soğuk savaş koşullarında, uluslararası bir bağlamı olan, bu siyasal gaye doğrultusunda ihtiyaç duyulan yetenek ve kapasiteyi temin eden en önemli burjuva devlet aracı olmuştur.

Bir saptama daha yapalım. 1960’ların sonlarından itibaren dünya kapitalizminin, motor gücü olan ABD’den başlayarak  dalgalar halinde yayılan ve derinleşen stagnasyon girdabına girdiğini görüyoruz. Bu sıralarda, değerli marksist iktisatçılar Paul Sweezy, P.Baran ve H.Magdoff, kapitalist ekonominin bir yasasını açığa çıkartıyorlar. Buna göre, kapitalizm stagnasyon eğilimlerine, finansal araçları kullanarak ya da parasalcı bir ekonomik modeli öne çıkartarak yanıt veriyor. Yani neo-liberal iktisat devreye sokuluyor. Stagnasyonun çaresi olarak sunulan bu modelin bizatihi kendisinin çok geçmeden stagnasyonun nedeni olduğu saptanıyor. Yani tekelci kapitalist ekonomi bu kısır döngüden çıkamıyor.

İslamcılık ya da genel olarak dincilik, bu neo-liberal iktisadi modelin kitleler nazarında meşruiyetini ve dolayısıyla sürdürebilirliğini temin etmek bakımdan teşvik ediliyor. Çünkü toplumsal yoksullaşmanın öngörüldüğü yerde, dincilik de öngörülür.

Bu süreçte, her zaman emperyalist siyasetin  hizmetine koşulmuş olan islami anlayışların da kendilerini bu yeni doğrultuda yenilemeleri isteniyor. Kısacası, onlardan da sisteme yeni bir entegrasyon talep ediliyor. Bu entegrasyon sayesinde din, neo-liberal kültürel hegemonyanın temel bir bileşeni haline getirilmiştir. İslami kesimler arasında bu emperyalist talep doğrultusunda “gömlek değiştirme”ye direnenler  siyaseten tasfiye ediliyorlar.

Dincilik aynı zamanda, liberal, neo-liberal politikalarla tasfiye edilerek, göçe zorlanan devlet himayesindeki ( o zamana kadar devletin popülist tarımsal teşvikleriyle korunan ) köylülüğün uysallaştırılması, yükseltmekte olan sanayiye ucuz, güvencesiz işgücü olması bakımından da işlevseldir.  Tarımda popülist devlet korumacılığı sanayi burjuvazinin aleyhinedir. Çünkü tarımsal hammadde fiyatları ve tabii emek-gücü maliyeti korumacılık yüzünden yüksek olmaktadır. Bu tarımsal nüfusun kentlere doğru potansiyel işgücü  göçü sanayi burjuvazisinin lehinedir, çünkü emek-gücü fiyatları üzerinde sermayedar lehine baskıya yol açmaktadır. DP’nin en büyük desteğini topraklı köylülerden almış olması tesadüf değildir. Hatta darbeden önce bir seçim daha yapılabilseydi, söz konusu köylülük nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu için DP’nin bir başka seçim zaferi daha elde edebileceği açıktı. Darbe bu bakımdan da kaçınılmaz bir araç olarak görülmüş olmalıdır.

27 Mayıs askeri darbesi, bu bakımdan,  ucuz tarımsal girdilere, ucuz emek-gücüne ve tabii ithal girdiler için bol dövize ihtiyaç duyan sanayi burjuvazisi ve dış ticaretle palazlanmış ticaret burjuvazisinin, artan fiyatlar dolayısıyla reel ücretlerinde dramatik düşüşler yaşayan kentli ücretlilerin ittifakı sayesinde mümkün olabilmiştir. Ayaklanmış öğrencileri, toplumsal bir kategori olarak “sınıf” kavramı içinde değerlendirmek doğru değildir, ancak aileleri itibarıyla sınıfsal bir kompozisyonlarının olduğu, sınıfsal baskılara maruz oldukları açıktır.

Gelgelelim, biraz ileride, sanayi burjuvazisinin dış pazarlara açılma baskısı yaşadığı koşullarda, bu ittifak dağılacaktır. Sermayenin organik bileşiminde teknoloji lehine değişiklik yapma olanakları sınırlı olan sanayici sınıfı, dış pazarlarda rekabet edebilmek için ucuz işgücüne ihtiyaç duyacaktır. Bunun için kentli işgücü üzerindeki düşük ücret baskısını arttırmak adına kırsal alandan göçü teşvik edecek önlemleri destekleyecektir. Dincilik, işbirlikçi bir çerçevede tekelcileşen sanayi burjuvazisinin ideolojik silahlarından birisi olacaktır.

12 Mart, 27 Mayıs’ın yukarıda sözü edilen sınıfsal çıkarlar adına yapmaya çalıştıklarını tamamlamaya yönelik bir işbirlikçi burjuva siyasal hamlesidir. Ancak uluslararası soğuk savaş koşullarında, ilerici direnişler karşısında gerileme ihtiyacı duymuştur. 12 Eylül’le başlayan süreçte, soğuk savaşın da sona ermesiyle, tekelci burjuvazi sola karşı hamlelerini tamamlamıştır. Yani bu üç darbe arasındaki, her yönüyle,  kopuşlu sürekliliği görmemek hata olur. Yine dikkat ediniz, bütün bu 30 küsur yılı kapsayan süreçte, düzenin ideolojik hegemonyasını kurmak adına hem islamcı-milliyetçi hem de (özellikle de) 68’den sonra liberal akımların, bir çok durumda, iç içe geçmiş şekillerde sahne aldığını göreceksiniz. Liberal ve dinsel söylemin genel olarak uluslararası emperyalist düzenin kültürel hegemonyası içinde de paralel bir ivme kazandığını tespit ediyoruz.

AKP yönetimi bu birikimin ya da mirasın üzerine bina edilmiştir. Yani AKP yönetiminin önü DP devrinden çok, 27 Mayıs’la başlayan süreçte açılmıştır. 27 Mayıs öncesinde, dağınık, bağlaşıkları söz konusu olduğunda, örtük ilişkiler, yer yer utangaç eğilimlerle karakterize edilen islamcı-milliyetçi hareket, darbe sonrasında, mali altyapılarıyla birlikte yeniden-yapılandırılmış, öncelenmemiş ölçüde, organize hale getirilmiştir. Ekonomide tekelci eğilimlerin mevzi kazanması ve ideolojik alandaki gericileşme arasında doğru orantılı bir ilişki olduğu açıktır. Bu ideolojik gericiliğin dışavurumlarının her zaman incelmiş, iyi gizlenmiş  formlar içinde gerçekleşmediğini de geçerken belirtelim.

Kuramsal olarak tarihe bakarken, tikel ya da marjinal  düzeyde görülen, genelden sapma eğilimlerine dayanmamak gerekir. Bu “sapma”ların kısa bir süre sonra devre dışı kaldıklarını saptayabiliyoruz. Somut içinde özeli temsil eden olgu, zorunlu olarak, belirleyicilik anlamında,  imtiyazlı bir konuma işaret etmez. Özel olanı, çoğu zaman, uçları kapalı, donmuş bir yapı olarak değil, tersine, kanlı,canlı, hareket halindeki bir bütün gibi görülmesi gereken somut genelin içindeki bir  ayrıntı veya istisna olarak görmek icap edebilir.

Bir kez daha altını çizmek adına, 60’larda elde edilen ekonomik-demokratik kazanımları, askeri darbenin bir lütfu değil, sokakların demokratik talepleri karşısında, burjuva düzeninin bir tavizi olarak görmek gerekir. Keramet darbede değil, sokaklardaydı. Darbeyle bu taleplerin sol mecrada gelişme kaydetmesinin önü alınmıştır. Hatta asker anılarına bakılırsa, 27 Mayıs öncesinde ordudaki subaylar arasında “kemalizm” diye bir kavramın olmadığı da anlaşılıyor.  Bu kavramın, o yıllarda,  sokakla girilmiş temasla birlikte ortaya çıkmış olduğu iddialarını ciddiye almak gerekir.

Darbeleri sınıfsal iktidarın konsolidasyonu adına belli şartlarda başvurulan “olağanüstü” siyasal araçlar olarak görmek gerekir. Elbette her darbe sonrasında, Latin Amerika ve Asya ve Yakın Doğu’daki diğer örneklerde de gördüğümüz gibi, ordu içinden bir grubun, orduyu iktidar bloğunun hakim bileşeni haline getirmeye yönelik kalkışmalarına tanık olabiliyoruz. Bu girişimler bazen hemen darbelerin ön günlerinde veya  izleyen günlerde ortaya çıkabiliyor. Kimi zamansa,  üzerinden epey bir süre geçtikten sonra  gerçekleşebiliyor. Emir-komuta zinciri ne kadar zayıfsa, iç çalkantılarlar da o kadar sürekli ve etkili olabiliyor. Her darbe, ordu içinde de kağıtların yeniden karılması gibi bir “iç” sonuç doğuruyor. Ulusal ve uluslararası koşullar bu karma işlemini koşullayabiliyor.

Askeri darbe sadece toplumsal-sınıfsal muhalefet üzerinde eylemiyor. Sadece emekçi katmanları bastırmakla kalmıyor, egemen sınıf fraksiyonlarına da yeniden bir ayar verebiliyor. Bizatihi darbe aracı olan ordunun kendi kendisi üzerinde de eyliyor. Devletin bütün kurum veya aygıtlarıyla sınıf mücadelelerinin alanı olduğunu biliyoruz. Öyleyse, bir devlet aygıtı olarak ordunun kendisini de bu çatışmalı sınıfsal ilişkilerin alanı olarak görmek gerekir. Sosyalistler bu “vesayet” lafazanlığı dolayısıyla gerek liberallerin ve gerekse ulusalcıların, farklı niyetlerle, orduyu sınıf mücadelesinin dışında ve sınıflar üstü bir kurum olarak gösterme gayretlerinin bir burjuva manipülasyonu olduğunu teşhir etmelidirler.

27 Mayıs öncesinde, subaylar arasında zıt eğilimler olduğunu biliyoruz. 27 Mayıs’tan sonra 14’ler, Aydemir hareketleri ortaya çıkıyor. 12 Mart hemen öncesindeki 9 Mart’ı bastırıyor.  27 Mayıs’ın hayli mesafe kaydettiği emir-komuta zincirinin tesisi yolunda büyük ve radikal adımlar atıyor.  Ordu, 12 Mart’la birlikte tamamen tekelci burjuvazinin siyasal aracı haline geliyor.    Kurum içinden direnişler tasfiyelerle etkisizleştiriliyor. Eğer bu olmamış olsaydı, 12 Eylül darbesi etkili olamazdı.

28 Şubat TSK adına, 12 Eylül’ün, tahkim edilmiş “emir-komuta zinciri” dolayısıyla, ya da başka bir ifadeyle, ordu içinde de sınıf mücadelesinin bastırılmış olması nedeniyle, gecikmiş bir iç hesaplaşmadır. Bu işin elbette bir boyutudur. Hepsi değildir. Bu hesaplaşma, soğuk savaş sonrasında emperyalistlerin yeni bir “dünya düzeni” kurma ve bu yolda sistem içi entegrasyonu yeniden tesis etme ihtiyacının somut olarak ortaya çıkmasıyla birlikte yine yine etap etap gerçekleştirilmiştir. Dikkat ediniz, bütün bir süreç boyunca, darbeler ve ordu içi hesaplaşmalar emperyalist bağlamla örtüşüyor.  Sonrasında tasfiyeler, yeni ihtiyaçlara göre, yeniden yapılanmalar kaçınılmaz hale geliyor. Ancak kesinlikle emperyalist efendilerin talepleri dikkate alınıyor. Yani NATO’nun ordusu TSK emperyalist merkezlerden vize almak ihtiyacı duyuyor.

İç hesaplaşmalar esasen orduyu işbirlikçi tekelci burjuvazinin kontrolündeki egemen siyasal blok içinde ayrıcalıklı bir konuma oturtma eğiliminin dışa vurumu olarak da görülebilir. Ancak bu eğilimlerinde sınıfsal dayanaklarının olduğunu ihmal etmemek gerekiyor. Türkiye’de Tanzimat’tan beri orduya hakim olmayı ya da onu kendi  toplumsal-siyasal  talepleri doğrultusunda yönlendirmeyi başlıca siyasal gayesi haline getirmiş bir küçük-burjuva radikalizminin var olageldiğini de geçerken belirtmek isterim.

28 Şubat “iç hesaplaşma” boyutuyla, kendisini gerçekleştirememiş bir darbe girişimidir. Ancak bir “muhtıra” kadar dahi cirmi olmamıştır. Mevcut hükümete belli politikalar dikte ettirilmek istenmiştir. Ancak dikte ettiren yapı, özel bir yapı ya da bir “cunta” değil, on yıllardır anayasal düzen içinde işleyişini sürdüren MGK’dır. Esas olarak onun içindeki askeri kanadın ve devrin cumhurbaşkanının talebidir. Ancak bu hamle, uzun yıllar alacak ordu içi tasfiyenin de önünü açmış, “ulusalcı” oldukları iddia edilen subaylar önderliğinde kendisini gerçekleştirememiş bu hamle sonrasında, etap etap bu “ulusalcı” subayların tasfiyesi gerçekleştirilmiştir. Yani hamlenin sahipleri için  bir bumeranga dönüşmüştür. Demek ki, NATO’ya dahil bir ordunun komuta kademeleri, NATO’dan onay gelmeden, ya da NATO’nun kabul ettiği konjonktürle bağdaşmayan bir hareket içinde olamayacaklarını kestirememişler, veyahut ona rağmen davranmak istemişlerdir.

Sonuçları itibarıyla bakıldığında, 28 Şubat hamlesi ya da müdahalesi AKP rejiminin yükselebilmesi, Türkiye’nin emperyalistlerin talep ettiği yeni koşullara adapte olabilmesi için siyasal zemini temizlemek gibi bir işlev görmüştür. En başta da, bu hamlenin sahiplerinin tasfiyesiyle bunu yapmıştır.

Hiç şüphesiz, AKP rejiminin önü 28 Şubat müdahalesiyle açılmıştır. Mevcut siyasal yapı ve onun lider figürleri tasfiye edilmeden AKP rejimi kurulamazdı. 2007 seçimleri öncesindeki “e-muhtıra” ile sivil darbenin önündeki engeller kaldırılmış, TSK, emperyalist harekatın ihtiyaç duyduğu şekilde yeniden dizayn edilmiştir. Hem siyasetteki, hem ordu, yargı gibi devlet kurumlarındaki, hem de medyadaki tasfiye aralıksız sürdürülmüştür.