Restorasyondan karşı-devrime bir misyon partisi olarak CHP

Haziran ayaklanması, sadece AKP hükümetine karşı değil, iktidar ve “muhalefet”iyle birlikte AKP rejimine karşıydı. Burjuva demokrasilerinde, bir siyasal rejim sadece müesses hükümetten oluşmaz, görünüşte onun karşısında olan bir de müesses “muhalefet” i vardır. “Muhalefet”  partileri de  AKP rejiminin asli bileşenleridir. AKP hükümetinin üzerinde durduğu sacayağını, CHP-BDP-MHP oluşturmaktadır.  Gezi’ye katılanlar arasında CHP’ye oy vermiş, oy veren insanlar çoğunluğu teşkil etmekteydiler. Ancak orada sadece AKP iktidarına değil, onun “müesses” muhalefetine de karşıydılar. CHP’ye sempati ile bakmıyorlardı. İktidarı ve muhalefetiyle rejimi alaşağı etmek istiyorlardı.  Bunu tespit etmek gerekir.

Haziran kendiliğinden bir ayaklanmadır, ancak katılımcı halk sınıflarının sezgilerini iyi okumak gerekir. Gezi’deki halk, AKP hükümetinin mevcut “resmi” muhalefet üzerinden yıkılamayacağını, sorunun hükümet değil, rejim sorunu olduğunu kavramıştı. Orada bu “resmi” muhalefet partilerinden hiç birisinin telkinleriyle hareket edilmemiştir. Haziran halkı onların hepsine mesafeli olmuştur. Dahası, CHP ve BDP gibi partilerin istismarına da karşı çıkmıştır. Bu partiler ve Haziran muhalefeti arasında örgütsel, programatik bir ilişki yoktur.

Esasen benzer gelişmeler, neo-liberal vahşi kapitalist anlayışın uygulamaya konulduğu başka ülkelerdeki protesto gösterileri ve ayaklanmalar sırasında da görülmüş, eski “resmi” muhalif anlayışlar üzerinden gidişata karşı çıkılmasının doğru olamayacağı, sorunun genel olarak siyasal düzen sorunu olduğu, katılımcıların geneli tarafından kavramsal olarak olmasa da,  pratik olarak ifade edilmiştir. Yerleşik reformist sol anlayışların, klasik liberal demokratik siyasetin karşı çıkılan düzenin bileşeni olduğu sokaklar tarafından tespit edilmiştir.  Ancak alternatifler yaratılamadığı için söz konusu “muhalif” anlayışların seçimler aracılığıyla varlıklarını sürdürmesi olanaklı olmuştur. Halklar inanmadıkları partilere, sırf alternatiflerini yaratamamış oldukları için oy vermeye devam etmişlerdir. Oy verdikçe de, en sağ politikalar adına, bizzat bu muhalif görünümlü partiler tarafından yönlendirildiklerini fark etmişlerdir.  Bu partiler gerici düzenin paratonerleri gibi bir rol üstlenmişlerdir.

İzninizle burada bir parantez açacağım. Şimdi deniliyor ki, “yok burjuvazi kendisine, devrimine ihanet etti ” . Bu saptama yeterince açıklayıcı değil.  Neden kendisine ihanet ediyor, soru budur. Mesele şu: Burjuvazi ve kapitalizm tarihinin her döneminde ilerici, aydınlanmacı bir rol oynamıyor. Kimi devirlerde çok gerilere, gericiliğe savrulabiliyor. Daha doğrusu o, maddi çıkarlarının gerektirdiği kadar ve gerektirdiği zamanlarda ilerici, demokratik, devrimci olabiliyor. İlericilik kapitalizmin, burjuvazinin alameti farikası değil. Emperyalizm çağındayız, öyleyse, bunun tam tersi gerçekliğe uygun olmaktadır. Burjuvazinin artık ilerici bir rol oynaması kabil değildir. Gericidir.Parantezi kapattım.

Haziran’a dönersek, kısacası, kitleler neyin ve neyle olmayacağını genel olarak anlamışlar, ancak neyin, nasıl olabileceği konusunda tutarlı, yapılabilir bir siyasal tavır ortaya koyamamışlardır. Elbette genel olarak marksist solun ezilmiş, etkisizleştirilmiş olmasının kitlelerin bu tercihi yapamamış olmasında katkısı olmuştur.

Türkiye’de bu sorun en azından 1946’dan beri açık olarak yaşanmaktadır. Türkiye solu gerici düzenin payandası CHP’ye tıkıştırılmak istenmiştir. Öncesi şöyle dursun, çok partili siyasal hayata geçilirken, solun önünü kapatacak her türlü önlem bizzat CHP hükümetleri tarafından alınmış, Demokrat Parti hükümetleri tarafından eski rejimden devir alınan bu yaklaşım konsolide edilmiştir. Yani bu bakımdan bir süreklilik net olarak  tespit ediliyor.

O zaman İnönü yönetimi, emperyalizmle entegrasyon, kapitalist – emperyalist politikaların kayıtsız koşulsuz uygulanabilmesi adına, anti-komünist bir söylemle genel olarak solculuğu karalayan, gayri-meşrulaştıran bir anlayışı kurumsallaştırmıştır. Evet anti-komünizm, sadece komünizmin değil, genel olarak sol düşmanlığının paketlendiği ambalajdır. Komünizm karşıtlığı, bütün sol muhalefetin ezilmesi, itibarsızlaştırılması adına yapılır. Türkiye’de de böyle olmuştur.

Anti-komünizm veya açılımı olan sol düşmanlığı her zaman en gelenekçi, en dinci, en ırkçı ideolojilere başvurularak yapılır. Bizde de o zaman, İnönü yönetimi bir yandan dinciliği, “amerikan milliyetçiliği” ni topluma empoze ederken, diğer taraftan, sol düşmanlığını telkin etmiştir. Bu ikisi birlikte, CHP yönetimi zamanında kurumsallaştırılmış, DP hükümetleri devrinde konsolidasyonu gerçekleştirilmiştir.

Otuzlu yılların sonlarına doğru  devreye sokulan restorasyon tamamen kültürel ve siyasal anlamdadır. Öncesinde bir sosyo-ekonomik devrim söz konusu olmadığı için restorasyonu da söz konusu değildir. Burada şunu da söylemem lazım: Burjuva devrimleri, sınıflı toplumu ortadan kaldırma, sınıfları tasfiye etme amacı taşımazlar. Yani eşitlikçi, kamusalcı bir sosyal devrim programına sahip değildirler. Esas olarak, burjuva sınıfının iktidarını sağlayarak, burjuva toplumu yaratma gayesi güderler. Bu bakımdan sadece dar ekonomik hedefleri yoktur.  Siyasal ve kültürel hedefler de taşırlar. Devam edelim,  Bayar’ın başbakanlığı ve İnönü’nün milli şefliği devrinde kültürel, siyasal restorasyon yeni bir ivme kazanmış, sonra DP’nin karşı-devrimci sonuçları olabilecek hamleleriyle sağlama alınmıştır.

60’lı yıllardaki sol uyanış karşısında, önce  İnönü, onun yetersiz olduğu görülünce, Ecevit CHP’si tekrar devreye girmiştir. Bu kez anti-komünizm,  sulandırılmış bir solculuğun ihyası aracılığıyla yapılmıştır. Sosyalist solun önü kesilmek istenmiş, terörize edilmesi için koşullar hazırlanmıştır. CHP kitlelere, “ya benim içimde, benim kadar solcu olacaksınız, ya da gayri-meşru olacaksınız” diyordu. Düzenin CHP’sinin bu defa ki rolü, sosyalistlerin, sadece Türkiye’de değil, dünyada dişleriyle, tırnaklarıyla, acıyla, kanla itibar kazandırmış oldukları sol siyaseti, burjuva düzeninin çıkarları adına,  iç etmek, piç etmekti.

CHP’nin bu anti-sol çizgisinin, farklı dönemlerde,  emperyalizmle entegrasyonun gerektirdiği koşullara göre geliştirildiğini tespit ederiz. CHP, AKP rejiminin konsolidasyonu adına her katkıyı yapmıştır. Bu basitçe bir Baykal,  Kılıçdaroğlu meselesi değildir. Sorun, bir burjuva düzen partisi olarak CHP’dir.  CHP’nin misyonu budur. CHP farklı bir şekilde davranamazdı. Davranamaz. CHP’nin bir burjuva düzen partisi olduğunu unutmamak gerekir. CHP’nin ilk entegrasyonu kendisinin başlatmış olduğu kapitalist emperyalizmle bir sorunu yoktur.

O kadar öyle ki, daha Cumhuriyet’in başında, Osmanlı’dan devreden kapitülasyoncu anlayışı aynen hatta daha da cazip hale getirerek sürdürmüştür. O zaman Osmanlı idaresinden cumhuriyet devletine intikal eden bir çok tekel hakkı (örnekse, demiryolu, benzin, tuz, kibrit vs), devlet tarafından yerli tüccar temsilcileriyle birlikte emperyalist ülke şirketlerine, bugünkü AKP yönetiminin kamu mallarını peşkeş çekmesiyle kıyaslanabilecek şekilde, devredilmişti. Bu sayede ülkede devlet sırtından “yandaş” sermayedar devşirme ve tabii kaçınılmaz olarak yolsuzluklar, kamu mallarını, olanaklarını istismarlar, iç etmeler dramatik ölçülerde artmıştı.

Devam etmeden önce,  skolastik tarihçilik anlayışından kaynaklanan bir yanlışa dikkat çekmek istiyorum. Tarihi, toplumsal sınıfların mücadeleleri görüş açısından değil de, siyasal organizasyonların birbirleriyle soyut, teorik olarak kurgulanmış didişmeleri olarak gören yaklaşım, bu organizasyonları bloklara ayırıyor, işte bir tarafta İttihat ve Terakki, Müdafayi Hukuk ve CHP ; diğer tarafta Hürriyet ve İtilaf, Serbest Fırka ve DP vardır, bunlar adeta farklı sosyal-ekonomik düzenlerin siyasal temsilcileri gibi, karşılıklı olarak birbirlerini dışlayan güçler halinde kurgulanmışlardır. Bu şablon gerçeklikle örtüşmüyor. Öncelikle bu söz konusu organizasyonların hepsi (farklı araçlar ve önceliklere sahip olarak) kapitalist-burjuva düzeni adına mücadele vermektedirler. Savundukları politikalar da, savunan figürler de sunulan iki kamp arasında hareket edebilmektedirler.

Devam ediyoruz. Serbest Fırka hamlesi, 1929 Bunalımı’nın da iyice ağırlaştırdığı bu şartlarda, üzerindeki vergi, sömürü baskısı artan halk sınıflarının huzursuzluğunu giderecek bir emniyet supabı  işlevi görmesi için yapıldı. Bir bumerang haline dönüşmesi olasılığı belirince, geri adım atıldı. O zaman yaygın anlayışın tersine, Serbest Fırka’nın sınırlı bir ölçüde savunduğu iktisadi devletçilik anlayışına dönüldü. Serbest Fırka’nın liberal başkanı Fethi Okyar ve ikinci başkanı Ahmet Ağaoğlu’nun seçim propagandaları sırasında yaptıkları konuşmalarda var. O zaman ki cumhuriyet hükümetini, devlet eliyle sermayedar yetiştirmek için kamu çıkarlarını peşkeş çekmekle suçluyorlar. Kendilerinin iktisadi devletçiliği  kamu yararı gözeterek icra edeceklerini iddia ediyorlar.

Zaten devletçilik politikası da S.Fırka’nın kapatılmasından sonra zorunlu ama kesinlikle geçici bir süre için uygulamaya konuldu. Bu devletçiliğin uygulamaya konmasını olanaklı kılan iki faktör vardı: Birincisi, dünya kapitalizminin 1929 Bunalımı; ve ikincisi, SSCB’nin bir sponsor potansiyeliyle varlığı. Bu iki faktör olmasaydı, belki o zaman devletçi politikalar uygulanmayacaktı. Zaten 1933 Plan döneminin başlangıcına kadar da bu politika ciddi bir şekilde uygulanmamıştır.

Planlı devletçiliğin altın dönemi olan 1933-37, aslında Cumhuriyet’in de, iktisadi ve kültürel manada, altın devri olarak görülmelidir. 1937’de Bayar’ın başbakanlığa getirilmesi devletçilikten, anti-feodal tarımsal düzenlemelerden  geri adım atmanın başlangıcı olarak görülebilir. (Nitekim, Bayar, toprak reformunu gündeme getiren İnönü’nün iktidardan düşürülmesiyle başbakan olabilmişti). Bu tarih restorasyon döneminin başlangıcı olarak da görülebilir. Bayar sonrası İnönü’nün iktisadi politikaları 2.Savaş koşullarıyla alakalıdır.Yoksa, 50’den itibaren başlatılan iktisadi anlayış, CHP’nin de anlayışıdır. Nitekim CHP, 1950 Seçim Beyannamesi’nde, parti programından ve anayasadan 6 okla gösterilen ilkeleri çıkarmaya hazır olduğunu, iktisadi devletçilik yerine özel teşebbüsün önünü açacak politikalarla bir sorunu olmadığını ilan etmişti. Hatta daha öncesinde, 1943 parti programında CHP’nin, ekonomide devletçiliği, “ferdi teşebbüsün mümkün olmadığı” alanlarla sınırlı tuttuğu belirtilir. Kısacası, bugün nasıl AKP’nin neo-liberal politikalarıyla CHP’nin bir sorunu, onlara alternatif bir programı yoksa, dünkü İnönü CHP’sinin de DP iktisadıyla, sınıfsal içeriği itibarıyla,  bir sorunu yoktu. Bu bakımdan, ulusalcıların ya da kemalistlerin ideolojik manipülasyonlarına itibar etmeyelim.

Benzer bir saptamayı 27 Mayıs için de yapmak mümkün. 27 Mayıs burjuva kapitalist düzene karşı bir darbe değildi. Tersine, bu düzenin işleyişini yeniden düzenleyerek güvence altına almak gibi bir gayesi vardı. Yani o da, sonraki benzerleri gibi “koruma ve kollama” programı adına yapılmıştı.

Türkiye’yi 27 Mayıs’a götüren ekonomi-politik olumsuzluklar DP’nin kontrolsüz sağcılaşma eğilimlerinde ifadesini bulan şartlarda gerçekleşmiş, doğal olarak (bugün de olduğu gibi) sol, demokratik, ulusalcı bir tepkiyle, direnişle  karşılaşmıştı. Yapılacak müdahalenin başarılı olabilmek için elbette  bu fiili direniş cephesinin taleplerini gözetmesi gerekirdi.

Yoksa 27 Mayısçıları solcu olarak görmek yanlıştır. 27 Mayısçılar kapitalist düzeni yeniden raylarına oturtmak adına harekete geçmişlerdi. Aralarında görüş birliği dahi yoktu. Bir çok subay figür dışlanmamak için operasyona dahil olmuştu. Hatta yöneticileri içinde, terimin bilimsel anlamında, solcu olarak görülebilecek figürler olduğunu bile düşünmüyorum. Bugün solcu oldukları iddia edilenler aslında, ulusalcı, ulusal bağımsızlıkçı, devletçi, karma ekonomiden yana, Atatürk devri politikalarına geri dönülmesini isteyen, bunları istedikleri halde pekala da sol düşmanı, anti-komünist olan kişilerdi. Kendilerini modern anlamda “solcu” olarak tanımlamıyorlardı. Sadece sokakta direnen  ilericilere, sola (bir süreliğine) ihtiyaç duyuyorlardı.

Sonradan, araçsal olarak 27 Mayıs’a referans veren,  o sırada hareket halindeki devrimci sol programlarla yolları kesişen genç subayların konumu ayrı bir konudur. Orada, genç subaylar arasında, mesleki iktidar arzusunun, küçük burjuva jakobenizminin önemli bir itici işlev gördüğünü düşünüyorum. Tabii bir de Türkiye’nin etrafındaki coğrafyada askeri darbe pratiklerinin yoğun olarak deneyimlendiği şartlar söz konusuydu. Her neyse, konuyu dağıtmayalım.

Bugün ulusalcılar kemalist cumhuriyete gerçeğiyle bağdaşmayan bir anlam atfediyorlar. Cumhuriyetin en başından itibaren Tanzimat’ın yarım bıraktığı ya da aksatılmış hukuksal, kültürel, idari reformlarını tamamlamak dışında bir programı yoktu. Ekonomik olarak da, en azından 1929 Bunalımı’na kadar, Tanzimat’ın liberal anlayışı sürdürülmüştü.

Bu da anlaşılırdır.  Tanzimat devri Genç Osmanlı aydınlarının ve sonraki Genç Türk aydınlarının kendilerini içinde bulmuş oldukları siyasal çerçeve, siyasal ve ideolojik idealleri, yarıda kalmış Tanzimat hamlesinin tamamlanması olarak görülmelidir (Bu bakımdan “yarıda kalmış burjuva demokratik devrim” temasına sarılmış cumhuriyet dönemi sol aydınlarının çoğu ve Genç Osmanlı, Genç Türk aydınları arasında, hem tematik hem de yöntemsel olarak, süreklilik olduğunu tespit etmemiz gerekir. Bir tür yarığı, açığı kapatma, gecikmeyi telafi etme misyonu üstlenmişlerdir. Ancak bizatihi bu konumun geciktirici bir işlevinin olacağı, dahası, tekerrür koşullarını yaratabileceği anlaşılamamıştır). Cumhuriyet Tanzimat’ın kaçınılmaz siyasal sonucudur. Bunun dışında, kemalist devrim hiç bir zaman ekonomik ve  dolayısıyla sosyal bir devrimci programa sahip olmamıştır.

Şunu da eklemek istiyorum: Cumhuriyet Tanzimat’ın tamamlanması olarak görülüyor. Pekiyi. Ancak bunu yaparken Tanzimat’ın mantığını ve yöntemini izlediğinden, veya isterseniz, değişim ufku Tanzimat’la sınırlandırılmış olduğundan, onun deneyimini yeniden üretmekten kaçınamıyor. Bir kısır döngü içinde dönüp duruyor. Tanzimat’ı kendi devriyle kıyaslayıp, küçümsemesine rağmen onun çerçevesini kırıp dışına çıkmayı dahi tahayyül edemiyor. Üstelik bu çerçevenin dışına çıkmak isteyenleri  vahşice bastırdığı için patinaj ve tekerrür kaçınılmaz oluyor.

1946’dan sonraki gelişmeleri, bu arada, “Kopenhang Kriterleri” veya “Avrupa Birliği” konusunu bu açıdan da düşünmek meşru oluyor. Tanzimat parçalanmayı, yarı-sömürgeleşmeyi resmen başlatmışsa, tamamlanmış halinin de, aynı iç ve dış dinamikleri verili olarak kabul etmiş olduğundan,  bu duruma son verirken, aslında bu eleştirilen olumsuzlukları tekrar başlatmış olduğunu saptamak gerekiyor. Devlet şeklinin cumhuriyet olmasıyla Tanzimat’ı açmaza sürükleyen dinamikler ortadan kalkmış olmuyor.

Bu arada, Osmanlı modernleşmesi bakımından Rusya ile rekabetin itici, teşvik edici bir rolü olduğunu belirtmek isterim. Rus rekabeti hesaba katılmadan Osmanlı yenileşmesi, batılılaşması anlaşılamaz. Rakip Rus imparatorluğundan korunma ihtiyacı Osmanlı devletinin Batı’nın kanatları altına girmesinde önemli bir faktör olmuştur. Batılı büyük devletler için de Osmanlı’yı Rusya’dan koruma ihtiyacı Osmanlı devletinin ömrünü uzatan bir etken olmuştur.

Kısacası, Rusya’nın sıcak denizlere doğru genişleme siyasetinden korunmak isteyen Osmanlı devleti ve dünya hakimiyeti için büyük ölçüde Rusya’nın denetiminde olan Avrasya’nın kontrolünü zaruri gören Anglo-Amerikan emperyalizminin çıkarları çakışmıştır. Cumhuriyet’ten sonra da önce tampon devlet, sonra da vasal devlet olmanın benimsenmiş olması, bu kez sınıfsal içeriğiyle birlikte, aynı jeo-ekonomi-politik kayguların TC tarafından taşınmış olduğunu gösterir.

Cumhuriyet de Tanzimat’ın mirasçısı olarak, “Rus tehlikesi” karşısında Batı emperyalizminin kanatları altına girmeyi tercih etmiştir. Erken dönemdeki Sovyetler’le “iyi ilişkiler” zorunluluktan kaynaklanmış, kesinlikle geçici olarak görülmüş, bir tür “metres ilişkisi” dir. TC devleti, emperyalist Batı camiası tarafından tekrar kabul gördükten sonra Rusya’yı Osmanlı devrindeki gibi tekrar düşmanlaştırmıştır. Benzer nedenler, benzer sonuçlar doğuruyor tabii. Eğer İngiltere ve TC arasında 1926’da akdedilmiş antlaşma 1929 Bunalımı nedeniyle aksamamış olsaydı, belki de TC’nin, SSCB ile soğuk savaşı yirmi yıl önce başlayacaktı.

Bu konuda son bir söz de, Tanzimat’ı sağdan eleştirenlere olsun. Tanzimat’ın imparatorluğu dağıttığından söz edilerek devir eleştiriliyor. Tamam. Pekiy olmasaydı ne olacaktı? Yani Tanzimat olmasaydı, imparatorluk parçalanmayacak mıydı? Yarı-sömürge veya sömürge haline gelmeyecek miydi?  Tersine, Tanzimat bu parçalanmayı geciktirici ve sınırlandırıcı bir işlev görmüştür. Geleceğin Türkiye Cumhuriyeti için alanı olanaklı kılmıştır. Modernist kadroların yetişmesi için koşulları temin etmiştir. En azından modernist, ilerici güçler için bir fırsat yaratmıştır.

Kaldı ki  bugün iyi anlıyoruz, İslamcılar da Tanzimat metoduna referans vermektedirler. Onlar da İslamcı, rövanşist bir “tanzimat”ı batı emperyalizminin kanatları altında uygulamaya çalışmaktadırlar. Tanzimat hepsinden önce, “sömürgeci batı kapitalizmi” nin gözüyle kendine bakma, ya da isterseniz, oryantalist bir konumu içselleştirme pratiğidir. Metot bakımından bu anlayışın sağı ve solu arasında bir fark yok.

Öncesi şöyle dursun, son elli yıldaki “İslamcı uyanış”, emperyalizmin ihtiyaçlarından ayrı tahayyül dahi edilemez. Bu yüzdendir ki, emperyalistler İslam coğrafyasında hangi egemen seküler devlete saldırıyor, işgal ediyorlarsa, bunu İslamcıları kullanarak yapıyorlar. Bu bakımdan müslüman kral hiç olmadığı kadar çıplaktır.

Müslüman Kardeşler, Gülen Cemaati, El Kaide ve IŞİD gibi türevleri  dahil bugünkü hemen bütün islami örgütler, nüfusunun büyük kısmı müslüman ülkelerdeki kökten-dincilik ABD prodüksiyonudur. Modern bir vak’adır.  Bu bakımdan islamcıların Z.Brzezinski’ye çok şey borçlu olduklarını belirtmek isterim. Hatta İran’daki Humeyni devrimi de, anglo-amerikan emperyalist oligarşisinin tepe yapılarına dayanan Carter-Brzezinski-Vance ekibinden himaye görmemiş olsaydı, başarılı olamayabilirdi.

Bir de, Tayyip’in Abdülhamid hayranlığı var ki, gayet anlaşılır bir şeydir. Abdülhamid de, yoksul emekçi halkın Tanzimat’ın ekonomik ve hukuksal olarak kendi  çıkarlarını gözetmeyen, eşitsiz uygulamalarına duyduğu tepkiyi, İslamcı, kültüralist bir belagatle istismar ederek, Tanzimat’ın en özgürlükçü yanlarını yok etmiş ama ekonomik ve siyasal olarak sömürgeleşme programını en vahşi, en gözü kara şekilde uygulamıştı. Laf uzadı. Farkındayım. Şimdi kaldığımız yerden devam edelim.

Kadro hareketi, Serbest Fırka hamlesine benzer şekilde, bir supap işlevi  görmüştür. Kentli aydınlar arasında sol veye sola meyletmesi muhtemel tepkiler bertaraf edilmek istenmiştir. AKP’nin gündemini uygularken kimi sol aydınları yanına çekmesiyle benzerliği var. Yoksa, Kadro’nun arkasında durulmamış olduğunu, radikal ve tehlikeli bulununca, bizzat en üst düzeyde teşvik edenler tarafından tatil edilmiş olduğunu biliyoruz . Bu noktada, yöntemsel olarak, aynı siyasal heyet tarafından  resmi olarak kurulmuş olan “sahte TKP” vak’asıyla da işlevsel olarak benzerliği olduğu söylenebilir.

Cumhuriyet yönetimi hiç bir zaman, özü itibarıyla, devlet önderliğinde, üçüncü dünyacı merkantilist ve korporatist bir kapitalizm anlayışını savunan, “Kadro ideolojisi”ni, programını izlememiştir. Kaldı ki, Kadro’nun  dillendirdiği fikirlerin o sıralarda, kapitalizmin bunalımı nedeniyle arayış içinde olan bir çok üçüncü dünya ülkesinde, örnekse, bazı  L.Amerika ülkelerinde de eşzamanlı olarak tartışıldığını, söz konusu fikirlerin ülkemizden çıkmamış olduğunu biliyoruz.

Kemalist idareciler kendilerinin, bir noktaya kadar, daha doğrusu, egemen sınıf fraksiyonları arasında şiddetli bir çatışmaya meydan vermeyecek kadar, burjuva devrimcileri olduklarının farkındaydılar. farklı, abartılı ideolojik tanımsal telkinlere itibar etmeleri kabil değildi.

Nitekim, İnönü, Kadro’nun devamı olarak görülebilecek Yön Dergisi’ne 1963’te vermiş olduğu bir mülakatta, Atatürk’ün, kendisinin ve diğer arkadaşlarının hiç bir zaman sosyal bir devrimi düşünmemiş olduklarını açık açık söylemiştir. Atatürk’e “sosyalist” yakıştırmasının kesinlikle doğru olmadığını söylemiş, hatta bunun iftira olduğunu ima etmiştir.

Zaten Atatürk’ün bu anlama gelecek ne bir ifadesi ne de icraatı vardır. Kapitalist emperyalizme karşı olduğunu söylemiş olduğu 1922’de, başka ne söyleyebilirdi ki? İşgalci emperyalist ülkeler ve onun işbirlikçisi Osmanlı hanedanlığıyla savaş halindeydi. Sovyetler Birliği’nden başka da stratejik ortaklık kurabileceği ülke civarında yoktu.

Gelgelelim, cumhuriyetin ilanı sonrasında hemen iktisadi ve sınıfsal tavrını net olarak ifade etmiş, o doğrultuda siyasal adımlar atmıştır. Bir şey daha söyleyeyim, DP şefleri “her mahallede bir milyoner” yaratacaklarını ilan etmişlerdi. Aslında bunu Cumhuriyet’in hemen başlarında Atatürk, “ülkemizde milyonerler, hatta milyaderler yaratmak istiyoruz” demek suretiyle daha önce hedefleri arasında ilan etmişti. Sonra, Atatürk kendisini, yapmış olduğu kişisel ekonomik girişimlerle, “burjuva girişimci” modeli olarak sunma çabası içinde olmuştur. Atatürk’ün tarımsal çiftlikleri, “kollektif” değil, “kapitalist” idi. Öyle değil mi? Özcesi, Atatürk de, İnönü de, Bayar ve Menderes kadar sol düşmanıydılar. Anti-komünist idiler. SSCB ile ilişki meselesine gelince, ekonomik olarak sıkıştıklarında, Menderes de Demirel de SSCB’nin kapısını çalmamışlar mıydı?

Sonra şunun da altını çizmek isterim: “İlerici” ve “solcu” olmak her zaman aynı anlama gelmez. Pekala bir sağcı tarihsel figür, sağcı bir siyasal kadro, burjuvazi gibi sınıf tarihte, belli bir uğrakta,  “ilerici” rol oynayabilir, “ilerici” olarak tanımlanabilecek eylemler içinde bulunabilirler. Bunun örnekleri çoktur. Ancak “solcu” olmak kesin ve net olarak bir sınıfsal tavırla, burjuvazinin egemen olduğu bir çağda ona ve kapitalizme karşı olarak proletarya sınıfının çıkarlarının temsilcisi, proletarya devriminin savunucusu, sosyalizmden yana olmakla mümkündür.  Her “ilerici” solcu olmayabilir; ama her solcu ilerici olmak zorundadır. Tarihsel olarak ilerici/gerici konumunu belirleyen,  sınıf mücadelesi içinde tutulan konumdur.

CHP’den hareketle benzer bir saptamayı,  mesela Batı’daki muadil partiler için de yapabiliriz. 80’lerin sonunda, reformist sol tarafından hararetle (Kabul edelim, “68 solu” bu restorasyoncu, hatta karşı devrimci anlayışı Batı’da yenilemiş, önünde yeni “radikal” kanallar açarak tahkim etmişti) desteklenen neo-liberal karşı-devrimci hareket, bu reformist ve “radikal” yeni solun katkısı olmasaydı, karşı-devrimi yapamazdı. Bir kez restorasyon, sonrasında karşı-devrim ve sosyalist cumhuriyetlerin tasfiyesi başlayınca, aslında bu reformist ve yeni solcu anlayışlara da ihtiyaç kalmamış, onlar da siyaseten tasfiye edilmişlerdi. Hep böyle olmaz mı?

Anti-komünist tasfiyeciliğin genel olarak solun tasfiyesi, ve bu arada tabii, demokratik ve ilerici döneminde, kapitalizmin getirmiş olduğu bütün aydınlanmacı, özgürlükçü ve eşitlikçi değerlerin, demokrasinin de tasfiyesi anlamına geleceği söz konusu “sol” kesimlerce anlaşılamadı. Anlaşılmış olduğu yerlerde de, zaten böyle bir örtük  gayeye sahip olunduğu için sorun olarak görülmedi.

Batı’da söz konusu reformist ve yeni-solcu radikal partiler sosyalist eforun sonuçları olarak ortaya çıkmışlardı. Kapitalizmin gericileştiği, onun en ilerici kazanımlarının sosyalizm mücadelesinin kazanımları olarak sahiplenildiği, bu kazanımların ancak sosyalizm mücadelesi içinde savunulabileceğinin idrak edilmiş olduğu  koşullarda etkinlik kazanmışlardı. Bugün etkinliklerini kaybetmiş olmalarıyla sosyalizmin karşı-devrimle geriletilmiş olması arasındaki canlı bağlantıyı göremeden en asgari düzeyde demokrasi mücadelesini dahi etkin bir şekilde verebilmeleri kabil değildir.

Bugün en asgarisinden demokratik istemler dahi ancak sosyalist bir perspektif içerisinde savunulabilir. Sosyalizm olmadan demokrasinin olamayacağı bir kez daha anlaşılmıştır. Sosyalist talepleri öne koyan bir stratejiyi öngörmeyen demokrasi, bağımsızlık mücadelesi bir kez daha havanda su dövmek anlamına gelecektir. Demokrasiye ancak sosyalizmden gidilebilir. Demokrasiyi, bağımsızlığı  savunan siyasetler,hareketler, önceden de olduğu gibi,  ancak sosyalizm mücadelesi içinde ortaya çıkabilirler. Gezi halkının kalkışmasında, “müesses” muhalefete karşı tavrında,  bu talep sezgisel olarak verilidir. Dünyanın başka yerlerinde de, mesela, ABD’deki “Occupy” hareketi, kimi bileşenlerinin başlatmış oldukları tartışmalar dolayısıyla, klasik “demokratik mücadele” formatı içinde hareket etmeyi sorgulamaya başlamıştır.

Türkiye’de emperyalist merkezlere entegre işbirlikçi burjuvazinin oligarşik örgütleri, siyasal partileri el birliğiyle, emperyalist merkezlerden gelen talepleri hayata geçirmektedirler. 2.Cumhuriyet düzeninin kurulmasında CHP’nin rolü AKP’den az değildir. Herhalde CHP’nin direnişine rağmen 2.Cumhuriyet’in tesisi yolunda bu kadar ileri adımlar atılamazdı. Mart Tezkeresi sonrasındaki gelişmeler, emperyalizmin bölgemizde başlattığı, gericiliğe dayanan savaş programını kararlılıkla uygulamaya koymasından sonra Baykal döneminden itibaren CHP, bu yeni koşullara adapte olmak adına dizayn edilmeye başlanmış, en son olarak, ikircikli ve yavaş davranan genel başkanının da tasfiyesiyle CHP, kendisinden talep edilen yeni rotasında aksamadan ilerleyebileceği bir yapıya kavuşturulmuştur.

Kılıçdaroğlu döneminde parti, 2.Cumhuriyet söz konusu olduğunda kraldan çok kralcı olmuş, AKP’nin arkasında, en gözü kara gerici politikaları uygulaması bakımından itki işlevi görmüştür. Bu şekilde AKP’nin önü sürekli açılmış, aksamadan yürüyeceği yolun döşenmesi sağlanmıştır. AKP, kendi gerici ve emperyalist politikalarını CHP, MHP ve BDP gibi partiler üzerinden meşrulaştırma olanağı bulmuştur.

Bu noktada, ilk “2.Cumhuriyet” girişimi olan ama o günkü koşullarda tam olarak realize edilemeyen 1946 ile bugün arasında, karşı-devrimin tesisi, gerici ve emperyalist politikaların önünün açılması bakımından bir süreklilik, CHP adına bir tutarlılık olduğunu söyleyebiliriz. 1946’da da CHP dinselleştirme programını uygulamaya koymuştu. 1946’da da solu itibarsızlaştırma çabası içinde olmuştu. 1946’da da liberal kapitalist politikaları benimsemişti.  O zaman da, “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” tavrıyla, DP politikalarını, yani emperyalist merkezlerin taleplerini meşrulaştırmış, yeni politikaların yerleşmesi bakımından yine paratoner işlevi görmüştü.

“17 Aralık operasyonu” öncesindeki ve sonrasındaki gelişmeler, belediye seçimlerinde aday tespitleri, izlenecek seçim stratejisinin belirlenmesi gibi konularda CHP yönetimi nin tamamen, Cemaat kanalıyla, emperyalist merkezlerin kontrolü altında olduğunu göstermiştir. Şimdi bir kez daha, MHP ile ortak olarak tespit ettiklerini söyledikleri, aslında her ikisinin de, işbirlikçi burjuvazi ve  dış emperyalist, gerici odaklar talimatıyla ilan ettikleri islamcı aday İhsanoğlu, CHP adına, karşı-devrim doğrultusunda yenilenen soğuk savaşın yeni Prof Ş.Günaltay’ı olarak görülebilir.

Bu kez CHP’nin adayı, içerideki kültürel ve siyasal restorasyon koşullarında değil, dünya çapındaki karşı-devrim doğrultusunda ve emperyalist saldırganlığın müslüman haçlı lejyonerleri de kullanarak BOP coğrafyasında operasyonlarını sürdürmekte olduğu koşullarda tespit edildiğinden, karşımızda Günaltay’a göre dahi daha gerici, bir ortaçağ figürü vardır. Bu portre emperyalistlerin vizyonuyla örtüşmektedir. Hele bugünkü gündem bağlamında düşünürseniz. Tam da “sünni eksen” oluşturma çabaları varken, İhsanoğlu’dan iyisi Şam’da kayısı!

Bugünlerde CHP yanlısı yazarlar, siyasetçiler tarafından AKP seçmenine “uyanın artık!” çağrıları yapılıyor. Komik tabii. AKP seçmeni uyutulmaktan memnun olabilir, asıl ondan şikayetçi olan muhalif CHP seçmenin desteklediği parti karşısında uyanık olması gerekiyor. CHP’ den karşılayamayacağı, dahası, var olma nedeniyle bağdaşmayan beklentiler içinde olanların uyanması gerekiyor. Aldatılmakta olduklarını hâlâ göremiyorlar. CHP’nin misyonu sol gösterip sağ vurmaktır. Aynısı, onun şakşakçılığını yapan yazarlar için de doğrudur.

Evet, CHP kurucu bir misyonu olan bir partidir.  Birinci cumhuriyetin kurucusudur.İkincisinin de olmazsa olmaz kurucusu olma gayretindedir. CHP olmadan birincisinin tasfiyesi mümkün olamazdı. İkincisinin inşası da kabil olamaz. AKP, CHP, MHP’yi tek bir düzen partisi olarak görmek gerekir. Aralarındaki sürtüşmelerin nedeni düzen karşıtlığından kaynaklanmıyor. Son olarak,  CHP ile CHP’ye oy veren insanları birbirlerine karıştırmak sosyalistler bakımından vahim bir yanlıştır.

T