Sığınmacılar ve göçmen işçiler sorunu 2

Öncelikle modern göç olgusunun kapitalizmin işleyişinin, kapitalist birikim yasasının kaçınılmaz bir sonucu olduğunu, “yedek emek-gücü ordusu” ve dolayısıyla göçler olmadan kapitalizmin yürümeyeceğini, kendisini genişletemeyeceğini (1); günümüzdeki görünümününse, kapitalizmin emperyalist aşamasında, özellikle son otuz küsür yıl içinde yaptığı (askeri boyutuyla da), jeo-ekonomi-politik hamlelerin ona küresel çapta yeni bir ivme kazandırmış olmasıyla ilişkili olduğunu tekrar edeyim.

Bu yazının ilk bölümünde Marx’ın Kapitalin 25.Bölümü’nün esasen, sermaye birikiminin genel yasası başlığı altında, (nüfus sorunu etrafında) bu göç konusunu da ele aldığını hatırlatmıştım (2).

Şimdiki duruma gelince, emperyalistlerin “büyük ortadoğu” olarak tabir ettikleri alanda 1990’da başlattıkları operasyon, Türk devletinin yayılmacı heveslerle ona verdiği lojistik destek, operasyon alanlarında mağdur edilecek kitlelerin Türkiye’de barındırılmasını da içeriyordu.

Yani operasyon bölgesindeki halk kısmen emperyalist işgal ve müdahaleleri meşrulaştırmak için emperyalistler ve onların lojistik maşası gibi işlev gören devletler tarafından organize bir biçimde, zorla ya da çeşitli vaatlerle ikna edilerek göç ettirildi.

Türkiye’ye göçün böyle bir siyasal içeriği var. Öncelikle bunu kabul etmek gerekiyor. Bu göç dalgasının sonradan şu ya da bu ölçüde kontrolden çıkmış olması, göç edenlere mal edilemez. Bu işe emperyalistlerle birlikte kalkışanların sorumluluğu ya da sorumsuzluğu ile alakalıdır.

Seksenlerdeki İran-Irak Savaşı’nın bu iki ülkede yol açtığı ekonomik ve sosyal tahribat, Irak’taki siyasal istikrarsızlık ve onun yol verdiği politik şiddet ortamı, doksanlı yıllarda, Sovyet Bloğu’nun çökertimesi, sonrasındaki neo-liberal “şok terapi”ler, Körfez Savaşı ve Yugoslavya’nın parçalanması, 2001’de açıkça ilan edilen Afganistan ve NATO savaşı, sığınmacı, mülteci ya da göç sorunları olarak adlandırılan vakaların tetiklenmesini sağladılar.

Yani bu sorunlar emperyalistlerin ve maşası Türk devletinin 2011’de dolaylı olarak Suriye’ye müdahalesinden önce baş göstermişti. Mesela, İran-Irak savaşı, bir anda Suriye’ye iki milyona yakın Iraklı mültecinin göçmesine yol açmıştı. O zaman Suriye nüfusu 17 milyon civarındaydı. Ekonomisi çöktü. Zaten o koşullar altında neo-liberal politikalar izlenmek istendi. Yani göç ya da sığınmacı akını sadece Türkiye’nin sorunu değildir. Bunu aklımızda tutalım.

Öte yandan, Suriye’ye müdahale planı Türkiye’ye doğru bir sığınmacı ya da göç akınını öngörmüştü zaten. Oyunun kurgusu içinde yer alıyordu yani. Ancak karşılaştıkları direniş dolayısıyla işler emperyalistlerin öngördüğü gibi gitmeyince, planları ellerinde patladı. Durumu kurtarmak için yaptıkları hamlelerse, bilindiği gibi, daha da batmalarına yol açtı. ABD’nin en hevesli bölge vasalı olarak Türk devleti haliyle en büyük zararı görecekti. Öyle de oldu, ancak henüz bu süreç tamamlanmadı.

An itibariyle, kazılmasına canla başla katkı vermiş olduğu kuyuya düşen Türkiye, çok karmaşık ve daha ağır bedeller ödemesine yol açabilecek bir siyasal ateş çemberinin ortasında bulunuyor. Kaçınılmaz sonu ötelemek için emperyalizme direnen Suriye halkı karşısında gerileyen, kaçan emperyalist-siyonist cihatçı maşalardan oluşturduğu derme çatma bir orduyla Suriye devleti ve Türkiye sınırı arasında sıkışıp kalmış bir halde bekliyor. Ne yapacağını, dahası, ne yapmak istediğini de bilmiyor. Öyle bekliyor.

Bulunduğu yer itibarıyla bu bekleyişi, Türkiye ve Suriye arasındaki sınırın kısmen silinmesini sağladı. Türk devletinin kontrolünde olmadığı görülen bir tampon bölge oluşmasına yol açtı.

Bugün ülkemizdeki Suriyeli göçü Suriye devletinin iradesinden kaynaklanmıyor. Türkiye devletinin iradesinden ve halen devam eden tercih edilmiş çaresizliğinden kaynaklanıyor.

Buraya kadar Suriyeli göçü denen olgunun nedenlerine değindim. Ancak Türkiye’ye göç ya da sığınmacı akını başta eski Türki Sovyet cumhuriyetleri olmak üzere başka kaynak ülkelerden de geliyor. Irak’tan, Afganistan’dan, İran’dan mesela.

Şimdi Türk faşistleri, özellikle de, “kaçak” çalışmalarını da bahane ederek çoğunluğu Arap kökenli sığınmacıları, kendilerinden beklendiği gibi, ırkçı bir söylemle gündeme getirirken, Arap kökenli olanlara nazaran daha çeşitli iş kollarında “kaçak” çalışan Türk soylu “kandaş” sığınmacılardan söz etmiyorlar.

Neden? Çünkü onlarla bir sorunları yok. Onlar Türk ırkından, yani Araplardan daha yüksek bir ırkın mensupları. Yani şikayetçi oldukları genel olarak sığınmacılar ya da “kaçak işçiler” değil, bunların “Türk kanı” taşımayanları.

Bugün hizmet ve özellikle turizm sektöründe, örnekse, otel ve lokantalarda, nakliye ve kargo taşımacılığı ya da lojistik sektöründe önemli ölçüde bu eski Sovyet cumhuriyetlerinden göç etmiş Türk soylu kişiler istihdam ediliyor.

Bu arada unutmayalım. Türkiye sadece göç ya da sığınmacı alan bir ülke değil, aynı zamanda, Batı’ya doğru göç veren de bir ülke. Bugün artık sadece Batı Avrupa’da değil, Doğu Avrupa’da da Türkiye’den gitmiş “göçmen işçiler” var.

Bu vak’a karşısında komünist tavır ne olmalı? Öncelikle bunun kapitalizmin olmazsa olmazlarından olduğunu, emperyalizmin yol açtığı koşullarda, küresel ölçekte, yaklaşık son kırk yılda ivme kazanmış ve halen sürmekte olan dinamik bir süreç olduğunu göreceğiz.

Keyfi yerinde olan insan göç etmez.

Kapitalist de olsalar “sosyal devlet” anlayışını uygulayan çoğu devletin, Sovyet Bloğu’nun çökertilmesiyle, emperyalistler tarafından küresel çapta bütün ülkelere empoze edilen neo-liberal uygulamalar yüzünden bu anlayışı terk etmeleri, yine bu neo-liberal anlayış dolayısıyla empoze edilen sanayi ve tarım politikaları sonucunda artan işsizlik, barınma, sağlık, öğrenim, çevre sorunları, kısacası insanların gelecek umudunu yok eden, her gün kötüye giden yaşam koşulları kitlesel göçü hazırlayan nedenler.

Ancak, bu hareketin tetiklenmesinde hegemonyacı emperyalist anlayışın küresel düzeyde uyguladığı savaş ve şiddet politikası çok etkili oldu. Halen bölgemizde, özellikle Ukrayna’da tanık olduğumuz gibi, etkili olmaya devam ediyor.

Bu kitlesel göçler göç eden için zorunluluktan kaynaklanıyor. O kadar öyle ki, çoluk çocuklarının dahi yaşamlarını riske ederek bu harekete kalkışıyorlar. Bu göçler daha adil, eşitlikçi yani kamucu bir dünya düzeni kuruluncaya kadar, dalgalar halinde sürecektir.

Bugün bunun kısıtlanması değil, planlı halde, ekonomik ve coğrafi eşitliği esas alacak biçimde sürdürülmesi tartışılmalıdır. Komünistler göçlerin engellenmesi çağrısına karşı çıkmalıdırlar. Bunun sorumlusu kapitalizmdir ve bu sorunu üretmeye devam edecektir. Çözüm olarak da, gaz almak , toplumu siyaseten daha da ilkel bir seviyeye çekmek anlamında, milliyetçi, ırkçı tepkilerin zincirlerinden boşalmasını tercih edecektir.

Dünyanın çoğu ülkesinde sendikal yapılar çökertildi veya zayıflatıldı. Şimdi işçi sınıfı siyaseti bu yapıların yeniden güçlenmesi için göçmen işçi dinamiğini de kullanarak hareket geçmelidir. Emek örgütleri, işçi sınıfı partileri artık göçmen nüfusa dayanmadan, hele ona karşı tavır alarak güç kazanamazlar. Sosyalizm bu göçmen nüfusun katılımı olmadan ne ulusal düzeyde, ne de bölgesel çapta gerçekleştirilemez.

Bu göç emekçi halkları birbirlerine bağlamak, aralarındaki kültürel, devrimci siyasal etkileşimi güçlendirmek için bir olanaktır. İşçi sınıfı partileri, emek örgütleri tereddüt etmeksizin bu aktarımı temin eden kayışlar gibi işlev görmeye çalışmalıdırlar.

Öte yandan şunu da dikkatten kaçırmayalım: Artık göç edenler sadece toplumun en alt katmanlarını oluşturan yoksul ve yoksun kesimler değildir. Mevcut kitlesel göç olgusu içinde eğitimli, meslek sahibi, kalifiye insanların sayısında da kayda değer bir artış olduğu gözlemleniyor.

Bütün bu kesimleri kucaklayacak sosyalist, dayanışmacı çalışmalara hız verilmesi lazım. “Tamam özgürlükçüyüz, ama salak da değiliz” şeklinde de formüle edilen sonuçta siyaseten ırkçı faşistlerce buluşacak olan küçük-burjuva dar kafalılığına prim veremeyiz. Popülist ya da faşist protestocularla aynı kulvarda yer alamayız.

Dünya komünist güçleri genel olarak hâlâ soruna tereddütlü yaklaşıyorlar. Çünkü bunların bir çoğu kendilerini “seçimden seçime” partileri haline getirdiler, bunu görüyoruz.

Göçmen işçilerle, yerleşik işçilerin birliğini, birlikte sermayeye karşı direnmelerini örgütlemek en öncelik arz eden konudur. Öyle kulağa hoş gelen “sol” belagatle zaman kaybetmeyelim.

Bunun için sıkışılmış ilçelerden, onun kafelerinden çıkıp, göçmen, sığınmacı mahallelerine gitmek, onlarla örgütsel temas kurmak şarttır. Marksizm-Leninizm bir orta sınıf ideolojisi değildir. Enternasyonalist işçi sınıfının siyasal ve ideolojik pratiğidir. Komünizm entelektüel olarak “parlak çocukların” geviş getirdikleri ulaşılmaz bir “yüce fikir” değildir. Somut, reel, eşitlikçi, kamucu bir toplumsal düzen oluşturma pratiğidir.

Şimdi bizdeki “Suriyeliler” e gelelim. Öncelikle bunlar arasında cihatçı teröristler, Suriye devletine karşı suç işlemiş katiller, hırsızlar, arsızlar olduğunu biliyoruz. Bunların bir çoğuna vatandaşlık verilmiş olabileceğini de tahmin etmek zor değil. Bunların sayısı devletteki kayıtlarda bellidir. Bunların kazanımları yok hükmündedir. Yargılanmaları için Suriye yönetimine iade edilmelerini talep edeceğiz.

Bu suçlular dışındaki Suriyeli sığınmacılardan kendi istekleriyle ülkelerine dönmek isteyenlere her türlü devlet desteği temin edilmelidir. Ülkelerine döndüklerinde orada hak kayıplarına uğramamaları için iki devlet görüşüp, gereğini yapmalıdır.

Türkiye, Suriye halklarına karşı suç işlemiş bir ülke konumundadır. Suriye’ye dönmeyi arzu edenlerin ülkelerinde belli bir düzeyde yaşam standardına sahip olabilmeleri için belli bir plan ve program dahilinde harcanmak üzere Türk devleti tarafından iki devletin (uluslararası kabul edilmiş ölçülere göre) anlaşarak saptayacakları bir tazminat (aynî ve/veya nakdî) Suriye devletine ödenmelidir.

Bunlar dışında ülkemizde yaşayan Suriyeli (ve diğer) sığınmacılara önce ülkeye adaptasyonlarının etkin bir şekilde sağlanabilmesi için iki yıllık mülteci statüsü verilmeli, sonra da yurttaşlığa kabul edilmeleri talep edilmelidir. Bu mülteci statüsü sürerken, isteyen göçmen anavatanına, oradaki haklarını kaybetmeden geri dönebilmelidir. Tüm bu süreç boyunca herhangi bir Türk vatandaşı gibi, sosyal haklara sahip olarak çalışma özgürlüğü ve örgütlenme hakkı tanınmalı. Ailelerine, çocuklarına bütün Türk yurttaşlarının sahip oldukları sağlık, eğitim hak ve olanakları sağlanmalıdır.

Bir de, Avrupa ülkelerine gitmek iiçin Türkiye’yi bir tür istasyon gibi kullanmak isteyerek ülkemize gelmiş sığınmacılar var. Onları engellemek için Türkiye ve Avrupa Birliği arasında yapılmış antlaşmaları ifşa edip, bu antlaşmaları reddetmek gerekir. AB ile sığınmacıların çıkarlarını gözeten yeni bir antlaşma için AB ülkelerine baskı yapmak şarttır. Sığınmacılar uluslararası ilişkilerde şantaj olarak kullanılamazlar.

Tüm bu süreç boyunca, sendikalar, diğer emek örgütlerinin etkin bir rol alması için bu örgütlerden talep yükseltilmelidir. Göçmenler için tahsis edilmiş uluslararası yardımlar doğrudan göçmenler ve onlarla dayanışan, onların intibakını sağlamakla görevli kamusal ya da özerk kurum ve kuruluşlar arasında adil biçimde, uluslararası şeffaflık ilkelerine uygun ve uluslararası denetime açık olarak pay edilmelidir.

Bu “Suriyeliler” başlığı altında söylediklerim, değişik ülkelerden gelmiş bütün diğer sığınmacılara da aynı şekilde ve ayrımsız uygulanmalıdır.

Şimdi çıkıp, “emperyalizm demografimizi bozuyor, nüfusumuzu karıştırarak, biz Tükleri pek yakında azınlık haline düşürecekler” mealindeki milliyetçi saplantılardan kurtulmamız lazım.

Demografi ya da nüfus statik değil, dinamik bir kavramdır. Her tarihsel-toplumsal üretim tarzının kendine özgü nüfus yasaları vardır. Soyut bir nüfus yasası olmadığını Malthusçülüğe Marksist reddiye dolayısıyla biliyoruz. Hatta tarih içinde giderek daha fazla insan müdahalesine maruz kalan doğada, hayvan ve bitki yaşamlarında dahi bu yasa soyut olarak düşünülemez artık.

Sermaye birikiminin sürekli arttığı koşullarda, bunun aynı zamanda, sermayenin organik bileşiminde değişken sermaye (emek-gücü) aleyhine işleyen sürekli bir hareket anlamına gelmesi dolayısıyla, kapitalist üretimde nüfus artışıyla doğru orantılı olarak artan sayıda istihdam gerçekleştirilemez. Üretimin genişlemesi ve daha fazla sermaye birikimi için gerekli olandan fazla bir nüfusa ihtiyaç var. Hep el altında tutulması gereken bir nüfus…

Kapitalizmin aşırı üretim ve azalan kâr oranları dinamiğinin yol açtığı büyük bunalımlar, özellikle (halen tanığı olduğumuz gibi), büyük teknolojik atılımların yapıldığı devirlerde kendilerini gösterirler. Göç olgusu da bununla aynı sıralarda ivme kazanır.

Kendisinin de yaratılmasına katkıda bulunduğu bu koşullarda, tıpkı pazarlanmak için değişik pazarlara gönderilen metalar gibi, bir meta olarak emek-gücü de, istihdam olanaklarının nispeten fazla olduğu coğrafyalara doğru hareket eder.

Böylece nüfus, kapitalizm koşullarında, fiili nüfus artışından farklı olarak, kapitalizmin işleyiş dinamiğinin yarattığı sömürülmeye hazır bir artık-nüfus olarak, “yedek işçi ordusu” veya ucuz emek-gücü gereksinimi etrafında, öncelenmemiş ölçüde akışkan bir görünüm kazanır. Öyleyse, modern nüfus ve göç sorununun temelinde kapitalizm vardır.

Emperyalizm çağında demografi artık (öncelikle dayatılan uluslararası işbölümü dolayısıyla- mesela şimdi aklıma geldi, bizde neo-liberal entegrasyon talebiyle, KİT’lerin yağmalanmasını, tarımsal sübvansiyonlardan büyük ölçüde vazgeçilmesini, yine mesela, tütün ekim alanlarının sınırlandırılmasını düşününüz) jeo-ekonomi-politik bir olgudur. Kaçınılmaz olarak uluslararasılaşmıştır.

Dünya tarihi gibi demografi de belli bir coğrafyada, belli bir ırkın, bir kültürün, homojen bir nüfusun imtiyazlı kılındığı dar görüş açısından okunamaz.

Dünya üzerindeki bütün ülkeler tarih içinde göçlerle oluşmuştur. Göçlerle yıkılmış veya göçlerle, yeni bir sentezle ve daha ileri aşamada, yeniden kurulmuşlardır. Evet, Cermen sürülerinin istilası “uygar” Roma’yı yıkmıştı. Doğru. Ama sonradan Avrupa adı verilecek daha yüksek uygarlık da, Roma ve Cermen sentezinden çıkmıştı..

Son olarak, bugün Avrupa ülkelerinde yükselen popülist ırkçı dalga kırılmaya mahkumdur. Avrupa kapitalizmi artık “göçmen işçiler” olmaksızın yürüyemez. Özellikle sürekli genişleyen hizmet sektörünün ihtiyaç duyduğu işçilerin bugün ağırlığı giderek artan ölçüde Avrupalı-olmayan göçmen olması bunun göstergesidir. Orada da emek örgütlerinin ırkçı yaklaşımları terk ederek bu yeni gelen sınıf kardeşlerini örgütlü “legal” işgücüne dahil etmek için çalışması gerekir. Bu göçmen emekçiler, orta erimde, bugün kendisini bir eski eserler müzesi haline getirmiş Avrupa’ya yeni, anti-emperyalist bir sol dinamizm kazandıracaklardır.

Her geçen gün daha sefil konumlara savrulan malum “Avrupa solu” nun bazı ülkelerde aşırı sağa karşı sağcılarla, mesela Fransa’da sağ popülist Le Pen’e karşı halen emek düşmanı, saldırgan emperyalist NATO politikalarının ağzı salyalı destekçisi olanlarla ittifak kurmak istemesi, onların tükenişlerinin en çarpıcı ifadesidir. Eğer sol politikaları, neo-liberal politikalar lehine terk etmeyip, emekçilerden yana demokratik güçlerle ittifak içinde olsalardı, zaten ne Macron ne de Le Pen bu kadar güçlenirdi.

“Halk Cephesi” imiş, o adını andıkları 30’lu yılların halk cephesi Nazi faşizminin dünya devrim ve demokrasi güçlerine karşı saldırıya geçtiği koşullarda, onun karşısındaki demokratik güçler arasında bir ittifaktı. Sonuçta, Fransız finans-kapitali Paris’te Halk Cephesi hükümetini görmektense, Hitler’i görmeyi tercih ettiği için iktidardan düşürüldüler.

Şimdiki “çakma” halk cephesi, ittifak yapacaksa, onu zamanında saldırgan emperyalizmi temsil eden Macron ve avenesine karşı oluştursaydı. Le Pen karşısında destek aranacak yer saldırgan, yayılmacı ve neo-nazi Ukrayna devletinin işbirlikçisi Natocular olamaz.

Unutmayalım, Le Pen’ler, sol gerçek bir sol gibi davranmadığı, emekçi kitlelerin taleplerine yanıt vermediği için yükseliyorlar.

Batı medyası ve oradaki “sol” entelegensiyasının etkisi altındaki Türkiye solcusu, sorunlara Lenin ve Stalin gibi, yani emperyalizm karşısında konumlanmış devrimci sosyalist siyaset açısından küresel bir perspektiften bakamıyor.

Mesela, Trump beyan ediyor, “hayır, Ukrayna Nato üyesi olmayacak, Nato artık genişlemeyecek “, hatta “Nato ABD’nin sırtında yük” diyor. Biden ve Avrupa’daki uydularıysa tersine, “Ukrayna da, Japonya da, G.Kore de, İsrail de, Gürcistan da NATO üyesi olacak diyorlar. Beyandan söz ediyoruz. Trump iktidar olduğunda, ABD devletinin ihtiyaçları nasıl şekillenir bilemeyiz, tersini yapar, yapmaz, o ayrı bir konu yani.

Ancak, Türkiye’nin çoğu solcusu için Biden daha makbul oluyor. Trump iktidardayken, kimseyle savaşmadı. Tersine, işgal ettiği bazı topraklardan askerlerini çekti. Hatta Afganistan’da gördüğümüz gibi, Biden da onun geri çekilme politikasını sürdürmek zorunluluğu duydu.

Ne Trump deriz, ne Biden deriz. ABD emperyalist devleti yok olsun deriz. Trump, ırkçı, ultra-milliyetçi, cinsiyetçi falan. Tamam. Trump, mevcut emperyalist hegemonyanın sürdürülmesinin güçleştiği, şiddetli bir meydan okumanın gerçekleştiği koşullarda zuhur etti. Kapitalist devletler arasında “yeni bir dünya düzeni ” talebinin yükseldiği şartlarda etkili oluyor.

Önce şunu not edelim: Bu durumda tekelci finans sermayesi, ya klasik anlamındaki faşizmle; ya da onun görece yumuşak bir versiyonu olan popülizmle idare edebilmektedir. Bu ikinci durum, merkezci siyasetler etrafında oluşturulmuş ekonomi-politik yapıların (siyasal partiler, sendikalar, meslek örgütleri vs) dağıtılmasını öngerektirir. Son çeyrek yüzyıldan beri burjuva siyasal örgütlenmesinde, dünya ölçeğinde, bu eğilim güçlenerek devam etmektedir.

Şimdi çıkıp, Amerikalı tuzu kuru bir orta sınıf liberalin, Trump’ın dar anlamda iç politikayla ilgili gerici bir talebini öne çıkarıp, “Nato’yu genişletmeyeceğim. Ukrayna savaşına Rusya ile barış yaparak son vereceğim” demesini önemsememesi gibi hareket edemeyiz.

Evet, iç politika ve dış politika arasında süreklilik saptamak mümkündür. Ancak bu daha çok izlenilen yöntem, yaklaşım ve araçlarla alakalı olabilir. Bunu ihmal etmeyelim. Ülkelerinin neden olduğu, çok sayıda aile faciasına da neden olan kitlesel göç mesela o liberallerin ne kadarının umurunda?

Bir yandan da hâlâ güreşe doymayan pehlivanlar gibi Stalin yoldaşı karalamakla meşguller.

NOTLAR:

(1) Bu kapitalizmin yarattığı modern göç olgusu söz konusu olunca, sadece ülkeler arası ya da denizaşırı göçleri düşünmeyelim. Ulusal ölçekte de, kırsal ya da nispeten az gelişmiş, veyahut kapitalizm-öncesi ekonomik ilişkilerin güçlü olduğu bölgelerden sanayi kentlerine doğru bir harekete de referans verir. Mesela bugün Çin’de sanayi kentlerindeki emek-gücünün en az yüzde yirmi yedisinin “göçmen işçiler” den oluştuğu biliniyor.

(2) Ayrıca, Sol Yayınları tarafından derlenmiş: Nüfus Sorunu ve Malthus’un özellikle ikinci bölümüne; bu arada, aynı yayınevinin Ücret, Fiyat, Kâr adlı kitabına da bakılabilir.

AKP-MHP koalisyonu bozulabilir mi?

İktidardaki koalisyon, bugünkü koşullarda, ancak 2013 Haziran’ındaki halk ayaklanması gibi, tıpkı bundan önceki koalisyonun başına geldiği gibi, halkın inisiyatif almasıyla bozulabilir.

Hatırlarsak, o zaman da muhalefet, gerçek bir muhalefet gibi davranmaktan kaçınıyor, top çeviriyordu. Hatta Gezi olayı patladığı sırada, CHP’nin artık güreşe doymayan pehlivan görüntüsü veren sabık başkanı yanlış hatırlamıyorsam, İstanbul, Üsküdar Meydanı’nda bir “gaz alma” mitingi düzenleyecekti.

O halk ayaklanması sonrasında panikleyen ortaklar arasında beklenen hesaplaşmanın erkene alınması, 17-25 Aralık ve 15 Temmuz’a kadar uzanan bir süreç…

Şimdi de, iktidarın kitle desteğinin hızla azaldığı koşullarda, hazır CHP de yumuşama ve AKP ile olası bir koalisyon için sinyal veriyorken, yeni, üçüncü bir koalisyonla yola devam etmek olanağı Erdoğan tarafından değerlendirilmek istendi.

Tabii bunun için artık kitleler tarafından taşınması mümkün görülmeyen mevcut koalisyonun bir biçimde bozulması gerekiyordu. Sinan Ateş cinayetine koalisyonun AKP kanadı tarafından vaktiyle eski ortak Cemaat’in “17-25 Aralık ” hamlesine benzer bir işlev yüklenmek istendi. Ancak Tayyip Erdoğan, bu bakımdan, Cemaat kadar cesur davranamadı. Hamlesinin arkasında duramadı.

Cemaat cesurdu, çünkü devletin güvenlik aygıtlarının, bu arada, emperyalist güçlerin de desteğine sahip olduğunu düşünüyordu. Şark’ta genellikle olduğu gibi, kendisine vur denildiğinde, öldürmeye kalkışınca, ortada bırakıldı.

Cemaat cesurdu, çünkü Tayyip Erdoğan’ın, o zamanki medyanın sık kullandığı bir ifadeyle, “bakanlar”, “danışmanlar”, “yaverler”, “korumalar” aracılığıyla “ense köküne kadar girmiş” ti.

O koalisyonun çözülmesi hayli gümbürtülü ve kanlı olmuştu. Hatta şimdiki koalisyonu oluşturan diğer kanat devreye girmemiş olsaydı, Tayyip Erdoğan devri o zaman kapanmış olacaktı.

Ergenekon ve benzeri davalar dolayısıyla tasfiye edilmeye çalışılan derin boyutuyla birlikte o zamanki devletin Gezi’nin bir yan sonucu olarak kurtulması, AKP rejiminin yenilenmesinde, ya da ikinci döneminin başlamasında önceden kimsenin düşünmemiş olduğu bir etken oldu.

15 Temmuz’dan sonra devlette, özellikle güvenlik bürokrasisi içinde oluşan (biçimsel olarak) “bonapartist” kısa arayı, Erdoğan, bu arkasındaki, topladığı sokak güruhu da dahil, yeni destekle, iyi değerlendirerek, malum sivil darbesiyle sona erdirdi.

Erdoğan o sıralarda, resmedilmesini Viktor Hugo’nun fırça darbelerine borçlu olduğumuz, kendi çapında bir “Küçük Napolyon” portresiydi.

Tabii, bu yeni koalisyonun yeni ortağı, eskisinin deneyimlerinden dersler çıkartacaktı. Bu anlaşılır bir şey. İşi sıkı tutacaktı. Erdoğan’a muhafızlık etmek sadece bakanlara, Saray danışmanlarına, hatta “baş danışmanlar”a, yaverlere, güvenlik bürokrasisindeki elemanlara bırakılamazdı. Kuşatma, Erdoğan ve çevresinin yaramayacağı şekilde tahkim edilmeliydi.

Bu arada, Gezi korkusu belki de Erdoğan’dan daha çok bu yeni ortağın ya da yeni ortakların bilincinde yerleşik olmalıdır.

Koalisyonun yeni ortağının ( veya yeni ortaklarının) bu kez Erdoğan’ın zaafını iyi bilmeleri dolayısıyla olsa gerek, ona bir işbölümü önermiş ya da dayatmış olmaları mümkündür. O akçalı işleri, ihaleleri vb çekip çevirirken, diğer kanat “devlet meseleleri” ile meşgul olacaktı. Bu bakımdan Erdoğan’a öncelenmemiş bir hareket alanı yaratılmış olduğu, yakınında bulunmuş olanların malum itiraflarıyla da açığa çıktı (1)

Bu ikinci döneminde Erdoğan ve çevresi için “devletin bekası” teması, yeni ortak tarafından, son yirmi küsür yılda kazanılmış olanların bekası anlamına getirilmiştir. Erdoğan’ın bütün siyasal davranışlarında bu kaygu belirleyici bir konumdadır. Siyasal değerlendirmeler yapılırken, bunun unutulmaması ve ihmal edilmemesi gerekir.

Öbür kanat Erdoğan olmadan iktidarda tutunamayacağını biliyor. Bu yüzden Erdoğan’ı sıkı sıkı tutması gerekiyor. Ne pahasına olursa olsun. Bir erken seçime de, en azından bugünkü koşullarda, izin vermeyeceklerdir. İpten alıp, yeniden, hem de eskisine kıyasla, hayal bile edemeyeceği bir siyasal konumda, iktidar yaptıkları, yeniden var ettikleri Erdoğan’ı şimdi kurda kuşa yedirmek istemeyeceklerdir. Hakları tabii. Ne diyelim?

Ancak bu gidiş de, sürdürülebilir değil. Emperyalistler, sermaye sınıfı, bu arada, onlarla “iltisaklı” iki kanat da, güreşçi tabiriyle, “oyun arayışı” içindeler. Bu işe bir biçimde CHP dahil edilmeden, işin içinden çıkılamayacağında sanki bütün taraflar hem fikir.

Bir yanda, CHP’den çok, AKP’nin üzerine oturmuş olduğu ANAP yapısını devir alma hesapları içindeki İmamoğlu çevresi; diğer tarafta, “Allah devletimize zeval vermesin” kültürüyle yetişmiş Özel. Tabii bir de, joker ya da mikser gibi işlev görmeye hazır Kılıçdaroğlu.

Son bir not olsun, dar alanda kısa paslaşmalar arttıkça, koalisyonun iki tarafının da, daha önce bu netlikte göremediğimiz, ya da hiç göremediğimiz devlet içinden ve dışından, tabii “muhalif” medyadan da bileşenlerini fark ediyoruz.

Paslaşılan alan daralmaya devam edecek. Göreceğimiz hiç bir şey sürpriz olmayacak. Emin olun!

NOT:

Nasıl önceki koalisyon sırasında, AKP’nin iktidarını borçlu olduğu o zamanki ortağı Cemaat, koalisyon iktidarını konsolide etmek için yarattığı davalarda, polis, yargıç ve savcı gibi elemanlarıyla manipülasyonlara başvurduysa, şimdi de benzer bir işlevi başta MHP olmak üzere, bu son koalisyonu oluşturan, bir çoğu “eski soğuk savaş” rejiminin derin devletinin bileşenleri “ulusalcı” ya da “Atatürk milliyetçisi” tabir edilen, mafyayla iç içe geçmiş, asker-sivil bürokratik, siyasal ve medyatik oluşumların, Gezi Davası, Tahir Elçi Davası, Kobani Davası, Gar katliamı Davası ve son olarak Sinan Ateş Davası gibi yargılama süreçlerinde geçmişte Cemaat’in yaptığına benzer bir işlevi yerine getirdiği görülüyor.

Sığınmacılar ve göçmen işçiler sorunu 1

1945’te kurulan dünya düzeninin 1989’da çökmesi sonrasında emperyalizm dünyaya egemen olma stratejisini ilk kez 1990’da Irak’ta; 1991’de Yugoslavya’da uygulamaya koyarak başlattı. Bilindiği gibi daha kapsamlı etaplar halinde bu strateji gerçekleştirilmeye çalışıldı.

Sovyet Bloğu’nun çökmesiyle birlikte dünya çapında var olmasında ve varlığını sürdürebilmesinde çok önemli bir rol oynadığı, ilerici ve sosyal demokratik örgütlenmeler ve politikalar da bir bir sahnenin dışına itildiler.

Dünya çapında emek örgütleri, emekçileri, ihtiyaç sahiplerini gözeten, kollayan yapılar ve politikalar geriletildiler. Toplumsal eşitsizlikleri dünyanın her yerinde, ama özellikle de bu eşitsizliklerin zaten görece daha derin olduğu coğrafyalarda giderek dayanılmaz hale getiren kapitalist-emperyalist uygulamalar sahneye konuldu.

Bu yeni “kavimler göçü” nün nedeni emperyalizmin emeğe, emekçilere, sömürge, yarı-sömürge halklara ve onların örgütlerine ve devletlerine karşı 1970’li yılların sonuna doğru planlı bir biçimde başlattığı ve 1990’dan itibaren ivme kazandırdığı, halen sürmekte olan gerici birleşik saldırıdır.

Emperyalistlerin BOP stratejisi çerçevesinde gerçekleştirdikleri işgaller, zaten emekçi halklar tarafından ağır bir şekilde hissedilen ekonomik baskıları, eşitsizlikleri, maruz kalınan politik şiddeti daha da arttırdı.

Tarihte daha önce görülmüş örneklerinde olduğu gibi derinleşen ekonomik eşitsizlik, artan yoksullaşma, askeri ya da paramiliter işgaller, yoğunlaşan politik şiddet, insanları bir kez daha her türlü riski göze alarak kitleler halinde göçe teşvik etti.

Marx, Kapital’de insan göçünün kapitalizmin eşitsiz işleyişinin bir sonucu olduğunu gösterir. Yani emperyalist aşamasından önce de kitlesel göçler bir olgudur. Emperyalizm devrinde ivme kazanıp, daha geniş bir coğrafyada cereyan eder hale gelir. Kapitalizm her zaman ucuz emek-gücüne ihtiyaç duyar. Bunun farkında olan Marx, bilindiği gibi, Kapitalin ilk cildinin 25. Bölümü’nü, her ne kadar bölüm başlığı “sermaye birikiminin genel yasası” olarak belirtilmiş olsa da, esas olarak, göçün odağında yer aldığı, nüfus soruna ayırmıştır.

Kapitalizmin ilk büyük krizinden sonra globalist finansallaşma eğilimlerinin güçlendiği, emperyalist aşamaya ulaşıp, dünya savaşına yol açtığı bir zamanda, 1880-1920 yılları arasında, sadece ABD’ye göç eden nüfus 20 milyondan fazla. Aynı sıralarda Arjantin’e 5 milyon kadar; Avustralya’ya yaklaşık 1 milyon kişi göç etmiş. Bu listeyi uzatmak mümkündür. Şunu da ilave edeyim, bu göçler savaştan epey önce de, hemen sonra da büyük ölçüde Avrupa ülkelerinden geliyordu.

Ülkeler arasında sadece sürekli yerleşim için değil, iş bulmak, çalışmak için de yoğun göçler vardı. Örnekse, İrlandalılar İngiltere’ye; Belçikalılar Fransa’ya; İtalyanlar İsviçre’ye vb.

O sıralarda, Çin, Japonya ve Afrika ülkelerinden göçler nicelik olarak Avrupalı göçünün arkasından geliyordu.

Bu göçler, “göçmen işçiler” sorunu etrafında 1893’ten itibaren 2.Enternasyonal’in gündemine taşınıyor. Göçmen işçiler, hemen tahmin edilebileceği gibi, sermaye tarafından ucuz işgücü, grev kırıcı gibi roller verilerek yerleşik, örgütlü işçi sınıfına ve onun örgütlerine karşı kullanılıyor.

Bu yönüyle, konu yerleşik işçi sınıfı ve işçi siyasal hareketi içinde huzursuzluklara, protestolara neden oluyor. Göçmen işçiler ve yerleşikler arasında fiziki kavgalara yol açan gelişmeler yaşanıyor.

Ancak asıl sorun kaynağı, kahir ekseriyeti endüstriyel çalışma kültürü ve politik sınıf bilincinden yoksun, kölece çalışma koşullarına yatkın Asyalı ve Afrikalı işçiler oluyor. Protestolar ırkçı bir boyut kazanıyor. Mesela, 1880’li 90’lı yıllarda, ABD, Avustralya gibi ülkelerde, bu Asya ve Afrikalılara karşı işçi sınıfı içinden de geniş destek bulan ırkçı kampanyalar yürütülüyor.

Bu ırkçı kampanyalar toplumsal düzeni tehdit eder bir hal almaya başlayınca, mesela, ABD hükümeti 1882’de ve 1892’de Çinli ve Japon göçünü kısıtlayıcı yasalar çıkartıyor. Sağ kanat bazı sosyalistler beş, on yıl içinde ABD nüfusu içinde sarı ve siyah ırkın ağırlığının çok artacağından duydukları “infial” i dile getiriyorlar. Bu baskılar altında, hükümet tarafından yurttaşlık hakkı kazanmış olan Çinlilerin dahi bu hakları belli koşullarla iptal ediliyor. California eyaleti yoğun Japon göçüne karşı katı, ırkçı imaları olan önlemleri yürürlüğe koyuyor.

Bu yasalara verilen veya verilmeyen destekler yüzünden işçi sınıfı örgütleri ve siyaseti içinde tartışmalar yapılıyor, bölünmeler oluşuyor. Mesela 1901’de Avustralya’da, “Beyaz Avustralya” ırkçı sloganı altında yürütülen kampanya sonrasında çıkartılan anti-göçmen yasası işçi sendikalarının geneli tarafından, birçok sosyalist örgüt tarafından destekleniyor.

2.Enternasyonal henüz Avrupalı göçmen işçilerin sorun olarak görüldüğü bir sırada, 1893’te, 1896’da, göçmen işçilerle dayanışma çağrısı yapıyor. Sosyalist parti ve işçi örgütlerini onlar arasında propaganda çalışmalarını arttırmaya, mevcut emek örgütlerine dahil olmalarını sağlamaya çağıran kararları peş peşe alıyor.

Ancak, 20yy’ın başlarından itibaren, yani 2.Enternasyonal’in halen Marksist olduğu sıralarda, önceki dayanışmacı anlayışının ırkçı çıkışlar, ve çağrılarla protesto edildiğine tanık olunuyor. Bazı etkili Amerikan, İngiliz, Alman, Fransız sosyalistler, sarı ve siyah ırkın “yüksek kültürü temsil eden işçiler” için tehdit oluşturduğunu açıkça dile getiriyorlar.

Bu eğilim özellikle 1904’teki Amsterdam ve 1907’deki Stuttgart kongrelerinde güçlenerek ve yeni görünümlere de bürünerek boy gösteriyor. Amsterdam’da Amerikan Sosyalist Partisi Enternasyonal’e, göçe karşı çıkması, özellikle “geri kalmış ırklar” dan olanların göçünün yasaklanması çağrısı yapmasını istiyor. Çoğunluk bu talebe direniyor. Ancak bu direnç, sosyalist parlamenterlerin “göçü önlemeye yönelik yasama etkinliklerini” desteklemesi yolunda bir kararın çıkmasını önleyemiyor.

Bununla birlikte Kongre’ye katılan delegeler arasında konu etrafında şiddetli tartışmalar oluyor. Enternasyonal’in göç komisyonu “proleter dayanışma ilkesine aykırı” kısıtlayıcı, engelleyici yasa ve önlemlerin reddedilmesi için ısrarcı oluyor. Sonunda sol kanat sosyalistler, oportünist sosyalistleri geri püskürtmeyi başarıyorlar.

1907 Stuttgart Kongresi’nde bu göç tartışmasına paralel denebilecek biçimde, “kolonyalizm” tartışmaları da yapılıyor. Tahmin edilebileceği gibi, bu ikisi arasında, kolonyalizm ve kitlesel göçler arasındaki bağlantı açık ya da örtük olarak daha baştan saptanıyor.

Sosyalist hareket içinde nasıl göç konusunda, enternasyonalist işçi sınıfı siyasetiyle bağdaşmayan yasaklayıcı, kısıtlayıcı, ırkçı söylem ve davranışlar yer bulabilmişse, benzer biçimde, kolonyalizm konusunda da, onu destekleyen, hatta sosyalizm altında bunun daha insani bir şekilde yürütülebileceğini öne süren görüşler, hatta karar tasarıları ortaya atılıyor.

Sosyalist hareketin bu iki tartışma ve bu iki sorun başlığındaki ayrışması, fiilen 1914’te gerçekleşecek kopuşun habercisi olarak görülmek gerekir.

Yine de geçmişteki bu tartışma bize soruna enternasyonalist işçi sınıfı siyaseti görüş açısından yaklaşılması gerektiğini hatırlatması, bu bakımdan bizi uyarması dolayısıyla ayrıca önemlidir.

NOTLAR:

1) Burada çok kabaca özetlediğim tartışmaların ayrıntıları Georges Haupt’un iki ciltlik La Deuxieme Internationale (Mouton & CO, Paris 1969) adlı çalışmasında bulunabilir. Yine iyi özetlenmiş bir kaynak olarak Mark Taber’in yayına hazırladığı Under the Socialist Banner, Resolutions of the Second International 1889-1912, Haymarket Books, Chicago 2021 adlı kitabı önerebilirim. Kolonyalizm konusunu, emperyalizmle ilgili olarak yazmayı düşündüğüm yazıda ayrıca ele alacağım.

Bu arada geçerken şunu da belirteyim, Leninizmin batılı olmayan dünyada büyük bir rağbet görmüş olmasının nedenleri arasında bu tartışmaların ayrıcalıklı bir yerinin olduğunu düşünüyorum.

Evet, emperyalizm kavramı ve sorunu Lenin’in keşfi değildir. Ancak Lenin’in bu kavramı kullanma şekli, yani onu siyasallaştırma şekli Leninisttir. Sonra, onun emperyalizm hakkındaki kitabı 1916’da yazılmıştır. 1917 ortalarında broşür formatında yayınlanmıştır. Ancak, bu tarihten çok önce henüz (1916’daki) kavramsal düzeyinde olmasa da, Lenin olgunun farkındadır, yazılarının, tartışmalarının odağını, doğrudan kavramsal olarak ifade edilmemiş olsa da, oluşturur. Benzer bir şeyi, belli bir ölçüde, ta Komünist Manifesto’dan başlayarak, Marx ve Engels için de söylemek mümkündür.

Mesela, şimdi aklıma Lenin’in Mayıs 1913’te Pravda’da yayınlanan (“Backward Europe and Advanced Asia”) makalesi geliyor (Collected Works’ün 19. cildinde bulunabilir).

Fransız Komünist Partisi’nin 1920’de kurulduğu Tour Kongresi’nde kurucu delege olarak yer alan Ho Chi Minh, Lenin’in fikirlerinin kendisinin marksist anlayışında nasıl bir hızlı dönüşüm oluşturmuş olduğunu bir anı yazısında dile getirir.

Lenin, büyük ölçüde uyuyan, uyanık olsa da çıkış yolunu bulamayan Asya, Afrika, Latin Amerika halklarına, aydınlarına ışık, kılavuz olmuştur. Onların devrimci sosyalist siyasete, Marksizme kanalize olmalarını sağlamıştır.

Tabii, buradan hareketle sahte, “Batı Marksizmi” ve “Doğu Marksizmi” (yani Leninizm) ayrımları yapmak kabul edilemez. Gramsci, Lukacs gibi marksist-leninistlerle, Ho Chi Minh, Mao, Mustafa Suphi, Nkrumah, Castro ve diğer marksist-leninistlerin buluşmak için geldikleri yollar farklıdır sadece. Kimi, sanayileşmiş, emperyalist ülkelerden (ki, dünya savaşının yol açtığı yıkım o zamanki batılı aydınların leninizime yönelmesinde önemli bir işlev görmüştür); kimi sömürge ve yarı-sömürgelerden geldiler.

Bu sahte ayrıştırmalar hep 1956’da karşı-devrimin kapısını aralayan 20.Kongre’nin global çaptaki tahribatının yansımaları olarak görülmek gerekir.

İran seçimleri

Ne zaman İran’da seçimler olsa, Batı medyasında ve tabii genel olarak onun izdüşümü gibi hareket eden bizim medyada da, seçimin “rejim yanlıları” veya “muhafazakârlar” ile “liberaller” veya “Batı yanlıları” arasında cereyan ettiği belirtilir, ve tabii genel olarak kendilerinin tercihinin ikinciden yana olduğu hissettirilir.

Bir kez daha aynısı yapılıyor. Aslında gerçeklik bu kadar kabaca ve net konuşmayı olanaklı kılmasa da, genel hatlarıyla bu tabloya itiraz edemeyiz.

Bugün İran’daki popüler teokratik rejim kırk küsür yıllık reel bir süreçte, devrimler, iç ve dış mücadeleler ve savaşlar içinde oluştu. Elbette yekpare bir bütün değil. Zaman zaman şiddetlenen, hem kendi içinde hem de dışındaki dünyada ittifak arayışlarına ve ittifaklara referans veren sınıf mücadeleleriyle kat ediliyor.

İran, bugünkü iktidar dengeleriyle, uluslararası neo-liberal kapitalist-emperyalist düzene entegrasyona direnen bir ülke. Bu bakımdan kapitalist bir ülke olmasına rağmen siyasal olarak emperyalist hegemonyacı siyasete karşı çıkıyor. Terimin bu dar anlamında, anti-emperyalist bir siyaset izliyor.

İzlediği bu siyaset, emperyalist güçler için büyük önem taşıyan bölgesinde emperyalist siyasetin önünde engel oluşturuyor. En somut güncel örnekleri, Filistin’deki, Suriye ve Yemen’deki anti-emperyalist direnişlere temin ettiği paha biçilmez askeri olanaklar ve verdiği etkin destektir. Özellikle onun bu katkıları sayesinde emperyalistler ve onun bölgesel uyduları bu üç direniş ülkesinde emellerini gerçekleştiremediler. Gerçekleştiremiyorlar. Bunun altını çizelim.

Şimdi İsrail’i her geçen gün zora sokan Gazze saldırısı, İran’ın ve siyaseten ona yakın Hizbullah’ın verdiği destekle kırılamayan Gazze halkının şanlı direnişi emperyalistlerin paniklenmesine neden oldu. Son (ABD başkanlık yarışları tarihinin belki de seviyesi en düşük olan) Trump-Biden tartışmasında bu panik hissedildi. Bu arada, S.Arabistan ve İran arasındaki yumuşamanın, bölgedeki Arap ülkelerinin Hizbullah’ı tanıyacaklarını açıklamalarının bu paniğin oluşmasında önemli katkılarının olduğu da açıktır.

Hizbullah’ın İsrail karşısında yeni bir cephe açmasının, emperyalistler bakımından “İsrail’in güvenliği” sorununu daha yakıcı hale getireceğine kuşku yoktur.

İran’da devrim olduğu sırada nüfusun aşağı yukarı yüzde yetmiş beşi kırsal alanda yaşıyordu. Yani İran küçük toprak sahipleri ve topraksız köylülerin çoğunluğu oluşturduğu, eşitsiz ilişkilerin baskısının nüfusun kahir ekseriyeti tarafından her geçen gün artan ölçüde yaşandığı bir tarım toplumuydu. Bu tarım toplumu şehirlerdeki ticaret burjuvazisi, asker-sivil küçük burjuva devlet memuru, dar bir serbest meslek erbabı, genişçe bir yarı-proleter nüfus, ve siyasal olarak oldukça zayıf bir sanayi proletaryası tarafından çevreleniyordu. Komünist hareketin toplumsal tabanı ağırlıklı olarak (öğretmenler gibi) küçük burjuva kentli sivil memurlardan, serbest meslek erbabından oluşuyordu.

Devrimden sonra emperyalistlerin maşaları Saddam Hüseyin rejimini kullanarak İran’ı uzun bir savaşın içine sokmaları rejimin siyasal konsolidasyonu, toplumsal tabanını genişletmek bakımından olumlu bir işlev görse de, ekonomik olarak tam bir yıkıma yol açtı.

İran’ın ekonomik yeniden inşasında, yeni İslamcı siyasal elitler, özellikle Devrim Muhafızları’nın komuta kademelerindeki figürler çok önemli roller üstlendiler. Belli dar (bürokratik karakteri de olan) bir siyasal grubun esas olarak petrol ve doğalgaz ihracına dayanan büyük kaynakların dağıtımı üzerindeki kontrollerini hatta tekellerini güçlendirdi. Rejime yandaş işadamlarının palazlanması sağlandı. Özellikle neo-liberal özelleştirme politikasının izlendiği sırada bu eğilim takviye edildi.

İran’da çıkarları neo-liberal politikalardan ve dolayısıyla Batı ile işbirliğinden yana olan bir finans burjuvazinin güçlenmesi rejimin siyasal örgütlenmesi içinde de etkilerini gösterdi. Hatta benzer bir örneğini Çin’de gördüğümüz gibi, bu sınıfla üst düzeyde etkili kimi devlet güçleri bağlaştı, veyahut iç içe geçti. Bunlar aynı zamanda, canlı uluslararası ilişkileri de olan kentli “beyaz yakalı” tabir edilen kesimlerle doğrudan ya da dolaylı bağlantılara sahipler. Bu kesimlerin globalist eğilimleri kentli modern orta katmanları da siyaseten onlara yakınlaştırıyor.

Bunların karşısında, kapitalizmle bir sorunu olmayan ama rejimin sürdürülmesini, yani “beka” sorununu öncelikli gören nispeten daha küçük sermaye sahiplerine, devrim muhafızlarının önemli bir bölümüne, orta ve alt seviyedeki bürokratlara, geniş orta ve küçük boy çiftçi nüfusa dayanan dini liderliğin ağırlıklı bir kısmının destek verdiği siyasal kanat var.

Reisi’nin başkanlığına kadar İran bu iki gruptan birisinin siyasal olarak tam egemen olduğu bir görüntü vermiyordu. Rejimin kararsızlığını ( bu kararsızlık “nükleer program” la ilgili tartışmalarda hissediliyordu mesela) dışa vuran bir tür orta yolcu ekonomi-politik hat izleniyordu.

Reisi devrinde ne oldu? Önce bölgede emperyalistlerce başlıca rakip olarak İran’ın karşısına çıkartılan (Bu rekabet aslında İslam öncesi devirden intikal etmiştir- “Şeriat tartışmaları” başlıklı yazımda kısmen değinmiştim) S.Arabistan’la, Rusya ve Çin gibi devletlerin devreye girmesiyle, yumuşama sağlandı. Gerici Arap rejimleri dahi Suriye yönetimini tanıdı. Yani emperyalistler için önem arz eden önemli bir sorun başlığında, belli bir kısıtlı alanda olsa da, onun isterleri hilafına hareket ettiler. Bununla da kalmadılar, yine Suriye, Yemen ve Gazze’deki meşru siyasal yapılarla, emperyalistler aleyhine, ilişkisi olan Hizbullah tanıdılar.

Reisi devrinde iyice şiddetlenen yaptırımlar dolayısıyla çok önemli bir hamle daha yapıldı. Çin ve Rusya ile el altında tutuluyor olsa da, içerideki bu kararsızlık hali nedeniyle, hiç bir zaman uygulamaya konmayan ekonomi-politik antlaşmalar realize edilmeye başlandı. İran maruz kaldığı söz konusu kararsızlıktan çıkarak yönünü artık net olarak Çin ve Rusya’ya döneceğini ilan etmişti.

Özellikle bu son gelişmenin İran’daki globalist çevreleri ne denli rahatsız etmiş olabileceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.

Tam bu sırada malum “helikopter kazası” oldu. ABD ve İsrail devletlerine baş rol atfedilen senaryolar ortaya çıktı. Olayın hem İran ve İsrail arasındaki kontrollü (askeri) didişmenin sürdüğü bir sırada hem de bu iki ülkenin müdahalesine açık Azerbaycan gibi bir ülkenin ziyareti sonrasında cerayan etmesi bu iki ülke etrafındaki kuşku halelerini takviye etti.

Burada ilginç olan, İran yönetiminin dikkat çekecek kadar soğuk kanlı bir tepki vermesiydi. Evet, geçmişteki kimi benzeri olay hatırlandığında, en dikkat çekici taraf buydu. İran yönetimi, adet yerini bulsun diye, “araştırma ve soruşturma devam ediyor, göreceğiz” mealinde, yani hiç bir sonucun çıkmayacağı şeklinde okunabilecek bir açıklamayla yetindi.

Reisi’nin ölümü yeni bir seçim olanağı anlamına geliyordu tabii. Şimdi bakıyoruz yine “Batı yanlısı bir liberal” ve “devrimci rejim yanlısı bir muhafazakâr” arasında bir çekişme var. İlk tur liberal olanın galibiyetiyle sonuçlandı. Gözlemcilere göre ikinci turu da o alacak.

Elbette, Reisi devrinde de bu güçler arasındaki mücadele yer yer şiddetlenerek sürmüştü. Yerleşik rejimlerin liberal talepler karşısında, her zaman genlerinden kaynaklanan, bir tepkileri olabiliyor. Takıntı haline getirilmiş (büyük harfle) “Beka” kaygusu abartılı siyasal davranışlara yol verebiliyor. Rakip siyasal güçler de bu faylar üzerine abanırlar zaten. Kadınlara “türban” zorunluluğu da rejimin bekası bakımından simgesel bir anlam taşıdığı için onun zayıf karnını oluşturuyor.

Bizdeki eski rejimin “türban” sorunu nasıl AKP rejiminin yükselmesinde bir kaldıraç işlevi gördüyse, İran’da da tersten benzer bir işlevi, ama bu kez, liberaller için yerine getirmektedir. Bir kadının örtünmediği için katledilmesi, geniş ve modern bir genç nüfusa sahip İran’da, özellikle kentli orta katmanlar arasında infiale yol açtı. Tabii bu seçimlerde liberal aday bunun siyasal getirilerini de toplamış olmalıdır.

Ancak, şunu da hatırlatayım: 2012 yılında World View Forum tarafından yayınlanan bir kaynağa göre (S.Flounders: War Without Victory) İran’daki üniversite öğrencilerinin yarısından biraz fazlası kadın. Ülkedeki hekimlerin üçte birinden fazlası kadın. Devrim gerçekleştiği sırada (1979), kırsal kesim kadınlarının en az yüzde doksanı okur-yazar değildi. Kentlerde bu oran en az yüzde kırk beşti. Kadın başına doğum oranı 2023 yılında 1.6’ya gerilemiş (Türkiye’de 1,5).

Pekiy, ikinci turu da aynı aday kazanırsa ne olacak? En yakın olasılık, İran’ın tekrar kararsızlık devrine ricat etmesi, ağırlaşan yaptırımların baskısı altında, süreç içinde rejiminin zayıflaması ve hatta belki de çözülmesidir. Tabii içinde bulunduğumuz konjonktürde, böyle bir çözülme için uluslararası etkenlerin de rol oynaması beklenmelidir.

Şimdi uluslarası etken demişken, ekonomik olarak Çin’in ve askeri olarak Rusya’nın mevcut emperyal düzen içinde açmış oldukları gediğin ne kadar önemli bir siyasal rol oynamakta olduğuna dikkatinizi çekmek isterim. Emperyalistler tarafından kuşatılan, baskılanan ülkelere öncelikle soluk alacakları, sonra kendilerine yeni bir yol seçecekleri olanak sunuluyor. Emperyalizmle mücadele bakımından bu son derecede önemli. Bunun da altını çizelim.

Şimdi bu koşullarda çıkıp, Çin, Rusya emperyalist ülkeler, bunların ABD ile, NATO ile mücadelelerinde taraf olmayalım demek, açık bir oportünizmdir. Başlangıcından beri tek emperyalist merkez olan ABD, Britanya ve Kıta Avrupası’nın (sonra buna tek Asyalı ülke olarak Japonya’da dahil olacaktır) halen birleşik bir saldırı halindeki emperyalist siyasetlerine hizmet etmektir.

Bu emperyalizm konusuna başka bir yazıda değinmeyi umuyorum. Ancak emperyalizmi diyalektik anlamda bütünsel bir olgu olarak görmeyen, onu “alt”, “üst” diye ayıran yaklaşımların gerçeklikle ve marksist-leninist yöntemle bağdaşmadığı açıktır.

Aynı biçimde, “global kuzey” ve “global güney” şeklindeki muğlak, marksizmi-leninizmi bir “üçüncü dünya” teorisi haline getirme gayretindeki anlayışları da kabul edemeyiz.

Şimdi deniliyor ki, “Efendim emperyalistler, ABD artık her istediğini Türkiye gibi ülkelere yaptıramaz”. Eskiden yaptırabiliyor muydu? Mesela, Suriye konusunda, daha önce Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşü sorununda, Kıbrıs’ta, “haşhaş sorunu” nda… Bunlar şimdi hatırladıklarım. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.

Bugün Almanya, Fransa gibi ülkeler emperyalist, ABD hegemonik sisteminin bileşenleri, bugün artık dünya savaşı koşullarının oluştuğu bir durumda, maruz kaldıkları bütün ekonomik zararlara ve iktidar bloklarından yükselen bütün itirazlara, yakınmalara rağmen ABD’ye nazaran “uydu” gibi hareket ediyorlar.

Bir başka örnek olay Japonya. ABD’nin başını çektiği hegemonik yapı içinde bugünkü Çin’e benzer şekilde, ekonomik olarak hızla büyüyordu. Hatta o zaman yapılan yorumlarda, o temposuyla Japonya’nın 2000’li yılların başlarında ekonomik olarak ABD’yi aşacağı iddia ediliyordu. Ne oldu?

ABD, Japonya’nın ipini çekti. Yen’in dolar karşısındaki değerini daha da yükseltmesi için Japonya’ya sürekli baskı yaptı. Böylece ihracat pazarlarına bağımlı Japon ekonomisinin rekabet yeteneğini azalttı. ABD ile ticaretinde, ABD lehine kısıtlamalar getirdi. Japon ekonomisinin büyümesi engellenmiş oldu. Diğer taraftan ABD, Deng’in Çin’iyle anlaşarak onu Japonya’ya karşı ekonomik olarak destekledi. Japonya hepsini kabullenmek zorunda kalmadı mı?

Şimdi Çin bunun farkında olduğu için ABD hegemonik sisteminin dışında kalmaya çalışıyor.

Emperyalizm kendi içinde çelişki ve çatışmaları barındıran global çapta, bütünsel bir sınıfsal-siyasal hegemonya düzenidir. Siyasetinin odağında bu düzenin sürmesi, sürdürülmesi yer alır. Kendi içinde özerk “alt”, “üst” güç odaklarının oluşmasına izin vermez. İçindeki gerilimleri gücünü bölmeden çözer. Bugüne kadar böyle olmuştur. Bundan sonra da ayakta kalabilmesi için böyle olması gerekiyor.

NOT:

CHP mitinglerinin “gaz alma ” işlevi görmek ya da “top çevirmek” için organize edildiklerini söylemiştim. Elbette görünür gayesi, Şimsek’in OVP’sinin başarıyla uygulanabilmesi için iktidara ihtiyaç duyduğu zamanı vermektir. Söylemeye bile gerek, sermaye sınıfının talebidir bu. Ancak, bu bir siyasettir.

Şimdi çıkıp, “canım evet durum böyledir, ama mitingler de olsun, hareket olur, fena mı” mealinde konuşmak bir siyaset değildir. Eğer o mitinglere katılanları, diyelim, “hükümet istifa!”, “Türkiye el ele erken seçime”, “Hemen, derhal erken seçim” gibi talepleri seslendirmeye ikna edebilirseniz, yani o mitinglere bu yönde müdahale edebilirseniz, “top çevirme” siyaseti yerine, “derhal erken seçim” siyasetini koyabilirseniz, bu bir siyaset olur. Karşıt siyaset olur.

Yoksa, laf olsun torba dolsun!

Sinan Ateş cinayeti rejimin zayıf karnı mı?

Ülkücü faşistlerin ne olup, ne olmadıklarını gayet iyi biliyoruz. Geçmişte ve bugün de en önemli işlevleri uluslararası finans kapitalin siyasal ve askeri organizasyonlarına entegre devletin, devrimci talepleriyle solun meşruiyetinin, dolayısıyla devrimin güncelliğinin geniş halk sınıfları nezdinde teyit edildiği koşullarda, faşizm ya da başka bir otoriterlik formunda “olağanüstü hal” rejimleri inşa edebilmek için kullandığı paramiliter tabir edilen güçlerdir. Bu amaçla yasa dışı lümpen yapılarla ihtiyaç duyulan bağlantıları kurmak ülkücü organizasyonun ve onun en tepesinde bulunan MHP’nin asli işlevleri arasındadır.

Sinan Ateş siyasal işlevi böylesine net ve birçok kez hizmet ettiği devletin hukuku tarafından da tescil edilmiş bir yapının başkanıydı. Dahası, kendisi de bizzat bu demokrasi ve devrim karşıtı işlevlerini sahiplenmekte, oradan devrim ve demokrasi güçlerine tehditler yağdırmaktaydı.

Tamam, devrimciler siyasal vicdanın temsilcileridir. Ancak, köre öldükten sonra badem gözlü muamelesi de yapmayalım. O örgütünün işlediği ya da işlenmesine katkı yaptığı bir çoğu “faili meçhul” bırakılmış cinayetlerin savunucusuydu. “Devrimci vicdan” ın bir bumeranga dönüşmemesi lazım.

Şimdi, Sinan Ateş üzerinden ülkücülüğün meşrulaştırılmasına devrimcilerin, demokratların izin vermemesi gerekir. Erdoğan ve Gülen gibi islamcıların yaptıkları gibi, ağlama terapileriyle, gözyaşlarıyla işi bir melodrama dönüştürmekten kaçınmalıdır.

Bakın bu cinayetin, anlaşılır bir biçimde, iktidarın zayıf karnı olduğu gerekçesiyle sürekli gündemde tutulduğu sırada, solcu bir figür olarak Diyarbakır’da katledilen Tahir Elçi’nin mahkemesi görüldü, üç katil sanığı hakkında beraat kararı çıktı. Onun da geride bıraktığı bir eşi ve çocukları var. Üstelik eşi CHP’de vekil. Mahkeme kararı CHP’nin dostlar alışverişte görsün tepkisiyle geçiştirildi.

Bu Ateş cinayetinin bu kadar işlenmesi aslında iktidarın büyük ortağının, küçük ortağa karşı bir taktiğidir. Muhalefeti de kullanmasını sağlayan şantaj aracıdır. Görüldüğü kadarıyla, büyük ortak küçükten almak istediğini alana kadar bu Ateş’i harlayacaktır. İkisi arasındaki el ense çekmede, muhalefetin ve bu arada “sol vicdan” ın da konu mankeni olarak işlev görmesi istenmektedir.

Bu iktidarın kendi içindeki çelişkilere oynanarak çözülmesi kolay değildir. Bu dolaylı yola 31 Mart’tan sonra ne gerek var? Rejimin asıl zayıf karnı 3-5 ay içinde gerçekleşebilecek bir erken seçimdir. CHP yönetimi bunu mümkün olduğu kadar öteleyerek bir kez daha rejime hayat öpücüğü vermek görevini yerine getiriyor. Bu söz konusu cinayetle ilgili gündem ve ona yaklaşım biçimi de bu görevin yerine getirilmesine katkı yapıyor.

1 Temmuz günü Ateş davası başlıyor. Muhtemelen, en sonunda, koalisyonun sürmesini temin edecek surette birkaç kanlı kelle ortaya atılarak bu iş kapatılacaktır. Bu rejim çökmeden bu dava aydınlatılamaz. Dahası, hiç bir demokratik sorun çözülemez.

Medyadan öğrendiğimize göre, CHP bu mahkemeye yoğun ve en üst düzeyde ilgi gösterecekmiş. Yani orada da belki bir “Sinan Ateş mitingi” yapacak.

Faili meçhullerin aracı ve destekçisi olan bir örgütün lideri, iç hesaplaşmalar yüzünden, “faili meçhul” e kurban gitti. Her faili meçhul gibi onun failleri de bulunsun, ceza alsınlar elbette. Ama solun binlerce faili meçhul kurbanı ne olacak? “Sol vicdan”, Ateş vakası kadar da olsa, onlar için sızlamayacak mı? Sıktı bu arabesk! Acilen aklımızı başımıza toplayıp, kendimize gelmemiz lazım.

Özgür Özel’in Meral Akşener’den farkı ne?

Meral Akşener bir süre önce Tayyip Erdoğan’la “normalleşti”. Beklenen bir şeydi. Şaşırmadık. Zaten daha önce eski ortağı Kılıçdaroğlu da, “hellaleşmiş”ti. AKP rejiminin evcil muhalefetinin siyasal davranışlarının farklı olmasını beklememek lazım.

Kılıçdaroğlu giderek daha geniş ve baskın şekilde bu rejimden kurtulma isteğini dile getiren kitleler nazarında inandırıcılığını yitirdiği, ve tabii “majestelerinin muhalefeti”nin inandırıcılığını arttırmak için postalandı.

Bu söz konusu muhalefeti zaten hakkını vererek yapmakta olan kadronun başına bu kez Özgür Özel atandı. Diğerine, İmamoğlu’na da dört yıl sonrası için söz verildi. “Düzen sözü”, yani daha önce Baykal’a, Kılıçdaroğlu’na da verilen sözlerden…

Özgür Özel biyolojik olarak Kılıçdaroğlu’ndan genç, hevesli bir taşra iğnecisi (Flaubert romanından fırlamış gibi), bu kerameti kendinden menkul hevesli genç, mitingten mitinge gaz almaya koşturulmak için biçilmiş kaftan. Bir kere, Kılıçdaroğlu gibi tembel değil. Allahı var, şu ana kadar, “muhalefet” alanı olarak karısının mutfağını tercih ettiğine de tanık olmadık. Yiğidi öldür hakkını ver!

Aslında, Akşener’den de daha hakikatli birisi olduğu anlaşılıyor. Erdoğan ile iki kez görüştü. Bu gibi vakalarda, ilki normalleşmeyse, tekrarı yumuşama oluyor. Özel, rejime sadakatini katmerli bir şekilde ifade etmiş oldu. Kendisi adeta “Yenikapı Ruhu” nun bedenlenmiş hali. Bundan iyisi Manisa’da mesir macunu! (1)

“Millet seçim istemiyor. Biz zaten 31 Mart’ta erken seçim vaadinde de bulunmamıştık (Pekiy, yumuşama vaadinde bulunmuş muydunuz?) . Ama ille de olacaksa, yani dört- beş yıl beklenmeyecekse, ortasını bulalım, gelin 2,5 yıl sonra yapalım”. Yani ne milletin istediği olsun, ne de Erdoğan’ın, hak geçmesin, tam ortası… Misyon muhalefeti de böyle olur zaten.

Tamam ortasını bulduk, yaşasın CHP! Haydi mitinge! Sahi bu haftaki ne mitingiydi?

Son 8-10 günde karşılaştığım tepkilerden söz edeceğim. Önce Sirkeci’de alışveriş yaptığım geçmişte bir iki kez AKP’ye de oy vermiş muhalif eczacı Özel için “kalıbının adamı değilmiş” dedi. Eczanede oturan konukları başlarını sallayarak teyit ettiler. Konuklardan, Karşı’da bir sağlık ocağında doktor olduğunu öğrendiğim zat, “kardeşim, madem gözün iktidar olmayı kesmiyordu, niye bu işe girdin, ayıp ya!” dedi.

Eski ülkücü, son iki cbaşkanlığı seçiminde İYİP’li olmuş, en son Kılıçdaroğlu’nu desteklemiş fotokopici kardeşler, “Akşener bile bundan iyidir” diyerek tepki gösterdiler. Benzer şekilde, bizim İskenderunlu Alevi berber, evvelki gün, “Kılıçdaroğlu’ndan da kötü, iyi ki oy vermeye gitmemişim” dedi.

Ha bu arada, sokakta mevzu açıldığında, erken seçim olmasın diyene rastlamadım. Muhtemelen Cumhur İttifak’ının kemikleşmiş seçmenleri istemiyorlardır. Zaten 3 ay yitirildi. Sosyalist solda da bir hareket yok.

CHP medyası, Özel ve İmamoğlu güzellemelerine devam ediyor. Partiyle arasına mesafe koymuş olduğunu söyleyenleri bile dönüp dolaşıp övgüler düzmeyi sürdürüyorlar.

Daha önce söylediğim gibi, “halk istemiyor” (Ki açık bir yalandır, çünkü 31 Mart’ın en dolaysız sonucu halkın bu rejimden bir an önce kurtulmak isteğidir), “halk seçim yorgunu” demek, gerçek bir siyasal partinin yaklaşımı olamaz. Gerçek, halk sınıflarından yana bir siyasal parti, halkın en özsel çıkar ve taleplerini saptar, ona uygun siyaset üretir.

Diyelim, halk gerçekten istemiyor, ama halkın çıkarları için siyaseten bir an önce olması gerekli. Gerçek halkçı bir parti halkın peşine takılmaz, halkın bir adım önünde onu peşine takar. Halkın çıkarı için olanı gerçekleştirmek için hareket eder. Kendi siyasal iradesini halkın iradesi haline getirir. O zaman ayak sürüyenler için parmak hesaplarının manası kalmaz.

NOT:

(1) Bu yazı yazıldıktan sanırım bir gün sonra Özel bir açıklama yaparak, mealen, “cbaşkanı asgari ücrete ve emekli aylıklarına zam talebimizi geri çevirdi, ama bakınız, sonunda dediğimize geldi, “yumuşama” yerine o da “normalleşme” yi telaffuz etti”. Hiç değilse bunu başarabildiği için sevinç içinde olduğu yüzünden okunuyordu.

CHP’nin “gaz alma” müzakereleri ve mitingleri

“Demokrasiden bahsediyorsak, oy kullanma hakkını muhafaza eden, ama çalışma ve yaşama hakkını unutan bir demokrasiyi kastetmiyoruz. Özgürlükten bahsediyorsak, toplumsal örgütlenmeyi ve ekonomik planlamayı dışlayan koyu bir bireyselciliği kastetmiyoruz. Eşitlikten bahsediyorsak, toplumsal ve ekonomik ayrıcalıkların hükümsüz bıraktığı bir siyasal eşitliği kastetmiyoruz. Ekonomik yeniden inşadan bahsediyorsak, ( o da gerekli olsa da) aklımızda azami üretimden daha çok adil bir bölüşüm var…. Yeni düzen (ister bir ulusun, ister bir sınıfın, ister bir bireyin olsun) ayrıcalıklı kılınmasını esas almamalıdır. “

(Muhafazakâr İngiliz Times gazetesinin 1 Temmuz 1940 tarihli sayısından imzasız bir köşe yazısı. Dünyada harp var, İngiltere bu harbin hedeflerinden birisi ve muhafazakâr Churchill iktidarda. Kaynak: T.Ali, W.Churchill)

Daha önce birçok söylemiş olduğum bir şeyi yine tekrar edeyim. Hiç bir otoriter rejim sadece iktidarla kurulamaz. Kurulsa da ömrü kısa olur. Uzun ömürlü bütün otoriter rejimlerin “evcil” bir muhalefeti vardır.

Akp rejimi de bugüne kadar evcilleştirilmiş CHP muhalefeti sayesinde yoluna devam etti. Halen de, üstelik son üç seçimde istikrarlı bir biçimde uğradığı erozyona rağmen, istifini bozmadan devam ediyor.

Bu iktidar ve muhalefet arasındaki işbirliği 15 Temmuz kalkışmasından sonra yeni bir evreye girdi. Cemaat’in aradan tamamen çekilmesinden sonra “Yenikapı Ruhu”, yenilenmiş fiili ittifakın, yeni rejimin siyasal ruhunun ifadesi oldu.

Giderek safları genişleyen muhalif kitlelerin arttırdıkları basınçla muhalefet gibi davranması kendisine hatırlatılan, ama bu süreçte de, kaçınılmaz olarak inandırıcılığını yitirdiği için ıskartaya çıkarılan sabık liderinin yerine yenilenmiş yüzüyle yeni bir liderle ve sadece sözcüsü değişmiş yeni vitriniyle CHP’nin daha inandırıcı bir muhalefet partisi haline geleceği düşünüldü.

Kimler tarafından? Hem iktidarın hem de muhalefetinin iplerini ellerinde tutan uluslararası finans sermayesi ve onun işbirlikçileri tarafından.

Bu yenilenmiş haliyle CHP’ye her geçen gün safları genişleyen, basıncı arttıran muhalif kitlelerin gazının alınması için ihtiyaç var. İktidarın inandırıcılığının kalmadığı, yenilenmesinin de olanaklı görülmediği koşullarda, onun muhalefetini yenileyip, inandırıcı kılmak fena fikir değil tabii.

CHP liderliğinin, bir yandan Erdoğan’ı biraz olsun yumuşatma; diğer yandan, giderek hıyar/tuz buluşması tadı vermesini beklediğim “kitlesel” mitingleri sayesinde bu ihtiyaca yanıt vermesi bekleniyor.

Partide sözde yenilenmeden sonra yerinden oynayan taşlar, onun kırılganlığını arttırmış görünüyor. Bir kere kabul edelim, CHP’nin içinde (birisinin diğeri kadar içinde olmadığı izlenimi ediniliyor da olsa) fiilen iki liderli iki parti var. Medyadan izlediğimiz kadarıyla, sabık lider de durumdan vazife çıkartıp, gidişata göre bunlardan birisine tutunma hesapları yapıyor.

Bugüne değin CHP’de bir çok kez kurultaylar oldu, liderler değişti. Gidenin tekrar geri gelmek isteği ve gayreti içinde olduğuna herhalde ilk kez tanık olunuyor. Bunu sanırım Baykal gibi biri bile düşünmemişti. Yani CHP geleneğinde bildiğim kadarıyla ilk kez rastlanıyor. Neyse.

31 Mart’ta sandıktan çıkan esas seçmen talebi, başlıca siyasal talep, hiç tartışmasız, “erken seçim” idi. Hem CHP’ye biçilen “evcil” muhalefet rolü hem de parti içindeki yarılma, bu en meşru kitlesel talebi unutturmak, geçiştirmek işlevi görüyor. Çok zorunlu bir hal dışında, tabii aksi yönde bir talimat almadıkça, CHP’nin erken seçim talebi olmayacağı anlaşılıyor.

Gerçek bir siyasal parti, kitle talebinin oluşmasını beklemez. O talebin oluşması için kitleleri ikna eder.

Müzakere için İçişleri Bakanı, Ekonomi Bakanı sıralarını savdılar, şimdi sırada Milli Eğitim Bakanı mı var, Adalet Bakanı mı? Bu arada mücadele de sahada devam ediyor tabii. Genelden özele doğru. Sırasını savanlar kimlerdi? Eğer sırada Manisa’daki mağdur iğneciler, mesir macunu imalatçıları varsa; öbür parti de boş durmayıp, müteahhitleri, Akçabaat köftecilerini meydanlara toplayabilir. Haberiniz olsun!

Şeriat Tartışması Dolayısıyla

Siyasal islamcılarla tartışmaları, “hakiki din” , “yozlaştırılmış din”, ya da şu sıralar revaçta olduğu gibi, “gerçek İslam”, “Emevi islamı” gibi karşıtlıklar üzerinden yapmak yanlış. Dahası, salt din üzerinden bu tartışmayı yürütmek, siyasal İslamın tuzağına düşmek demektir. O sizinle siyaset olarak dini, yani reel dini tartışıyor, siz reel olmayan, naif bir şeyle onu karşılamaya çalışıyorsunuz. Olmaz!

Bakınız, siz AKP rejiminin yandaşı olun, İslama en ağır hakaretleri yapın, (zaten bu rejim varlığıyla bu hakareti her gün sürekli yeniden üretiyor) kimse aldımayacaktır. Tersine, hakaret edene yandaş olduğu için iftira atıldığı söylenerek, hakaret eden taltif edilecektir. Geçmişte örnekleri var. Bu bir siyasal ideolojik kavgadır. Burada önemli olan yandaş olunup olunmadığıdır. Ölçüt budur. (1)

Yaşıyoruz, biliyoruz. Emperyalizm bölgemize saldırdığında dinsel faylar üzerinde tepindi. Şii dünyasının temsilcisi olarak İran ile Sünni dünyanın patronu olan S.Arabistan etrafında siyasal-askeri saflaşmalar oldu. Bugün de var.

Mesela, M.Kardeşler teoloji-politik olarak İran’a karşıt, siyaseten uzlaşamazlar. S.Arabistan, M.Kardeşleri her zaman açık ya da örtük olarak tehdit olarak, terörist örgüt olarak görür. Ancak aralarındaki teoloji-politik mesafe, İran’la olan aynı mesafelerine göre çok daha kısa. Ama İran, S.Arabistan’la mücadelesinde M.Kardeşler’e arka çıkar. M.Kardeşler de İran’ın kapısını çalar. Bunun gibi.

Yine mesela İsrail, tarihte Yahudi katliamlarıyla nam salmış Ukrayna’daki neo-Nazi yönetimini destekler. Siz Gazze konusunda, en masumane itirazlarda bulunsanız, “anti-semitist” olduğunuz iddiasıyla size saldırır.

Siyasal mücadele sermayenin ve gericiliğin, emperyalist işbirlikçilerin elinde böyle yapılıyor. Bunun farkında olmak gerekir. Türkiye’de dincliğin bu kadar mesafe kat etmiş olması da emperyalizmin ve ona entegre işbirlikçi finans-kapitalin siyasal talebidir her şeyden önce.

Bu bağlamda, İslamın ortaçağı tartışması da isabetli olmuyor. Bu tartışma sıklıkla materyalist değil, idealist bir anlayışla yapılıyor. Malum klişeler yerine, emperyalist siyasetin talebiyle, ihtiyacı dolayısıyla İslamın bu şekilde kullanıldığı üzerinde odaklanmak lazım.

Müslüman nüfus geri, ilkel, ortaçağda yaşıyor demek siyaseten bir işe yaramaz. Bu, “bu halkın yüzde bilmem kaçı aptal” demek gibi bir şey. Bu müfredatlarla on beş yirmi yıl sonra etrafımızdaki insanların daha da dincileştirildiğine tanık olacağız. Türkiye yirmi yıl önce, 40 yıl önce böyle miydi? Irak, Suriye, Libya, Mısır böyle miydi? 60’larda, 70’lerde İslam dünyası Arfika’dan Ortadoğu’ya hızla devrimcileşiyordu. Ne oldu da bu ivme tersine döndü? Soru bu olmalı. Yoksa, Gazali geldi bir düğmeye bastı ortaçağı başlattı. Felsefeyi yasakladı, olanlar oldu. O gün bu gündür iki yakamız bir araya gelmiyor hikayesinin bugünkü koşullarda siyaseten bir anlamı yok. Kaldı ki, düzenin organik entelektüeli olarak Gazali de egemenlerin siyasetinin taleplerini yerine getirmişti.

Özcesi, dinin içinden ya da dinden hareketle İslam inancına sahip toplumlar dönüştürülemez. Siyasal İslamla bu şekilde kavga edilemez. Önce onun maddi koşullarla bağıntılı siyasal bir olgu olduğunu göreceksiniz.

“İslamı reforme edelim” önerisi, boş konuşmaktır. Toplumların maddi yaşam koşullarını dönüştürmeden, yani sosyal bir devrim gerçekleştirmeden, insanların kafalarını, manevi anlamında, kültürlerini değiştiremezsiniz. Aksi sürekli bir patinaj haliyle sonuçlanır.

Hiç bir dinsel sistem tek tek bireylerin içsel, metafizik taleplerinden doğamaz. Esasen bir toplumsal sınıfın ya da sınıfsal ittifakın siyasetinin talebiyle, bu talebin tek tek bireysel iç dünyaları ele geçirmesiyle kendisini gerçekleştirir.

İslamda da tarihsel olarak böyle olmuştur. Sasani ve Bizans siyasal coğrafyası arasında sıkışmış Arap kabilelerinin, bu iki “süper güç”ün sönme sürecine girmeleriyle birlikte açılan alanda ya da yaratılan boşlukta devletleşerek denetimi sağlama ihtiyacından doğmuştur.

Bilindiği gibi, Sasaniler büyük bir kısmı bugünkü Irak’ın güneyinde yer alan Lahmi Arap devletini Bizans’a sınır oluşturan coğrafyada kurdurup, himaye etmişlerdi. Buna karşılık, rakip Bizans devleti de yine bir Arap devleti olan Gassani hükümdarlığını yaratmıştı.

Her ikisi de tampon işlevi gören iki devletten, Lahmiler, Sasanilerin gerilemesi ve çökmesiyle Gassanilere göre 25-30 yıl daha erken bir zamanda tarih sahnesinden çekildiler.

Onların bıraktığı boşluk siyasal egemenlik için Arap kabileleri arasındaki çekişme ve çatışmaları şiddetlendirdi. Arap kabileleri ya da aileleri arasında siyasal egemenlik mücadeleleri ve buna bağlı olarak saflaşmalar oluştu. (Kurgusal değil) Tarihsel Muhammed figürü ve İslam dininin oluşturulacağı süreç muhtemelen bu mücadeleler esnasında ortaya çıktı.

Yine muhtemelen Muhammed ve onu destekleyen kabile, aile veya kabileler, aileler belki kimi kabile içi fraksiyonlar bir din oluşturmaktan çok, devlet oluşumunu hazırlayacak egemen bir siyasal birlik kurmak amacıyla harekete geçmiş kimselerdi. Başlarında Ebu Sufyan’ın bulunduğu Ümmeyoğullarıyla çatışmalar da o sıralarda yoğunlaşmaya başlamıştı. Din, henüz İslamlamlaşmamış haliyle, o devrin siyasal meşruiyet anlayışı dolayısıyla söz konusu siyasal idealin ideolojik aracı olmalıydı (2)

Yani İslam ex nihilo bir olgu değil. Yüzyıllardan beri monoteist geleneğin (özellikle kentliler arasında ve ağırlıklı olarak hıristiyanlık inancı etrafında) çok güçlü olarak ve geniş bir nüfus tarafından yaşandığı bir coğrafyada ortaya çıkıyor. Putperestlik görece daha dar bir alanda, ağırlıklı olarak kırsal nüfus içinde yaygın. O coğrafyayı dikkate aldığımızda, putperestliğin bir çöl dini olduğu da söylenebilir.

Hemen şunu da belirteyim: Geç antikçağ Arap coğrafyasından söz ediyoruz. Burada köklü bir tektanrı inancı var. Judaizm, Hristiyanlık ve Zerdüştiliğin bile öncesine giden bir inanç. Arap paganları arasında tektanrı inancına tekabül eden bir Allah tanrı var. Onun altında, topluluğun günlük yaşantısında, daha çok üretim faaliyetiyle ilgili, birtakım ihtiyaçlara yanıt verecek surette konumlandırılmış, aracı işlevi gören somutlaştırılmış, doğrudan temas edilebilir, tanrılar ve tanrıçalar var. Allah, tanım itibarıyle, çok uzaktaki bir aşkına tekabül ediyor. Bu söz konusu temsilci tanrı ve tanrıçalar aşkın olana ulaşmada somut aracılar işlevi görüyorlar.

İslam, bu aracılardan hareketle malum şirk söylemini üretiyor ( Oysa, fiilen zuhur eden aracılar dolayısıyla, peygamber de böyle görülmek gerekir, aynı şey pekala İslam için de söylenebilir) . Bu İslamın, yani rakip bir dinin iddiası. Oysa paganların muhtemelen Allahla rekabet içinde olan tanrılar hiyerarşisi kurmak gibi bir dertleri yoktu. Yani söz konusu tanrı ve tanrıçalara (ki bunlar arasında atıflarla oluşturulmuş bir hiyerarşi olması olasıdır) sadece Allahın bir tür temsilcileri misyonunu yüklemişlerdi. Yoksa, onları Allahın rakibi olsunlar diye kurgulamamışlardı. Yani paganların dinlerine, iman esaslarına onların görüş açısından bakmak gerekir. İslamın iddiaları açısından bakılırsa, söz konusu paganizmi gerçekliği içinde kavrayamayız.

İslam, Hıristiyanlığın, özellikle de Yahudi yorumlarıyla dönüşmüş formunun hayli etkili olduğu bir ortamda, onlarla süreklilik ve kopuşlara referans veren bir diyalog sürecinde mücadeleler içinde oluşturuluyor. Bu süreç yüzyıllar alıyor. Kısacası, Kur’an çölde değil, kentte, kentliler tarafından yaratılmış ve öncelikle kentliler arasında tutunmuş bir kitap. Tabii İslam da böyle.

Söylemeye bile gerek yok, bütün dinler ve onların kurucu figürleri, azizleri, kutsal kurucu metinleri tarihsel olgulardır. Belli bir sosyolojik çevrede, ekonomik, siyasal, ideolojik ihtiyaçlardan doğmuş ve gelişmişlerdir.

Örnek olsun, Kur’anın erken sure ve ayetlerine, özellikle en erken 30 civarındaki suresine bakıldığında, bunlarda, o sıralarda özellikle coğrafyadaki en yaygın din olan hıristiyanlığın binyılcı anlayışının etkisi altında, apokaliptik temaların yoğun olarak işlendiği görülür. “Kıyamet kopmak üzeredir, zaman bir araya gelip, hep birlikte dua etmek, tek Tanrının son tebliği etrafında birlik halinde ilahi kurtuluşu dilemek zamanıdır”.

Bu apokaliptik evre, yeni bir inancın destek ve çıkış aradığı bir döneme tekabül etmektedir. Bu dönemde cihadla ilgili tek bir sure ve ayet göremeyiz. Cihad ayetlerine daha ilerde, yeni devletin ve dinin konsolide edilmeye başlandığı, ayrışmaların, safların netleştiği koşullarda ihtiyaç duyulacaktır. Değerli araştırmacı M.Ali Amir-Moezzi yazı ve konuşmalarında bu sürecin Kur’andaki yansımalarını örnekleriyle göstermektedir.

İslam bir din olarak Emeviler devrinde, özellikle Mervani ailesinin beşinci halifesi olan, Abdülmelik bin Mervan’ın halifeliği devrinde, onun ve özellikle Yusuf Bin Haccac ve Zühri gibi iki yetenekli bürokratının katkılarıyla ortaya çıktı. Ondan önce resmen, bir sistem haline gelmiş İslam dini yoktur. Müminler topluluğu, onların emirleri ya da komutanları vardı. Ancak, henüz “İslam” ve “müslüman” yoktu. “Halife” de yoktu. Bugünkü Arapça dili ve grameri de, yani Arapça dil devrimi de o devrin eseridir. Bu yeniden organize edilmiş dille Kur’an’ın da (tabii devletin yeni ihtiyaçlarını da gözeterek) yeniden “temize çekilmiş” olduğunu kolayca tahmin edebiliriz. Bu anlaşılır bir şeydir.

İslam cami mimarisinin (ki mimari de bir ideolojik ifade aracı işlevi görebiliyor) bilinen ilk gelişmiş örneği olan Kubbetus Sahra, Kudüs’te, monoteist sürekliliği meşrulaştıracak surette, Tapınak tepesinin bulunduğu yerde, onun tarafından inşa ettirilmişti. Bu caminin iç duvarlarında yer alan (yer yer polemik tarzı) yazıtlar, İslamın bağımsız, ayrı bir din olarak ortaya çıktığının tescili olarak da okunabilir.

Özcesi, Abdülmelik bin Mervan devleti daha rasyonel temellere oturtmuş, bunun için gerekli otarşik ekonomik temeli, “milli sikke” yi yaratarak, dolayısıyla milli bir Merkez Bankası’nı kurarak (“Milli” ve “M.Bankası” gibi modern terim ve kurumları bilinçli olarak, meramımın daha iyi anlaşılabilmesi için kullanıyorum) sağlamıştır.

En genel anlamında, tutarlı, yani hatları belirginleştirilmiş bir Arap “milli” kimliği de Adbülmelik bin Mervan’ın halifeliği sırasında tanımlanabilmiştir. Bilindiği gibi, “milli” kimlik oluşturma süreçlerinde “içe dahil etme” den çok, “dışarıda bırakma” mantığı daha dinamik olabiliyor. Emeviler devrinde de böyle olmuştur. Bunun sonradan Abbasi devriminin (miladi 750) tetiklenmesinde önemli bir işlevi olacaktır tabii.

Hiç kuşkusuz bir Arap-İslam uygarlığının yaratılmasında Emevilerin, özellikle de, Abdülmelik bin Mervan’ın (halifeliği 685-705) çok önemli katkıları olmuştur. Ancak, genel olarak Emeviler devrinde yönetimlerindeki coğrafyada yaşayan etnik olarak çok farklı, değişik dinsel anlayışlardan koparak ya da kendi mevcut inançlarını İslama uyarlayarak yeni yapıya kitleler halinde dahil olanların merkeze dahil olmalarına izin vermemekte ısrarcı olunması, Emevi siyaseti ve onunla uyarlı dinsel anlayış için sonun başlangıcı olmuştur.

Yalnız, burada bu dışarda bırakma, merkeze kabul etmeme anlayışının, özellikle Arap olmayan müslümanlara uygulanmış olduğunu belirtmek isterim. Mesela, gayrimüslimler için bu bakımdan bir sıkıntı olmamış, tersine (bazı Nasturi kroniklerden öğrendiğimize göre 1.Yezid dönemi dışında) gayet huzurlu bir yaşam sürmüşler, devlet bürokrasisinde hıristiyan din adamları yüksek makamlara getirilmişlerdir. Hatta geçenlerde okuduğum, S.P. Brock’un Aramice’den İngilizceye tercüme ettiği Bar Penkaye Kroniği’nde (MS 683-694 yıllarında yazılmış olabileceği tahmin ediliyor), benzer kronikleri teyit edercesine, gayrimüslimlere hoşgörüsü bakımından oğul Yezid yerlere vurulurken, babası Muaviye göklere çıkartılıyor.

Bununla birlikte, tekrar edeyim, Emevi anlayışı özellikle eski Yunan ve Roma siyasal kültürüne ve dolayısıyla hıristiyanlığa, özellikle de “yahudi hristiyanlık” a referansları sayesinde Arap-İslam uygarlığı denilen olgunun ortaya çıkmasında önemli bir işlev görmüştür. Nitekim, Orta Doğu’da işi bitirilince, tası tarağı toplayıp, İspanya coğrafyasındaki topraklarına hicret etmiş, orada kaldığı yerden, önemli işler yaparak, yoluna devam etmiştir.

Bugün İslam adına bize intikal etmiş kutsal metin dahil hemen hemen bütün en eski bilgi kaynakları, tarihler, siyerler, sünnet ya da hadis denilen gelenek anlatıları, menakıbnameler hep Abbasi devrinden kalmadırlar. Yani Abbasi siyasal ve ideolojik yapılanmasının ihtiyaçlarına göre dizayn edilmiş, veyahut yeniden yorumlanmış, dönüştürülmüş ya da belli müdahalelere maruz kalmış eski rejimden intikal etmiş, ama hepsi yeni rejim tarafından ısmarlanmış metinler, eserlerdir. Emevi devrine ait kaynaklar herhalde yok edilmiş, anlatılar unutturulmuştur.

Bu bağlamda, “Emevi İslamı” aşağısaması da aslında Abbasi siyasetinin, ideolojisinin ağzından konuşmaktır. Bugün “Emevi İslamı” nı malum pejoratif anlamında kullananların onun karşıtının ne olduğunu da belirtmeleri gerekir. Eğer meramları Şiilikse, tamam, bu anlaşılır. Ancak bu aşağısama bazı Şii ve Alevi yorumlar dışında, Sünni çevrelerde de geniş ölçüde kullanılıyor. Bunu yapanlar, eğer “Emevi islamı” pejorasyonunun karşısına bir “Abbasi islamı” nı koyuyorlarsa (ki öyle anlaşılıyor), bunun ne olduğunu, diğerinden nasıl ayrıştığını açıklamaları gerekir.

Çünkü “Emevi islamı” bir Abbasi pejorasyonudur. Abbasilere göre kendi İslam anlayışları ya da siyasal ideolojileri, eski rejimin İslamından ya da siyasal ideolojisinden daha üstün, daha rafinedir. İslamın hakikisidir. Bugün bu pejorasyonu kullananlar, Abbasi konumunu benimsediklerini (açıkça belirtmeseler de) ilan ediyorlar. Yani “Abbasi islamı, Emevi islamından üstündür, gerçek İslamdır” demeye getiriyorlar.

Abbasi devriminin ideolojik kaynakları arasında kadim Sasani dinlerinin (Zerdüştilik, Manicilik, Mazdeizm gibi), Budizmin, onlardan şu ya da bu derecede etkilenmiş Şiiliğin ayrıcalıklı bir yerinin olduğu söylenebilir. Nitekim, devrimin sahadaki özneleri de ağırlıklı olarak büyük Hint-İran, Türkistan coğrafyasından gelenlerdir. İran üzerinden müslümanlaşmış, müslümanlaşmakta olan geniş bir nüfus vardı yani.

Abbasi devletinin özellikle kuruluş devrinde, yeni rejimin organik aydınları ağırlıklı olarak bazıları budist, manikeist eğilimlerini benimsedikleri yeni İslam dini içinde de şu ya da bu dercede sürdüren, Sasani devrinde de bürokratik görevler üstlenmiş Şiilerdir. Örneğin, Bermeki ailesi.

Abbasi döneminin başlarından itibaren yaklaşık iki asır süren ağırlıklı olarak Süryani aydınların önemli rol üstlendikleri dinsel olmayan Yunan klasik eserlerinin tercüme edildiği döneme atfedilen bir “Abassi rönesansı” ndan söz ediliyor.

Bu İslam dininin içinden çıkan bir yenilenme değil, tersine, ona rağmen toplumsal-siyasal koşulların yarattığı, mesela İslam tarihi alanındaki çalışmalarıyla bilinen S.D. Goitein’a göre, Bağdat merkezli, ticari etkinliklerin artmasıyla birlikte yeni yükselen gönençli orta sınıfların yol verdiği, bir gelişmedir. Din olarak İslamda bir reform yapılmamış, toplumsal siyasal koşullar elverdiği ölçüde, entelektüel ortam dinin dogmatik müdahalelerinden korunmuştur.

Yani değişiklik toplumsal-siyasal ortamda gerçekleşmiştir. Bu söz konusu koşullar değişince de, dinin müdahale alanının genişletilmesi ihtiyacı doğmuştur.

Kuşkusuz, tarih her farklı devirde o günün siyasal-ideolojik ihtiyaçlarına göre geriye doğru yeniden yazılıyor. Egemenlerin anlatısı o zamanının paradigması haline geliyor. O egemenlik yapısı yıkılmadan ya da en azından zayıflatılmadan onun egemen paradigmaları da değiştirilemiyor. Egemen paradigmanın doğru olmadığını, ya da en azından onun bazı bölümlerinin yanlış olduğunu istediğiniz kadar olgusal kanıtlar göstererek, arşiv belgelerine dayanarak söyleyiniz, yerleşik egemen paradigmayı aşamıyorsunuz. Bunun için özellikle de toplum bilimlerinde, siyasal bir mücadeleyi inatla sürdürüp, egemenleri, total veya en azından lokal olarak ama mutlaka siyaseten yenmeniz gerekiyor.

Bugünkü Sünni ve Şii İslam tarihleri elbette bulundukları zamanlardan geriye doğru yazılmış tarihlerdir. Bugünkü yazımlar, yorumlar da böyle. Yani genel olarak tarihçilik, bugünden geçmişe bakmak, bugünün anlayışından, ihtiyaçlarından hareketle geçmişle, genellikle sonunda bir monologa dönüşen, “diyalog” a girmektir. Yani “objektif” bir tarih yazımı olmaz. Olay ideolojik mücadeleler arenasında cereyan eder. Bilimsel alan söz konusu olduğunda, isterseniz, Kuhn’un dediği gibi, paradigmalar savaşı da diyebilirsiniz.

Sanatta, edebiyatta da durum farklı değildir elbette. Mesela, her edebiyat eseri, Upton Sinclair’in vaktiyle belirttiği gibi ideolojik bir metindir. Daha dar anlamda, bir propaganda çalışmasıdır. Bir fikrin, bir dünya görüşünün propagandasıdır.

Siz kabul etseniz de etmeseniz de, bütün toplumlar sınıf mücadeleleriyle kat edilirler. Toplumsal olan her şey (Bu elbette insan ve doğa arasındaki ilişkiyi de kapsar) , toplum içindeki insanla ilişkili her şey bu mücadelelerin alanında yer alır. Bu politik sınıf bilinci olmadan, ne sanatta ne bilimde, öğrenci ya da öğretmen, yazar ya da okuyucu, besteci ya da dinleyici vb olarak sağlıklı ilerlemeler, gelişmeler kaydedemeyiz.

Tarih her zaman yazıldığı dönemden geriye doğru yazılır diyoruz. Doğru. Bu yapılırken o günün ideolojik bakış açıları, siyasal konum hep oradadır. Tarihsel olaylar, özneler, kahramanlar buna göre hep yeniden kurgulanır. Bunlar doğru.

Gelgelelim, tarihsel anlatının hikayeleştirdiği tarihsel olgular, kurumlar, örneğimizde, dinsel sistemler bir anda, yekpare bir biçimde ortaya çıkmıyorlar. Bazen gelişmeleri, olgunlaşmaları yüzyıllar sürebiliyor. Mesela İslam, Sasani ve Bizans’ın kontrolünü yitirdiği coğrafyalara hızla nüfuz ediyor, yayılıyor. Bu hızlı siyasal genişleme dört Emir (Emirul Muminin) döneminin görece geri, henüz kabile ufkunu aşamamış siyasal-ideolojik çerçevesi içine sığamazdı.

Emeviler, bütün diğer Arap kabilelerine üstün gelerek devleti yeni gelişmelere yanıt verecek şekilde yeniden kurdular. Yeni devletin altyapısını güçlendirdiler. Siyasal iktidarı merkezileşme hilafına paylaşmak isteyen kabile güçlerini sahnenin dışına attılar. Tabii kanlı iç savaşlardan sonra.

Bu arada, siyasal ve ideolojik hatları, moda tabirle, kırmızı çizgilerini belirlediler. Sadece Arap kökenlilerin, o da kabilesel bir hiyerarşiye tabi tutularak, ayrıcalıklı merkeze yarleştirildiği, diğer müslüman etnisitelerin, gayrimüslimlerle birlikte çevrede yer aldığı bir siyasal örgütlenmeyi dayattılar.

Süren coğrafi genişleme, çevrenin dramatik olarak artan nüfusu, ekonomik ganimet ve getirilerin paylaşımındaki eşitsizlikler, daha fazla merkezileşme ve daha rasyonel devlet organizasyonu, başlıca ideolojik meşruiyet kaynağı olarak dinin bu gelişmelere yanıt verecek biçimde güncellenmesi ihtiyacı, Emevi yönetiminin içeriden çürümesi, eskisi gibi yönetebilme yeteneğini yitirmesi, Emevi yönetiminin üzerinde yükseldiği toplumsal zemini erozyona uğrattı. Devrim kaçınılmaz olmuştu.

Sonuç olarak ana hatlarıyla bugünkü Sünni ve Şii islam, dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına kadar devam eden bir süreçte, hem kendi aralarındaki, hem de çevrelerindeki dünyayla karşılıklı gerilimli ilişkiler içinde oluşmuş olmalıdır. Tabii o zamandan sonra da bu gelişme, değişme sürmüştür. Halen de sürüyor. Gelgelelim, değişimler, müdahaleler daha çok ana çerçeve etrafında yapılan yorumlamalar, içtihatlar, ve hukuksal müdahaleler halinde oluyor. Bu hemen hemen bütün tarihsel dinler için geçerlidir.

Şeriat konusuna gelince, baştan söyliyeyim, şeriatsız din olmaz. Ne demiştik? Din siyasetin ihtiyaçlarından doğuyor, onun çıkarlarına, iktidarsa, onu sürdürmesine hizmet ediyor. Bunu yaparken, bireyin içsel dünyasına da hitap ediyor. O içsel dünyaları fethettiği ölçüde, yönetimi altındaki nüfusu çekip çevirmesi, itaatlerini temin etmesi, rızalarını üretmesi olanaklı hale geliyor. Bunu da şeriat sayesinde yapabiliyor.

Şeriat bir siyasal ihtiyaç olarak dinin hukuksal normlar çerçevesine indirgenmiş formudur. Normlar sistemi haline gelmiş bir din anlayışına tekabül eder. Dinin kamusal olarak yaşanmasını olanaklı kılan vecibeleri, pratikleri, bu pratiklerin şeklini, usule değgin esasları belirler. Şehadet getirmek, namaz, oruç, hac, zekat vermek, abdest almak vb.

İslam dünyasında iki türlü tanrısal tasavvur ve ona göre biçimlenen iki tür dindarlık anlayışı olduğu yazılır, söylenir. Birinci anlayışta, işte malum, Tanrı ve insan varlığı ya da genel olarak varlık arasında bir süreklilik vardır. Aynı anda, aynı uzamda birlikte var olurlar. O kadar öyle ki, Tanrı ve varlık doğrudan ilişkiye geçebiliyorlar. Bu anlayışa göre, bütün dinsel inanışların vaadi olan nihai selamete ulaşmak için varlığın Tanrıyla daha fazla bütünselleşmesi, bir anlamda, tanrısallaşması gerekir. Yani varlığını tanrısallaştırması gerekir.

Her birey bu işi kendi başına beceremez. Bu yüzden bir peygambere, onun yokluğunda onun vekilliğini yapabileceğine inandığı bir vekile, imama, veliye veya bir mürşide bağlanarak, “ikrar vererek”, onun aracılığıyla Tanrıyla bağ kurar. Bu yolla kalbinde Tanrıyı yaşatabilir, “kamil insan” olabilir. Mesela, başlangıçta Şiilik ve halen Alevilik gibi dinler böyle bir teolojik anlayıştan hareket ediyorlar.

İkinci Tanrı ve dindarlık anlayışında, peygamber öldükten sonra artık Tanrıyla müminin arasında bağ kuracak kişi yoktur. Kimse de onun konumunu temsil edemez. Tanrı artık mümin için ulaşılmazdır, aşkındır. Artık Tanrı ile ilişki kurulamaz. Sadece onun peygamber aracılığıyla bize iletmiş olduğu emirlerine itaat edilebilir.

Sadece yazılı ve sözlü olarak ilettiği kurallarına uyularak, müminlik için gerekli gördüğü koşulları yerine getirerek Tanrının isteklerine uygun davranmış olunur. Bu bakımdan her gerçek mümin, onun kural ve şartlarını öğrenmeli ve uygulamalıdır. Bu kural ve şartlar, Kur’an, sünnet, hadis ve içtihatlar olarak mümine iletilmiştir. Ancak bu şart ve kurallara uyularak “kamil insan” olunabilir.

Bu ikincisinde, tamamen şeriatlaşmış bir din tasavvuru var. Fiilen şeriat dini soğurur. Bu anlayışta mümin kendisini tamamen şeriatlaşmış bir dinle ilişkilendiriyor. Yani dindarlık kendisini şer’i kurallar çerçevesinde tanımlıyor. Tabii siyasal iktidarların en çok istediği anlayışı da bu oluyor.

Birinci anlayışta da sınırlı bir ölçüde belli bir şeriat olduğu söylenebilir. Doğrudur. Temel kutsal metnin taşıyıcısı, ileticisi kişiye; onun yokluğunda, vekiline ikrar vereceksin ki, o da seni nihai kurtuluşa taşıyabilsin.. Yani mürşid ve ikrar ilişkisi olmadan mümin (talip) olamazsın. Ancak burada dinin şeriatlaşması söz konusu değildir. Bu önemli.

Yalnız dikkat edilsin, birinci anlayış, ikinci anlayışın şeriat dediği şeyi yadsımıyor. Mesela, hiç bir Alevi namaza, oruca, hacca karşı çıkmaz. Bunlar İslamda yoktur demez. Tersine, “bunlar vardır ama şekle değgin pratiklerdir. Oysa, inancın amacı öze ulaşmak, onunla yaşamaktır. Şekil ya da kabuk önemli değildir. Önemli olan özdür, Tanrıyla buluşmaktır” der.

Yine dikkat edilecek olursa, iki anlayışta da ortak olarak, varlık ya da insan, Tanrı (Tanrı dolayımı, yani din) aracılığıyla kendisini meşrulaştırabiliyor. Yunus Emre’nin dediği gibi, “Severiz yaradılanı/Yaradan’dan ötürü”. Yani tanrısı olmayanın vay haline!

Tabii Alevilik söz konusu olduğunda bu anlayışa yönelimi teşvik eden sosyolojiyi, maddi yaşam koşullarını da ihmal etmeyeceğiz. Bunların kahir ekseriyeti konar-göçer topluluklar. Henüz yerleşik, ya da yıl boyu süren yerleşik bir düzenleri yok. Yani zaman-mekan kavrayışları yerleşiklerinkinden çok farklı. Zaten özellikle kentsel yerleşik yaşama geçilmesiyle birlikte Alevilik inancında hızlı dönüşümler oluyor. Eski keskin, radikal şer’i usuller terk ediliyor.

Eski devirde, bir mürşide ikrar vermeyen, musahibi olmayan, ya da yıllık hesaplaşma ayinlerine katılmayanlar yol düşkünü sayılır, aforoz edilirlerdi. Artık kentlerde bu eski şer’i uygulamalar nadiren gerçekleştiriliyor. Hızlı kentleşme (artık büyük Avrupa kentlerini de kapsar şekildeki kentleşme), siyaseten, hukuken dışlanmış olma, tanınmama hali de bu uyarlanma, değişme, yenilenme yeteneğini arttırıyor .

Hristiyanlık tarihinde bu değişme dinamiğini daha net izleyebiliyoruz. Mesela, dördüncü ve beşinci yüzyıllarda, manikeizmin ikici veya ikili karşıtlıklar halinde kurgulanmış teolojisinin diğer dinler üzerinde de etkili olması, sonradan aziz mertebesine yükseltilecek Ambroise, Jerome, Augustine gibi hristiyan entelektüellerin müdahalesine yol açıyor.

Mesela, öyle siyah ve beyaz gibi, Cennet ve Cehennem katı karşıtlığının, inananlar nezdinde, özellikle de “günah işleme özgürlüğü” nü kullanmış olanların (ki hayli geniş bir nüfusu kapsadıklarını tahmin etmek zor olmasa gerektir) tanrısal selamete ulaşmaktan, dolayısıyla dinden de umudu kesmelerine neden olduğu fark edildi. Müşteriler şikayetçiydi. Bu din, “şeriat” zor işti.

Tam bu noktada, “müşteri memnuniyeti esastır” anlayışıyla donanmış hristiyan organik aydınlar devreye girerek, Cennet ve Cehennem arasında bir üçüncü yol açıyorlar. Araf’ı yeniden keşfediyorlar (Süreci Fransız Ortaçağ tarihçisi Jacques Le Goff, La Naissance du Purgatoire adlı kitabında çarpıcı şekilde anlatıyor). Yani müminlere “durun ya, bu kadar karamsar olmayın, hemen Cehennemi düşünmeyin, arada bir Araf olanağı da var. Bütün yapacağınız orada bir süre bekleyip, arınmak, sonra da doğrudan Cenette…” Tabii dükkan kapısından dönmek üzere olan müşteriler bunu duyunca, herhalde günah işleme özgürlüklerini özgürce kullanmaya devam edecekleri için sevinmişlerdir. Böylece, dikkat edilecek olursa, şeriatın ahirete iman maddesinde “ufak” bir tadilat yapılmış oluyor. Neyse.

Zerdüştilik, Yahudilik ve İslam gibi tek tanrılı dinlerin ortaya çıktığı, devletler, merkezi imparatorluklar kurulduğu zamanlarda, bu devletlerin nüfuslarını yönetebilmeleri için hukuksal kurallara ihtiyaçları vardı. (Hristiyanlığın durumu bu bakımdan oldukça farklıdır. Hristiyanlık Roma hukuk sisteminin yürürlükte olduğu bir dünyada resmen kariyerine başlıyor. Hristiyanlık şeriatlaşmıyor. Mevcut Roma hukuk yapısı üzerine oturuyor. Dinden hukuk üretmiyor. Pagan hukuk sistemiyle uzlaşıyor. Onu kendisine uyarladığını iddia edenler de var). Böylece bu kurallar aynı zamanda dinselleştirilmiş oluyordu. Devlet kendisini bu tanrısal kurallarla meşrulaştırıyor. Uyruklar da mümin olduklarını bu kurallara uyarak kanıtlıyorlardı. Böylece devlet mümin nüfusu; mümin nüfus da “tanrısal devleti” meşrulaştırıyordu.

Elbette, bir kez devletler bu şeriatlaşmış din anlayışını tebalarına kabul ettirdiklerinde, diğer şer’i olmayan dindarlık anlayışını savunanlar, heteredoks ya da sapkın ilan edileceklerdi. Devletin merkezileşme ihtiyacı duyduğu her dönemde, bu heteredoks tabir edilen topluluklar merkez-kaç güçler olarak her zaman bir tehdit öğesi gibi muamele göreceklerdi. Bizde devlet, Osmanlı’da da, Cumhuriyet’te de bu merkez-kaç gücü, merkeze dahil etmek şöyle dursun, tanımaya dahi yanaşmadı..

Sadece İttihatçılar, Osmanlıcılık, İslamcılık yoklamalarından sonra müslüman Araplar da ayrılmaya başladıktan sonra ideolojik olarak Türkçülüğe meylettikleri son dönemlerinde, Anadolu’daki Alevi nüfusu fark ettiler. İttihatçı ideologlar arasında yer alan Fuat Köprülü, Baha Said gibi figürlerin o sıralarda yaptıkları Alevi ve Bektaşi araştırmaları, siyasetin ihtiyaçlarından kaynaklanıyordu tabii.

Köprülü için bu Alevi Türkler heterodoks olsalar da, bir “alt-kültür” olarak görülebilirlerdi. Dışlanmaları yanlıştı. O zamana göre hayli ileri bir “açılım” idi. Ancak sonradan yine siyasal ihtiyaçlarla olgusal tarihsel temeli olmayan ideolojik manipülasyonlara kapı aralandı. Mesela, tarihsel Alevikte hiç bir karşılığı olmayan Türkistanlı Ahmet Yesevi figürü çalışmalara monte edildi (Daha sonra Kürt milliyetçiliği yükselince, yine yaşayan Alevilikte hiç bir karşılığı olmayan, ne kadar Kürt olduğu da tartışmalı, Ebul Vefa devreye sokuldu).

Altmışlı, yetmişli yıllarda sol popülerleşince, bu kez, sol anlayış Aleviliği (Sünniliğe ve Şiiliğe değil) İslama sığdıramadı. Tarih dışı, fantastik, oryantalist motiflerle süslenmiş çalışmalarıyla, Aleviliğin İslam dışı “senkretik” bir din olduğunu (sanki senkretik olmayan bir din tasavvuru mümkünmüş gibi) vaz’ edenler, bilimsellik adına onu idealize edenler zuhur etti.

İki binli yıllara kadar, yaşayan Alevi Ocakları’na gitmeyi çoğu Alevi olmayan araştırmacı gerekli bile görmedi.

Şimdi soruyorum: Aleviliğin hangi yazılı sözlü eserinde, hangi ibadetinde, duasında, Muhammed, Ali, Ehlibeyt, 12 İmam yok?

Öte yandan, Bektaşi tarikatının kurulması da Hacı Bektaş’ın ölümünden iki yüz küsur yıl sonradır. Tam da Osmanlı’nın merkezileşme eğilimlerinin ve (Şii değil) Kızılbaş Safevilerle aralarındaki gerilimin arttığı bir zamanda. Osmanlı devletinin himayesinde bektaşilik tarikatı kurduruluyor. Bir kaç yüzyıl sonra da yine ihtiyaç hasıl olunca, aynı devlet tarafından bu kez kanlı bir şekilde tasfiye ediliyor.

Bu arada, geçen gün internette bir tartışmaya tanık oldum. “Safeviler neden Cbaşkanlığı forsunda yer almıyorlar” sorusu etrafında bir tartışma. Bunun için önce Alevi ve Safevi karşıtı paradigmanın alt edilmesi lazım. Bu da siyasetin sorunudur. Onu Atatürk Cumhuriyeti bile yapmadı. Osmanlı devrinden kalma paradigmayı, paradoksal “Sünni-Hanefi laiklik” şemsiyesi altında devam ettirdi.

Bugünkü bu şeriat tartışması da, siyasetin sorunudur. Devrimci siyasetin sorunudur.

Şeriat tartışması yapıldığı sırada, CHP’nin eşbaşkanlarından birisi Köln’de cami geziyor, caminin benzerinin İstanbul’da da yapılması için girişimde bulunacağını söylüyor. Diğer eşbaşkan tayyip Erdoğan’ı yumuşatma misyonu yüklenmiş. Bunu bir süre için de olsa başarabilmiş olmanın verdiği iç huzurla tebessüm ediyor. Ha bu arada, iki eşbaşkan arasındaki tamamlayıcılık misyonuna da hayran kalmamak mümkün değil, gerçekten bir elmanın iki yarısı gibiler, o kadar ki, aynı sıralarda, birisi Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının mezarına çiçek bırakırken; diğeri Özal’ın türbesini ziyaret edip, dulunun elini öpüyordu. Hem müzakere hem mücadele!

Sosyalist solun gelecek seçimlere kadar faaliyetlerine ara verdiği koşullarda, böyle yuvarlanıp gidiyoruz işte!

NOT:

(1) Bu yazıyı yazdıktan sonra haberdar olduğum “İlahiyatçılar Bildirgesi” ni sadece 14 ilahiyatçının (onların da sanıyorum sadece iki üçü akademik bir ünvana sahip) imzalamış olması bu söylediğimi destekliyor. Sağcılardan, hele “Türkçü-İslamcı” olanlarından hiç bir demokratik girişim, katkı beklenemez. Onlar siyasal biat kültürünün elemanlarıdır. Bu bakımdan çoğu tetikçilik görevine her zaman hazırdır. Dağ taş ilahiyatçıyla dolu, neredeyse her kasabada, mahallede bir ilahiyat fakültesi var. Üniversitede ilahiyat olur mu? İdeoloji olan ilahiyat bilimle bağdaşır mı? İyi ki, Diamond Tema, yine hadis ve diğer İslami kaynaklara referans vererek, Ayşe ile ilgili “Ifk Hadisesi”ni gündeme getirmemiş.

Bu bildirgede de yine yukarıda değindiğim metodolojik yanlış sürdürülüyor. Sorun, İslamın içinden yapılan bir tartışma çerçevesinde ele alınıyor. Oysa asgari olarak Aydınlanmacıların yöntemini izlemek gerekirdi. Bağnazlık, yobazlık karşısında sorgulama ve düşünce özgürlüğüne vurgu yapmak yerinde olurdu.

Başka bir komiklik de, Adalet Bakanı’na, Diamond Tema’ya adalet için çağrı yapılmasıdır. Bakınız, bu bakanların, dahası (iktidarı ve muhalefetiyle) düzen siyasetçilerinin hepsini içi boş birer ceket olarak görmek lazım. Yani (sadece terimin siyasal anlamında değil, en genel anlamında) bir kişiliğe tekabül etmiyorlar. Tarık Ali (kendisinden beklenilemeyecek kadar) iyi yazılmış Churchill kitabının bir yerinde şöyle söylüyor :

” Yine de tarih öngörülemez bir şeydir. Bir aktörü alır, ona güzel elbiseler giydirir ve rol ile gerçekliğin birbirine karışacağı derecede belirli bir rolü oynamaya zorlar. Perde indiğinde onları bir kenara atar, sonra kendine acemi ama öğrenmeye hevesli yeni aktörler seçer ve onları savaş alanına sürer. Churchill kendi devrinin şekillendirdiği böyle bir aktördü sadece.”

(2) Kabile ve/veya aileler arası iktidar, egemenlik mücadelesinin tarihsel Muhammed figürünün eylemlerinde belirleyici bir rol oynamış olabileceğini, devrin siyasal yönetim veya egemenlik anlayışları dikkate alındığında, düşünmek meşrudur. Bu mantığa göre, Muhammed’in kendisinden sonra ailesinin egemenliğinin sürmesini istemiş olabileceğini iddia etmek anlaşılırdır. Ancak, bir aileler koalisyonuyla iktidarı almış olması, bu düşüncesini gerçekleştirmesini önlemiştir. Emevi karşıtlığını ve Abbasi devriminin sahip olduğu geniş toplumsal tabanı bu bağlamı da gözardı etmeden ele almak gerekir.

Erken seçim çağrısı yapmak lazım

Şanlı Haziran devrimci ayaklanmasının yıldönümünde, devrimcilerin içinde bulundukları rehavetten sıyrılarak acil seçim çağrısıyla kamuoyu oluşturmaya katkı yapmaları gerekiyor. 31 Mart seçimlerinin sonucu halkın mevcut rejimden kurtulma isteğini net bir biçimde ortaya çıkarmıştır. En kısa sürede erken bir seçim için bastırmalıyız.

Öznel güçler, nesnel koşulları edilgen bir şekilde veya manda trene bakar gibi izlemezler. Nesnel koşullara müdahale ederek onu temsilcisi oldukları sınıfın siyasal çıkarları doğrultusunda etkilemeye, yönlendirmeye çalışırlar. Ancak bunu yaptıkları, yapabildikleri ölçüde “öznel güç” olabilirler.

Mümkün olduğu kadar erken bir seçim, rejimin kırılganlığını arttıracak, devrimci, demokratik güçler lehine rejimin dayanaklarını zayıflatacaktır. Son iki seçimin ard arda vurduğu darbeleri tamamlayıcı bir rol oynayacaktır.

Mevcut düzen partileri arasından herhangi birisinin tek başına çoğunluğu temin edemeyeceği bir duruma yol açarak, zaten hali hazırda var olan istikrarsızlık halini daha da derinleştirecektir. İktidara toparlanma ya da yeni oyunlar kurma olanağı tanımamak gerekir.

“Halkın seçim yorgunluğu” teraneleriyle teselli bulmak yerine halkın seçimler aracılığıyla yapmış olduğu demokratik çağrının gereğini yerine getirmek lazım. Halk seçim yorgunu değil, rejimin gericiliğinden, baskılarından, mahkum edildiği yaşam koşullarından bezmiş durumda.

İlerici öznel güçler üzerlerine çökmüş olan rehavetin halka da sirayet etmesini mi bekliyorlar? Bu bakımdan bir aktarım kayışı işlevi mi görmek istiyorlar?

Eğer bir erken seçime AKP-MHP ittifakı gereksinim duysaydı, tereddüt etmeden bunu yapardı. Şimdi muhalif güçlerin lehine çalışacak böyle bir talebi hep birlikte, yüksek sesle ilan etmemiz lazım. İstikrar rejimin ekmeğine yağ sürer.

Peki, neyi bekliyoruz? CHP’yi mi?

Hamas ve Filistin direnişi

Yayın tarihi kamil

Önce şu saptamayı yapalım: Filistin, tıpkı daha önce örneklerini, mesela, Afrika’da, gördüğümüz gibi yabancı istilacıların sömürgeleştirdiği bir ülke. Yani bir sömürge.

Filistin’in sömürgeleştirilmesi, tarihsel olarak ırkçı ve anti-semitist olan emperyalistlerin Avrasya ve Ortadoğu’daki mevzilerini ya da jeo-ekonomi-politik konumlarını güçlendirmek, bu arada da, Avrupa’da 2.D.Savaşı’nın biraz öncesinden itibaren yeni siyasal içeriğiyle yakıcı bir sorun haline dönüşmüş olan “Yahudi sorunu” nu çözmek için temellerini 1.Dünya Savaşı sonrasında Balfour deklarasyonuyla atmış oldukları planın siyonistlerin siyasal önderliğinde gerçekleştirilmesiyle olanaklı olmuştur.

Balfour Deklarasyonu “Yahudi Sorunu”nun emperyalist bir sorun olarak ilanıdır.

Bilindiği gibi, Filistin ülkesi sürekli ivme kazanan aşamalar halinde, 1.Dünya Savaşı’nın ön günlerinden itibaren ama özellikle de 2.Dünya Savaşı sonrasında emperyalistlerin dayatmasıyla, Batı Avrupa’da istenmeyen Yahudi nüfusun göçe teşvik edilmesiyle işgal ettirilmiş, işgalciler ülkede sürekli yayılararak sömürgeleştirilen alanı da sürekli genişletmişlerdir. Bu yapılırken, yerleşik Arap halkı da ülkelerini terke zorlanmıştır. Bu süreç halen devam etmektedir.

Siyonistler ve bölgedeki gerici Arap rejimleri, Şah devri İran’ı ve emperyalizmin uydusu Türkiye gibi bölgesel güçlerin katkıları, bu söz konusu ülkelerin himayesindeki İslamcı siyasetin emperyalist “böl ve yönet” taktiği uyarınca harekete geçirilmesiyle işgale direnen Filistin halkının direnişi kırılmak istenmiş, dünya sosyalist sisteminin bölünmesi ve zayıflaması ve nihayet çökmesiyle birlikte bunda başarılı da olunmuştur.

Ancak, görece lokalize görünümler almış olsa da, direniş bastırılamamıştır. Gazze’de yaşananlar bunun en spektaküler göstergesidir.

Gazze’deki savaş emperyalist bir içeriğe sahiptir. Basitçe, İsrail devleti ve Filistin halkı arasındaki mücadele olarak görülemez. İsrail devleti emperyalist bir projedir. Siyonizm emperyalizmin Avrasya ve Ortadoğu’daki çıkarlarına hizmet etmek için onun arabasına koşulmuştur.

Siyonizmin görünürdeki siyasal içeriği İsrail’in Filistin halkına karşı uyguladıkları “işgal”, “kolonileştirme” “holokost”, “apartheid” dır. Bu saptamaların hepsi doğrudur. Ancak, bunun emperyalizmin bölgesel siyasetiyle bağlantısı kurulmazsa, anlaşılması, dolayısıyla onunla doğru bir şekilde mücadele edilmesi mümkün olamaz.

Tekrar edelim, kapitalist-emperyalist siyasetle iç içe geçmişliği saptanmadan siyonizmin siyasal anlamı kavranamaz. Siyonist proje emperyalist siyasetin himayesinde olanaklı olabilmiştir. Ancak onun sayesinde sürdürülebilir.

Marksist-Leninistler her kim emperyalizmle mücadele ediyorsa, onun yanında olurlar. Marksist-Leninist siyaset her zaman ve ancak emperyalizme karşıt olarak oluşturulabilir. Filistin’deki mücadelenin bir cephesi olarak Gazze’deki savaş emperyalist siyonizme karşı bir savaştır.

Bir devrimci sosyalist kendi siyasal ideallerini saf teorik formları içinde kavramaya, mücadelesini buna göre oluşturmaya kalkışırsa, anti-diyalektik bir yanlışın öznesi olur. Tıpkı bizatihi gerçekliğin saf halde olmaması gibi, saf haliyle bir sosyalizm pratiği de olamaz. Gerçekliğin çok boyutlu olduğunu unutmayalım.

Bu bakımdan, Gazze’de olduğu gibi, emperyalizme karşı direnen, emperyalizmin yayılmacı ve savaşçı emellerine karşı (bugün için) savunma konumunda olan Rusya ve Çin güçlerinin yanında olmak marksizm-leninizmin yöntemine, dolayısıyla emekçi dünya halklarının çıkarlarına uygundur.

Sosyalist bloğun çökmesinden sonra emperyalizmin uygulamaya koyduğu birleşik saldırı stratejisi karşısında devrimci komünizmin enternasyonal birliğini sağlamak, onun ilerici, demokratik direnişlerle ittifakını kurmak zarurettir. Bugün en önemli eksiğimiz budur.

İçinde bulunduğumuz coğrafyada, emperyalist siyasetin en önemli aracı olan İsrail, onun lojistik destek güçleri olarak işlev gören Arap ve Türk siyonizmleri geriletilmeden proleter devrimci siyasetin önünü açacak hiç bir ilerici, demokratik adım atılamaz.

İsrail, ABD ve Avrupa’daki müttefikleri en yüksek mevkilerde bulunan yöneticilerinin ağzından, Gazze’deki emperyalist-siyonist katliamı protesto edenleri Nazi Almanyası’ndaki anti-semitist kampanyaları düzenleyenlerle aynı kefeye koyduklarını ilan ettiler. Bu demagojik sahtekarlık emperyalist ideolojinin işleyiş biçimine gayet uygundur.

Buna karşılık devrimci sol siyasetin, bizatihi İsrail’in, dolayısıyla onun emperyalist ve lojistik payandalarının her siyasal hamleleriyle anti-semitizmi sürekli yeniden ürettiklerini, anti-semitizmin emperyalist-siyonist siyasetin damarlarındaki kan olduğunu ilan etmeleri, bu yolla emperyalist-siyonist demagojiyi geri püskürtmeleri gerekiyor.

Öncelikle, emperyalistlerin bugünkü çıkarları doğrultusunda Hamas’ın terörist ilan edilmiş olmasını kabul edemeyiz. Kapitalist-emperyalizme karşı her kim direniyor, onu geriletmeye çalışıyorsa onu müttefik olarak görmek marksist-leninist siyasetin gereğidir.

Hamas 2017 yılında kendisini açıkça Müslüman Kardeşler’in Gazze şubesi olarak ilan etmişti. Müslüman Kardeşler örgütü 1949’da, Seyyid Kutub’un örgütte en etkili olduğu bir sırada, Britanya’nın, biraz daha sonra da, NATO’nun himayesine girip, onun emperyalist siyasetinin (soğuk savaştaki) aracı haline gelmişti. Bu konumu bugün de (veya henüz) anlamlı olarak değişmiş değil. Dönemsel gel-gitler siyasal maşalık ilişkisinin doğasında var elbette.

Emperyalizm, Büyük Ortadoğu’da “Arap Baharı” bayrağı altında yeni bir saldırı başlatıp, Suriye’yi de hedef aldığında, Hamas müttefik ilan edilmişti. Suriye’deki direnişle geri püskürtüldüğünde, terörist ilan edildi. Zaten görece uzak geçmişte de bu tür gel-git hareketlerinin örneklerini görmüştük.

Hamas’ı emperyalistler ve İsrail kurdurmadı. Ancak, kurulduktan sonra onu taktik amaçlarla kullandılar. Hamas da, Filistin siyasetinde, El Fetih’e karşı alternatif politik bir güç haline gelebilmek için onları kullanmaya çalıştı. Nitekim, FKÖ’nün, dolayısıyla El Fetih’in de teslim olmasından sonra Hamas’ın Filistin mücadelesindeki rolü önem kazandı.

Artık Filistin halkının direnme iradesinin ve talebinin sahadaki sözcüsü olarak etkinliğini arttırması için aşağıdan, halktan gelen baskılara yanıt vermesi gerekiyordu. Halkın mücadele istemi, mücadelenin şiddetlenmesi Hamas üzerindeki basıncı arttırdı. Hamas ya siyasal boşluğu dolduracak ya da etkisizleşerek El Fetih gibi sönecekti.

Hamas birinci yolu seçmek zorunda kaldı. Nitekim, daha bu son eylem gerçekleşmeden içindeki çatlak, halktan gelen basınca dayanamayarak su yüzüne çıktı. Hamas içindeki çatlak, daha 2017’de onun kendisini Müslüman Kardeşler’in bileşeni olarak ilan etmesiyle baş göstermişti. O tarihten sonra Hamas aslında fiilen iki kanada ayrılmıştı.

Haniye ve Meşal’in başını çektikleri Müslüman Kardeşler’e yakın fraksiyon, ve Halil Hayya’nın liderliğini yaptığı M.Kardeşler karşıtı grup. 2022’de Suriye Arap Cumhuriyeti ve İran İslam Cumhuriyeti Hayya grubunu açıkça desteklemeye başladılar.

Bugün Gazze’deki savaşı Hamas bu yapısıyla ve tabii Hamas’la bağlantısı olmayan başka direniş gruplarıyla da ittifak halinde sürdürüyor.

Öte yandan, Hamas konusunda ihmal edilen önemli bir nokta da, onun artık Gazze’de devlet haline gelmiş olmasıdır. Gazze halkının ihtiyaçlarını onun kadar doğrudan ve etkili biçimde karşılayabilecek bir başka oluşum hali hazırda mevcut değil. Koşullar onu devletleştirdi. Ha bu devlet halkın ihtiyaçlarına doğru düzgün ya da yeterince yanıt veriyor mu, o ayrı bir tartışma konusu olabilir. Ancak, mevcut durumda şu ya da bu ölçüde, şu ya da bu yeterlilik derecesinde, fiilen devlet işlevi görebilen en etkili otorite o. Bunu kabul edelim.

Gazze’deki savaş, aynı Ukrayna’daki savaş gibi, bize emperyalist güçlerin ve anti-emperyalist direniş güçlerinin de kendi içlerinde siyaseten yekpare ya da “saf” halde olmadıklarını, olamayacaklarını, dolayısıyla bunların siyasal davranışlarının doğrusal bir biçimde hareket etmediğini, edemeyeceğini bir kez daha öğretiyor.

Şimdi, AKP hükümeti bir grup yaralı Hamas savaşçısını Türkiye’ye buradaki hastanelerde tedavilerinin yapılması için getirtmiş.

Buna karşı çıkılmaz. Ancak, bu olay üzerinden siyonist-emperyalizmin lojistik merkezlerinden biri olan Türkiye’nin ve o siyasetin yürütme organı olan AKP yönetiminin sahtekarlığının deşifre edilmesi, AKP’nin ve onun siyasal İslamcı çizgisinin ikiyüzlülüğünün afişe edilmesi gerekir.

Bu olay etrafında Hamas’ı değil, Türk-İslam siyonizminin bayraktarlığını yapan AKP yönetimini hedef almak gerekir.

Bırakınız ticari ilişkiler içinde olmayı, işgalci-sömürgeci İsrail devletini tanıyan her kimse emperyalist siyasete hizmet etmektedir.

Filistin’li savaşçıların, Hamas’lı olabilecekleri gerekçesiyle ülkemizde tedavi edilmelerine, üstelik de solcu olduklarını iddia eden kimseler tarafından karşı çıkılması, siyonizmi kollayan oportünist bir tavırdır. Mücadele edilmesi gerekir.

Yok efendim, Hamas Batılı devletler tarafından (emperyalistler demeye dilleri varmıyor) bir terör örgütü olarak görülüyormuş (aslında kendileri de öyle görüyorlar), Türkiye dünyada zor durumda kalırmış (Yani, emperyalistlerle ilişkileri bozulur demek istiyorlar). Nitekim, muhtemelen Erdoğan’ın bu ay içinde yapılması beklenen ABD ziyareti de bunun için iptal edilmiş falan…

Bu arada, Hamas ve müttefikleri kazanamayacaklarını bile bile bir savaşı başlattıkları için İsrail’e hizmet etmişler. Bütün bunlar İsrail planıymış. Hamas, İsrail planlarına hizmet ederek Filistin halkını oyuna getirmiş. Neresinden tutsanız, elinizde kalacak komplocu iddialar.

Daha önce söyledim. Mücadele işgal altındaki sömürge halkının talebidir. Yeni bir olgu değildir. Ancak yeni bir aşamaya varmıştır. Daha uzun bir süre devam edecektir.

İlk siyasal kazanımı, Filistin yönetimine tam üye statüsü tanıyan son BM kararıdır. Bu kazanımların zaman içinde artacağına, Netanyahu yönetiminin tasfiye edileceğine de tanık olacağız.

Öte yandan, “yedi düvel” e karşı savaş ilan etmiş kemalist geleneği sahiplendikleri bilinen bu iddia sahiplerinin çıkıp, “Hamas kazanamayacağı bir savaşı başlattı” diye yakınmaları kendi adlarına büyük bir çelişkidir. Kesinlikle devrimci bir tavır değildir.

Kaldı ki Hamas, İsrail’in daha resmen kuruluşu öncesinde başlattığı ve sonrasında da hep yaptığı gibi, doğrudan sivil hedeflere değil, askeri hedeflere saldırmıştı. Bunu yaparken, İsrail askerlerini esir alarak hapisteki Filistinli esirlerle takas etmeyi planlamışlardı.

Kabul edelim, Türkiye sol hareketi içinde bu tür siyonist lobilerin belli bir etkisi var. Bunda tarihsel olarak kemalist Türk milliyetçiliğinin, onun kemalizmini model almış Arap milliyetçiliğini düşmanlaştırmış olmasının payını ihmal edemeyiz.

Kemalist ulusal kurtuluşçu siyasal yöntem ve ideolojiden hayli etkilenmiş, altmışlı ve yetmişli yıllarda palazlanmış, küçük burjuva popülist sol söylem ve pratiğin bırakmış olduğu siyasal izleri de ihmal edemeyiz. Bu eğilimlerle amansız bir mücadele zarurettir.

Kemalizm tarihimizde ilerici bir rol oynamıştır. Burjuva laik cumhuriyeti kurmuştur. Hiç şüphesiz, burjuva cumhuriyeti, mutlak monarşiden, İttihatçıların meşruti monarşizminden ileridir. Ama sosyalizmden geridir.

Yeri gelmişken, Atatürk’ü ve kemalizmi İttihatçılığın devamı olarak sunmak yanlıştır. Diyalektik tabirle, Atatürk ve kemalizm inkârın inkârıdır. Meşrutiyet inkârdır. Cumhuriyet de meşrutiyetin inkârıdır. Atatürk böyle bir ayrıcalıklı siyasal konumu temsil eder. Meşruti monarşist İttihatçıların hedefi haline gelmiş olması da bu yüzdendir.

J.J. Rousseau gibi. O da aydınlanma hareketi içinde hem monarşiyi hem de meşrutiyetçilerin konumunu inkâr etmişti. “Devrimci cumhuriyet” şiarını yükseltmişti. Bu yüzden, mesela Voltaire, Ansiklopedistler gibi Aydınlanma hareketi içinde yer alan figürlerin hedefi olmuştu.

Son olarak, emperyalist-siyonist AKP siyasetinin bu karakterini en açık biçimde dışa vuran, milyonlarca sığınmacının emperyalist taleplerle ülkemize getirilmesiyle sonuçlanan Suriye, Irak ve Afganistan macerası halkımızın tepkisine yol açmıştır. Bu tepki halen gerici, milliyetçi istismarcılar tarafından en başta Arapları hedef alan ırkçı, yabancı düşmanı söylemsel mecralara yönlendirilmektedir.

Gazze’deki direniş karşısında ilerici halk kesimlerinden beklenen etkin kitlesel desteğin gelmemesinde AKP siyasetin neden olduğu yığınsal Arap göçü ve onun siyasal istismarının önemli bir payı olduğu açıktır.

Hiç bir ilerici gerekçesi olmayan, olamayacak tarihsel Arap düşmanlığı bu son gelişme tarafından tekrar harekete geçirilmiştir.

Tabii, Kürt siyasetinin en etkili bölümünün emperyalist-siyonist siyasetin bağlamına dahil olması da diğer bir etken olarak görülmek gerekir.

Bugün Gazze’de Hamas’ın başını çektiği direniş Filistin hareketinin siyasal merkezinin Gazze’ye kaymış olmasını, bu bakımdan da Hamas’ın mücadeledeki önder konumunu teyit etmiştir.

Batı Şeria’da ya da FKÖ’nün yönetimindeki Filistin Ulusal Otoritesi’nin kontrolündeki topraklardan henüz Gazze’ye etkili bir destek gelmedi. Bununla birlikte, ilk uluslararası kazanımı da onlar elde ettiler. Bunu da not edelim.