Tiyatro

AKP rejimi 2007’den beri farklı şeyler yaparak değil, hep aynı oyunu tekrar tekrar sahneleyerek yoluna devam ediyor. Zaman zaman oyuncuları ayak uydurma yeteneklerini yitirdikleri veya yeni yüzlere duyulan gereksinim dolayısıyla değiştiriyor. Hepsi bu.

Buna göre, bir yandan “özgürlük ve demokrasi” adımları atıyor, diğer yandan kaşıkla verdiğini pratikte kepçeyle geri alıyor. Hep aynı döngü. Daraldığı zaman, “demokrasi, açılım” çağrıları yapıyor. Hemen ardından da yargı ve/veya polis terörünü deus ex machina işlevi görecek surette sahneye indiriyor.

Bunu nasıl bu kadar kolay yapabiliyor peki?

Muhalefeti figüranları haline getirerek. Bir kere, kimin “muhalif” rolü oynayacağını kendisi belirliyor. Yani, isterseniz, muhalefeti tayin ediyor.

Siyaset söz konusu olduğunda, Türkiye’de de asıl sorun, “muhalefet” tir. Bu sorun tanılanmadan bu oyunu bozamayız.

Şimdi bu saptamanın komploculuk olduğunu iddia edenler olabilir. Ancak, iktidar olarak Tayyip Erdoğan’ın yükselişini, muhalefetin veya muhalefetinin siyasal davranışlarıyla birlikte açıklamak gerekiyor.

Soru şudur: Muhalefetin, haydi diğerlerini bir yana bırakalım, CHP ve DEM’in önce Tayyip Erdoğan’ın yükselmesinde, iktidar olmasındaki rolü, sonra giderek devlet haline gelip, bu halini pekiştirmesindeki payı nedir? Bu soruya dürüstçe yanıt verilmeden bugün ülkeye egemen olan siyasal durum anlaşılamaz. Buradan çıkış olanaklı olamaz.

Tekrar tekrar söylüyorum, 2007’den beri ülkemizde yapılmış bütün seçimler şaibelidir. Rejimin bekası bakımından çok önem taşıyan bazı kritik seçim ve referandumlarda, “şaibeli” sıfatı anlamsızlaşıyor. Çünkü bu oylamaların öncesindeki ve sonrasındaki hileler gayet açıktır. Hatta bazısı tescil edilmiştir.

Peki muhalefetin tavrı ne olmuştur?

Bir başka konu, yasa ve anayasa ihlalleridir. Halen rejimin anayasal dayanağı yoktur. Rejimin bütün üyelerini atamış olduğu anayasa mahkemesi dahi bu hali, en azından belli süreler için, resmen ilan etmiştir. Yani bu rejimin kendi yapmış olduğu yasalar önünde dahi bir meşruiyeti yoktur.

Peki muhalefetin tavrı nedir?

Muhalefetin tavrı bellidir: “helalleşme” (meali, rejim hilelidir ama helali hoş olsun), “yumuşama” (meali, seçimleri kazandık ama sorun değil, siz bildiğiniz gibi devam edin, rejimin bekası için ne lazımsa yaparız), “barış” veya “analar ağlamasın” (meali, sen bizim etnik gündemimize uygun bir kaç şey yap, Öcalan’ı da gözet, bak artık hendek de kazmıyoruz, ondan sonra ne yaparsan yap, çal çırp, yak, yık, feda olsun!)

Muhalefet bu gayri meşru rejime payanda olurken, dolayısıyla onun hemen hepsi suç olan uygulamaları için paratoner veya hava yastığı işlevini hakkını vererek yerine getirirken, iktidarla birlikte suç işliyor. Bunlar suç ortaklarıdır.

Bunu görmeden buradan çıkamayız.

Bize tekrar tekrar aynı oyunu, zaman zaman değiştirilen ya da atanan yeni oyuncularla izlettiriyorlar. Özgür Özel de tıpkı Kılıçdaroğlu gibi (Özel onun daha genç ve gıtlağı yırtılacakmış gibi bağıran bir versiyonudur) “ana muhalefet” liderliğine AKP rejimi tarafından atanmıştır.

Buradan çıkışın önkoşulu bu paratonerleri söküp atmak veya bu hava yastıklarını patlatmaktır.

Bu tabloda en açık sözlü olan Erdoğan’dır. O kadar öyle ki, hizmetinde olanlara teşekkürü ihmal etmiyor.

Dün CHP’nin Kürt kökenli bir belediye başkanı görevinden alınıyor. Kendisine “terör” suçu isnat ediliyor ki, AKP’ye çalışacak bir kayyum atanabilsin(1)

Bu manzara karşısında DEM parti hâlâ çıkıp “açılım”, “barış” diyebiliyor. “Pes” demek lazım.

DEM Parti’nin sorunu bir siyasal kişilik haline gelememiş olmasıdır. Öcalan ve Kandil arasında vekaleten siyaset yapıyor.

Türkiye’deki Kürt siyasetinin temel sorunu, özerk bir sivil siyasal odağın oluşturulamamış olmasıdır. Öcalan ve Kandil gölgesi altında etkili olunamaz. Bu ikisini kendi siyasetinizin araçları haline getirebilirseniz, yani onlar sizin kontrolünüzde olursa, etki yaratırsınız.

Öcalan ve Kandil şimdiki konumlarıyla, Kürt sorununun çözümü önünde ayak bağıdırlar. Zaten her ikisinin reel değil, atfedilmiş siyasal güçleri var. Dolayısıyla hem bugünkü rejim hem de onun içinde yer aldığı uluslararası bağlam tarafından kolayca kullanılabiliyorlar. Örnek olsun, Kandil yönetiminin bilgisi dışında (çünkü Kandil üst yöneticileri ilk refleks olarak eylemi kabul etmediler) PKK militanlarına Ankara’da eylem yaptırılabiliyor.

Bu koşullarda ne yapılmalı? En ivedilik arz eden iş, AKP rejimi karşısında konumlanan bir siyasal odak oluşturmak, ya da odak haline gelmektir. CHP’de en az üç hizip olduğu açık. Bunlar arasından, odak oluşturmak anlamında, ilk hamleyi yapan avantajlı konuma geçer. Şu an itibariyle buna en yakın isim İmamoğlu. Eğer korkmadan, kararlılıkla stratejisini oluşturarak kendisini AKP rejimi karşısında siyasal odak haline getirebilirse, önü açılır. Yargılama sürecini, olası bir mahkumiyet kararını boşa düşürür. İktidarın ona karşı kullandığı her araç bir bumeranga dönüşür.

Dün itibarıyle partisinin fiili lideri görüntüsü vermiştir. Bu hali pekiştirecek, netleştirecek adımlar atması, hamleler yapması gerekir. Özel’in atanmış bir devlet görevlisi olduğunu ihmal etmeden ama partisini de bölmeden çıkışlarını sürdürmesi rejimin paniğini arttırır. Sokakta liderini, önderini arayan geniş bir kitle var. O kitelelere ulaşabilen işi götürür.

O her kimse ya da hangi heyetse, DEM Parti ile Öcalan ve Kandil dolayımı, vurgusu olmadan ittifak kurmalıdır.

DEM Parti Kürt sorununun ancak demokratik koşullarda konuşulabileceğini ve çözülebileceğini pratik olarak unutuyor. AKP rejimiyle hiç bir sorun çözülemez. Tersine, onun attığı, atacağı her adım sorun yaratıyor. Yaratacaktır. Bu rejim demokratik olmadığı gibi, demokratikleşmesi de mümkün değildir.

Bütün mesele, bu AKP-MHP tiyatrosunun tekrar tekrar figüranı olmamakta.

NOTLAR:

1) Popülist rejim böyle işler. Her şey kağıt üzerinde yasaya uygun. Klasik liberal kurumları, kuralları hemen hemen yerinde durur ama içleri boşaltılmış olarak.

Neo-liberal koşullarda klasik liberal devlet ve klasik faşist devlet olmaz. Liberal devlet görüntüsü altında faşist devlet işlevi görecek bir yapı oluşturulur. Neo-liberal kapitalizm krizden doğar, çok geçmeden kendisi de krizi derinleştirir, popülist olarak tabir ettiğim rejim de krizin boyutuyla doğru orantılı olarak gelişir. Veyahut evrim geçirir.

Artık klasik faşizm beklememek gerekir. Her şeyden önce o faşizm çok açıktı ve uygulaması da siyaseten pahalıydı.

Popülist rejim onun işlevini en sinsi biçimlerde, üstelik zihinleri de fethederek gerçekleştirir. Ne Mussolini’nin, ne de Hitler’in, zihinleri faşistleştirme olanakları vardı. Siyasal davranışları, ideolojileri ve tabii o zaman ki enformasyon teknolojileri de onlara bu olanağı tanımıyordu. Yani bedenler üzerinde yapabildiklerini zihinler söz konusu olduğunda yapamadılar.

Daha önceki klasik faşizmler, kriz şartlarında, liberal devletten, liberal demokrasiden, “liberal liberten” ideolojilerden evrilmişlerdir. Evet, devrilme değil, evrilme söz konudur. Şimdiki neo-liberalizmin ana ideolojisi de, paradoksal olarak, klasik faşizmin eleştirisi olmak iddiasındaki, “libidinal enerji” leri, “arzu”yu tam anlamıyla serbestleştirmek derdindeki freudo-marksizmdir.

Bütün bu kapitalist devlet biçimleri, yani esas olarak, klasik liberal devlet, klasik faşist devlet ve neo-liberal popülist devlet, kapitalist üretim tarzının ve onun ihtiyaç duyduğu tüketim tarzlarının evrimine göre (genel olarak) döngüsel görünüm içinde hareket ederler.

BRICS’in Kazan kentindeki toplantısı ne anlama geliyor?

2.Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan dünya düzeni, esas olarak, Tahran (1943), Yalta (Şubat 1945) ve Potsdam (Temmuz 1945) ve BM’nin resmen kurulduğu San Fransisco (Ekim 1945) Konferansları’nda, yeni düzenin değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek, surette şekillendirilmişti (Mesela, Yalta’da alınan kararla, emperyalist ve sosyalist kampta yer alan ülkeler -daha çok Avrupa ülkeleri kast ediliyordu tabii- kamp değiştiremeyeceklerdi). (1)

Yeni emperyalist hegemonya sistemini oluşturan kurum ve kurallar da, daha savaşın fiilen bittiği ama sonunun resmen ilan edilmediği bir sırada, 1944 yılında, ABD’nin New Hampshire eyaletinin Bretton Woods bölgesinde yapılan ve 44 ulusal devletin (sosyalist dünya hariç) katıldığı bir toplantıda ilan edilmişti.

Bretton Woods Konferansı’nda alınan kararlar, ABD’nin emperyalist dünyada, başlıca hegemonik güç olduğunu teyit ediyordu. O sistemin bütün ekonomi-politik çerçevesi ABD’nin merkezinde yer aldığı bir yapıya referans veriyordu. Dolar rezerv para birimiydi. Bütün öteki ulusal para birimlerinin değeri ya da fiyatı dolara göre tanımlanacak veya saptanacaktı. Kur ayarları belli bir altın ölçüsüne göre (1 dolar= 0.88 gr altın) dolanımı mümkün olan dolara göre yapılacaktı (Nixon devrinde 1971’de bu kısıt, bir oldu bitti şeklinde, tek yanlı olarak kaldırıldı).

Finansal kredi ve yatırım görüntüsü altındaki sermaye ihracı da, esas olarak, IMF ve Dünya Bankası olarak adlandırılan iki banka ve onlarla bağlantılı ödeme, sigorta vb araçlarla sağlanabilecekti. Bu kurum ve/veya araçlar üzerinde de ABD’nin tam bir denetimi olacaktı. IMF başkanları Avrupa’dan, Dünya Bankası başkanları Amerika’dan seçilseler de, fillen bu ABD egemenliği anlamına geliyordu.

Kazan’daki toplantıda, emperyalist ABD hegemonyasına başkaldıran, meydan okuyan ülkelerin benzer adımları, bu kez ABD’yi tahtından indirecek biçimde, atmayı planladıkları ilan edildi.

Plana göre, doların rezerv para olarak kullanılması sınırdaş ülkeler arasındaki ticaretten başlayıp, sonra giderek yaygınlaştırılarak kaldırılıyor, böylece önceki dünya düzeninin ekonomi-politik omurgasını oluşturan bir yapının en önemli taşıyıcısı, yapıyı kaçınılmaz olarak çökertecek biçimde devre dışı bırakılıyor.

Yatırım ya da kalkınma ve kredi akışını (yani sermaye hareketlerini ve ihracını) yürütecek iki banka kurulması öngörülüyor. Buna bağlı olarak da, ödeme, sigorta vb işlevleri görecek finansal araçların oluşturulması düşünülüyor.

Bütün bu yapının olası bir “hegemonik” gücün etrafında oluşturulmaması öngörülüyor. Yani hegemonya talebi yok. Tabii kervan düzülüp yola çıkıldıktan sonra sürecin ne yöne evrileceğini şimdiden öngörmek zordur. Ancak, bu tasarı halindeki planın öncekine göre çok daha demokratik bir görünüme sahip olduğu açıktır. Bu haliyle gerçekleştirilmesi, mevcut emperyalist hegemonya sisteminin, en azından, denetim alanının büyük ölçüde daralması anlamına gelecektir. Bu da proletarya siyasetinin çıkarınadır.

Emperyalist küreselleşme stratejisiyle, uluslararası ticaretin serbestleşmesini sağlayacağını iddia eden ABD, direnişler nedeniyle dünya egemenliği beklentilerinin gerçekleşmemesi sonucunda, bu ticareti, kendi dayattığı uluslararası antlaşmalara aykırı olarak, kısıtlamalarla, yaptırımlarla engellemeye başladı (Tıpkı, Erdoğan’ın, bir gece Üsküdar’ı geçirerek, dayattığı anayasaya uymaması gibi. Her iki vakada da, bu hal tükenişin filli ifadesi olarak görülmek gerekir).

Kazan toplantısının en ironik tarafı, bence, 13 BRICS ülkesinin (bu 13 ülkenin toplam nüfusu dünya nüfusunun yüzde kırkına tekabül ediyor) ABD’ye, kendisinin olmazsa olmaz ilan etmiş olduğu ama şimdi kendisinin ihlal ettiği, uluslararası ticari antlaşmalara uyması yönünde yapmış oldukları çağrıdır.

Tabii planın bir de uluslararası ilişkiler bölümü var. Buna göre, mevcut BM anlayışı, onun dayandığı hukukun üstünlüğü ilkesi birtakım radikal değişiklerle benimseniyor. BM’de, güvenlik konseyi gibi, en etkili platformların üye kompozisyonu ve işleyiş biçiminin, veto haklarının coğrafya ve nüfus esas alınarak görece daha eşitlikçi bir temelde yeniden yapılandırılması talep ediliyor. Böylece, BM’nin ABD’yi merkez alan görüntüsüne son verilmek isteniyor.

Bu noktada, bu toplantının Bretton Woods’un perspektifini ve işlevini aşan bir öneminin olduğunu belirtmek gerekiyor. Yani Kazan’daki toplantıya adeta, 1945’te San Fransisco’daki konferansın gördüğü işleve benzer bir rol de yüklenmek istenmiş. Nitekim, mevcut BM genel sekreteri de bu toplantıya katılarak desteğini ifade etmiş oldu.

Şimdi çıkıp, “BRICS bizi rahatsız etmez” veya “BRICS’in amacı ABD sistemine bir alternatif yaratmak değildir” demenin inandırıcılığı yoktur.

ABD’nin sönüşü ivme kazandıkça BRICS’e yönelik ilginin artacağından kuşku duymamak gerekir. Bu BRİCS tasarısının gerçekleşmesi, “pax-Amerikana” nın sonu demektir. Yanlış anlaşılmasın, kapitalizmin, emperyalizmin sonundan söz etmiyorum, başını ABD’nin çektiği mevcut hegemonik sistemden söz ediyorum.

Bu koşullarda, ABD üç biçimde hareket edebilir: Şiddete başvurur, özellikle (renkli devrimler dahil) her yolla böl-yönet yöntemine abanarak mücadele eder, veya kabullenir. ABD’nin hangi yolu tercih edeceğinin netleşmesi bakımından 5 Kasımda yapılacak başkanlık seçimi önem taşıyor.

Görüyoruz, iki çapsız aday yarışıyor. Şunu da kolayca tahmin edebiliyoruz: Önümüzdeki dört yılda bu dünya koşulları bugünkü bilindik haliyle devam edemeyecek (2)

NOTLAR:

1) Sovyet Bloku’nun çökmesiyle, 2. Savaş sonrası kurulan dünya düzeninde, iki dünya arasındaki dengeyi kuran kolonlar da yıkılmış oldu. O düzenin kapitalist bileşini artık mutlak egemen olduğunu ilan etti. Ancak , düzenin iki ayak üzerinde duracak şekilde inşa edilmiş olduğunu, Bretton Wood’un da o çerçevede bir anlamının olduğunu ihmal etti.

Sovyet dünyasının göçüp gitmesi, Bretton Woods’un yani ABD hegemonya sisteminin de altını boşalttı. Bretton Woods ve San Fransisco , Tahran’la, Yalta’yla, Potsdam’la mümkün olabilmişti. Onlar Sovyet- sonrası bugünkü dünyada anlamlarını yitirince, Bretton Woods’u savunmak da zorlaşacaktı tabii.

2) Amerika’da, yönetici tekelci sermaye sınıfının Elon Musk’tan sonra bir diğer ağır topu Jeff Bezos da Trump tarafına geçti. Bu sonucu, sahibi olduğu Washington Post’un, kendi yayın yönetiminin aksi yöndeki düşüncesine rağmen iki aday için de destek açıklaması yapmama kararı almasından çıkartıyorum. Yayın kurulunun Harris’i desteklediği herkesin malumu. Bezos, bu desteğin açıklanmasını istemedi. Bezos ve Musk arasında sermaye ortaklığı da var tabii.

Avrupa’daki devlet aklının mevcut hegemonya yapısının göçmekte olduğunun farkında olmadığını iddia edemeyiz. Oradaki devlet aklı tamamen kendisini NATO’ya hapsetmez diye düşünmek istiyorum. Yani onların BRICS’deki gelişmeleri ilgiyle, hatta heyecanla izlediklerini tahmin ediyorum. BRİCS’i içine girdikleri girdaptan kurtulmakta bir araç olarak görüyor olabilirler. İlk tökezlediği yerde, ABD’yi ve onun köhnemiş sistemini önce onlar terk edecektir. Hiç şüpheniz olmasın.

Kimin eli kimin cebinde

Bugün, önceki dünya düzeninin çöktüğü, yeni bir dünya düzeninin kurulması adına Atlantik bloku( ya da “global kuzey”) ve Avrasya bloku (ya da “global güney”) arasındaki mücadelelerin ivmelendiği koşullarda, ülkemizde popülist AKP-MHP rejiminin iktidarda kalması, hem emperyalistler hem de içerideki işbirlikçileri için öncelikli konudur.

Bu sorun, koridorlara, subaplara ihtiyaç duyulduğu ölçüde, Avrasya bloku açısından da önem taşımaktadır. Şu an itibarıyla o tarafın da, en azından, Türkiye’deki rejimden kurtulmak gibi bir derdi yoktur.

Türkiye’de, Kürt sorunu etrafında “barış” tartışmaları bu koşullarda cereyan ediyor. İktidarda, emperyalizmin çıkarlarına karşı hareket etmemeye özen gösteren, ülkenin kaynaklarını fütursuzca yağmalamayı, emekçilerini açlığa mahkum eder şekilde sömürmeyi başlıca amacı haline getirmiş işbirlikçi finans-kapitalin en gerici, en şoven, en gözükara kadroları var.

Liberal tabir edilen burjuva devletinin bilindik kurumlarını ve kurallarını fiziken ve hukuken ortadan kaldırmayan, ama onların içini tamamen boşaltarak işlevsizleştiren, salt bir görüntüye indirgeyen, yerine getirdiği siyasal işlevi itibariyle değil, sadece bu bakımdan klasik faşizmden farklılık arz eden, bir popülist rejim var.

Bu rejimle barış yapılamaz.

Daha öncesine gitmeyelim, düne kadar, torbacılarına siyasal amaçları için cinayet işlettiren, halen genel merkezlerinde el ele kol kola mafyatik katillerini ağırlayan bir partinin “barış” çağrısını ciddiye almak, ahmakça oltaya takılmak anlamına gelir.

Bu rejim ne pahasına olursa olsun yoluna devam etmek istiyor. Toplumsal meşruiyeti sona ermiş, sürekli erozyon koşulları içinde ayakta kalmaya çalışıyor. En öncelikli sorunu, iktidarını devam ettirmektir. Dün de benzer gerekçelerle, “masa” kurmuş, yine iktidarını sürdürme kaygusuyla o masayı devirmişti.

Peki, ne değişti? AKP, MHP, rejim değişti mi? Tersine, en olumsuz özellikleriyle takviye edildi.

Artık bir kez daha bunlara el uzatmak sadece ahmaklık değil, ihanettir. Kürt ulusal sorunu sosyalizmin sorunudur. Popülist rejimin iç hesaplarına ve emperyalist “satranç oyunu” na feda etmemek gerekir.

Bugünkü egemen Kürt siyaseti elbette bu durumu kavrayabilecek siyasal melekelere sahip değildir. Yani onunla da bu sorun çözülemez. Hem Öcalan’a “esir” diyeceksiniz, hem de “barış” ın adresi olarak onu işaret edeceksiniz. Esirle barış yapıldığı nerede görülmüş?

Kürt siyaseti bugün, anlaşılır nedenlerle, bölünmüş haldedir. Sadece, Öcalan-Kandil-DEM Parti ekseninde değil, son ikisi kendi içlerinde de bölünmüş, ya da fikri birlik içinde olduklarına dair bir görüntü vermemektedirler. Bu farklılıklar elbette, her şeyden önce, farklı sınıfsal çıkarlara referans vermektedir.

Şimdi bakınız, ABD, 1990 yılından itibaren BOP planını şekillendiriyor. Bu çerçevede, Kürt siyaseti askeri olarak “çekiç güç”, siyasi olarak Kopenghag Kriterleri şemsiyesi altında himaye ediliyor. Bir yandan da Kürt bölgesinde teröre ivme kazandırılıyor.

O arada, NATO emir-komuta zincirine tabi Türk genelkurmayının kara kuvvetleri komutanı, Suriye devletine yönelik o malum açıklamayı yapması için Suriye sınırına gönderiliyor. Öcalan on küsur yıldır bulunduğu Suriye’den apar-topar çıkarılıyor.

Soru şudur: Madem onu Suriye’den çıkaracak kudrete sahiptiniz, neden yıllarca beklediniz?

Çünkü ABD, BOP stratejisini hazırlıyor. Öcalan’ı Suriye’den çıkarıp, Türkiye’ye belli koşullar ve kayıtlarla teslim eden ABD ve bölgedeki en işlevsel maşası İsrail’dir.

Öcalan’ın, Suriye’den çıkarılıp Türkiye’ye teslim edilmesi, Türkiye halkının çıkarları veya iyiliği için değildi. Emperyalizmin çıkarları ve iyiliği içindi. TSK ve Türk devletinin esas işlevi NATO’nun, emperyalizmin çıkarlarına hizmet etmek olduğu için o general Suriye sınırına gönderilerek söz konusu süreç başlatıldı.

ABD, aşağı yukarı son yirmi beş yılda dünyanın her yanında, ilerici, devrimci hareketleri büyük ölçüde tasfiye etti. Ulusal egemen yapıları, rejimleri yıktı veya altlarını oydu. Ama PKK’ye dokunmadı. Tersine, himayesine alarak yönlendirdi.

Bugün hareketin Kandil Dağı kanadından söz ediliyor mesela. Bu siyasal kanat kendi iktidarına ne kadar sahiptir? ABD isterse onları bir günde tasfiye eder. Bunu herkes biliyor. Kandil’in kendi yakın çevresi üzerinde bile ne kadar kontrolünün olduğu tartışma götürür. Kandil’ deki PKK, ABD istediği için orada faaliyetlerine devam ediyor. Bunu akıldan çıkarmayalım. Böyle bir siyasal oyuncudan söz ediyoruz.

Barış, özellikle bu bölgede çetin bir iştir. Siyaseten güçlü, yani kişilikli, tutarlı ve kararlı olmayı öngerektirir. Kürt siyaseti hiç bir kanadıyla kendi erkine sahip değildir. Ne istediğini kendisi dahi bilmemektedir. Tutarlı bir siyasal programı yoktur. Arkasında tutarlı bir siyasetin olmadığı gerillacılık çok geçmeden bir bumerang haline döner. PKK’nin başına gelen budur.

PKK liderliği Sovyet Bloğu’nun çözülme sürecine girmesiyle başlayan yeni dönemi iyi okuyamadı. Sosyalist siyasetten vazgeçerek, ABD ve Avrupa’daki müttefikleriyle işbirliği yapabilmek için liberal siyaseti benimsedi. Tarihsel olarak zaten hayli zayıf olan anti-emperyalist eğilimini de bastırdı. Kaçınılmaz olarak emperyalistlerin kontrolüne girdi.

PKK liderliği ABD’nin “Körfez sorunu” etrafındaki hamleleri karşısında, silahlı mücadeleyi anti-emperyalist siyasal mücadele lehine bırakabilseydi, muhtemelen bugün daha güçlü ve etkili bir konumda bulunacaktı. Bunu yapamadı. Geç kaldı.

Ankara’daki TUSAŞ saldırısını kim yaptı?

Olayı yorumlayanların ağırlıklı bir kısmı, saldırıyı, kendisinin devre dışı bırakılacağını gören PKK’ye, veya Kandil’e mal ediyor. PKK’nin doğrudan iki siyasal temsilcisi var: Öcalan ve Kandil Dağı. Dolayısıyla, Kandil’in Öcalan’ın ön almasını engellemek için bu eylemi gerçekleştirdiği iddia ediliyor.

Şahsen katılamadığım bir iddia. Öcalan, Kandil’siz bir anlamının, gücünün olamayacağının; Kandil de Öcalan’sız etkisinin olamayacağının gayet iyi farkındadırlar. Öcalan eliyle yürütülecek bir müzakerede Kandil kaçınılmaz olarak her zaman devrede olacaktır. Öcalan, Kandil’in en önemli siyasal temsilcisi, Kandil de Öcalan’ ı önemli kılan askeri dayanaktır. Yani ikisi birlikte bir siyasal güce, anlama sahiptir. Öcalan, hem DEM’in hem Kandil’in siyasal temsilcisidir. Ama bugün için “esir” konumundadır.

Bu sözde başlamış olan süreç yürümeyecektir. AKP-MHP’nin iktidarlarını sağlama alarak sürdürmek için bu oyuna bir süreliğine ihtiyaçları vardır. TUSAŞ saldırısı bu sözde barış sürecinin önünü Türkiye’deki rejimin lehine, onun istediği yere kadar açmak, kamuoyunu hazırlamak veya ikna etmek için gerekli görülmüş olabilir. Belki arkası da, bu sahte sürecin farklı evrelerinde, gelebilir.

Şahsen bu son gelişmelerle, 7 Haziran 2015 sonrası arasında koşutluk kuranların görece sağlıklı düşündükleri kanaatindeyim. Üstelik, Ankara Garı Patlaması ile bu TUSAŞ olayının yapılış biçimi arasında da yer yer benzerlikler var. Eylemcilerin birisinin HDP’de siyaset yapmış bir PKK’li olması da manidardır. Özellikle seçilmiş olmalıdır.

Kürt siyasetinin bu haliyle “Kürt sorunu” üzerindeki bir egemenliğinden, denetiminden ancak kısmen söz edilebilir. Ankara’daki bu son eylem, Kandil’in kontrol ettiğini sandığı ve onun adına hareket ettiğini sanan eylemcilere yaptırılmış olabilir. Muhtemelen, Kandil Dağı üst yönetiminin inisiyatifinde gerçekleştirilmemiştir.

Bu planlı saldırı, bu sözde süreç biraz daha ilerlese de, hemen sona erdirilse de, yani her iki durumda da, siyaseten kendi hanesine yazılacağını düşünen gücün eseridir diye düşünmek meşrudur. Buna göre bu güç Ankara’daki popülist rejimdir. Bunu ihmal etmeyelim.

Burada önemli olan, MHP liderinin samimiyetsiz önerilerinin gerisine düşüp düşmemek değil, MHP lideri eliyle sunulan, rejimin sürdürülebilmesi için oynanan tehlikeli bir oyunu deşifre etmektir.

Bu arada, hep AKP-MHP diyoruz, CHP’ye haksızlık ediyoruz. CHP bu rejimin “muhalif” görünümlü payandasıdır. Lideri, tıpkı selefi gibi, bir tür “tuzluk” işlevi görmektedir. Tekrar olsun, rejimin halkla ilişkileriyle görevlendirilmiştir.

Bu siyasal yapı iktidarıyla muhalefetiyle alt edilmeden, emperyalizm ve siyonizm, en azından bölgemizde, geriletilmeden Kürt sorunu gerçekçi bir şekilde tanımlanamaz. Dolayısıyla çözüme kavuşturulamaz. Kürt sorunu iç ve dış gerici güçlerle müzakere edilemez. Böyle bir olası müzakerede kaçınılmaz olarak gericilerle aynı çizgide yer alırsınız.

Son olarak, ABD ve İsrail’in böyle bir barışı istemeyecekleri iddiası doğru değildir. Türkiye’deki rejimin Kürtlerle bağlaşması, özellikle şu sıralarda onları memnun eder. Bölgesel planlarını gerçekleştirmek bakımından işlerine gelir. Üstelik Suriye devletine karşı ellerini güçlendirir.

Sonra, Türkiye BRICS’e üye olmak istediği için bu eylemin yapılmış olabileceği iddiası da zorlama bir iddiadır.

ABD ve NATO Türkiye’nin BRICS üyeliğinin kendilerini rahatsız etmeyeceğini söylerlerken elbette yalan söylemektedirler. Çok rahatsız edeceğini hepimiz biliyoruz. Muhtemelen, BRICS’in en zayıf halkası görüntüsü veren kurucu Hindistan’ın resti için zemin hazırlanmış olmalıdır. Ayrıca, BRICS konusu daha çok su kaldrır.

Hindistan ayrı bir yazının konusu olabilir. Şimdilik şu kadarını ifade edeyim, Modi yönetimi Amerikancı, siyonist, neo-liberal, dinci-etnik milliyetçi (“Hindutva”) bir anlayışa sahip. Ülkede büyük bir müslüman nüfus var. Hindutva ideolojisi bunları yok sayar. Dahası, “nefret objesi” haline getirir.

Hindistan BRICS’e jeo-ekonomi-politik zorunluluklar dolayısıyla, özellikle Çin’le olan tarihsel sorunları nedeniyle kurucu olarak katılmak ihtiyacı duymuştur.

Halen Modi yönetiminin BRICS’i emperyalistler lehine içeriden zayıflatmak ya da işlevsizleştirmek için çaba harcadığını saptamak gerekiyor.

Bitirirken, genel olarak Hindistan’daki egemen sermaye çevrelerinin, BRICS’in belli kayıtlarla ve sınırlamalarla, çıkarlarına olduğunu düşündüklerini de belirtmek isterim. Çünkü bu sermaye, emperyalist sistemin kendisi için biçtiği ekonomik rolü daha fazla sürdürmek istememekte, ekonomik rollerin, yeni bir dünya düzeni içinde, kendisini gözetir şekilde, yeniden tanımlanmasını talep etmektedir.

Hindistan’ın Çin’le rekabet ederken, Rusya’yı da karşısına alması ülkenin istikrarsızlaştırılmasına davetiye çıkarır. Buna karşılık, ABD, Çin ve Rusya ile çıkar birliği içinde, barışık bir Hindistan’ı istikrarsızlaştıramaz.

“Kürt sorunu” nedir?

Bugün “Kürt sorunu” emperyalizm tarafından bölgesel çıkarları doğrultusunda sorunsallaştırılarak, uluslararası bir sorun haline getirilmiş, işbirlikçi ve gerici, siyonist, anti-komünist bir görünüm altında yeniden formatlanmış bir siyasal sorundur. Bu görünümüyle, anti-emperyalist değil, emperyalist-siyonist bir sorundur.

Kürt ulusal sorununun bu koşullarda, PKK önderliği altında, anti-emperyalist, devrimci, sosyalist çözümü olanaklı değildir.

Zaten dikkat edilirse, bu sorunu “Türkiye’nin en büyük, en önemli sorunu” olarak görenler bu sorunun ne olduğunu tanımlamamakta, veya tanımlayamamaktadırlar. Böylece, bir “kürt sorunu” dur aşağı, “kürt sorunu” dur yukarı gitmektedir.

Bugünkü Kürt önderliğinin elinde bu sorun emperyalist bir sorundur. Emperyalizmin Batı Asya planlarında devreye soktuğu ve sahaya sürdüğü bir siyasal araçtır. Gayesi, bölgedeki ilerici, anti-emperyalist direnişleri kırmak, bir yandan, bölgedeki en önemli vekili İsrail’in güvenliğini; ve diğer yandan, birincisinden ayrı düşünülemeyecek biçimde, bölgedeki enerji kaynakları üzerinde ABD’nin mutlak denetimini sağlamaktır.

ABD ve müttefikleri hali hazırda Mezopotamya’nın kuzeyinde, Akdeniz’e çıkışı olacak şekilde fillen büyük ölçüde gerçekleştirmiş olduğu, kendi kontrolünde, uydu veya tampon işlevi görecek bir Kürt bölgesine hukuksal bir geçerlilik de temin etmek düşüncesindedirler.

Böylece, anti-emperyalist, veya emperyalist hegemonya karşıtı direnişi kırmak, çok kutuplu dünya düzeni olasılığını geri püskürtmekte çok önemli bir mevzi kazanmak istemektedirler.

Bugün bu Kürt konusunun aniden yeniden pişirilip servis edilmesinin olası iki temel nedeninden birisi, içeride, emperyalist-siyonizmin her arzusunu gerçekleştiren, bunu yaparken de yağmacı ve torbacı düzensizliğini alabildiğine derinleştiren Cumhur İttifakı’nın toplumsal temelinin ve meşruiyetinin daralması ve sürekli daralma eğiliminde olması ve böylece iktidarını sürdürmesininin zorlaşması; dışarıda, proksi İsrail eliyle başlatılmış olan saldırının en önemli kritik aşamasını oluşturan Suriye ve İran’ın etkisizleştirilmesidir.

Mevcut Kürt siyasetinin yıldızı, BOP’un temellerinin atıldığı ilk Körfez Savaşı (1990) sırasında parladı. Sol, marksist-leninist bagajlarından kurtularak globalist “liberal emperyalizmin” buyruğuna girdiği ölçüde önünün açılacağı anlaşılıyordu.

Bütün dünyada gerilla mücadelelerinin tasfiye edildiği bir sırada Kürt gerilla hareketi PKK ve bileşenleri ihya edildi. Öcalan belli şartlarla TC devletine teslim edildi. Ancak, önceki konumuyla ölçülemeyecek derecede siyasal bir önem kazandı. Uluslararası siyasal bir oyuncu haline geldi (1).

Bu arada, Kürt siyaseti emperyalistlerin çıkarlarına uygun şekilde evcilleştirilerek, istenildiği gibi, çekip çevrildi. Bu olanağın sağlanmasında, egemen Türkiye Cumhuriyeti söz konusu olduğunda, emperyalist siyaset bağlamında, Kürt siyasetiyle benzer bir anlayışı temsil eden AKP iktidarına süreklilik kazandırılması çok önemli bir rol oynadı. Zaten bu ikisi, BOP stratejisi dahilinde her zaman “doğal müttefikler” konumundalardı. Bugün de böyle.

Son gelişmeler, MHP’nin bir NATO prodüksiyonu olarak operasyonel işlev görmesini, CHP’nin de konu mankeni olarak kullanıldığını göstermektedir. Amiyane tabirle, raconu ABD’nin talepleri doğrultusunda Erdoğan kesmiş, diğer iki parti kendilerine biçilen rolleri yerine getirmişlerdir.

Kurucu misyonunu 1946’da tamamlamış bir parti olarak CHP’den artık sadece sembolik anlamı dolayısıyla gelişmelere ayak uydurması, bir çok farklı konuda da tanık olduğumuz gibi, olay mahalline “tuzluk yetiştirme” si istenmektedir. Özel, Cumhur İttifakı’nın halkla ilişkiler işini üstlenmiştir. Demirtaş ziyaretini de bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Kesinlikle kendi inisiyatifiyle hareket etmemiştir. Kürdistan’a yapacağı ziyareti de bu şekilde değerlendirmek doğru olacaktır.

Kürt sorunun bu şekilde emperyalizmin isterleri doğrultusunda çözümü öncelikle ülkemizdeki ve bölgemizdeki ilerici, devrimci hareketlerin boğulması gibi bir sonucu öngörmektedir. Gerçekleştiğinde, gericiliğin tahkimine yol açacaktır.

Ülkede kanlı Kürt savaşını izleyen yıllardan itibaren bir “terör” sorunu yoktur. Çünkü Kürt savaşçıların kahir ekseriyeti ABD tarafından Suriye’ye taşınmıştır. ABD ve İsrail adına orada görev yapmaktadırlar. Zaten “terör” de ABD’nin orkestra şefliğinde duruma ve ihtiyaçlara göre yönlendirilmekteydi.

Bugünkü Kürt önderliği devrimci sosyalizmle, anti-emperyalist demokratik yurtsever bir ulusçulukla alakası olmayan, liberal, işbirlikçi, gerici milliyetçi bir koalisyondur. Zaten Kürt ulusal hareketinin tarihi boyunca anti-emperyalist olarak görülebileceği dönemler, sadece anti-emperyalist sosyalist devrimci Türk siyasetleriyle bağlaştığı dönemlerdir. Bunu saptayalım. Kürt ulusal hareketinin anti-emperyalist, demokratik damarı hayli zayıftır.

Marksist-leninistler her ulusal hareketi desteklemezler. Sadece anti-emperyalist, devrimci demokratik ve/veya sosyalist perspektifi olan ulusal hareketleri desteklerler. Emperyalizm çağında ulusal kurtuluş devrimleri ya anti-emperyalist bir siyasal hattı izleyerek dünya devrimci bloğuna dahil olurlar. Veyahut emperyalizmle işbirliği yaparak karşı-devrimci dünya cephesinde yer alırlar. Ya o ya bu! Arada başka bir yol yoktur. Bunu vurgulamak isterim.

Bu arada, yeri gelmişken, Lenin’in ulusal sorun konusundaki siyasal tavrı taktik olarak kesinlikle yanlış değildi. Ancak stratejik bakımdan sorunluydu. Bugün, son tahlilde, bir federasyon görünümü kazanmış Sovyet uluslar sorununun, mesela, Ukrayna sorununun da, bu bakımdan, geriye doğru yeniden eleştirel olarak değerlendirilmesinde yarar var. Lenin taktik olarak; ama R. Luksemburg da stratejik olarak doğruydular(2).

Son olarak, bugünkü dünya ve Türkiye düzensizliğinde bu “Kürt sorunu” nun, hele iktidarı ve muhalefetiyle, bu mevcut siyasal oyuncularla devrimci, demokratik şekilde çözülmesini beklemek safdilliktir. Dejavu olmak aptallara göredir.

NOTLAR:

1) Bununla birlikte, Kürt sorunu bugün itibarıyla Öcalan’ı, Kandil’i, DEM’i aşan bir uluslararası sorun haline gelmiştir. Öte yandan, bu üçünün arasında da siyasal olarak tam bir uyuşma söz konusu değildir.

Şunu da söylemeliyim: Öcalan’ın yıllarca ikamet ettiği Suriye’den çıkartılması ve Türk devletine teslim edilmesi, Türkiye’nin çıkarları veya Türkiye halkının iyiliği gözetildiği için değil, ABD’nin emperyalist BOP hazırlıkları ve buradan kaynaklanan ihtiyaçları öngörülerek, ABD tarafından gerçekleştirilmiştir. NATO’nun emir-komuta zincirine tabi olan TSK da bu emperyalist planın aracı olmuştur.

Biraz daha ileride bu aynı TSK “kozmik oda” sının anahtarını da söz konusu zincire dahil olmanın gereği olarak vaktiyle “düşman” ilan ettiklerine teslim edecektir.

2) Nitekim, daha yirmili yılların başında, Lenin’in sağlığında, siyasal olarak her zaman Menşevik geleneğin güçlü olduğu Gürcistan’da i”ulusal sorun” etrafında ilk önemli çatışma patlak vermiş, Stalin’in, Lenin’e rağmen müdahalesiyle Gürcistan’da işler rayına oturtulmuştu.

Hangi barış?

Ülkemizdeki siyasal gelişmeleri değerlendirirken, bölgemiz ve dünya konjonktürünü ihmal etmemek gerekir. Zaten bu ikisi arasında her zaman belli bir ilişki vardır.

Bölgemiz deyince, Karadenizdeki ve Doğu Akdeniz ya da daha genel olarak Batı Asya’daki gelişmeler gözümüzün önünde cereyan ediyor. Türkiye, ikisi arasında, bağımlı olduğu emperyalist uluslararası bağlam içinde, emperyalist hamlelerin giderek sertleştirdiği koşullarda, kendisi için tanımlanmış esneklik çerçevesinde, kuzeyde ve güneyde, ekonomi-politik koridor işlevini yerine getiriyor.

Tabii bu pürüzsüz bir süreç değil. Hamle yapıyor, belli bir momentum elde ediyor, durmaya, bazen geri adım atmaya zorlanıyor. Kuzeyde hareket alanı dar, güneyde görece daha geniş.

Devletin kurumlarını çökertmiş, kuralsızlığı egemen kılmış bu popülist tek adam rejimi, genel olarak, hem içerideki işbirlikçi tekelci sermayenin hem de emperyalist merkezin işine geliyor. İçte ve dışta bu koşullarda ihtiyaç duyulan esnekliği ya da kıvraklığı temin ediyor. Zaman zaman U-dönüşleri talep ediliyor. Gereği yapılıyor. Örnekleri çok. Biliyoruz.

Bu kuralsız esneklik halinin devamı için gerekli olan muhalefet de hazırlanmış zaten. O hazırlanmadan bu mesafeler alınamazdı.

Aslında, BOP stratejisinin devreye sokulmasıyla birlikte ( 1990’daki ilk emperyalist Körfez Harekatı’na kadar giden bir geçmişi olan stratejidir bu. Hatırlayınız, o zaman işgalin hemen öncesinde Irak’ta hem kuzeydeki Kürtler hem de güneydeki İslamcılar birlikte ayaklandırılmışlardı) Türkiye’de siyasetin emperyalist taleplere uygun hareket etme potansiyeli en yüksek olan iki siyasal gücün koalisyonu eliyle yürütülmesi öngörülmüştü. Bu iki güç, İhvancı siyasal İslam ve Kürt siyaseti idi. Bugün de bu emperyalist talep değişmedi.

Elbette, evdeki hesap ve çarşı arasında kaçınılmaz uyuşmazlıklar olacaktı. Ancak bu iki siyasal oyuncu, aralarında ne geçerse geçsin, hedeflerine ulaşmak için birbirlerine muhtaç olduklarını iyi biliyorlar.

Bu yüzdendir ki, son Kürt Savaşı’nda 7500 civarında insanın yaşamını yitirmiş olmasına, yüzbinlerce insanın yerini yurdunu terk etmesine, çok sayıda Kürt siyasal figürün hapsedilmesine rağmen bu ikisi arasındaki bağlantı hiç kesilmedi. Yeniden birlikte çalışma olanaklarının araştırılması, “masayı tekrar kurma” çağrıları, temennileri sürekli yinelendi.

Daha önce bir çok kez, Kürt siyaseti ve ülkemizdeki siyasal İslamcı rejimin “doğal müttefik” olduklarını dile getirmiştim. İkisi de hedeflerine ulaşmak için TC’nin yıkılmasını gerekli görüyorlardı. Yıkım gerçekleşti.

AKP, yani siyonist İhvancı rejim, sanılanın tersine, yeni bir şey kurmak istemiyor. AKP rejiminin en büyük korkusu düzendir. Yeni bir düzenin kurum ve kuralları içinde, bütün esnekliğini, ekonomi-politik kazanımlarını yitireceğini, emperyalist-siyonist patronları için anlam ve önemini yitireceğini biliyor. Bütün derdi, yağmanın sürekliliğini temin eden mevcut koşulları daha da derinleştirerek devam ettirmektir. Düzenin olduğu yerde yağma olanakları daralır tabii. Özcesi, AKP iktidarını daha da sağlama alarak sürdürmek istiyor(1)

Elbette, bu sadece AKP’nin talebi değil. Onu ta başından kendi siyasal emellerine ulaşmak bakımından bir şans, fiili bir müttefik gibi gören bu mevcut siyonist Kürt siyaseti, bu arada, diğer düzen muhalefeti de bazı rezervleriyle onun bu talebine yeşil ışık yakıyorlar. Elbette bu rezervler sermaye ve emperyalist güçlerin inkarını öngörmüyor.

Kürt siyaseti, mevcut konjonktürde, toprakları Türkiye, İran, Irak ve Suriye’yi kat eden bağımsız bir devleti, ABD ve İsrail’in hamiliğinde kurabileceğini düşünüyor. Bunun için popülist AKP rejiminin kurumsuzlaştırma ve kuralsızlaştırma siyasetinin gerekli zemini temin edeceğine inanıyor. Ondan vazgeçemiyor.

MHP, elbette bir NATO prodüksiyonudur. Tek oyun kurucu olmak için yaptığı hamle boşa düşürülen Cemaat’in boşalttığı alanı doldurması için oyuna dahil edilince, yapısı, kompozisyonu, ulusal ve uluslararası dayanakları itibarıyla teslim alınması zor olmadı. Bu yeni “barış süreci” nin startını ona verdirdiler.

Daha önce söylediğim gibi, İsrail’in bölgedeki varlığı gibi, eylemleri de, her zaman, emperyalizmin direktifleri doğrultusundadır. Elbette bu “proksi” araçlar, zaman zaman kontroldan çıkıp taşkınlıklar yapabiliyorlar. Nerede duracaklarını kestiremeyebiliyorlar. Oluyor böyle şeyler. Ancak, her zaman patron ABD’dir. Tersi doğru değildir. Bunu bilelim.

Anlaşılıyor ki, Rusya, Ukrayna ile meşgulken, İran’da palazlanan ve kentli burjuva ve küçük burjuva sınıflarla fiili olarak bağlaşmış finans-kapitalin “reform” için tazyikini arttırdığı, ülkenin nereye doğru evrileceğinin halen belirli olmadığı koşullarda (2) Suriye’de, ABD-İsrail ve Türkiye’nin koruma şemsiyesi altındaki Kürt ve cihatçı proksilerin öne sürülmesiyle kalıcı mevziler kazanılması ve bu sayede İran ve Rusya’nın gardının kısmen de olsa düşürülmesi planlanıyor.

Türkiye’deki rejim, hem İran’ın hem de Suriye’nin zayıflatılacağı bu planın dışında kalamayacağını, dahası kalmaması gerektiğinin bilincinde olarak hareket ediyor. Yani içerideki bu yeni “Kürt açılımı” nın sır olmayan böyle bir dış bağlamı var.

Ancak bu da öyle pürüzsüz uygulanabilecek bir plan değil. Bir kere daha evdeki hesap çarşıya uymayacak.

Her şeyden önce, bugünkü rejimin halklar nezdinde hiçbir itibarı ve inandırıcılığı yok. Üst seviyede bir güvensizlik var. Hem AKP-MHP hem de DEM Parti önceki “açılım” dönemindeki toplumsal desteklerine sahip değiller. Toplumsal tabanları reel olarak daraldı. Halkın AKP-MHP’nin bu kuralsızlık, düzensizlik halinde iktidarı sürdürme arzusuna daha fazla tahammül etmesi zor görünüyor. Toplumdan gelen tepkilerle sürece dahil olan oyuncular arasında ortaya çıkacak görüş ayrılıkları süreci belki de başlamadan bitirecek ya da zayıf bir başlangıç için zorlayacaktır.

Dış bağlama gelince, ABD ve İsrail, dünyada ve özellikle bölgemizde, inandırıcılıklarını, meşruiyetlerini kaybediyorlar (3) Bölge halkları, İran, Suriye, Lübnan’da özellikle, güçlü bir biçimde direnişlerine devam edecekler. Ne ABD ne de İsrail bir kara harekatını göze alamazlar. İsrail 10 milyon nüfusuyla bu kadar geniş bir alanda savaşamaz.

Daha önce de denendi. Bu iş Kürt ve cihatçı proksilerle de olmadı. Olmuyor.

Özcesi, ne popülist AKP rejimiyle ne de İsrail ve ABD ile barış yapılabilir. Düzensizliği ve kaosu öngören bu dünya ve ülke konjonktüründe, içte ve dışta, bir barış olmaz. Olabilmesi için içte bu rejimin çökmesi; dışta, ABD ve İsrail’in geriletilmesi gerekir. Çin ve Rusya’yı devre dışı bırakan, dahası onlara karşı yapılan hiçbir barış girişimi gerçekçi değildir. Tersini uman (bir kere daha) hüsrana uğrar.

NOTLAR:

1) Hiçbir rejim havada, boşlukta durmaz. Duramaz. Türkiye’deki popülist rejim (Bu rejimden ne anladığıma önceki yazılarda değinmiştim) de, özellikle son on yılda, giderek daralan toplumsal dayanaklara sahip. Bu dayanaklar arasında, tabii, İslamcı ve Kürtçü ittifakını da olanaklı kılan, esas olarak TİT ekonomisi tabir edilen, devlet teşvikleriyle palazlanan, Tekstil-İnşaat-Turizm alanında (bir çok durumda her üç alanda da) faaliyet gösteren, bu söz konusu ekonomi üzerinde yükselen, A.Gunder Frank’ın vaktiyle “lümpen sermaye” olarak adlandırdığı (Türkiye söz konusu olduğunda bunların yer yer devletle iç içe geçmiş ulusal ve uluslararası mafyatik eğilim ve bağlantılarının olduğunu da belirtmek gerekir) sermaye grubuyla benzerlikler arz eden, ilkesiz, ideolojisiz, her türlü işbirliğine açık, kesinlikle gayri-milli, ya da AKP-MHP gibi “milli ve yerli” sermaye grupları da var.

Bu sermaye bugünkü ulusal ve uluslararası düzensizlik ortamından nemalanıyor. Kurum, kural ve düzen istemiyor. Bu bakımdan bugün Türkiye’deki rejime dayanak oluşturuyor. Bu sermaye grubu ağırlıklı olarak “dinci” görünümlü Türk, ve yanı sıra Kürt kökenli ailelerden oluşuyor. Bunu tespit etmek lazım.

2) Bununla birlikte, İsrail’in saldırganlığı İran’da toplumun genelinin rejimin etrafında toplanmasını sağladı. “Normalleşme” düşüncesindeki yeni yönetimin bu düşüncesini uygulamayı ertelemiş olduğu tahmin edilebilir. Nitekim yeni cbaşkanı Pezeşkiyan Aşkabat’ta Putin’le buluştu. İki ülke arasındaki işbirliğinin geliştirilmesi kararı alındı. Bilindiği gibi, İran artık BRICS’in tam üyesi. Pek yakında Rusya’nın MIR Ödeme Sistemi’ne de dahil olacak. Böylece halen 4,5 milyar dolar civarında olan ticaret hacminin daha da artacağı öngörülüyor. Medyadan öğrendiğimize göre, Putin, Pezeşkiyan’a İsrail’in olası saldırısı karşısında soğukkanlı davranmalarını telkin etmiş. Artık hareket ederken, Rusya ve Çin gibi stratejik ortaklarının konumlarını da dikkate almalarını ima etmiş.

ABD, İsrail’i İran’ın petrol tesislerini vurmaması için uyarmıştı. Bu uyarı samimiyse, İsrail vuramaz. Vurursa, İran’ın yanıtının da sert olabileceğini öngörmek gerekir.

Bu arada,sanıyorum bu ay sonundan önce Rusya’da bir BRICS zirvesi olacak. Orada herhalde bu konular daha etraflıca ele alınacaktır.

(3) Bir ABD’li gazeteci geçen yıl Nikaragua’yı ziyaret ettiğinde, bir çok konut ve işyerinde Nikaragua bayrağı ve siyasal sembollerinden sonra en çok İsrail bayraklarına ve sembollerine rastladığını söylüyor. Şimdi Nikaragua devlet başkanı D.Ortega’nın İsrail’i tanımama kararı almasına, Netanyahu’yu Hitler’e benzetmesine şaşırdığını belirtiyor. Yani Nikaragua’nın bile İsrail’in saldırganlığına tahammül edemediğini söylüyor.

Doğrudur. Nikaragua anayasasında laiklik ilkesi bulunmayan bir ülke. Sandinista hareketi, içinde komünist öğeler bulunsa da, marksist-leninist bir anlayışa sahip değildi. Hatta bir ara Polonya’daki karşı-devrimci Solidarnosc hareketiyle dirsek teması dahi kurmuştu. Ağırlıklı olarak küçük-burjuva katolik, görece liberal dayanışmacı bir anlayışı temsil ediyordu (Bu dayanışmacılığın bizde de benzer ama laik bir örneği vardı). Ülkenin sosyalist başkanı ve aynı zamanda başkanın eşi de olan başkan yardımcısı koyu Katolik. Zaten Daniel Ortega çocukluğundan itibaren dini eğitim almış. Karı koca her ikisi de dindar ve bir çok bakımdan oldukça muhafazkâr sayılabilirler. Mesela, her ikisi de kürtajın yasalaşmasına karşı çıkmışlardı.

Halkın yaklaşık yüzde 45’i katolik, yüzde 38’i evanjelist (protestant) hristiyan. Yani muhtemelen o İsrail bayrak ve sembollerini asanlar bu ikinci grupta yer alanlardır.

İsrail’e karşı tavır Ortega yönetiminin, her ne kadar ülkede halen (Çin’deki gibi) karma ekonomik bir kapitalist model uygulanıyorsa da, güçlü bir anti-emperyalist, sosyalist damarının olduğunun göstergesidir.

Roller değişirken…

Medyadan öğrendiğimize göre, Çin, Türkiye ve AB’yi, üyesi olduğu WTO’ya, Çin’den ithal edilen elektrikli ve hibrid otomobillerle ilgili olarak koydukları gümrük vergisi için şikayet etmiş. Haklı olarak bu kısıtlamanın serbest ticaret anlayışıyla bağdaşmadığını belirtmiş.

Tersinin olması çoğu kimseyi hiç şaşırtmazdı herhalde. Ama şimdi rollerin değiştiği görülüyor. Neo-liberal teolojiye göre, serbest ticaretin, serbest para akışının kısıtlanması, engellenmesi, isterseniz, müdahalecilik, ekonomik işleyiş bakımından düşünülebilecek en olumsuz gelişmedir. Şimdi bu iddianın sahipleri tutarlı davranmayıp, rakip gördükleri Çin’i kısıtlamaya çalışıyorlar. Biliyoruz, bu kısıtlamalar, yaptırımlar yeni değil, arkası da gelecek.

Demek ki, emperyalist ülkeler için bütün dava, hegemonik sistemin sürdürülmesidir (1). Bunun için ne kadarı gerekliyse, neo-liberalizm (“globalleşme”) ; ne kadar lazımsa, korumacılık mübah görülüyor. Bunların yetmediği yerde de, şiddet, terör, askeri önlemler…

Aynısını liberalizmin şampiyonluğunu yaptığı fikir ve ifade özgürlüğü gibi başlıklar için de söylemek gerekiyor. Globalleşmeyle birlikte sadece malların, paranın değil, fikirlerin de serbestçe dünya üzerinde hareket edeceği, ulusların ortadan kalkacağı, ulusötesi yapıların, şirketlerin böyle bir sonucu sağlamakta araç işlevi görecekleri söylenmişti.

2008’de patlak veren krizle birlikte, emperyalizmin dünya hegemonyasını yenilemek, en azından, onarmak için uygulamaya koyduğu globalleşme programının sürdürülemezliği ortaya çıktı. Bugün gelinen noktada, emperyalist globalleşme ideolojisinin en iddialı olduğu iletişim ve bilişimde veya daha genel olarak lojistik alanda havlu attığını Ukrayna ve Gazze savaşları dolayısıyla net olarak gördük.

Son olarak kendi alanında ulusötesi şirketlere örnek oluşturan Telegram’ın Fransız yurttaşlığı da bulunan sahibinin Paris’te göz altına alınması, liberal globalleşme ideolojisinin emperyalistlerin ellerinde patladığına bir kez daha tanıklık etmemizi sağladı.

Artık emperyalistler ve onlar karşısında kendi yaşam alanlarını korumak veya genişletmek isteyen uluslar arasındaki kapışmanın şiddetlendiği bir zamandayız. “Ulusötesi” olmak iddiası taşıyan firmaların kendileri için güvenilir liman işlevi görecek bir “ulus” u seçme dayatmasıyla karşı karşıya olduklarını görüyoruz. Yani aslında hiç bir zaman reel olarak uzaklaşmadığımız ulusal olana geri dönüyoruz.

Önceki soğuk savaş zamanında, mesela, SSCB’nin kimi gazeteci, yazar vb figürleri emperyalizmin hizmetkârları oldukları iddiasıyla gözaltına almasını “totalitaryanizmin şiddeti” olarak “hür dünya”nın değerleri adına mahkum edenlerin maskeleri SSCB’nin çöküşüyle düştü. Görüldüğü gibi, SSCB’nin çöküşünden sonra emperyalistlerin hiç bir hesabı tutmuyor. Neyse.

Şimdi bu yukarıdaki haberin başka önemli dolayımları var. Ancak burası onlara ayrıntılı olarak değinmenin yeri değil. Yalnız şu kadarını söylemekle yetineceğim: AB, özellikle onun motor gücü olan Alman ekonomisi ciddi zorluklar içinde bulunuyor. Büyüme kapasitesini daraltmış durumda. Ukrayna’daki savaşa dahil edilmesi, genel olarak AB ekonomisinin, ve özellikle de Alman ekonomisinin hemen hemen bütün avantajlarını erozyona uğrattı. Bu arada, Çin, Tayvan, ABD gibi ülkelerin son yıllarda çip, sanal zeka gibi alanlardaki teknolojik hamleleri, bu hamlelere yanıt vermekte zorlanan Almanya’nın teknolojik ürünlerinin rekabet olanaklarını zayıflatıyor. Buna bir de daralan, yavaşlayan dünya ekonomik koşullarını ilave edersek, Almanya’nın ABD karşısındaki şu an ki teslimiyetçi tavrını sürdürmesi halinde “makus talihi” ni (bir kez daha) yenememesi olasılığı güçlenecek. Tekrar Çin’e dönelim.

BRICS üyesi Çin, aynı zamanda, geç emperyalist sistemin temel kurumlarından birisi olan, WTO’nun da üyesi. Çin jeo-ekonomi-politik açıdan hegemonik sistemin içeriden yükselen mezar kazıcısı gibi görünüyor. Çin, meydan okuyor, kuralların oyuna dahil herkes için eşit şekilde geçerli olması gerektiğini hatırlatıyor, kural ihlallerine itiraz ediyor, ama sistemin dışına da çıkmıyor. Oyunu kurallarıyla oynamaya özen gösteriyor. Sorun, bunu daha ne kadar sürdürebileceğinde. Bu sürdürülebilirlik sorununun iki tarafının olduğunu ihmal etmeyelim.

Almanya da 19yy’ın sonlarından itibaren benzer bir yola girmişti. Fark, Almanya’nın o zaman ki mevcut hegemonik sistemi yıkıp, kendi hegemonyasını ilan etmek arzusuna sahip olmasıydı. Bugünkü Çin’de böyle bir eğilim – en azından ilan edilmiş haliyle- açıkça görülmüyor. Bu durum, Çin’in emperyalist bir devlet olarak görülemeyeceği hakkında önemli bir karine işlevi görüyor.

Bununla birlikte, Çin’in sosyalist bir ülke olduğunu ya da sosyalizme geçiş programı uyguladığını iddia edenlerin de bu iddiayı destekleyen somut, olgusal kanıtlar sunmaları gerekiyor.

Mesela, SSCB deneyimine baktığımızda, geçiş programı uygulandığında (NEP dönemi, 1921-28) dahi sermaye düzeni aleyhine toplumsal önlemler alındığını, sosyalizm inşası için adımlar atıldığını saptıyoruz. Süratle de, sosyalizm inşasına girişiliyor. Kollektivist tarımsal ve sınai devrimler gerçekleştiriyor. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet büyük ölçüde tasfiye ediliyor. Piyasa ekonomisi iyice daraltılıyor. Meta üretimi, genel olarak, Kolhoz’lardaki tarımsal üretimle sınırlandırılıyor. 1933-4’ten itibaren ekonomik ve toplumsal olarak gayet başarılı sonuçlar alınmaya başlanıyor.

SSCB çöktüğü güne kadar, en azından, en gelişmiş haliyle bir sosyal devletti. İşsizlik sorununu, konut sorununu, eğitim ve sağlık sorunlarını büyük ölçüde çözmüştü. Sosyalistliğini kabul etmeyenler dahi onun bir “refah devleti” olduğunu belirtiyorlardı.

Sadece bu kazanımların bile insanlığın, neo-liberal kapitalizm tarafından, son otuz yılda giderek artan ölçüde maruz bırakıldığı açlık, yoksulluk, yoksunluk koşullarında ne denli değerli olduklarını söylememe gerek yoktur sanırım. Yani yitirilenlerin öyle burun kıvrılacak kazanımlar olmadıkları, herhalde, bugün her zamankinden daha iyi anlaşılıyordur.

Sosyalizmin inşası söz konusu olduğunda, marksist-leninistlerin referansı halen, tereddütsüz, Sovyet deneyimidir. Bugünkü Çin de kariyerine bu deneyimin bir versiyonu olarak, onu veri alarak başlamıştı. Bunu vurgulayalım. SSCB’de piyasa ekonomisi, açık ve örtük görünümleriyle, olgusal olarak belli bir ölçüde vardı. Mesela, tarımda, kollektif çiftliklerde planlama denetiminde meta üretimi yapılıyordu. Ancak, hiçbir zaman bütün ekonomiye egemen olmadı. Üretim araçları üzerindeki kamu mülkiyeti de hem sanayide hem (kollektif çiftlikler dahil olmak üzere) tarımda devam ediyordu.

Stalin, Sovyet ekonomisi hakkındaki 1952 tarihli çalışmasında, tarımda, meta üretimi yapan Kolhozların, yani kollektif çiftliklerin, sosyalist bir kollektif mülkiyet türü olmasına rağmen, üretim ilişkileriyle üretici güçlerin gelişimi arasında çelişki oluşturduğunu, üretici güçlerin gelişimini engellediğini, bu yüzden onun da tedricen kamusal (ya da ulusal) mülkiyete dahil edilmesi gerektiğini yazıyordu.

Sonra, SSCB’nin soğuk savaşın cephe ülkesi olduğunu unutuyoruz. Kaynaklarını buna göre kullanmak zorundaydı. O soğuk savaş, sıcak savaşların hepsinden daha uzun ve yıpratıcı bir süreçti. Üstelik Çin o savaşın belli bir evresinde, emperyalistlerle bağlaşarak, SSCB karşıtı cephede yer almıştı. Bu arada tabii, hep yaptığı bir şeyi bir kez daha yaparak, pratiğini aklama işlevi gören ideolojiyi “teori” gibi sunarak SSCB’yi “sosyal emperyalist” veya “süper emperyalist” olarak ilan etmişti.

Her şeye rağmen SSCB dünyadaki ilerici, devrimci hareketleri, oluşumları ekonomik, askeri, siyasal ve kültürel olarak destekliyordu Mesela, eski Habeşistan’da, Angola’da, Mozambik’te, Filistin’de, Şili’de, Afganistan’da, SSCB ilerici, devrimci hareketlerin yanındayken, Çin gerici, emperyalist cephede yer alıyordu. Çin Halk Cumhuriyeti yukarıda adını andığım ülkelerin hepsinde ilerici, ulusal demokrat, anti-kolonyalist, sosyalist güçlerin mücadele ettikleri gerici güçlere destek oldu. Hatta Angola’daki devrimci mücadeleyi alt etmek için ABD ve ırkçı G.Afrika rejimiyle birlikte askeri müdahalede bulunmuştu. Karşı-devrimci UNITA’nın en önemli destekçisi Çin idi. İran’da Şahlık rejimini destekliyordu. Bu durum Maoucu Halkın Mücahidleri örgütünün halk üzerindeki siyasal etkisini olumsuz etkilemiştir. Güncelliği dolayısıyla hatırlatayım, SSCB Filistin’de FKÖ’nün yanında yer alırken, Çin Halk Cumhuriyeti siyonist, işgalci İsrail rejimiyle birlikte hareket ediyordu.

Yani Mao devrindeki ve sonrasındaki Çin’in emperyalist siyaset açısından ikili bir işlevselliği vardı. Sovyet sosyalist bloğunu inkar ederek dünya devrimci hareketini bölmek ve böylece dünyadaki bütün (ulusal, anti-kolonyal, sosyalist) ilerici, devrimci hareketlere karşı olmak.

SBKP’ye revizyonist demek doğruydu. Onu dünya sosyalist, ilerici hareketini bölecek biçimde inkâr etmek yanlıştı. Unutmayalım ki, ÇKP de bu çizgisine revizyonist dönüşümünden sonra geldi.

Konfüçyüsçü geleneğin etkileri altındaki ÇKP liderlikleri (“Mao Zedung Düşüncesi”, “Deng Xiaoping Düşüncesi”, “Zyang Zemin Düşüncesi”, şimdi “Xi Jinping Düşüncesi” ) “özeleştiri” ritüeline değer verirler. Henüz bu doğrultuda bir açıklama duymadık.

Çin devrimci geleneğinde teori yoktur. İdeoloji vardır. Onun işlevi de pratiği haklı çıkarmaktır. ÇKP, özellikle de devrimden sonraki pratiğiyle marksist-leninist bir parti değildi. Maocuydu. Marksizm-leninizm Mao Zedung ve onu izleyen “düşünceler” silsilesi için belli bir ideolojik referanstır. Aslolan yukarıda adı geçen ve aslında pratik etkinliklere göre değişen pragmatik düşünceler silsilesidir. Bu teorisizlik de, “Çin karakteristikleri taşıyan sosyalizm (veya marksizm)” söylemiyle telafi edilmek istenir.

Bu arada, bugün Mao adı kurucu figür ihtiyacı anlamında, içeriği yeniden formatlanmış, bir tür toplumsal çimento işlevi görmektedir. Mao ve aşırılıklara yol veren “düşüncesi”, Deng Xiaoping zamanında, “dörtlü çete” adı altında dolaylı olarak yargılanıp, mahkum edilmişti.

Yani Sovyet revizyonistleri Stalin’i açıkça, üstelik de yargılamadan, mahkum etmişlerdi. Çin revizyonistleri Mao’yu adını vermeden, örtük olarak ama yargılayarak ( “Dörtlü Çete ve Lin Biao Yargılamaları” ) mahkum ettiler.

Aklıma geldi, Sovyet yardımları demişken, SSCB yıkıldığında, sadece on milyon nüfuslu Küba’nın ona borcu (o zaman ki parayla) 30 milyar dolardı. Putin, Küba ziyareti sırasında bu borcu sildiklerini açıklamıştı. Bütün o olumsuzluklara rağmen SSCB söz konusu desteklerden, sosyal politikalardan, sosyalist kazanımlardan vazgeçmemişti. Bunları ihmal ediyoruz.

Sosyalizm deneyimi SSCB ile başarılı olduğu için emperyalist Nazi Almanyası ve bağlaşıkları yenilgiye uğratıldı. Bugün “global güney” olarak tabir edilen dünyadaki ulusal kurtuluş savaşları, anti-kolonyal direnişler, sosyalist devrimler, hatta Batı’daki sosyal demokratik reformlar, refah devleti SSCB olmasaydı, başarılabilir miydi? SSCB’yi toptan başarısız ilan etmek, emperyalist propagandaya, ideolojiye teslim olmak anlamına gelir. SSCB’nin yanlışları ayrı bir konu. Ancak o deneyim dünyaya sosyalizmin bir ütopya olmadığını, reel olarak yapılabilir olduğunu gösterdi. En büyük başarısı da bence budur.

Hayatta öyle başlangıçlar vardır. Bir işe başlarsınız, zorlukları aşarsınız, epey yol alırsınız, bazı yanlışlar yaparsınız, yaptıklarınızı kaybedersiniz. Ama aslında kaybettiğiniz sadece bir başlangıçtır. Başka bir başlangıç, öncekinde elde etmiş olduğunuz deneyimlerin kazandırdığı özgüvenle daha sağlam yol almanızı sağlar. Kaybettiğiniz bir başlangıç, bu kez kazanacağınız başlangıcın (ya da başlangıçların) anahtarı olur. Nitekim, SSCB çöktüğünde, şimdi kim olduğunu hatırlayamadığım Sovyet liderliğine muhalif yabancı bir komünist, “sadece bir başlangıç sona erdi” mealinde bir açıklama yapmıştı.

Bugünkü Çin’in geçmişte SSCB’nin maruz kalmış olduğuna benzer bir izolasyonist saldırı altında olduğu iddia edilemez. Var olduğu kadarıyla, devrimci, ilerici hareketleri de açıkça, somut olarak desteklediğini de söyleyemeyiz. İçeride ve dışarıda önerdiği, uyguladığı karma bir politika, neo-liberal iktisadın yürürlükteki olanaklarını da kullanmayı ihmal etmeyen Keynesçi bir iktisat politikasıdır. Bu bakımdan günümüzdeki kapitalist Çin ile sosyalist SSCB’yi kıyaslamak doğru değildir (Çin’in “piyasa sosyalizmi”iddiasının revizyonizm olduğuna daha önceki yazılarda bir çok kez değinmiştim).

Marksist-leninistlerin değerlendirme yaparlarken, bütün bu gerçekleri dikkate almaları beklenir. “Dün dündür” anlayışı bizim yöntemimiz olamaz. Tersine, ÇKP’nin dünü, bugün söylediklerine ikna olmamamız için karine oluşturuyor.

Bu arada, Çin’in sosyalist olmaması onun emperyalist olduğu anlamına gelmez. Sadece “Çin karakteristikleriyle” kapitalist olduğu anlamına gelir. Kapitalist olması da, sosyalist ya da emperyalist olamayacağı anlamına gelmez.

Evet doğrudur, sosyalistlerin asgari, azami programları olduğu gibi, sıkça ihmal edilen, bir geçiş programları da vardır. Bunu görmemek küçük-burjuva “acilci” bir tavır olur. Ancak, bu geçiş programı nerede başlıyor, nerede bitecek? Sosyalizme yöneleceği garanti mi? Sonra, atılan her kapitalist adımı “geçiş programı” olarak sunarsak, işin içinden çıkamayız. Üstelik üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin halen anlamlı ölçüde yürürlükte olduğu koşullarda.

NOTLAR:

(1) Önceki soğuk savaş döneminde, “kollektif emperyalizm” kavramı etrafında, emperyalist ülkeler arasındaki çıkar çatışmalarının askıya alındığı, “Sovyet tehdidi” karşısında ortak bir anlayış birliğiyle hareket edildiği iddia ediliyordu. Bu doğru değildi. Emperyalizmin hegemonik boyutu ihmal edilmemelidir. 2.D.Savaşı’ndan çıkıldıktan sonra önemli ölçüde çökmüş Batı Avrupa’yı tekrar ayağa kaldırmak için Amerikan emperyalizmi siyasal hegemonik emelleriyle bağdaşan özel bir rol oynadı. Sovyet sistemi karşısında Avrupa’nın güvenliğinin sağlanmasının, ekonomik temellerinin yeniden, ama bu kez kendi çıkarları doğrultusunda, oluşturulmasının teminatı oldu. Mesela, NATO’nun, AB’nin temellerini attı. Marshall Yardımı adı altında, bugünkü hesaplamayla, ağırlıklı olarak Batı Avrupa’ya 320 milyar dolara yakın para yatırdı. Batı Avrupa ve Japonya’ya ABD ile ekonomik ilişkilerinde çok değerli ayrıcalıklar tanındı. Güvenlikleri de ABD tarafından üstlenildi. Savaş sonrası Atlantik sistemi bu şekilde oluşturuldu.

Yani bu koşullarda kendi içindeki çelişkilerini askıya almış bir “kollektif emperyalizm” den söz edilemezdi. Hegemonya tarafından boyunduruk altına alınma söz konusuydu. Batı Avrupa ülkeleri o koşullarda ancak vasallaşabilirlerdi. Öyle de oldu.

Bugün artık Batı Avrupa ve ABD arasındaki jeo-ekonomi-politik Atlantik sisteminin işleyişini çok daha net olarak görüyoruz. Savaş olasılığının güçlendiği koşullarda, Batı ve tabii sonra ona eklenen Doğu Avrupa’nın ne derecede uydulaştırılmış olduğu, mesela maruz kaldığı çok büyük ekonomik zararlara rağmen AB ülkeleri ve özellikle Almanya’nın teslim alınmış görünümlerinden anlaşılıyor. Japonya’nın durumu da farklı değil. Orada zaten ABD aleyhine düşünmeye dahi cesaret edemeyecek bir siyasal akıl yaratılmıştı.

Hiç kuşkusuz Avrupa, Japonya ve ABD’nin çıkarları arasında çelişkiler var. Olmaması mümkün değil. Ancak bu çelişkilerin siyaseten sorunsallaştırılması hegemonik güç tarafından engelleniyor. Gerektiğinde şiddete başvurulabileceğinin (mesela son olarak Alman-Rus boru hattının ABD tarafından vurulması örneğinde olduğu gibi) işaretleri gönderiliyor. Bu ülkelerin sadece dış güvenlik örgütleri değil, iç güvenlik yapıları da NATO ya da ABD’nin denetimindedir. Ekonomileri halen ABD’nin onlara açtığı alanda işlemektedir.

Yeni yükselen rakip kapitalist güçlerin bastırmasıyla bu Atlantik yapısı içinde siyasal çatlakların oluşmaması da olanaklı değildir. Zayıflayan ekonomik hegemonyasıyla ABD, şimdi bu savaş hali koşullarını canlı tutmak ihtiyacı duyuyor. Bu çatlaklar ya da olası yarılmalar derinleşme eğilimi gösterirse, savaş olasılığını güçlendirmek gibi bir rol oynayabilir. Bu arada, Türkiye’nin konumunu bu açıdan da düşünmek gerekir.

BRICS anti-emperyalist mi?

Marksizm-Leninizme göre, tutarlı anti-emperyalist konumun ilk adımı veya asgari ölçüsü anti-kapitalizmdir. Yani kapitalizmin inkârıdır.

Şimdi BRICS’in asli üyelerini sayalım : Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya ve G.Afrika. Son yıllarda başvuru yapan, İran, Etiopya, Mısır, S.Arabistan ve Türkiye (1) gibi ülkelerin de örgüte dahil olabilecekleri belirtiliyor. Bu ülkelerin hangisinin kapitalizmle sorunu var. Daha açık olalım: Bu ülkelerin hangisi anti-kapitalist?

Bu ülkelerin kapitalizmle, onun son, tekelci aşaması olan emperyalizmin ekonomik içeriği veya içsel işleyişiyle bir sorunları yok. Bu ülkelerin sorunları, onların ekonomik alanını sürekli olarak kendi lehine daraltmak isteyen, başka bir ifadeyle onları mevcut emperyalist hegemonya düzenine kayıtsız koşulsuz tabi kılmak isteyen emperyalizmin hegemonyacı anlayışıyla.

Dolayısıyla, şu ya da bu gelişmişlik düzeyinde kapitalist olan bu söz konusu ülkeler emperyalizmin asıl kaynağını ve dinamizmini oluşturan kapitalist üretim tarzına değil,onun siyasal olarak hegemonyacı bir anlayışla yürütülmesine, ekonomik kaynaklar, pazarlar üzerinde, bu sayede, egemenlik kurmasına, kendi çıkarlarına göre yönlendirici rol oynamasına karşıdırlar.

Söz konusu emperyalist hegemonya sistemi, sadece onun şu ya da bu ölçüde bileşeni olan (asli olarak) 5 ülkenin aleyhine işlemiyor. Neden olduğu sömürgecilik, ekonomik eşitsizlikler, adaletsizlikler, anti-demokratik uygulamalar, siyasal şiddet dolayısıyla, daha çok ve genel olarak, dünya emekçi halklarının, yoksul ülkelerin aleyhine hareket ediyor. Dünyanın her yanında gericiliği takviye ederek, en arkaik siyasal, kültürel, ideolojik yapılara dayanıyor. Veyahut, onlara destek oluyor.

Öyleyse, anti-emperyalist güçlerin, anti-kapitalist, anti-tekelci kapitalist olmasalar da, emperyalizmin hegemonyacı siyasetine karşı olan güçlerle bağlaşması siyasal aklın gereğidir. Proletaryanın, kurtuluş mücadelesi veren ezilen, sömürülen halkların siyasal çıkarları böyle bir bağlaşmayı zorunlu kılıyor.

Hegemonik sistemin NATO, IMF, Dünya Bankası, WTO, G7 gibi kurumsal yapıları karşısında siyasal-ekonomik konum alacak yapıların oluşturulması, söz konusu sistemin geriletilmesinde işlevsel araçlar olabilirler. BRICS böyle yapılardan biri olarak tasarlanıyor. Bu işlevi yerine getirebildikleri ölçüde bu tür araçların desteklenmeleri taktik açıdan siyaseten doğrudur.

Devrimci sosyalistler, ilerici ve ulusal demokratlar açısından bugün en öncelikli siyasal görev mevcut hegemonya sisteminin geriletilmesi, bu sayede, devrimci, ilerici hareketlere alan açılmasıdır. Bu alan açıldığı ölçüde, emekçi sınıfların, halkların ekonomik, demokratik kazanımları artar, güçlenir. Bu da, devrimci siyasetin hareket alanını genişletir.

NOTLAR:

(1) BRICS henüz tam anlamıyla kurumsallaşmadı. Hatta halen tasarım aşamasında olduğunu söylemek pek yanlış olmaz. Siyaseten ne şekilde evrileceği dahil olan ülkelerin siyasal yönelimleriyle alakalı olacak. Daha önce Arjantin ve Meksika gibi ülkeler de katılmak için başvurmuşlar, sonra ABD’nin tepkisi üzerine başvurularını geri çekmişlerdi.

Böyle bir durum Türkiye için de gelecek günlerde geçerli olabilir. Yani BRICS ekonomi-politik anlamda netleştikçe ve bu netleşme ABD ile siyaseten restleşme anlamına geldiği ölçüde, özellikle, Türkiye, S.Arabistan, Mısır gibi ülkelerin tavırlarında başvuruyu geri almak yönünde bir değişme olabilir.

Bu arada, İran’ın İsrail ve ABD karşısındaki kararlılığının neden olduğunu sandığım zayıflara özgü bir psikolojiyle, “İsrail Türkiye’ye de saldırabilir” demek gayri ciddidir. Bununla birlikte, İran ve İsrail’in girişecekleri açık bir savaşta, Türkiye’nin bunun dışında kalamayabileceğinin söylenmesi ciddiye alınmalıdır. Türkiye böyle bir savaşta, elbette, açık ya da örtük bir biçimde İsrail’den yana tavır alacaktır.

Ortadoğu’da, anti-İsrail, anti-Amerika, yani demokratik, ilerici bütün hareket ve kalkışmalarda zaten Türkiye ve İsrail her zaman müttefik olarak karşı hareket içinde oldular. Olmaya da devam ediyorlar. Mesela, bugün biri Suriye’yi işgal etmişken, öbürü de Suriye’ye fırlattığı füzelerle bu işgale destek oluyor.

İran’ın verdiği mesaj

İran, daha önce ertelemiş olduğu, son karşı-saldırısıyla, , İsrail ve ABD’ye diyor ki, “eğer Ortadoğu’daki savaşı, şiddeti tırmandırmayı sürdürmek istiyorsanız, sonuna kadar direneceğim. Bedel ödeteceğim. Ben kolay lokma değilim.” Mesajı bu kadar nettir.

ABD siyasal aklı, sanılanın aksine, sağlam öngörülere dayanmaz. Kendi gücünü, daha doğrusu, güce dayalı siyasal konumunu çok abarttığı için rakiplerinin kapasitelerini değerlendirmekte yanlışlar yapıyor. Son on yıllarda, özellikle ekonomik hegemonyasının (1) zayıflamasının yol açtığı panik havasıyla, bu siyasal değerlendirme hataları süreğen bir görünüm aldı.

Buna karşılık, ABD ekonomik yaptırımlarla ülkeyi felç edebileceğini, böylece beklediği “renkli devrim”in gerçekleşebileceğini düşündü. Yine bu beklentinin tersine olarak, İran savunma sanayii ülkenin içinde bulunduğu bütün ekonomik olumsuzluklara rağmen kendisini daha da geliştirdi. Daha fazla Rusya ve Çin’e yöneldi.

ABD’ye egemen olan siyasal akıl şunu göremiyor: Avrupa’da Ukrayna’ya; Ortadoğu’da İsrail’e dayanarak şiddeti tırmandırmak, bu sayede Rusya ve İran’ı teslim almak mümkün değil. ABD’nin bu körlüğü, hegemonyasının sönme süreci içinde izlediği siyasal metodolojinin yanlışlığıyla alakalı. Tarihsel, diyalektik bir perspektif yerine, yeni dünya gerçekliğiyle örtüşmeyen, dolayısıyla eski siyasal davranışları tekrar eden bir anlayışı sürdürmekte ısrar ediyor. Böylece kendisini siyaseten sürekli boşa düşürüyor.

ABD, İran’ı ciddiye almıyor. Rusya’yı ciddiye almıyor. Bununla birlikte, bu ikisiyle doğrudan bir çatışmaya giremeyeceğini de görüyor. “Proxy” leriyle bu ikisini zayıflatarak, son vuruşu yapmayı düşünüyor. Olmuyor. Olmayacak.

Bu arada zaman ABD aleyhine işliyor. ABD, İran’ı Irak; Rusya’yı Ukrayna sanıyor. Şaka gibi!Meşhur özdeyiştir, “avını kendisinden iyi tanımayan av olur”.

Daha vahim olanı, şimdiki mevcut iki başkan adayının ABD’nin müzminleşen bu siyasal optik sorununu çözmek konusunda umut verici olmamaları.

Aslında, tablo öyle içinden çıkılamayacak kadar karışık da değil. Tersine, bugün eskisinden çok daha net. Eğer, Çin’i, Rusya’yı, İran’ı tecrit etmeye kalkışırsanız, kendiniz tecrit olursunuz. İnanmıyorsanız, açın önünüze bir siyasal-ekonomik coğrafya atlası, inceleyiniz. ABD bu gerçekliği kabullenemiyor.

Şimdi İsrail ne kadar etkili bir misilleme yaparsa, İran da o ölçüde büyük bir misillemeyle yanıt verecek. İran’ın karşı-saldırısının esas mesajı budur. Diyelim, İsrail İran’ın petrol tesislerini vurdu. İran bu durumda, bölgedeki açık ve örtük ABD ve İsrail müttefiklerinin benzer tesislerini vurmaya kadar işi vardırmak isteyecektir. Bu durumda, petrol ve gaz fiyatları kaçınılmaz olarak hızla artacak, ABD’nin müttefikleri arasında da bu savaşı ve ABD’nin siyasal meşruiyetini sorgulama eğilimleri güçlenecektir.

ABD bir kara savaşını göze alamadığı sürece de bu yangın süreci yayılarak, körüklenerek devam edecektir. Tekrar olsun, bugünkü koşullarda, ABD ne Ortadoğu’da ne de Avrupa’da (2) bir doğrudan savaşı, kara savaşını göze alamaz. Alamayacak.

İran bu son askeri hamlesiyle, öyle öteden füze fırlatmakla bu işlerin olamayacağını anlatmak istiyor: “Sen bana atarsan, ben de sana atarım, e sonra?”

Deniliyor ki, İran’ın ekonomisi kötü. Doğrudur. Pekiy, İsrail’in ki iyi mi? Dün internette baktım, İsrail’in 7 Ekim’den beri ABD’ye günlük maliyeti yaklaşık 18 milyon dolarmış. Sonra, bugün dünyada, ciddi ekonomik sıkıntıları olmayan ülke var mı? Dünya ekonomisi, kırk yıl öncesine göre daha entegre. Amerika’da gök gürlese, başka yerlerde yağmur yağıyor.

ABD’nin çevreleme veya izolasyon siyaseti, dönüp kendisini vuruyor. Kendisini izole ediyor. İzole etmek istediklerinin bağlaşmasını takviye ediyor. Bu da, ABD’nin siyasal meşruiyetinin giderek daha geniş bir çevrede sorgulanmasına yol açıyor.

Bugün kimse aldanmasın, bütün enformatik kampanyalara rağmen, Amerikan halkının kahir ekseriyeti İsrail’in saldırganlığını tasvip etmiyor. İsrail’e sempati duymuyor.

Bir de, Rusya’nın İran’la birlikte savaşacağını belirten Amerika kaynaklı iddialar var. Zaten birlikte savaşıyorlar. Savaşmak zorundalar. Emperyalizm karşısında ortak siyasal çıkaralara sahipler. Ancak, Rus askerlerinin sahaya inip İran ya da Filistin için savaşmalarını beklememek gerekir. Böyle bir girişim yanlış olur zaten.

Ama İran’a Rusya’nın maddi, askeri, diplomatik yardımlarının, katkılarının olmamasını da beklememek gerekir. Olmaması da, Rusya adına, siyaseten yanlış olur. İkisi zaten son on küsür yıldan beri Suriye’de müttefik güçler olarak birlikte emperyalizme karşı savaşıyorlar (3).

Gazze’yi yenemeyen İsrail (Öyle Gazze sokaklarında İsrail tanklarının dolaşması-kaldı ki ilk kez de dolaşmıyor- İsrail’in kazandığı anlamına gelmez. İsrail daha Gazze halkının elindeki esirlerini kurtaramadı), Lübnan’ı, Yemen’i, Suriye’yi, İran’ı mı yenecek? Ülkemizdeki “liberal”, “İslamcı”, “Kürtçü”, “Kemalist” vs elemenalardan oluşan ortak “İsrail muhipleri korosu” nun nakarat haline getirip yineledikleri temennilerine rağmen İsrail’in kazanması olanaklı değil.

Son olarak, ülkemizdeki devrimcilerin, sol camianın Filistin sorunu konusunda kendilerini siyasal olarak netleştirmeleri gerekiyor. Filistin sorununu nasıl görüyorlar? İsrail’e karşıyız demek yetmiyor. Şimdi çıkıp, “İsrail’le ticaret en aza indirilsin” demek bir siyasal tutumsa, “İsrail tanınmasın, onunla her türü ilişki tamamen kesilsin” demek farklı bir siyasal tutumdur.

Bir kere, İsrail’in, Filistin halkına rağmen, 1948’deki BM kararıyla kurulmasını ve en son “iki devletli çözüm” anlaşmasını (Bu talep etrafında Filistin halkına bir anlaşmayı baskıyla kabul ettirenler imzalarının gereğini yerine getirmediler) destekliyorlar mı?

Onlara göre İsrail devleti nedir? Siyasal meşruiyeti var mıdır? Netleşmek gerekiyor.

NOTLAR:

(1) Daha önce bir çok kez belirtmiştim. Ekonomik hegemonyanın sönme sürecinin ivme kazanması ABD’yi daha fazla korumacı davranmaya ve askeri önlemler almaya sevk ediyor. Ekonomik hegemonyanın düşüşü, meta ve finans pazarı daralması veya açlığı şeklinde tezahür eder.

Hegemonik güç varlığını sürdürebilmek için en geniş alana ve her yerde önceliğe sahip olmak ihtiyacı duyar. Bu ihtiyacını karşılamasının önündeki engelleri artık “laissez-faire” anlayışıyla aşması söz konusu değildir. Kendi söyleminin, telkinlerinin aksine korumacı reflekslerle hareket eder.

Görüyoruz, ABD, bir yandan “serbest piyasa” diyor. Diğer yandan, rakiplerine yaptırımlar, kısıtlamalar dayatıyor. Bu eğilim, yine görüyoruz, giderek askeri önlemlerle takviye ediliyor. ABD’nin bu hareket tarzı uluslar arasındaki eşitsizliği sürdürülemeyecek aşamaya doğru itiyor. Rakiplerini de, kaçınılmaz olarak, askeri önlemler almaya sevk ediyor.

Bu koşullarda, “liberal küreselleşme”yle birlikte ulus-ötesi tek bir devletin ya da yönetişim biçiminin zuhur edeceği tezinin jeo-ekonomi-politik gerçeklikle bağdaştırılması olanaklı olmayan bir iddiadan öteye gitmediği net bir şekilde görülmektedir.

(2) Yine daha önce bir çok kez belirttiğim gibi, ABD ve İngiltere, Ukrayna’yı Almanya ve Rusya arasında sorunsallaştırmak istiyorlar. Almanya ve Rusya’nın yakınlaşmasını önlemek için Ukrayna’yı ikisi arasında çiban başı işlevi de görecek surette tampon ülke haline getirmeye çalşıyorlar.

(3) Başka etkenlerin yanı sıra, Vietnam ve Filistin direnişleri, 60’ların sonlarından itibaren, özellikle 70’li yıllarda ivmelenerek seyreden devrimci kabarmalar dönemine yol açtı. İlk hamleler Latin Amerika’dan geldi. Buna yanıt olarak Amerikan devletinin belleğindeki Monroe Doktrini fiilen canlandırıldı. Gerilla hareketleri bastırıldı. Şili’deki sosyalist hükümete darbe yapıldı.

Bu arada, Vietnam yenilgisi, 1978-9’daki Afganistan ve Kamboçya, İran, Nikaragua devrimleri sonrasında ABD panikledi. İran Körfezi, emperyalistler için varoluşsal bir stratejik önem arz ediyordu. Carter Doktrini, İran Körfezi’nin ABD ve NATO için vazgeçilemez olduğunu ilan etti. Carter doktrini, hedef cografyası farklı bir “Monroe Doktrini” işlevi görüyordu. Nitekim, Reagan başkan olur olmaz, Centcom (ABD Merkez Komutanlığı) bu doktrininin arkasındaki askeri güç olarak kuruldu. SSCB’nin yıkılmasına kadar izlenecek (jeo-ekonomi-politik) stratejik plan da takviye edildi.

Yani ne ABD ne de Rusya İran sorununa kayıtsız kalabilir. İran’ın düşmesi, Rusya’nın kuşatılmasını, Çin’in gırtlağının sıkılmasını takviye eder.

“Amok Koşucusu” olarak İsrail

ABD’nin “proxy” si olarak İsrail, onun ekonomik, askeri ve diplomatik desteği olmadan bütün bu yaptığı işleri yapamazdı. Yapamaz.

Bu tür “proxy” leri kullanmak, her zaman belli riskler içerir. Onlar üzerinde mutlak bir denetim kurmak zor olur. Zaman zaman arkalarındaki desteği istismar edebilirler.

Şimdi İsrail kendisini kaptırdı gidiyor.

ABD’deki seçim havasını da kullanmak istiyor. Her iki başkan adayı da İsrail’e koşulsuz destek verdiklerini, gelecekte de vereceklerini duyurdular. Bunu yaparken, İsrail’in bu eylemleri dolayısıyla seçim sonrası kendilerini içinde bulacakları koşulları dikkate alma ihtiyacı duymuyorlar. Sonuçları itibariyle hem ABD hem dünya için kritik bir seçim olacak.

Öte yandan, bugün Amerika devleti, söz konusu seçim ortamında, İsrail’in bir dediğini iki etmiyor. Silahsa silah, paraysa para, diplomasiyse diplomasi ( ABD savunma bakanının Nasrallah’ı hedef alan saldırıdan haberdar edilmedikleri için İsrail savunma bakanına sitemde bulunduğunu Amerikan medyasından öğrendik. Ancak, yine de bakan ülkesinin İsrail’e tam desteğinin sürdüğünü söyledi).

Avrupa Birliği ve İngiltere’ye gelince, artık oralarda Filistin bayrağı açmak, İsrail aleyhinde konuşmak, yayın yapmak bile suç olarak kabul ediliyor. Polis, stantlardan İsrail aleyhtarı, Filistin yanlısı kitap ve broşürleri topluyor. Şaşırmıyoruz. Naziler, Yahudileri yok ederken de tavırları farklı değildi.

Sünni Arap ve diğer müslüman devletleriyse, önce S.Arabistan’a bakarlar, o mutluysa, kendilerinin de mutlu olması gerektiğini bilirler. En iyi durumda, kafalarını kuma gömmeyi tercih ederler. Daha önce “siyasal İslam” başlıklı yazıda belirttim. Siyasal islamın her iki asli kanadı, Vahhabizm ve İhvanizm, İsrail ile doğru orantılı olarak bir varoluşsal bir ilişki içindedir.

Kısacası, İsrail’in gemi azıya alması için ortam hazırdı zaten.

Peki, ne elde edilecek? Filistin direnişi, Yemen’deki direniş, Suriye’nin zaferi, İran’ın etkisi yok edilebilecek mi? Fanatik İsrail rejiminin böyle bir beklentisi olabilir. Ancak, ABD ve AB emperyalistleri bu sözünü ettiğim sonuçların elde edilebileceğine gerçekten inanıyor olabilir mi?

Emperyalistlerin gayesi, İsrail’in fanatizmini istismar ederek bölgeyi bir kaos ve dehşet iklimi içine sokmak ve tabii böylece İran’ı tahrik etmek, bir rejim değişikliğinin zeminini oluşturacak gelişmelere yol verecek surette izole etmektir. Bu sayede de, başta Suriye olmak üzere bölgedeki malum diğer direniş odaklarını etkisizleştirebileceklerine inanıyorlar.

Bence, bu senaryonun gerçekleşmesi hayli zor. Ne olursa olsun, kim ne derse desin, daha doğru kim aksini söylerse söylesin, kim “ama”, “işin şu tarafı da var” larla geviş getirirse getirsin, bütün mezhepçi, liberal-emperyalist, milliyetçi- emperyalist gayretlere rağmen ülkemizdeki, bölgemizdeki hatta dünyadaki halklar için İsrail zalim bir devlettir. Emperyalizmin bölgemize saldığı itidir. Bu bölgedeki siyasal gericiliğin esas nedeni İsrail’dir. İsrail’in bu kudurgan hali, İran’da halkın rejimin etrafında birleşmesine yol açacaktır.

Hele İsrail, iyice kendisini kaybedip, bir kara harekatına girişirse, o malum İslamcı müttefikleri dahi açıktan desteklerini sürdüremeyeceklerdir.

Öyle havadan füze, bomba atmakla bu savaş kazanılmaz. Savaş sahada yüz yüze dövüşerek kazanılabilir. Aksi olsaydı, Amerika Vietnam’da zaferini ilan ederdi.

İsrail, Gazze’yi yenemedi. Hizbullah’ı, Yemen’i, Suriye’yi, İran’ı mı yenecek? Teknolojik kapasite, hava üstünlüğü vs önemlidir ama eğer düşman gördüklerinizi silmek, bitirmek istiyorsanız, sadece onlarla olmaz. Sahaya inmeniz gerekir.

İsrail bu savaşını ABD’nin sürekli askeri ve ekonomik desteği olmadan yapamaz. İsrail olanaklarının, gücünün sınırlarını hesaplayamıyor. Bu durumda da savaşı kazanacak bir strateji oluşturması olanaklı değildir. Oysa, İran mesela, kendi savaşını kendi yapabilecek kapasiteye sahip. Sınırlarını da iyi biliyor.

İsrail karanlık bir tünele giriyor. Bu savaşı kazanamayacak. Günün sonunda, en çok, kendisini başa dönmüş, hatta siyaseten kariyerine başladığı noktaya geri dönmüş olarak bulacaktır. İran’ı yalıtmak isterken, kendisini yalıtmakta olduğunun farkında değildir.

İran şimdi nükleer silaha sahip olmak için daha yoğun bir biçimde çaba gösterecek, bu silaha sahip olunca, S.Arabistan, Mısır, Türkiye, Irak, Suriye, bütün bölge ülkeleri de aynı silaha sahip olmak isteyecekler, ABD’nin ve İsrail’in en korktukları şey başlarına gelecektir. Bunu görememek için herhalde İsrail ve ABD olmak gerekiyor.

Suriye’de anti-emperyalist direniş cephesinin elde ettiği zaferin böyle sonuçları olabileceğini biraz tarih, siyaset bilen herkes tahmin etmişti zaten. Suriye’de, ABD hegemonyasının teklediği ilan edildi. Oradaki direniş, Filistin, Lübnan, Yemen direnişlerini ateşleyecekti elbette. Mesele budur.

İsrail, G.Lübnan’a girerse, oradan çıkması zor olur.

Emperyalizme tutunan egemen Kürt siyaseti de bir kez daha, amiyane tabirle, yanlış ata oynadığını görecektir.

Tabii bir de, emperyalistlerin ideolojik meşrulaştırma aracı olarak son yirmi küsür yılda sık sık başvurdukları, “terörle mücadele ediyoruz” gerekçesi çökmüştür. Çünkü emperyalizmin bu son hamlesi, “terörist” ilan edilenlerin değil, terörist ilan edenlerin gerçek teröristler olduğunu dünyaya ilan etmiştir.

İsrail

Hasan Nasrallah’ın değerli anısına

İsrail söz konusu olduğunda dünyadaki, ülkemizdeki sol çevrelerde, sinik ve oportünist diyebileceğim bir siyasal tavıra tanık oluyoruz. Bunun nedenlerinden birisi, emperyalistlerin ve İsrail’in sıklıkla kullandıkları “anti-semitizm” ideolojisidir.

Nazilerin, tarihsel ve genel olarak hristiyan Avrupa’nın kendi içindeki yahudi nüfusa karşı izlediği ayrımcı, dışlayıcı tavrı, radikal ırkçı bir program haline getirerek bütün Avrupa’da uygulamış olmasının yol açtığı trajik sonuçların etkisi altındaki sosyalist ve küçük-burjuva demokrat kesimlerin tereddütlerinde bu söz konusu imal edilmiş ideoloji etkili olmaktadır.

“Bizi anti-semitist olmakla suçlarlar” psikolojisi siyaseten sinik ve oportünist tavırları teşvik etmektedir. Emperyalist siyonizmin imal etmiş olduğu “anti-semitizm” ideolojisinin böyle bir siyasal işlevi vardır.

Ancak, bu ideolojinin etkisi altında, en azından, pasifize edilmiş bu aynı kesimler, yine emperyalist siyonizmin kendisini meşrulaştırmak için savunduğu “semitist” ideolojiyi (üstelik de İsrail’in varlığıyla siyonist siyasal amaçların hizmetine koşulmuş olduğu bir durumda) görmezden geliyorlar. Veyahut, anti-semitist ideoloji bu gerçeği görmelerini engelliyor diyelim.

Yanlış anlaşılmasın, nasıl ta başından bir “semitizm” varsa, kaçınılmaz olarak, bir “anti-semitizm” de vardır. Burada söz konusu olan, bu ikincisinin emperyalist siyonizm tarafından 2. D.Savaşı sonrasında, emperyalizmin siyasal amaçları açısından yeniden formatlanmış halidir. Daha önceki yazıda da değinmiştim, Sünni siyasal İslam ve siyonizm, siyasal ve ideolojik olarak, adeta eşzamanlı olarak formatlanmıştır.

İsrail karşısındaki yanlış tavrın bir diğer kaynağı da, emperyalist merkezlerde, işçi aristokrasisine benzer biçimde oluşturulmuş, bir “entellektüel aristokrasi” nin yaratılmasına katkı yaptığı, özünde anti-komünist kayguların yol verdiği, bilgi kirliliği ve siyasal çarpıtmadır.

Buna göre, sadece Nazi Almanyası değil, SSCB de “anti-semitist” idi. Filistin ülkesi, orasını çok büyük ölçüde terk etmiş olsalar da, aslında yahudilerin tarihsel coğrafyası olarak en çok onlara aitti. Dolayısıyla, o topraklarda bir İsrail devletinin kurulması meşruydu. Kaldı ki bu devlet, genel olarak arkaik, anti-Batı, anti-demokratik değerlerin egemen olduğu bir coğrafyada “uygar dünya” yı temsil edecek, bölgenin uygarlaşmasına (yani emperyalizmin hizmetine girmesine) katkı yapacaktı.

Elbette, bu iki neden ya da kaynak birçok durumda görüldüğü gibi, birlikte, iç içe bir görünüme sahiptir. Söz konusu aristokrasinin de ana işlevi, malum, emperyalizmin siyasal çıkarları adına üretilmiş bu tür malzemeyi “sol” ambalaj içinde servis etmektir.

Bunun karşısında, devrimci sosyalistlerin öncelikle İsrail’in siyaseten ne olduğunu anlamaları, onu doğru tanımlamaları gerekir.

İsrail nedir? İsrail, emperyalizmin, SSCB’yi de istismar ederek, Filistin halkının ülkesini, ağırlıklı olarak Avrupa coğrafyasından (Avrupalıların çok iyi bildikleri programatik sömürgeci bir anlayışla) taşınmış işgalci yahudi nüfus aracılığıyla sömürgeleştirmek için kurulmuş bir devlettir. (1) Filistin, İsrail adını taşıyan emperyalizmin maşası olan bir devletin sömürgesidir. İsrail, emperyalizm adına bir “vekil” devlettir. Dolayısıyla Filistin, Anglo-Amerikan emperyalizminin fiili işgal altındaki sömürgesidir. Filistin halkı sömürge halkıdır. Direnişi sömürgeciliğe karşı direniştir.

Öyleyse, bir anti-emperyalistin İsrail devletini tanımaması gerekir. Tutarlı siyasal tavır bunu gerektirir. Böyle bir tavrı alabilmek için sosyalist olmak da gerekmiyor. Samimi bir anti-emperyalist olmak, ya da anti-kolonyalist olmak yeterlidir.

Ancak, bugün kendisini sosyalist, komünist olarak tanımlayanların, bu Batı menşeli “entellektüel aristokrasi” nin etkisi altında, hâlâ “iki devletli çözüm” den söz ettiklerine tanık oluyoruz.

Bu iki devletli çözüm FKÖ’ye de kabul ettirildi. Örgütün silah bırakması, teslim olması temin edildi. Militanlarına Filistin coğrafyası terk ettirildi. Antlaşmalar imzalandı. Ne oldu? Hiç birine uyulmadı. İsrail işgal ettiği alanı sürekli genişletti. Genişletmeye de, katliamlar pahasına, devam ediyor.

Devrimci sosyalistlerin (tabii artık kaldığı kadarıyla) Filistin konusundaki lakaytlığı bırakıp, akıllarını başlarına almaları gerekiyor. Küçük burjuva kemalist ideolojinin belli, egemen bir versiyonun yaydığı anti-Arap (“Bizi arkamızdan vuran Araplar” hikayesi- bu arada “biz” dedikleri de Osmanlı İmparatorluğu oluyor), pro-İsrail (“İsrail laik, demokratik, ilimde fende ileri, modern bir devlet” hikayesi- iyi ama emperyalist ülkeler de öyle değil mi?) mesnetsiz söylemlerin etkisinden kurtulmak lazım.

Tekrar olsun, İsrail bir “proxy” devlet olarak kuruldu. Amerikan establishmentının çekirdekten yetiştirdiği Biden’ın bir kaç kez açıkça veciz biçimde ifade ettiği gibi, “eğer İsrail olmasaydı, ABD yine bir İsrail yaratırdı”. Vaktiyle, bir ABD’li general de, “biz İsrail’i Ortadoğu’daki uçak gemimiz gibi görüyoruz” demişti.

Hasan Nasrallah sosyalist değildi. Anti-komünistti. Ancak, bugünkü birçok “sosyalist” i utandıracak kadar kararlı, inanmış bir anti-emperyalistti. Yine, değme solculardan daha cevval bir siyasal akla sahipti. Dolayısıyla, devrimci sosyalistlerin “doğal” müttefikiydi. Nasrallah, Şii islamcılarda örneklerine sık rastladığımız, emekçi sınıf içinden çıkmış, kendi kendisini yetiştirmiş, siyasal analiz kapasitesi yüksek, yiğit bir dava adamıydı. Militandı. Kaliteli bir taktisyendi. Anti-emperyalizmi, din adamı olmasına rağmen, ülkesiyle, coğrafyasıyla, diniyle, mezhebiyle sınırlı değil, tutarlı olarak, enternasyonal ve dünya çapındaydı.

Mülakatlarında sıklıkla, İsrail’in ABD’yi değil, Anglo-Amerikan emperyalizmin İsrail’i kullandığını ısrarla belirtiyordu. “İsrail görünürdeki, sahaya sürülmüş düşmandır, asıl düşman onu sahaya sürüp, arkasında duran ABD ve İngiltere’dir. İsrail’in arkasında İngiliz jeo-politik öğretisi ve Amerikan askeri-sanayi kompleksi, finans sermayesiyle iç içe geçmiş petrol tekelleri var” diyordu. İnternette halen bu mülakatlarının çoğu izlenebiliyor. Hatta son görüşmelerinden birinde, “Arapların çoğu İsrail’in ve Yahudi sermayesinin Amerika’yı yönettiğine inanıyor. Tekrar tekrar söylüyoruz, anlatamıyoruz, bunun tersi doğrudur” diyordu.

Nasrallah’ın ölümü anti-emperyalist direnişin saflarını daha da genişletecek, takviye edecektir.

Emperyalistler, Ortadoğu’daki “proxy”si olan İsrail aracılığıya bölgedeki kaosu yayıp, derinleştirmek, başta İran olmak üzere bölgedeki ülkeleri istikrarsızlaştırmak istiyorlar. Anlaşılıyor ki, şimdiki halde doğrudan bir savaşa girmeyi gözleri kesmiyor. İsrail, kendisini bu saldırganlığıyla siyasal olarak tüketene kadar onu ittirecekler. ABD, İran’la doğrudan bir savaşa girmeyecektir. Dolaylı olarak bunu İsrail üzerinden yapmayı planlıyor.

Benzer bir şeyi, Avrupa’daki yeni “proxy” si olan Ukrayna etrafında da söylemek mümkündür. ABD, Rusya ile doğrudan bir savaşa girmeyi, en azından şu sıralarda, düşünmüyor. Ukrayna’yı, yetmediği yerde de, Avrupa’daki diğer uydularını devreye sokmayı planlıyor. Bununla birlikte ABD, Ukrayna’da, Ortadoğu’ya göre, çok daha kontrollü davranacaktır.

Elbette, Rusyanın son açıklamalarından sonra beyinsel kontrolü ABD ve NATO merkezlerinde olan uzun menzilli füzelerini Ukrayna’ya kullandırtmayacaktır (Zaten Ukrayna bunları kendi başına kullanabilecek olanaklara sahip değil). “Proxy” Ukrayna’ya, “proxy” İsrail’e tanınan hareket özgürlüğü tanınmayacaktır.

Seçimleri Trump kazanırsa, operasyonun Avrupa kısmı aksar ya da zayıflar diyelim. Ancak Ortadoğu kısmı daha da şiddetlenebilir. Harris kazanırsa, tersinin olma olasılığı görece daha yüksek görünüyor.

NOTLAR:

(1) Sömürgeleştirmenin değişik yöntem ve araçları olduğunu tarihsel bilgilerimiz dolayısıyla biliyoruz. Bunların biri de işgalci-yerleşimciler aracılığıya sömürgeleştirmektir.