Bazı saptamalar

Galeri

1) ABD hegemonyası altındaki emperyalizmin bugün Afrika’dan, Asya’ya kadar geniş bir alanda uygulamaya koyduğu saldırgan, işgalci siyaset, başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerin (Çin ve Rusya’yı onlara dahil etmek dünün “sosyal emperyalizm” sahtekarlığından pek farklı değildir) maruz kaldıkları bir dış … Okumaya devam et

Parti ve enformatik mücadele

Galeri

Anadolu’daki Ermeni kırımının yüzüncü yıldönümünde bir kez daha emperyalizm karşısında enformatik mücadelenin ne kadar önemli olduğunu anlıyoruz. Emperyalizm kontrol ettiği enformatik araçlar, olanaklar sayesinde her zaman kendi suçlarını başkalarının, hatta suçun kurbanlarının, mağdurlarının üzerine yıkabiliyor. Daha önemlisi, kendi iddialarını mağdurlar … Okumaya devam et

HEBDO katliamı sonrası değerlendirmeler

Galeri

Charlie Hebdo katliamı sonrasında kimi sol çevrelerde, artık ABD’nin islamcı terörü beslemeyeceği, desteklemeyeceği, hatta islamcıların defterini düreceği yolunda bazen açık kimi zaman örtük şekillerde dile getirilen bir iyimser beklenti oluştuğu görülüyor. Bu beklentiye AKP hükümetinin deliğe süpürüleceği ihtimali de eşlik … Okumaya devam et

Son uluslararası gelişmeler, Türkiye

Galeri

Burada her zaman izlediğim bir yöntem,  iç siyasal gelişmelerleri, dış siyasal gelişmelerden, Türkiye’nin içinde yer aldığı uluslararası bağlamdan koparmadan analiz etmeye çalışmak olmuştur. Yine aynı yöntemi izleyerek, özellikle de  Rusya’dan hareketle Türkiye’deki son gelişmelere bakalım. Daha önceki yazımda belirtmiş olduğum gibi, … Okumaya devam et

Emperyalizm uzlaşmaktan teslimiyeti anlar

Galeri

Günümüz ülkelerinin jeo-ekonomi-politik konumu bugün oluşmamıştır. Tarihsel bir süreç içinde, toplumsal, çevresel iç ve dış siyasal mücadelelerin sonucu olarak şekillenmiştir. Ülkelerin toplumsal formasyonları, kültürel yapıları zaman içinde dönüşümler geçirse de, jeo-ekonomi-politik  konumları, kayguları, öncelikleri yeni koşullarda, yeni görünümler altında devam … Okumaya devam et

ABD’nin Satranç Tahtasında Bumerang oyunu

Anglo-amerikan finans oligarşisinin hegemonyası dolar ve petrol bağlantısı ya da petro-dolar üzerinde yükselir. ABD’nin Vietnam macerasının da teşvik ettiği devasa askeri harcamaları nedeniyle, Bretton Woods 1971’de çöktükten sonra dolar/altın standardının yerine, dolar/petrol standardı ikame edilmişti. Bu sayede doların saltanatı ve ABD hegemonyası sürdürülebilmişti.

Öyleyse, ABD doların rezerv para olarak anlamını korumak zorundadır. Bunun içinse, rezerv paranın büyük ölçüde dolaşımda olduğu petrol kaynaklarını ve trafiğini kontrol etmesi yaşamsal bir öneme sahiptir. Rockefeller ailesine yakınlığıyla tanınan Kissinger bir keresinde, “enerji kaynaklarını kontrol eden hemen hemen bütün ülkeleri, parayı kontrol eden bütün dünyayı kontrol eder” demişti (Bunu 1973’de söylediği vakit, ham petrol fiyatı yüzde dört yüz artmıştı). Bu çerçevede, petro- dolar enerji ve paranın kesiştiği yerde zuhur ediyor.

Şimdi ABD’deki stratejistlerin (hem neo-conların hem de Brzezinski çevresinin) bu bakımdan aralarında bir farklılık yok. Neyin kendileri için yaşamsal öneme sahip olduğunu biliyorlar. Farklılık şurada: Neo-conlar, “petrol çıkış noktalarını, dolayısıyla trafiğini kontrol edelim, öncelik budur” diyorlar. Brzezinski çevresi, ” Rusya ve Çin gibi ABD’ye rakip, onun dünya üzerinde kontrol kurmasını engelleyebilecek ülkeleri kuşatıp, etkisiz hale getiremezsek, petrol noktalarını, dünyanın ekonomik olarak en avantaj vaat eden Avrasya anakarasını ve dolayısıyla petro-dolar hegemonyasını sürdüremeyiz” diyorlar.

Buna göre, neo-conların etkin olduğu Bush yönetimleri, petrol noktalarının, ya da BOP bölgesinin kontrolünü öne koyan stratejiler izlediler. Obama yönetimleri, başlarda neo-conların stratejilerini uygulamayı sürdürdüler ancak giderek Brzezinski stratejisini öne çıkarmaya başladılar. Gürcistan, Tibet, Sincan, Ukrayna hamleleri bu doğrultudaki girişimler olarak okunmalıdır.

Şimdi şunu tespit etmek lazım, soğuk savaş bitmedi, sadece yeniden formatlandı. Yenilendi. (Soğuk Savaş, 2.D.Savaşı sonrasında da yeni başlamamış,  yeniden formatlanmıştı.  Soğuk Savaş, Sovyet Devrimi’nden sonra 1924’teki “tek ülkede sosyalizm” siyasetine karşı olarak başlatılmıştı) Varşova Paktı ortadan kalktı ama savaşın üzerinde yükseldiği öteki ayak olan NATO varlığını genişleyerek sürdürdü. Emperyalistlerin saldırgan, militarist girişimlerini dünya kamuoyu nezdinde meşrulaştırabilmek için yeni bir “SSCB” ye (siyasal rejiminin niteliğinin önemi yok)  ihtiyaçları vardır. Bunu yaratmak yolunda epey mesafe aldılar.

Bugün ABD emperyalist hegemonyasının maruz kalmış olduğu jeo-ekonomi-politik krizi, soğuk savaştan itibaren onun kendisini tamamen SSCB gerçekliğine göre programlamış olmasıyla bağlantılandırmak gerekir. Yani, SSCB tablodan çekilince, onun da bir hegemonik güç olarak,  var olma nedeni ortadan kalkmış oldu. Mesele, bunu kabule yanaşmıyor olmasıdır. Bu tavır, onun tehlikeli şekilde gerçeklikten kopmuş olduğunun göstergesidir.

Burada geçerken bir saptama daha yapmam gerekiyor. Anglo-amerikan veya Atlantik emperyal yapı (bunun içinde Hollanda’nın tarihsel ve adeta katalizör rolünü ihmal etmemek lazım) , ta baştan kendisini global bir referans çerçevesi içinde, deniz aşırı veya kıtalararası maddi ve kültürel kaynakların (sermaye, emek-gücü, teknik, ideoloji vs) sömürücü bir anlayışla hareketliliği, trafiği içinde oluşturmuştur (Britanya, ABD, Avustralya, Y.Zelanda, kısmen Kanada,G.Afrika arasındaki kurucu trafiği düşününüz. Sanayi Devrimi’ni de Britanya’da olanaklı kılan bu trafik olmuştur). Yani global ölçek onun için varoluşsaldı. Elbette kapitalizm içinde globalist eğilim ta baştan verilidir. Bunu ilk realize edecek koşullara sahip olanlar,  Hollanda’yı da ihtiva edecek şekilde, Anglo-sakson kapitalistleri olmuştur.

Ancak kolonyal, emperyalist kapitalist birikim iştahı  bu globalist eğilimin kontrolden çıkması sonucunu kaçınılmaz olarak yaratmıştır. Bu iştahı, Fransız emperyalizminin, biraz daha sonra Alman emperyalizminin  aynı globalist itkilerle devreye girmesiyle birlikte oluşan rekabet ortamı da teşvik etmiştir tabii. Gerçekçiliğini yitirmiş idealist bir akıl, isterseniz, vizyon jeo-ekonomi-politik davranışlara hakim olmuştur.

Burada, Anglo-amerikan anlayış bakımından ayırıcı olan nokta, Lockeçu siyasal liberalizme referans veren,  (mesela özerk toplumsal oluşumların zayıf olduğu Fransa’daki gibi) bir merkezi devlet aklının bariz kontrolü olmaksızın, eşitsiz ve hiyerarşik (“gemisini kurtaran kaptan” anlayışı) “kendi kendisini regüle eden toplum” tahayyülünün, daha doğrusu yanılsamasının söz konusu idealist-globalist dürtüleri teşvik etmekle kalmayıp, tamamen kontrolden çıkarmış olmasıdır. Çoğul, özerk ama piramidal anlamda katı hiyerarşik oligarşik yapılar, söz konusu liberalist illüzyon sayesinde (İllüzyon, çünkü bu özerk görünen toplumsal yapılar, devlet üzerinde kontrol sağlayarak devleti kullanıyorlar. Devletin emperyal kapitalist yapının oluşumunda, sürdürülmesinde başat bir rolünün olduğu açıktır. Siyasal liberalist ideoloji sayesinde devlet bu çoğul görünen özerk toplumsal oluşumlar arasında gözden saklanıyor) kendilerini toplumsal olarak meşrulaştırmışlardır. Globalist vahşet tiyatrosu Lockeçu siyasal liberalizm olmadan anlaşılamaz.

1905 Rus-Japon savaşından sonra Rusya, Avrasya hedefi dolayısıyla, Batı’nın jeo-ekonomi-politik doktrinin merkezi haline gelmiştir. Avrasya, hegemonik Britanya İmparatorluğu için (jeo-ekonomi-politik manada) pivot bölge haline geliyor. Aslında, Rus-Japon savaşında Britanya’nın rolüne pek değinilmiyor. Oysa, Japonya savaşın öncesinde Britanya ile bir ittifak yapıyor. Çok önemli parasal, askeri yardımlar alıyor. Belli bir hazırlık evresinden sonra savaşa girişiyor. Rus devrimlerini tartışırken bu dışsal bağlamı, yani Rusya’nın jeo-ekonomi-politik anlamda eksen bir ülke haline gelmiş olmasını ihmal etmememiz gerekiyor. Devrimler büyük muktedirlerin açmazları, birbirlerine düşmeleri ve sosyal olarak güçsüzlerin direnişinin karşılaştığı yerde patlak veriyor.

19yy’ın ikinci yarısından itibaren Britanya, olası bütün rakiplerini tasfiye etmek için stratejiler geliştiriyor. Rusya’daki (aralarında Herzen gibi muhafazakarların, Bakunin gibi anarşistlerin de bulunduğu) çoğu muhalifi ve muhalif hareketi destekliyor. Geliştirdiği stratejiler, manipülasyonlar ve rüşvetlerle Rusya’nın, jeo-ekonomi-politik gerçekleri hilafına, Almanya’ya karşı savaşmasını temin ediyor (1.Savaş yıllarında Rusya’daki Britanya büyükelçisi olan oligarşik Round Table üyesi G.Buchanan anılarında, devrin Rus dış bakanı olan Sazanov’dan -Stolipin’in kayın biraderiydi- Britanya’nın dostu, Britanya’nın çıkarlarına hizmet eden kişi olarak söz ediyor. Sazanov bu dostluğu daha ileri vardırıp, Polonya’ya özerklik vaat edince, Çar tarafından görevden alıyor)

Mesela bakınız Britanya, 1.D.Savaşı sonrasında, izlediği politikalarla,  rakip imparatorlukların tamamını tasfiye ediyor.Otuzlarda dünyanın hem alan hem de nüfus olarak büyük bir kısmını kontrolü altına alıyor. Emperyalist kulvarda yükselen ABD tek olası rakibi oluyor. Zaten onu kontrolü altına almak için de 19.yy’dan itibaren  stratejiler geliştirmeye devam ediyor. Örnekse, 1929 Bunalımı’nı bir “Amerikan Bunalımı” haline getirmek için gereken ne varsa, yapıyor.

Her neyse. ABD gemilerle taşınan petrol varillerinde sadece doların taşınmasını; petrol akan boru hatlarından sadece doların akması için önlemler almak istiyor. Amerikan yüzyılının ancak bu şekilde tesis edilebileceğine inanıyor.

Suriye sorunu, ABD bakımından, Brzezinski’nin teorisinin daha mantıklı olduğunu gösterdi. ABD’nin Ukrayna’ya, oldukça ahmakça da olsa, el atması izlenecek strateji bakımından bir tür dönüm noktası olarak da görülebilir. C.Rice haklıdır. Rusya, tedarikçi bir ülke olarak, yenilenen soğuk savaşı çok fazla sürdüremez (SSCB’nin ekonomik sorunlarını şiddetlendiren en önemli etkenlerden birisi ham petrol fiyatlarının düşmesi olmuştur). Ancak ABD de bu ekonomik durumuyla fazla dayanamaz.  Kaldı ki Rusya askeri bakımdan güçlü bir ülkedir. Batı’nın sandığı kadar zayıf değildir (Tabii kendi düşündüğü kadar da güçlü değildir). ABD ve AB ekonomisi olası bir savaşı kaldırabilecek durumda değildir.

Üstelik şartlar, Çin ve Rusya’yı birlikte davranmaya sevk etmektedir. Rusya düşerse, Çin de düşer. Bugün ABD savaş makinesini geriletebilecek tek askeri güç Rusya’dır. ABD savaş makinesi karşısında Çin’in savaş gücünün esamisi dahi okunamaz. Çin ekonomisiyle, Rusya askeri gücüyle -ikisi beraber- emperyalizmin ilerlemesini durdurabilirler.

Tedarikçi bir ülke olarak Rusya, ham petrol fiyatlarındaki piyasa manipülasyonlarından (mesela Afganistan’a Sovyet müdahalesi sonrasında emperyalistler,OPEC’i kullanarak böyle bir manipülasyona başvurmuş, ham petrol fiyatlarını dramatik olarak düşürerek Sovyet ekonomisine ağır bir darbe vurmuşlardı) fazla etkilenmemek için Çin ve Hindistan gibi büyük tüketicilerle uzun vadeli enerji angajmanlarına girişmek zorundadır). Çin de, ABD ekonomisini dolara yatırım yaparak fonlama politikasından vazgeçmeli ya da bu politikayı gözden geçirmelidir. Ancak Çin yönetimi üzerinde etkili olan  mevcut pro-Amerikan politikanın sürdürülmesinden yana kişi, grup ve lobiler olduğunu tahmin etmek de zor değildir.

Bundan başka, Çin için Doğu Çin Denizi yaşamsal öneme sahiptir. Dünya pazarlarıyla en önemli bağlantı kurma noktasıdır. Burada ABD’nin müttefikleri olan Japonya ve G.Kore ve Filipinler gibi ülkelerle önemli ihtilafları vardır. Bu ihtilafları Rusya faktörünü kendisinden yana devreye sokmadan aşamaz. Rusya’nın da, daha kuzeyde bulunan ve zengin hidrokarbon kaynaklarına sahip Sakhalin Adaları dolayısıyla Japonya ile ihtilafı vardır.

Bu bölgede Rusya ve Çin’in birlikte hareket edecekleri anlaşılmaktadır. Rusya ve Çin’in, 2.Savaş sonrasında, Almanya ve Fransa’nın aralarında kurdukları araçsal ilişkiye benzer bir işbirliğine gereksinimleri var. Bilindiği gibi, Almanya’nın işgal edilerek bölünmüş bir ülke konumundan kurtulabilmesi için Fransa’nın siyasal desteğine, işbirliğine gereksinimi vardı. Fransa’nın ise ekonomik olarak Almanya’nın enerjisine ihtiyacı vardı ( 20.yy’da AB fikrinin en önemli kurucu aklı olarak görülen Fransız ekonomi-politikacısı, diplomat Jean Monnet’nin  anıları bu bakımdan ışık tutucudur). AB, esas olarak bu iki ülke arasındaki böyle bir araçsal ilişkiden çıktı. SSCB’ye göre kendisini programlamış bir ülke olarak ABD de bu işbirliğine destek oluyordu. 1950’de, esas olarak ABD tarafından ısmarlanmış, Fransa tarafından hazırlanmış, Schuman Bildirgesi tabir edilen, AB kuruculuğu yolunda atılmış ilk somut adım olan Çelik/Kömür Birliği antlaşması, özellikle Fransa’nın ihtiyaç duyduğu ekonomik avantajları elde etmesi yanında, aslında işgal edilmiş, bölünmüş Almanya’nın SSCB’ye karşı yeniden silahlandırılması gibi bir örtük planı ihtiva ediyordu. SSCB alt edilmeden Almanya bu “mağlup ülke” konumundan çıkamaz, AB bugünkü form ve içeriğiyle oluşturulamazdı. Bugün ABD, bu iki ülkenin “öküz öldü ortaklık bitti” demelerine mani olmak zorundadır.

Gelgelelim, Almanya ve Güney Avrupa’nın bugünkü Ukrayna sorunu etrafında ortaya çıkacak bir kapışmada ABD ile sonuna kadar yürümeleri mümkün değildir. Ukrayna meselesinde, son günlerde,  Almanya’nın frene basmış olması bundandır. Alman ekonomisinin Rus ve Çin ekonomisine bağımlılığı son on yılda dramatik olarak artmıştır. 2013’te bütün Avrupa’yı derinden sarsan krizden Almanya’nın şimdiye kadar pek yara almamış olmasının nedeni Çin ve Rusya ile olan ticaretidir (geçen yıl Çin’in Almanya’dan makine ve teknoloji ithalatı rekor rakamlara ulaşmıştı). İngiliz başbakanı da Rusya’ya karşı yaptırımlar konusunda hevesli olmadıklarını ifade etmişti. Yalnız Londra şehrindeki Rus yatırımlarının 50 milyar dolar civarında olduğunu İngiliz gazetelerinden okumuştuk. Bir başka konu, Rus petrolünün ve gazının AB ülkeleri için vazgeçilemeyecek kadar ekonomik olmasıdır.

Avrupa’da Yunanistan kriziyle patlak veren ekonomik sorunlar, bir çok ekonomistin dikkat çekmiş olduğu gibi, ABD finans oligarşisinin çabalarıyla oluşmuştur. ABD, avro’ya dayanan bağımsız bir AB siyasetine izin vermek istememektedir (Eğer AB kendi bölgesinde egemen bir güç olacaksa, bunun önkoşulu sağlam bir paraya sahip olmaktır). ABD, AB’ye Rus saplantısına sahip D.Avrupa’nın üyeliğini bu amacına hizmet etmesi için empoze etmiştir. Çin, 2009’da, büyük krizi izleyen günlerde,  dolara olan güvenlerinin kaybolmaya başladığını, ticaret fazlaları için avro’yu da kullanacağını açıklamıştı. Yunan krizi de o sıralarda patladı. AB ülkeleri avronun geleceğini tartışır oldular.

ABD’nin dünya istikrarını bozucu saldırgan politikaları, çok sayıda ülkenin çıkarlarıyla çatışıyor. Örnekse, Çin bugün ham petrol ithalatının yüzde 58 ‘ini Orta Doğu ülkelerinden temin ediyor. Son on küsur yıldan beri ABD ve müttefikleri bu bölgenin siyasal istikrarı aleyhine askeri ve terörist faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Bu durum sadece bölge ülkelerinin ekonomilerini değil, onlarla ticari ilişkiler içinde olan ülke ekonomilerini de olumsuz şekilde etkiliyor. İstikrarsızlığın transferi gibi bir tehlikeyi sürekli olarak canlı tutuyor. Çin’in 2006’daki ham petrol tüketimi günlük 3,5 milyon varil civarındaydı. Bu rakamın önümüzdeki on beş yıl içinde 4 kat artması bekleniyor.

Rusya, aşama aşama yapımı tamamlanmakta olan (birinci kısmı 2006’da bitmişti) Doğu Sibirya-Pasifik Okyanusu Boru Hattı (ESPO) ile Japonya, Çin, G.Kore, Singapur dahil bir çok Asya ülkesine nispeten ucuz  (bunda siyasal istikrarsızlıktan kaynaklanan fiyat artışının olmaması bir etkendir) ve büyük miktarlarda ham petrol ihraç edebilecektir.  Üstelik Çin ile Rusya arasında akdedilmiş bir antlaşmayla ulusal paralarla bir alışveriş  mümkün olacaktır. Bu boru hattının kapasitesinin arttırılması, onu bölge ülkeleri bakımından çok önemli bir ekonomik olanak haline getirecektir. Bu durumda, bir çok Orta Doğu ülkesi, bu arada Çin’in petrol ihtiyacının yüzde 25’ini temin eden S.Arabistan, tüketimi sürekli artan (Çin şu an da dünyanın ikinci büyük petrol ithalatçısıdır. Kısa bir süre sonra birinci olması beklenmektedir) bir alıcısından mahrum kalacaktır. Amerikan doları önemli rezerv para biriktiricilerini kaybedecektir.

Rusya’nın yeni boru hatlarıyla bir çok ham petrol ithalatçısı ülke için baş tedarikçi haline gelmesi, bütün stratejik dengeleri alt üst edecek, dünya jeo-ekonomi-politiğinde, “ipek yolu”, “baharat yolu”, “Ümit Burnu’nun dönülmesi”, “Süveyş Kanalı” nın açılmasıyla oluşmuş tarihsel-siyasal olaylar ve değişimlerle kıyaslanabilir (mesela Haçlı Seferleri’nin Doğu ve Batı arasındaki baharat ticaretiyle olan ilişkisini, yol açmış olduğu sonuçları düşünelim) yeni (askeri boyutu da dahil) siyasal gelişmelerin önünü açacaktır. Çin, Hindistan, Japonya gibi önemli büyüme oranlarıyla ihtiyaçları sürekli artan büyük ham petrol tüketicilerinin bulunduğu bir coğrafyadan söz ediyoruz.

Bugüne kadar petrol sevkiyatı bakımından büyük önemi olan bir çok coğrafi noktanın, boğazların (Mesela, halen günde 15-17 milyon varil arasında petrolün dünya pazarlarına ulaştırıldığı Hürmüz Boğazı, bağlantılı boru hatlarıyla beraber günde 4 ila 5 milyon varil ham petrolün geçtiği Süveyş Kanalı, yine günde 3 milyon varile  yakın ham petrolün geçiş yolu üzerinde bulunan İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nın, günde 3 küsur milyon varil ham petrolün geçiş yaptığı Bab-el Madeb boğazı ve Güney Asya’da günde 15 milyon varilden çok ham petrolün taşındığı Malacca Boğazı) ticari önemleri, bir çoğunun siyasal önemleri dramatik olarak azalacaktır.  Böyle bir gelişmenin radikal siyasal sonuçlarının olacağı açıktır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında başını Rockefeller ailesinin çektiği ABD ve Britanya tekellerinin   petrolü uluslararası ticaretin en önemli ve en stratejik malı  yapmak istedikleri biliniyor. Bu durumu gözlemleyen Stalin yönetimi, SSCB Bilimler Akademisi’nden  petrol ya da daha genel olarak hidrokarbon enerji kaynaklarının özellikleri ve geleceğiyle bir çalışma yapmasını istedi. Yapılan araştırmalarla, hidrokarbonun fosil bir kaynak olmadığı, daha çok tektonik hareketlerinin sonucu olarak oluşmuş olabileceği saptanmıştı. Buna göre, petrol rezervlerinin tükenmesi olasılığının ihmal edilecek kadar düşük olduğu, petrol, doğal gaz gibi kaynakların kendilerini yenileme potansiyeline sahip oldukları vurgulanıyordu. Bu çalışmalar batılı araştırma kuruluşları tarafından reddedildiler, kaale alınmadılar. Son yıllarda, Rus araştırmacılar Sovyet araştırmacıların çalışmalarını yeniden ele alıp, doğruluğunu savundular. Rus iddiaları son zamanlarda bir çok yazar tarafından dillendirilmiştir. Bir çok büyük kaynak bölgesinde yapılmış araştırmalar, rezervlerin tükenmekte olduğu iddiasını doğrulamıyor. Yanı sıra, sürekli yeni kaynaklar tespit ediliyor.

Örnekse, Haiti, bu ülkeye ABD tarafından aniden el atılmış olması, bazı solcu yazarların iddia ettikleri gibi, sadece ucuz emek-gücü kaynağına kavuşmak değil, asıl neden, etrafındaki sularda yoğun tektonik hareketlenmelerin görüldüğü  bu ada ülkesinin petrol ve doğal gaz bakımından zengin kaynaklara sahip olduğunun tespit edilmiş olmasıdır.

ABD’li araştırmacıların Sovyet çalışmasını reddetmeleri anlaşılır nedenlerden kaynaklanıyor. ABD bir yandan, petrol ve doğal gaz kaynaklarının rezervlerinin tükenmekte olduğunu iddia ederek, fiyatlar üzerinde kontrol kurmak; diğer yandan da, petrol ve enerji rezervlerinin bulunduğu ve  bu kaynakların nakledilmesi için gerekli görülen alanlara yönelik askeri ve diplomatik operasyonlarını meşrulaştırmak istiyor.

Şimdi ABD jeo-ekonomi-politik olarak geriliyor. En büyük sorunu Avrasya’yı kontrolü altına alamamaktır. Bu kontrol olmayınca ABD hegemonyasının sürdürülmesi olanaklı değil.  Bu kontrol olmadan ABD ancak bir bölgesel güç derekesine düşebilir.

Avrasya, dünyanın en önemli hidrokarbon ve hidroelektrik  enerji kaynaklarını, en stratejik madenlerini, minerallerini, su kaynaklarını (dünyanın en uzun 6 nehri bu coğrafya bulunuyor), devasa bir ucuz emek-gücü ve meta pazarını içeriyor. Yanı sıra, Avrasya’nın bir çok kişinin ihmal ettiği bir başka zenginliğiyse, bilimsel manada yetişmiş değerli insan gücüne sahip olmasıdır. Rusya, Çin ve ve daha güneydeki Hindistan gibi ülkelerin bilimsel kapasiteleri bir çok Batı ülkesinden ileridedir. Son otuz yılda bu anakaranın bilimsel araştırmalara katkısı, batı ülkelerinin katkısını oransal olarak aşmıştır.

ABD’nin burada bulunan ve aralarındaki işbirliği sürekli gelişen Rusya, Çin, İran gibi güçlerle doğrudan bir çatışmaya girişmesi olanaklı değildir. ABD şimdi bir yandan bu güçleri birbirlerine düşürmek; öte yandan da, söz konusu coğrafyada islamcı  (ve Ukrayna’da gördüğümüz gibi Nazi) teröristleri organize ederek kaosu yaymak isteyecek, bu ülkelerin ekonomik istikrarını bozma çabasına hız verecektir.

ABD’nin globalleşme perspektifi iddia edildiği gibi, demokrasi, insan hakları gibi ideallere değil,  yeni-feodalizme, kaosa, ve nihayet faşizmlere, savaşlara referans vermektedir. Bu arada, Türkiye gibi bir ülkede de faşizmin, AKP rejimi altında,  yükseltmekte olması bu emperyal “global” perspektif kavranmadan anlaşılamaz. Yani emperyalizme karşı durmadan AKP rejimine; AKP rejimine karşı durmadan emperyalizme karşı çıkma siyasetlerinin hiç bir geçerliliği yoktur.

T

Çin Komünist Partisi’nin 18.Ulusal Kongresi: Yeni Büyüme Stratejisi ve Siyasal İmaları

Türkiye’de, ABD seçim kampanyaları sırasında, sol kamuoyunun dikkatinden kaçan önemli bir Cumhuriyetçi ve Demokrat ortak prodüksiyonu kampanya vardı. Gerek Romney ve gerekse Obama, ABD’deki ekonomik krizden Çin’i sorumlu tutuyorlardı. Her ikisi de, yanlış hatırlamıyorsam, Ekim ayında, Hofstra Üniversitesi’ndeydi, bir soru üzerine, ABD’deki ekonomik düşüşten, işsizlikten Çin’i sorumlu tutmuşlardı. Devam ederek, Çin’in ABD’deki yatırımlarının ülkenin ulusal güvenliği için tehdit oluşturduğunu iddia etmişlerdi. Çin’le ticaretin ABD’nin ekonomik bağımsızlığını yok etmekte olduğunu vurgulamışlardı. Bir kaç gün sonra bir kamuoyu araştırma şirketinin Amerikalılarla yaptığı bir ankette de, ABD yurttaşlarının yaklaşık yüzde 70’nin başkanın ve rakibinin görüşlerine katıldıkları sonucu çıkmıştı.

Bunun üzerine resmi Çin medyası, ABD siyasetçilerini ucuz politikacılık yöntemlerine başvurarak ABD halkını Çin’e düşmanlaştırmaya çalıştıklarını iddia etmişlerdi. Çin ile ABD arasındaki ilişkilerde asıl mağdurun, kısıtlamalara ve yasaklara tabi tutulan Çin firmaları olduğunun altı çizilmişti.

Çin’in epeyce bir zamandan beri ABD’yi korumacı ekonomik anlayışı dolayısıyla eleştirdiği bilinmektedir. Çin, ABD’nin bir yandan dünya ülkelerine serbest piyasacı politikalar uygulamaları için çağrı ve baskı yaparken, kendisinin korumacı ekonomi politikaları izlemekte olmasını büyük bir çelişki olarak yorumlamıştı. En son, Obama yönetimin Çin’e yüksek teknoloji ihracını yasaklayan kararları bu korumacılık tartışmasını yeniden alevlendirmişti. Tartışmalar sürerken iki ülke birbirlerini yeni soğuk savaşın “truva atı” olmakla suçlamışlardı.

Bu tartışmalarda Çin tarafı, Çin ekonomisinin ya da GSMH’nın yüzde 30’undan fazlasının ihracata dayanırken, bu oranın ABD için yüzde 15’lerde olduğunu söylüyor. Bu durumda, büyümek için ihracata muhtaç ülkenin Çin olduğu belirtiliyordu.

ABD EMPERYALİZMİ KIŞKIRTIYOR

Tabii bu görünürdeki ekonomik tartışmaların siyasal boyutlarının olduğu, olacağı gözden kaçırılmamalıdır. Obama yönetiminin, Hindistan ve Çin’i karşı karşıya getirmek için yürüttüğü kışkırtıcı siyasal faaliyetler de biliniyor. En son, Eylül ayında Çin’in yaptığı ilk uçak gemisinin faaliyete geçmesiyle, ABD bunu, Hindistan’a karşı tehdit olarak yorumlamıştı. Son dört yılda, Hindistan’ın sürekli silahlandığını, ABD’nin bu ülkeye silah satışında önemli bir paya sahip olduğunu görüyoruz. Halbuki daha Çin bu uçak gemisine sahip olmadan çok önce Hindistan’ın İngiltere’den alıp modernize ettiği bir uçak gemisine sahip olduğu biliniyor. Tabii her iki ülke de Hindistan’ı çok önemli bir potansiyel dış pazar olarak görüyorlar. Bunun farkında olan Hindistan, dış işleri bakanı aracılığıyla, geçen ay, ülkesinin ilişkilerinde her ikiyi ülkeyi de gözeteceğini söylemişti.

Bariz şekilde Uzak Doğu’da, Çin Hindi’nde, Rusya’da ciddi bir askeri hazırlık olduğunu görüyoruz. Rus ordusunun da kendisini modernize etmek için yedi yüz milyar dolarlık bir bütçe hazırlamış olduğu ne zamandır söyleniyor.

“ÇİN’E ÖZGÜ SOSYALİZM” YA DA SÜREKLİ REVİZYONİZM

Bilindiği gibi Deng devrinden itibaren ÇKP Ulusal Kongreleri, “Mao Zedung Düşüncesi” revizyonunu revize eden “Deng Xiaoping Teorisi” yle partinin siyasal çizgisinin, sürekli gözden geçirildiği, adeta “sürekli revizyonizm” programlarının kararlaştırıldığı platformlara dönüşmüştür.

1982’deki Deng çizgisini mantıksal doğrultusunda geliştirmek adına ÇKP politbürosundaki konumunu 1987’de güçlendiren Jiang Zemin, başkan olduktan sonra revizyonizm yolunda bir hamle daha yapmış, malum Konfiçyüsçü retoriği çağrıştırır şekilde, Üç Önemli Temsili Fikir “açılımı”nı parti programına ve sonrasında da Çin anayasasına dahil ettirtmişti. Buna göre, 1)ileri toplumsal üretici güçlerin yaratılması (esnek -piyasacı- ekonomik büyüme), 2) ileri kültürel kazanımların yaratılması (kültürel ve ideolojik yenilenme) ve 3) çoğunluğun çıkarlarını gözeten politik uzlaşmanın yaratılması (“ileri demokrasi”, ya da isterseniz, “bütün halkın devleti” anlayışı) hedefleri partinin önüne koyuluyordu.

ÇKP’nin 17.Ulusal Kongresi’nde, şimdi görevini devretmesi beklenen başkan Hu Jintao revizyonu derinleştirmek adına, Bilimsel Gelişme Kavramı anlayışını hakim parti çizgisi haline getirmiş, buna göre çağdaş dünya şartlarının gerektirdiği ekonomik -teknokratik aklın Çin yönetiminin bütün alanlarına uygulanması istenmiştir. Onun döneminde Çin, kapitalist dünyayla entegrasyon adına büyük adımlar atmıştır. Jintao, Çin’in ekonomik gelişmesi bakımından, barış içinde karşılıklı çıkarları gözeten uluslararası bir ortama muhtaç olduğunu her fısatta dile getirmiştir. Aynı zamanda da, azınlıklar sorunu ve parti içi muhalefet karşısında çok sert önlemler almıştır.

Bir parantez açacak olursak, çağdaş Çin’in oluşumunda Sovyetler Birliği etkisinin, daha çok olumsuz görünümleriyle, çok açık olduğunu tespit etmek gerekiyor. Elbette henüz bir komünist belagatten vazgeçilmemiştir. Hu Jintao halen “Çin’e özgü bir sosyalizm” pratiği içerisinde olunduğunu söylemekte, sosyalizmin Çin’de nihayet ilk evresine girmiş olduğuna işaret etmektedir. Tarihsel bir perspektiften ve kıyaslamalı olarak bakıldığında Çin’in, SBKP’nin 20.Kongresi’den sonra 1958’den itibaren  teorik ve politik özellikleri itibarıyla, SBKP’nin revizyonistleşme rotasını takip etmiş olduğu veyahut SSCB’deki gelişmelerden olumsuz olarak etkilenmiş olduğu  söylenebilir.

Tekrar ÇKP’nin 18.Ulusal Kongre’sine dönecek olursak, başkan Hu Jintao kongreye sunduğu raporunda, çok önemli noktalara işaret etmiştir. Birincisi, Çin artık iç pazarına ağırlık verecektir. Başkan konuşmasında, iç pazarı genişletmek, iç talebi patlatmak gerektiğini ifade etti. Hatta Çin plancılarının bireysel potansiyel talep yaratma konusunda da çalışmalar yapması gerektiğini söyledi. Çin’in kapitalizmin kriziyle öne çıkardığı kamucu politikalarından (yani Keynesçilikten) taviz vermeyeceğini belirtti. Hatta Çin parti toplantılarında ilk kez olmak üzere, kişi başına düşen milli gelir payını on yıl içinde ikiye katlamanın hedeflendiğini söyledi. Böylece ilk kez Çin’de ekonomik gelişme bağlamında, kişi başına ulusal gelir kriterine ve hedefine değinilmiş oldu.

Bu karar çok önemli. Demek ki Çin, ihracata dayalı kalkınma stratejisine nazaran iç pazara dayalı kalkınma stratejisine ağırlık verecektir. Bunu sağlamak için de içeride, ücretleri arttırarak, halkın satın alma gücünü arttıracaktır. Yine ilk kez, en yetkili ağızdan, bugüne kadar izlenmiş olan büyüme stratejisinin, zengin ve fakir arasındaki mesafeyi uçurum düzeyine getirmiş olduğunun itiraf edildiğini görüyoruz. Elbette bu konuya değinilmesi, iç pazara dönüşü meşrulaştırmak içindir. Hem kırsal hem de kentsel kesimdeki çalışanları sürdürebilir bir sosyal güvenlik şemsiyesi altına alma çağrısını da bu yeni strateji çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Bununla beraber, bütün bu önlemlerin, uygulandıkları takdirde,  Çin’in dış ticaretteki rekabet kabiliyetini bir ölçüde azaltacağı da aşikardır.

Burada çok önemli bir noktaya değinmek lazım. Çin yönetiminin iç pazarcı önlemleri aslında Çin’in düşük ücretlere dayalı kalkınma stratejisinin sınırlarına ulaşmış olduğunun da ilanı olarak görülmelidir. Çin bu noktaya 2006-2007 yıllarında ulaşmıştır. Bu tarihle, kapitalizmin son büyük bunalımının patlak verdiği tarih arasında bir örtüşme olması ilginçtir.

Bilindiği gibi, 2007’deki 17.Ulusal Kongre’de de iç pazarı teşvik etmek ve toplumsal eşitsizlikleri gidermek adına önlemler alınması kararlaştırılmıştı. İç talebi genişletmek yönünde sınırlı bir uygulama son iki üç yılda yapılmıştı. Büyük kentlerde ücretlerde bir miktar artışa gidilmişti. Aradan geçen zaman içinde özellikle büyük kentlerde çalışan emekçilerin ücretlerindeki bu artışın yaklaşık yüzde 15 civarında olduğu istatistiklere yansımıştı.

O zaman bazı “eski tüfek Maocular”  bu kararlardan etkilenmiş, Çin’in kapitalistleşmeyeceği yolunda iddialar geliştirmişlerdi. Oysa, Çin kapitalist emperyal bir güç olma yolunda kararlı adımlar atmayı sürdürmektedir. Üstelik   neo-liberal   araçları görece kontrollü bir şekilde kullanmaktan vazgeçmeden. Çin’de, özellikle büyük kentlerdeki emekçilerin ücretlerinde nispi bir artış olsa da, kırsal alanlardan kentlere gelen masif göç, kayıt dışı bir emek sömürüsünün en vahşi formlarda sürdürülmesine olanak veriyor. Çalışan emekçiler üzerinde  baskı yaratan muazzam bir “yedek emekçi ordusu” nun varlığı,  Çin’deki yerli ve yabancı sermaye kuruluşlarına ücretleri belli bir seviyede tutmak veya düşürmek adına eşsiz olanaklar sunuyor.

Çin’de bugün uygulanan devlet kapitalizmi çerçevesinde, tek tek (hatta ellerinde muazzam sermaye birikimine sahip) burjuvalar ortaya çıkmış olsa da, ekonomik-siyasal-ideolojik bir bütünlük teşkil etmesi anlamında, bir sınıfsal yapı olarak burjuvazi  (henüz) oluşmamıştır. Yani burjuvazisi olmayan bir kapitalizm pratiğinden söz ediyorum. Girişimci faaliyetleri esas olarak devlet memuru figürler yürütmektedir. Devlet ya da bürokrasi, geleceğin burjuvazisi adına vekaleten kapitalizmi geliştirmektedir. Bizim erken devletçilik deneyimimizi hatırlatan bir tür “vesayet kapitalizmi” nden söz edebiliriz.

Tabii asıl benzerlik Sovyet NEP dönemiyle.  Mao sonrası dönemin, özellikle de Deng programının NEP programıyla anlamlı benzerliklerinin olduğu açıktır. Bugün ulaşılan noktada aralarındaki farklar şudur:  Bir kere Sovyet NEP’i, çok ağır ve çok daha kötü şartlarda devreye sokulmuştu. Savaş, ardından iç savaş ve emperyalist işgal Rusya’da büyük maddi yıkımlara yol açmıştı. Halk açlıkla karşı karşıya idi.

Bu şartlarda Sovyet NEP’i,, sosyalist kuruculuk öncesinde, bireysel kapitalist teşebbüsü önlemek ve üretim araçlarını devlet elinde toplamak, pre-kapitalist ekonomik sektörleri tasfiye etmek gayesiyle geçici bir aşama olarak öngörülmüştü. Sosyalist kuruluş öncesinde sınıf mücadelesinde taktik bir evre olarak kurgulanmıştı. Söz konusu politika proletarya diktatörlüğü şartlarında uygulanmıştı. Devlet kapitalizminden sosyalist ekonomiye geçilecekti. Nitekim öyle de oldu.

Oysa Çin’de uygulanan NEP bizatihi sosyalizm olarak sunuluyor. “Pazar sosyalizmi” deniliyor. Devlet kapitalizmi halen güçlü ama bireysel teşebbüsün de giderek mevzi kazanmakta olduğu görülüyor. Ellilerden seksenlere kadar bizde de görüldüğü gibi, esas olarak, devletten özel sektöre kaynak sağlamak amacına yönelik karma ekonomik model, bireysel teşebbüsün önünü açacak şekilde uygulanıyor. Buna göre, Sovyet Rusya’daki uygulama devrimci; Çin’deki karşı devrimcidir.

Sovyet NEP’iyle başka bir önemli fark da tarımsal alanda görülüyor. Sovyet NEP’i sonrasında tarımsal kollektivizasyon öngörülmüş ve gerçekleştirilmişti. Oysa Çin NEP’inden önce gerçekleştirilmiş olan kollektivizasyon, Deng’in NEP ile birlikte tasfiye edildi. Düşük emek maliyetine dayanan Çin ekonomik büyüme stratejisinin gereksindiği “yedek işçi ordusu” nu oluşturmak adına tarımsal kollektifler tasfiye edildi. Anlaşılıyor ki şu haliyle Çin NEP’i ÇKP tarafından, kapitalizmin kalıcı olarak tesisi yolunda bir aşama olarak görülmektedir.

Çin’de, Kültür Devrimi’nden sorumlu tutulan “dörtlü çete”nin iktidardan tasfiyesiyle birlikte, özellikle Hua Guofeng ve Deng Şiaoping yanlılarının hükümet darbesiyle iktidarı ele almaları sonucunda, 1976’dan itibaren başlatılan NEP, 1958 Büyük İleri Atılım programının başarısızlığından sonra altmışların hemen başında bir kaç yıl süren ve büyük ölçüde Sovyet NEP’ini örnek alan ve Kültür Devrimi’nin başlatılmasıyla ara verilen ilk Çin NEP’inin devamı olarak da görülebilir. Hatta ilk NEP’in kuramcıları olan Chen Yun, Liu Shaoqi ve Şue Muqiao gibi figürlerin (Çin’in Bukharin’leri, Rykov’ları da denebilir)  fikir ve kuramları Mao-sonrası NEPçilerinin, tabii Deng’in de referansları oldular.

Yani Çin’de ikincisi için çıkış noktası işlevi görmüş olduğunu söyleyebileceğimiz daha erken bir NEP deneyimi yaşanmıştı. Mao-sonrası ikinci deneyim, sınıf savaşımının sona erdiği kabulünden hareketle proletarya diktatörlüğünün rafa kaldırıldığı koşullarda, açık bir revizyonizm olarak görülmek gerekir. İlk NEP deneyimi, 1958 Büyük İleri Atılımı’ndan sonra sınıf savaşımını tekrar öncelikli hale getiren, sosyalizmi kurmayı hedefleyen Kültür Devrimi’yle aşılmak istenmişti. Sosyalizm perspektifi olmayan, karşı-devrimci bir NEP’le sonuçlandı.

Tekrar Kongre’nin olası sonuçları üzerinde duracak olursak,  Çin hem ABD ve AB gibi çok önemli dış pazarlarındaki ekonomik krizin derinleşme eğilimini sürdürmesini hem de kendisine karşı alınacak ekonomik-politik önlemleri düşünerek, şimdiden hamlesini yapıyor. Hazırlanıyor. Bugün Çin yönetimi, ABD tarafından fiilen ilan edilmiş olan yeni bir soğuk savaşta, eski soğuk savaşta SSCB’nin bulunduğu konumu, içerik olarak olmasa da şeklen, temsil ettiğini görüyor. Yani “baş düşman” dır. Tabii Başkanlık seçimini kazanması kuvvetle muhtemel olan ikinci döneminde Obama’nın, “containment”  politikasına öncelik vereceğinin de farkındadır. Global finans tekellerinin kuklası olan Obama’nın ikinci dönemindeki en önemli görevi, Çin’in yükselişini durdurmaya çalışmak olacaktır.

Gelgelelim, ABD’li stratejler bir şeyi hesaplamamış görünüyorlar. Çin’i birlikte kuşatmayı düşündükleri ülkelerin bir çoğunda kayda değer bir Çinli nüfus var. Ve bu nüfus şu ya da bu derecede Çin’le ekonomik bir entegrasyon içerisindedir. Yine bu nüfusun Çin’in izlediği ekonomik politikalarla bir sorunu yoktur. Çin’in komünist ideallerden reel olarak vazgeçmiş olduğunu gayet net olarak görmektedirler.

Zaten eğer Çin tarihine bakılacak olursa, Çin imparatorluklarının çöktükten sonra yeniden güçlü imparatorluklar halinde restore edilebilmeleri, Çin’in hem kendi içinde ve hem de etrafındaki ülkelerdeki nüfus içinde etnik(Çinli) olarak homojen ve anayurda ekonomik ve kültürel olarak bağlı bir insan malzemesine sahip olmasıyla izah edilmektedir. Bu insanların ataları imparatorluklar devrinde, mesela eski Roma’da olduğu gibi,  nüfusun çoğunluğuna etnik olarak yabancı bir hegemonik azınlığın yönetimi altında değillerdi.  Nitekim, eski Roma imparatorluğu çöküşten sonra bu yüzden tarih sahnesinden kaybolmuştur. Yine Avrasya coğrafyasından yükselmiş Moğol imparatorluğu da kültürel olarak domine ettiği coğrafyaya üstünlük sağlayacak durumda olmadığı, tersine fethedilene asimile olduğu, onun üstün kültürünün etkisine girdiği, hatta onun dilini, dinini, siyasal ve toplumsal örgütlenme biçimlerini sahiplendiği için  bölünüp parçalara ayrıldıktan sonra -eski Roma gibi- bir daha belini doğrultamamıştır. Yitip gitmiştir. Oysa üstün Çin kültürü dün olduğu gibi halen etnik olarak Çinli olmayan bölge nüfusu üzerinde dahi etkilidir. Bunlar tarih kitaplarında yazılı.

Başkan Jintao, Çin’in geleceği bakımından çok önemli iç ve dış stratejik fırsatları değerlendirmesi gereken bir periyota girmekte olduğunun altını çiziyor. Çin’in denizlerdeki çıkarlarını ve “hakları”nı koruyabilmek için denizciliğe çok önem vermesini, bu alandaki çabalarını katlaması gerektiğini belirtiyor. Çin’in denizlerde haklarını koruyacak bir deniz gücüne sahip olmasının elzem olduğuna vurgu yapıyor. Bu önemlidir. Geçmişte sino-sovyet cephe, denizleri ihmal etmişti. Tarihsel referansları olan imparatorluklar, devletler gibi, askeri anlamda, esas olarak bir kara gücü olarak örgütlenmişlerdi. Eski soğuk savaşı ABD’nin kazanmış olmasında denizlerdeki hakimiyetinin de rolü olduğunu belirtmek isterim.

Bilindiği gibi, Japonya ile yaşanan adalar sorunu dolayısıyla hemen Kongre öncesine kadar, ÇKP tarafından teşvik edildiğinde kuşku bulunmayan, Japonya’yı protesto eden büyük sokak gösterileri yapılmıştı. Çin yönetimi halkın haklı kaygularını takdir ettiklerini söylemişlerdi.Kongre’de, Japonya karşısında geri adım atılmayacağı ama barışçı çözüm arayışlarının da sürdürüleceği ifade edildi.

Obama’nın ikinci döneminde dikkatlerimizi artık daha çok Ortadoğu’dan Uzak Doğu’ya,Çin Hindi’ne çevirmemiz gerekecek. ABD yönetimin bu dönemde, en başından beri özellikle Obama’ya destek vermiş olan finans tekellerinin, dolar lobisinin Çin rekabeti karşısında ABD’nin sürekli gerilediği yönündeki uyarılarını dikkate alarak, Orta, Doğu ve Güneydoğu Asya ‘ya daha fazla yoğunlaşacağı beklenmelidir.

Ortadoğu hakkında da bir kaç şey söyleyerek bitirelim. Suriye’ye yönelik emperyalist saldırı başarısız olmuştur. En azından şimdilik böyle. Esnek ABD dış politikası, Suriye’nin güneyinde yer alan bölgedeki varlığını tahkim edecektir. Elbette Suriye’deki düşük yoğunluklu savaşı veya terörist saldırıları desteklemeye devam edecektir. Ancak merkezi,doğu ve güneydoğu Asya’nın öncelikli yeri dolayısıyla dikkatini oraya daha fazla verecektir. Rusya ve Çin ile daha dolaysız şekillerde karşı karşıya gelecektir. Bir global savaş riskinin daha da  artacağı  konjonktüre girmekteyiz.

Tabii Suriye’deki geri çekilme her şeyden önce Suriye adına büyük bir başarıdır. Sonra İran ve Rus diplomasinin görkemli bir gövde gösterisi olmuştur. Bunun da kaydedilmesi gerekir. Yine bu gerilemenin bölge adına bir takım sonuçlar doğuracağı açıktır. Gelgelelim bunları ihtiyatlı hareket ederek geçiçi sonuçlar olarak değerlendirmekte yarar vardır. Unutmayalım, ABD diplomasisi esnektir, çok seçeneklidir. Birinci sonuç, İran’ın vurulmasının rafa kaldırılmış olmasıdır. İkincisi, Barzani projesinin hasara uğramasıdır. Barzani, meşru Irak yönetimi karşısında geri çekilme ihtiyacı duyacaktır. Elbette, Lübnan’da, Suriye’de, Irak’ta gerilimler didişmeler sona ermeyecektir. Çatışmalar şimdilik düşük yoğunluklu bir seyir izleyecektir.

ABD’nin zaten güçlü olduğu Ortadoğu’nun batısındaki ya da güneybatısındaki konumunu konsolide etmesi demek, İsrail’in ihyası demektir. Bunu unutmayalım. Bu çerçevede, Türkiye ve İsrail tekrar “eski dostlar” ı oynayacaklardır. Artık Türk başbakanın “van minüt” mastürbasyonu yaptırma imtiyazı elinden alınacaktır. Buna mukabil elbette koskoca Türkiye başbakanı da boş duracak değildir, içeride dinciliği ve milliyetçiliği körüklemekle iktifa edecektir. Her tepeye ve her meydana bir cami, her eve bir mescit  kampanyalarına girişecektir. Bunu yaparken, muhtemelen kendisini “bahtsız bedevi” haline getiren dış bakanını da kızağa çekecektir.

Esad Yönetimi düşer mi? “Suriye krizi” üzerine düşünceler 1

ABD’deki 11 Eylül olayları sonrasında, ABD’nin başını çektiği emperyalist güçler tarafından adeta bir düğmeye basılarak başlatılan “yeni dünya düzeni” projesini, dünyayı “soğuk savaş” sonrasında, jeo-ekonomi-politik anlamda, yeniden paylaşma stratejisi olarak görmek gerekir. Emperyalizm, son 65 yıldan bu yana ilk kez bu kadar çıplaktır. Irak’tan, Afganistan’a, Pakistan’a; Tunus’tan, Libya,Mısır ve Suriye’ye kadar bir çok ülkeyi, rejimi kapsamına alan saldırı operasyonları bu büyük stratejinin etaplarıdır. Türkiye’nin son on yılını da bu stratejinin dışında düşünmek yanlış olur.

Bu Suriye meselesini, sadece inişte olan ABD’nin belli jeo-ekonomi-politik dengeler üzerinde yükselen hegemonik konumunu, yeni yükselen global güçler karşısında koruma veya yitirmeme kaygusuna bağlamak eksik olur. Bununla beraber meseleyi, salt bir Türkiye meselesi, basitçe Türk dış politikası sorunu olarak görmek de doğru olmaz. Suriye, bugün geldiği nokta itibarıyla, yukarıda sözü edilen global stratejinin bir etabı olarak, adeta emperyalist kapışmanın “gordiyon düğümü” haline gelmiştir.

Öte yandan, yeni emperyal güçler olarak yükselmek isteyen Rusya ve Çin gibi ülkeler, önlerinin açılması için ABD’nin başını çektiği düşüş sürecindeki emperyalizmin yakınlarındaki coğrafyadan başlayarak geriletilmesi gerektiğini görüyorlar. Hiç şüphesiz, Esad’ın bu yükselen güçlerin razı olabilecekleri koşullarda yönetimini sürdürmesi, bölgenin Türkiye ve İsrail dahil, gerici, arkaik rejimlerinin üzerinde durdukları zemini iyice zayıflatacaktır. Bu gelişme söz konusu rejimlerle bağlaşmış ABD’nin düşüşüne ivme kazandıracaktır.

Türkiye’de, 2.Cumhuriyet’in soluğu kesilecektir. SSCB karşısında tampon bir işlev üstlenmiş olan birincisinin işi, SSCB ortadan kalkınca, doğal olarak bitmişti. İkincisinin işi, “yeni dünya düzeni” nin ABD’nin isterleri doğrultusunda ortaya çıkmayacağının, Suriye krizi dolayısıyla, net olarak ilan edilmesiyle bitecektir. Böyle bir durumun bölgesel çapta spektaküler dışa vurumuna, manipüle edilmemiş gerçek bahar eylemleriyle tanık olabileceğiz. Yani yalancı olmayan bahar, Suriye’nin ayakta kalmasıyla yeşerebilecektir. Elbette Türkiye’de bu durumun farkında, sonuna kadar Suriye’yi devirmek için mücadele edecektir. Bu mücadeleyi kazanmış olsa da, çok geçmeden, bunun bir Pirus zaferi olduğunu fark edecektir. Yani, öyle de böyle de, emperyalist bir maşa olarak TC rejiminin kurtuluşu yoktur.

Suriye’nin direnişinin, karşısında bulunan cephenin Avrupa’dan başlayarak bölünmesine yol açacağı beklenmelidir. Bu şartlarda, Türkiye yönetiminin kafası allak bullak olacaktır. Manipülasyonlarla, demagojik islami muhabbetlerle vaziyeti idare etmek mümkün olmayacaktır. Minyatür Osmanlıcıların, bir Osmanlı geleneğine başvurarak ortaya bir ya da bir kaç kanlı kelle atmalarının da çare olmadığı görülecektir.

Baba Esad gayet zeki bir adamdı. Ülkeyi, Ortadoğu’da bugünkü kilit konumuna getiren baba Esad’dır. Esad bu bölgede emperyalizmle, gerektiğinde, vuruşmadan ayakta kalmanın mümkün olamayacağını ön görmüş, bu doğrultuda önlemler almıştı. Sanılanın aksine, sekülerleşmesine özen gösterdiği toplumsal dayanaklarını akıllıca kurulmuş dengeler üzerinde takviye etmişti. İzlediği iktisadi politikalarla, genel olarak, burjuvazinin işbirlikçi eğilimler geliştirmesine izin vermemişti.

Oğlu da, son Irak ve Libya deneyimlerinden sonra emperyalistlerin tereddütlerini iyi analiz etti. Emperyalizmin ülkesine direkt olarak müdahale etmesinin emperyalistler için doğuracağı maliyetin fakında olarak soğuk kanlı hareket etmeyi sürdürüyor. ABD’nin “demokrasi ve insan hakları” gerekçesiyle, bölgenin en anti-demokratik, en gerici güçlerini kullanarak yürüttüğü mücadelenin sürdürülebilir olmadığını görüyor. Öte yandan Rusya ve İran gibi ülkelerin neden Suriye’nin arkasında durmak zorunda olduklarını da biliyor.

Bu saatten sonra İran veya Rusya ya da her ikisi tarafından (amiyane tabirle) satılmasının çok zor olduğunun da farkındadır. ABD, doğrudan çift dalarsa, tuş edebilir tabii. Ancak kendisi de minderden tek parça halinde kalkamaz. Yok eğer Suriye, Rusya ve İran tarafından satılırsa, Ortadoğu’daki kaos bu iki ülkenin sadece bu bölgedeki kısa erimli çıkarlarına zarar vermekle kalmaz, orta erimde, bu ülkelerin sınırlarına dayanır.Kapılarını zorlar. Bu arada, Esad’ın düşmesi meşru Irak yönetiminin de işine hiç gelmez. Barzani’nin elini güçlendirir. Özcesi, mevcut Suriye sosyal dengeleri içinde Esad’dan başka bir yönetimin Suriye’yi tutabilmesi reel olarak olanaklı değildir. Bunu görmek lazım. Esad yönetimi hem dış dinamiklerin hem de iç dinamiklerin reel konumları itibarıyla, belki bazı vitrine yönelik değişikliklerle, yoluna devam edecektir.

Hep birlikte göreceğiz. Emperyalistler giderek Rusya ve İran üzerinden bu sorunu “kötünün iyisi” anlayışına razı gelmek pahasına çözmek yoluna gidecekler. Muhtemelen AB ve Rusya arasındaki temas trafiği giderek yoğunlaşacaktır. Gelgelelim, kararlı bir mücadeleyi göze alan Esad yönetiminin Rusya ve İran’ın dikte edeceği çözümlere göre değil, kendisinin oluşmasında inisiyatif alacağı önerilere imza atmak isteyeceğini de tahmin etmek zor olmasa gerek. Kavga aynı zamanda bir öz güven tazeleme aracıdır. Yok bu kez “Suriye krizi” öyle, önemli sonuçlar doğurmadan, Amerikalıların sevdikleri bir tabirle, “over” olmayacak.


“Suriye krizi” üzerine düşünceler 3

Erdoğan’ın siyasal devrinin fiilen kapanmış olduğunu söylememiz yanlış olmaz. Muhtemelen “Suriye krizi” nin emperyalistlerin beklentilerini karşılamayacak şekilde gelişeceğinin netleşmesiyle, nihai olarak iflası ilan edilecek. Menderes de “Suriye krizi”nde çark etmek zorunda bırakıldığında, siyaseten bir mevta haline gelmişti. Seçimleri, aklımda yanlış kalmamışsa, nüfusunun yaklaşık %80’inin kırsal alanlarda yaşadığı koşullarda, %58 civarında bir oyla kazanmış, bir iki yıl içinde de kentli orta katmanların başkaldırısıyla siyaset edilivermişti. “Oy” ya da “milli irade” toplumdaki sınıf mücadelesinin düşük seviyede bulunduğu şartlarda ifade ettiği anlamı, bu mücadelenin şiddetlendiği koşullarda ifade edemeyebiliyor.

Kasımdaki seçimden sonra ABD yönetiminin ve NATO’nun, askeri anlamda, daha aktif olarak Ortadoğu’da devreye girebileceğini beklemek boşunadır. ABD’nin ya da NATO’nun Suriye’yi havadan vurup, sonra “haydi Türkiye karadan sen gerekli temizliği yap” demesi beklenmemelidir. Gerileyen emperyalizm,önünde sonunda, yükselmeye çalışanla anlaşmak zorunda kalacaktır. Esad elbette gidebilir. Ama Rusya, Çin,İran ve Irak’ın kabul edebileceği koşullarla. Esad’ın emperyalistler tarafından düşürülmesi demek, Fas’tan Çin’e kadar uzanan bir coğrafyanın ABD emperyalizmine ikram edilmesi anlamına gelecektir. Özellikle şu sıralarda, adalar sorunu dolayısıyla, Japon emperyalizmini ve onun doğal müttefiki G.Kore’yi geri püskürtmekle meşgul Çin’in işi daha da zorlaşır. Çin ve Rusya emperyal güçler haline gelmek istiyorlarsa, hayat alanlarını eski jeopolitik sınırlarına hapsedemezler.

ABD, vaktiyle SSCB’ye uyguladığı “containment” politikasını şimdi Rusya ve Çin’e karşı uygulamak istiyor. Hindistan ve Vietnam’la flörtü bu gayeyee yönelik girişimler olarak görülmelidir.. Seçimlerden sonra bu girişimlere ağırlık verileceği ilan edildi. Evet, SSCB’ye karşı benzer bir politika otuz küsur yılda sonuç verdi. Ancak sonucun bir tarafı SSCB’nin çökertilmiş olmasıysa, diğer tarafı da ABD’nin kendi kendisini tüketmiş olmasıdır. SSCB’den sonra ABD’nin hegemonyasını ilan etmesi elbette mümkündü. Ancak sürdürmesi olanaklı değildi. Yani bir anlamda, ABD de, AB gibi, SSCB’nin enkazı altında kalmıştır.

ABD ve müttefiklerinin bu kadar geniş ve zor bir coğrafyada top çevirmesi olanaklı değil artık. Etnik, dinsel fay hatlarına basınç uygulayarak kaos stratejisini devreye sokmak zorunluluğu duyacaklarını sanıyorum. Zaten AB’nin ve Japonya’nın, ABD’nin peşinden, yeni bir maceraya sürüklenmek anlamında, gidecek mecalleri ve arzuları olduğunu da herhalde söyleyemeyiz. Özellikle AB’de, başta Almanya olmak üzere, rasyonel siyasal güçlerin devreye girerek yeni bir durum değerlendirmesi yapmaları kaçınılmaz olacaktır (bunun ilk işaretlerini Bush’un Irak macerası esansında kısmen almıştık).

Çin, ABD ve AB pazarının yol açacağı boşluğu, Hindistan üzerinden aşmayı tasarlıyor. Bu pazarın alım gücünü takviye edecek araçlara sahip olduğunu biliyoruz. ABD, Hindistan’a ve Vietnam’a, onları “Çin gibi” yapmayı taahhüt ediyor olabilir. Veyahut söz konusu iki ülkenin ABD ile ilişkilerini bu şekilde değerlendirme eğilimleri olabilir. Ancak bunun fos çıkacağını görmemek için kör olmak gerekir. ABD’nin artık düşmekte olduğunu ve bu düşüşün de beklenenden erken gerçekleşeceğini görmek gerekiyor. Hiç şüphesiz bu düşüş 21.yüzyılı hızlandırıp, belki de, kısaltan başlıca faktör olacaktır.

Geçerken,Vietnam’da Ho Chi Minh’den sonra liderlik kalitesinin düşmüş olduğunu belirtelim.İyi devrimci olmakla,iyi kurucu olmak her zaman aynı anlama gelmeyebiliyor. Hatta çok nadiren bu ikisinin örtüştüğünü söylemek yanlış olmaz. En ünlü istisna, her ne kadar kuruculuk misyonunu tam olarak gerçekleştirmeye ömrü vefa etmemişse de, Lenin’dir. İlk ve son büyük sosyalist kurucu Stalin’in,Lenin’in yol işaretlerini izlemiş olduğunu hiç tereddüt etmeden söylememiz gerekir. Stalin, Lenin’in mücadelelerini kararlılıkla nihai noktalara taşıyan adamdır.Mesela, Lenin’in Menşevikler’le başlattığı ve ölene dek sürdürdüğü mücadeleyi sonlandıran Stalin idi.

Şimdi, Che Guevara, Trotsky, Mao,Le Duan gayet yetenekli devrimcilerdi. Gelgelelim, kuruculuk vasıfları hayli zayıftı. Kurucu siyasal akılları pek gelişmemişti. Eğer Vietnam liderliği, ABD adına, Çin ve Rusya’ya sırtını dönerse, ülkeleri yanlış ata oynamış olanları bekleyen sonuçlara maruz kalır. Kendisini yalıtır. Vietnam’ın böyle bir yanlışı yapmaması beklenir.

Özcesi ABD, Ortadoğu’da, Asya’da ve tabii L.Amerika’da kaos stratejisini devreye sokarak düşüşünü geciktirmeye ve yükselecek yeni güçlerin işini zorlaştırma ihtiyacı duyacaktır. Tabii bu süreç içinde ABD’de rasyonel güçlerin müdahalesiyle yeni bir kabullenilmiş düşüş siyaseti izlenebilirse, gelişmelerin seyri değişir. Ancak şu an için bunun işaretleri görülmüyor. Demokrat Parti’de Hilary Clinton ve George Soros kliği kontrolü ele geçirip, Obama’yla bağlaştıklarında böyle bir işlev yerine getireceklerini tahmin etmiştim. Yanılmışım.

Kasım seçimlerinden sonra Ortadoğu’da yaşanacak gelişmeler emperyalizminin en önemli ideolojik silahı olan “demokrasi ve insan hakları” söyleminin bir bumerang işlevi göreceği koşulları yaratacaktır. Libya’da son yaşananlar dolayısıyla zaten bu ideolojik söylem büyük bir hasar görmüştü. Giderek Demokrat Parti’nin “demokrat” ya da “liberal” yandaşlarını dahi ikna etmesinin zorlaşacağı olaylara tanık olacağız. Tunus, Libya, Mısır, Türkiye gibi ülkelerde yoğunlaşacak anti-emperyalist toplumsal muhalefet, bu ülkelerdeki işbirlikçi rejimlerin anti-demokratik yüzlerini kamuflaşın çare olamayacağı derecede ortaya çıkartacaktır. Bu ülkelerde ABD’nin ve komprador liberal aydınların inandırıcılığını erozyona uğratacaktır.

Bugün ABD’nin bölgedeki işbirlikçileri esas olarak sünni islamcı ve siyonist gericilerdir. Bu kesimler tanım itibarıyla demokratik olan her şeyin düşmanıdırlar. Bu yapıları ABD’nin çıkarlarına uygundur. Emperyalizm, yükselmeye başladığı devirde, vasal ve sömürge ülkelerindeki işbirlikçi aydınlar arasında “demokratik” bir misyona sahip olduğu izlenimini yaratabiliyor. Bu tamamen gerçekliğin kısmi, eğreti bir algılanmasından kaynaklanıyor. Bugün emperyalizm artık demokrasiden, demokratik olan her şeyden korktuğunu gizleyemiyor. En gerici güçlerle açık işbirliği içerisine girmekten kaçınmıyor.

Emperyalizmin artık “demokrasi”yi, manipülatif olarak dahi, temsil etme kabiliyeti kalmamıştır. Paylaşım mücadelesinin yeğinleştiği şartlarda emperyalist “demokratik” ideolojinin, işlevsel açıdan, incir yaprağı derekesine düştüğünü saptamak mümkün. Dolayısıyla demokratik kamuoyunu arkasına alma kapasitesi erozyona uğramıştır. İşte Ortadoğu’da şiddetlenecek mücadele ve genişleyecek direniş cephesi, ABD yönetiminin bölgedeki varlığının meşruiyetini kendi içerisinde dahi sorgulanır hale getirecektir. Son Libya olayını bu açıdan da okumak gerekir.

Bu bir iyimserlik hali değil. ABD, elbette kaos politikalarına devam edecek, “büyük Ortadoğu”da şiddet artacaktır. Ancak özellikle bölgesel bağlaşıkları ve bu bağlaşıkların, toplumsal demokratik beklentiler karşısında sıkıştıkça, kendi anti-demokratik gündemlerini uygulamaya öncelik verecek olmaları nedeniyle, müttefikleri ABD’nin ve Avrupalı dostlarının meşruiyeti kendilerine sempati duyanlar arasında dahi tartışılmaya başlanacaktır. Demokratik direniş artıkça, gerici saldırılar da şiddetlenecektir. ABD ve AB emperyalizminin Ortadoğu’daki bugünkü varlığı, böyle bir çelişkili hali kaçınılmaz kılıyor.

Buna mukabil, Rusya ve Çin gibi güçlerin bu demokratik direniş güçleriyle kendiliğinden ittifak içine girecekleri, Suriye ve İran’da gördüğümüz gibi, beklenmelidir. Emperyalistlerin soğuk savaştan bu yana sürekli ifade ettikleri kendi söylem ve tanımlamalarından, ideolojik şablonlarından hareket edecek olursak, bugün rollerin değişmiş olduğunu söylememiz gerekiyor. Gerileyen emperyalizm giderek artan şiddetiyle her alanda gericileşip, demokrasiden ürker hale gelirken, yükselme çabasındaki olası emperyalist adaylar, geçiçi bir süre için dahi olsa, ilerici konumlarla bağlaşmak ihtiyacı duyuyorlar.

“Suriye krizi” üzerine düşünceler 2

Israr ediyorum, ABD bir işgale kalkışamaz. Bu iddia kuru sıkı bir iyimserlikten kaynaklanmıyor. Obama yönetiminin Romney’nin muhalefetinden ürktüğü için Suriye’yi doğrudan işgale kalkışması fikri had safhada naiftir. Kaldı ki, Romney’in Obama karşısında bir şansı yoktur. ABD ne olursa olsun doğrudan ateşin içine atlamak istemeyecektir. Türkiye üzerinden Suriye, “ya tutarsa” hesabıyla sıkıştırılmaya devam eder. Daha doğrusu Türkiye’nin kontrollü şekilde ittirilmesi, emperyalistlerin dayattıkları çözüm bakımından bir koz (ya da “sopa”) olarak görülmektedir. Ancak bu kozla yapılabilecek hamleler hayli sınırlıdır.

ABD’nin Suriye’nin etrafında koz olarak kullanabileceği iki araç vardır: Türkiye ve K.Irak. İkinci araç dolayısıyla öncelikle Suriye’deki Kürt muhalefeti Esad’a karşı savaşmak için ikna edilmeye çalışılır. Ancak böyle bir iknanın PKK’yı da içine alan boyutları vardır. Diyelim PKK da razı edildi. Gelgelelim, böyle bir gelişme genel olarak bütün bir Kürt hareketinin bölgedeki meşruiyetine ağır bir darbe vurur. Dahası orta vadede bölge Kürtlerini tam bir cendere içerisine sokar. Kürt liderliğinin böyle bir kısa görüşlülüğe teslim olmaması beklenir.

Gelelim, büyük global oyunculara. Çin, Rusya’yı izler. Çin’in kendi başına bir süper güç haline gelmesi -en azından önümüzdeki bir kaç on yılda- çok zor. Hatta belki ondan sonrası için de zordur. Çin’in bir başına böyle bir misyon yüklenmesini destekleyecek tarihsel bir arka planı ve deneyimi yoktur. Çin reel bir ekonomi üzerinde görece sağlam duruyor. Yalnız bu sürekli büyümek zorunda olan reel ekonominin çarklarını döndürecek enerji kaynakları yok. Çin şu da bu şekilde, özellikle de Hindistan pazarı aracılığıyla talep sorununu aşabilir. Ama enerji önemli bir sorundur.

Rusya’nın reel ekonomisi zayıf; fakat Çin’in çarklarını döndürmeye yetecek kadar enerji kaynakları, maden ve mineralleri var. Bu ülkenin güvenliği bakımdan caydırıcı bir askeri gücü var. Aslında 1920’lerden 70’lere kadar modern Çin tarihinin en önemli ekonomi politik referans ve dayanaklarından bir tanesi Rusya olmuştur. Modern Çin’in yükselmesinde önce pozitif ve 70’lerin ilk yıllarından itibaren negatif olmak üzere, en kayda değer dış dinamik Rusya’dır. Çin, Asya’da bu konjonktürde siyasal olarak Rusya’dan kopamaz. Üstelik de, hemen çevresinde bulunanları henüz ihtilaflı olmak üzere, denizlerde bu kadar zayıfken. Her iki ülkenin Asya’da ortak çıkarları var. Artık ideolojik ayrılıklar da söz konusu değildir.

ÇKP, giderek Çin’i emperyalist bir güç haline getirmektedir. ÇKP’nin yeniden sosyalizme yönelmesini beklemek doğru olmaz. (“Sosyal emperyalizm” diye diye emperyalistleşmek böyle oluyor). Çin’de sosyalist tekrar ancak hakim ÇKP çizgisi ve hakim ÇKP kadrolarının dışındaki güçler tarafından gerçekleştirilebilir. Bu güçler de Çin’de mevcuttur.

Bundan başka, SSCB’nin emperyalizm karşısında gerilemesinde, Mussadık’a karşı yapılan CIA darbesini önleyememiş ya da seyretmekle yetinmiş olmasının anlamlı bir rolü olduğuna her zaman inandım. Bu emperyalist testin kaybedilmesinde, SSCB’nin savaş sonrası ülkesinin etrafındaki siyasal hayat alanını esas olarak D.Avrupa ile sınırlamış olmasının payı vardı. İran’ın kaybedilmesi, Mısır’ın, daha ilerde, Afganistan’ın da kaybedilmesinde etken oldu. Kürt sorununun emperyalistlerin elinde bir koz haline gelmesi gibi bir sonuç da doğurdu. İsrail’in konumunu konsolide etmesini sağladı. Rusya’nın bir kez daha bu tarihsel hatayı yapması beklenebilir mi?

Dünya devrimi hayalinin çökmesiyle, Lenin zamanındaki (iç savaş sonrası) emperyalizmle denge halini, Stalin’in “tek ülkede sosyalizm” hamlesi emperyalizm aleyhine bozmuştu. SSCB asıl bu hamleden sonra ortaya çıkmıştır. Hitler’i de bu sayede geriletebilmiştir. Rusya’nın bir kere daha dışa doğru emperyal bir devlet haline gelebilmesi için içe doğru, Rusya’da ve eski Sovyet coğrafyasında, tarihsel olarak, kitleselmiş olması anlamında, çok güçlü bir entelektüel temeli olan Batı emperyalizmi karşıtı bir siyasal şuuru hareket geçirmesi gerekiyor. Stalin bunu başarmıştı. Açık konuşacak olursak, Hitler’i “klasik” enternasyonalizmden çok, bu şuurla alt edebilmişti.





My Great Web page