Son uluslararası gelişmeler, Türkiye

Galeri

Burada her zaman izlediğim bir yöntem,  iç siyasal gelişmelerleri, dış siyasal gelişmelerden, Türkiye’nin içinde yer aldığı uluslararası bağlamdan koparmadan analiz etmeye çalışmak olmuştur. Yine aynı yöntemi izleyerek, özellikle de  Rusya’dan hareketle Türkiye’deki son gelişmelere bakalım. Daha önceki yazımda belirtmiş olduğum gibi, … Okumaya devam et

Açmazda olan CHP değil, ondan sol adına beklentileri olanlar

Galeri

Dikkat edilecek olursa, Haziran ayından sonra CHP’nin düzen ve emperyalistler bakımından önemi artmıştır. AKP rejiminin sürdürülmesi adına gerektiğinde AKP’yi, liderini dahi gözden çıkartabilecek bir düzenden söz ediyoruz. CHP basit bir düzen partisi değildir. Bir “misyon partisi” olarak düzen partisidir. Misyonu … Okumaya devam et

Restorasyondan karşı-devrime bir misyon partisi olarak CHP

Haziran ayaklanması, sadece AKP hükümetine karşı değil, iktidar ve “muhalefet”iyle birlikte AKP rejimine karşıydı. Burjuva demokrasilerinde, bir siyasal rejim sadece müesses hükümetten oluşmaz, görünüşte onun karşısında olan bir de müesses “muhalefet” i vardır. “Muhalefet”  partileri de  AKP rejiminin asli bileşenleridir. AKP hükümetinin üzerinde durduğu sacayağını, CHP-BDP-MHP oluşturmaktadır.  Gezi’ye katılanlar arasında CHP’ye oy vermiş, oy veren insanlar çoğunluğu teşkil etmekteydiler. Ancak orada sadece AKP iktidarına değil, onun “müesses” muhalefetine de karşıydılar. CHP’ye sempati ile bakmıyorlardı. İktidarı ve muhalefetiyle rejimi alaşağı etmek istiyorlardı.  Bunu tespit etmek gerekir.

Haziran kendiliğinden bir ayaklanmadır, ancak katılımcı halk sınıflarının sezgilerini iyi okumak gerekir. Gezi’deki halk, AKP hükümetinin mevcut “resmi” muhalefet üzerinden yıkılamayacağını, sorunun hükümet değil, rejim sorunu olduğunu kavramıştı. Orada bu “resmi” muhalefet partilerinden hiç birisinin telkinleriyle hareket edilmemiştir. Haziran halkı onların hepsine mesafeli olmuştur. Dahası, CHP ve BDP gibi partilerin istismarına da karşı çıkmıştır. Bu partiler ve Haziran muhalefeti arasında örgütsel, programatik bir ilişki yoktur.

Esasen benzer gelişmeler, neo-liberal vahşi kapitalist anlayışın uygulamaya konulduğu başka ülkelerdeki protesto gösterileri ve ayaklanmalar sırasında da görülmüş, eski “resmi” muhalif anlayışlar üzerinden gidişata karşı çıkılmasının doğru olamayacağı, sorunun genel olarak siyasal düzen sorunu olduğu, katılımcıların geneli tarafından kavramsal olarak olmasa da,  pratik olarak ifade edilmiştir. Yerleşik reformist sol anlayışların, klasik liberal demokratik siyasetin karşı çıkılan düzenin bileşeni olduğu sokaklar tarafından tespit edilmiştir.  Ancak alternatifler yaratılamadığı için söz konusu “muhalif” anlayışların seçimler aracılığıyla varlıklarını sürdürmesi olanaklı olmuştur. Halklar inanmadıkları partilere, sırf alternatiflerini yaratamamış oldukları için oy vermeye devam etmişlerdir. Oy verdikçe de, en sağ politikalar adına, bizzat bu muhalif görünümlü partiler tarafından yönlendirildiklerini fark etmişlerdir.  Bu partiler gerici düzenin paratonerleri gibi bir rol üstlenmişlerdir.

İzninizle burada bir parantez açacağım. Şimdi deniliyor ki, “yok burjuvazi kendisine, devrimine ihanet etti ” . Bu saptama yeterince açıklayıcı değil.  Neden kendisine ihanet ediyor, soru budur. Mesele şu: Burjuvazi ve kapitalizm tarihinin her döneminde ilerici, aydınlanmacı bir rol oynamıyor. Kimi devirlerde çok gerilere, gericiliğe savrulabiliyor. Daha doğrusu o, maddi çıkarlarının gerektirdiği kadar ve gerektirdiği zamanlarda ilerici, demokratik, devrimci olabiliyor. İlericilik kapitalizmin, burjuvazinin alameti farikası değil. Emperyalizm çağındayız, öyleyse, bunun tam tersi gerçekliğe uygun olmaktadır. Burjuvazinin artık ilerici bir rol oynaması kabil değildir. Gericidir.Parantezi kapattım.

Haziran’a dönersek, kısacası, kitleler neyin ve neyle olmayacağını genel olarak anlamışlar, ancak neyin, nasıl olabileceği konusunda tutarlı, yapılabilir bir siyasal tavır ortaya koyamamışlardır. Elbette genel olarak marksist solun ezilmiş, etkisizleştirilmiş olmasının kitlelerin bu tercihi yapamamış olmasında katkısı olmuştur.

Türkiye’de bu sorun en azından 1946’dan beri açık olarak yaşanmaktadır. Türkiye solu gerici düzenin payandası CHP’ye tıkıştırılmak istenmiştir. Öncesi şöyle dursun, çok partili siyasal hayata geçilirken, solun önünü kapatacak her türlü önlem bizzat CHP hükümetleri tarafından alınmış, Demokrat Parti hükümetleri tarafından eski rejimden devir alınan bu yaklaşım konsolide edilmiştir. Yani bu bakımdan bir süreklilik net olarak  tespit ediliyor.

O zaman İnönü yönetimi, emperyalizmle entegrasyon, kapitalist – emperyalist politikaların kayıtsız koşulsuz uygulanabilmesi adına, anti-komünist bir söylemle genel olarak solculuğu karalayan, gayri-meşrulaştıran bir anlayışı kurumsallaştırmıştır. Evet anti-komünizm, sadece komünizmin değil, genel olarak sol düşmanlığının paketlendiği ambalajdır. Komünizm karşıtlığı, bütün sol muhalefetin ezilmesi, itibarsızlaştırılması adına yapılır. Türkiye’de de böyle olmuştur.

Anti-komünizm veya açılımı olan sol düşmanlığı her zaman en gelenekçi, en dinci, en ırkçı ideolojilere başvurularak yapılır. Bizde de o zaman, İnönü yönetimi bir yandan dinciliği, “amerikan milliyetçiliği” ni topluma empoze ederken, diğer taraftan, sol düşmanlığını telkin etmiştir. Bu ikisi birlikte, CHP yönetimi zamanında kurumsallaştırılmış, DP hükümetleri devrinde konsolidasyonu gerçekleştirilmiştir.

Otuzlu yılların sonlarına doğru  devreye sokulan restorasyon tamamen kültürel ve siyasal anlamdadır. Öncesinde bir sosyo-ekonomik devrim söz konusu olmadığı için restorasyonu da söz konusu değildir. Burada şunu da söylemem lazım: Burjuva devrimleri, sınıflı toplumu ortadan kaldırma, sınıfları tasfiye etme amacı taşımazlar. Yani eşitlikçi, kamusalcı bir sosyal devrim programına sahip değildirler. Esas olarak, burjuva sınıfının iktidarını sağlayarak, burjuva toplumu yaratma gayesi güderler. Bu bakımdan sadece dar ekonomik hedefleri yoktur.  Siyasal ve kültürel hedefler de taşırlar. Devam edelim,  Bayar’ın başbakanlığı ve İnönü’nün milli şefliği devrinde kültürel, siyasal restorasyon yeni bir ivme kazanmış, sonra DP’nin karşı-devrimci sonuçları olabilecek hamleleriyle sağlama alınmıştır.

60’lı yıllardaki sol uyanış karşısında, önce  İnönü, onun yetersiz olduğu görülünce, Ecevit CHP’si tekrar devreye girmiştir. Bu kez anti-komünizm,  sulandırılmış bir solculuğun ihyası aracılığıyla yapılmıştır. Sosyalist solun önü kesilmek istenmiş, terörize edilmesi için koşullar hazırlanmıştır. CHP kitlelere, “ya benim içimde, benim kadar solcu olacaksınız, ya da gayri-meşru olacaksınız” diyordu. Düzenin CHP’sinin bu defa ki rolü, sosyalistlerin, sadece Türkiye’de değil, dünyada dişleriyle, tırnaklarıyla, acıyla, kanla itibar kazandırmış oldukları sol siyaseti, burjuva düzeninin çıkarları adına,  iç etmek, piç etmekti.

CHP’nin bu anti-sol çizgisinin, farklı dönemlerde,  emperyalizmle entegrasyonun gerektirdiği koşullara göre geliştirildiğini tespit ederiz. CHP, AKP rejiminin konsolidasyonu adına her katkıyı yapmıştır. Bu basitçe bir Baykal,  Kılıçdaroğlu meselesi değildir. Sorun, bir burjuva düzen partisi olarak CHP’dir.  CHP’nin misyonu budur. CHP farklı bir şekilde davranamazdı. Davranamaz. CHP’nin bir burjuva düzen partisi olduğunu unutmamak gerekir. CHP’nin ilk entegrasyonu kendisinin başlatmış olduğu kapitalist emperyalizmle bir sorunu yoktur.

O kadar öyle ki, daha Cumhuriyet’in başında, Osmanlı’dan devreden kapitülasyoncu anlayışı aynen hatta daha da cazip hale getirerek sürdürmüştür. O zaman Osmanlı idaresinden cumhuriyet devletine intikal eden bir çok tekel hakkı (örnekse, demiryolu, benzin, tuz, kibrit vs), devlet tarafından yerli tüccar temsilcileriyle birlikte emperyalist ülke şirketlerine, bugünkü AKP yönetiminin kamu mallarını peşkeş çekmesiyle kıyaslanabilecek şekilde, devredilmişti. Bu sayede ülkede devlet sırtından “yandaş” sermayedar devşirme ve tabii kaçınılmaz olarak yolsuzluklar, kamu mallarını, olanaklarını istismarlar, iç etmeler dramatik ölçülerde artmıştı.

Devam etmeden önce,  skolastik tarihçilik anlayışından kaynaklanan bir yanlışa dikkat çekmek istiyorum. Tarihi, toplumsal sınıfların mücadeleleri görüş açısından değil de, siyasal organizasyonların birbirleriyle soyut, teorik olarak kurgulanmış didişmeleri olarak gören yaklaşım, bu organizasyonları bloklara ayırıyor, işte bir tarafta İttihat ve Terakki, Müdafayi Hukuk ve CHP ; diğer tarafta Hürriyet ve İtilaf, Serbest Fırka ve DP vardır, bunlar adeta farklı sosyal-ekonomik düzenlerin siyasal temsilcileri gibi, karşılıklı olarak birbirlerini dışlayan güçler halinde kurgulanmışlardır. Bu şablon gerçeklikle örtüşmüyor. Öncelikle bu söz konusu organizasyonların hepsi (farklı araçlar ve önceliklere sahip olarak) kapitalist-burjuva düzeni adına mücadele vermektedirler. Savundukları politikalar da, savunan figürler de sunulan iki kamp arasında hareket edebilmektedirler.

Devam ediyoruz. Serbest Fırka hamlesi, 1929 Bunalımı’nın da iyice ağırlaştırdığı bu şartlarda, üzerindeki vergi, sömürü baskısı artan halk sınıflarının huzursuzluğunu giderecek bir emniyet supabı  işlevi görmesi için yapıldı. Bir bumerang haline dönüşmesi olasılığı belirince, geri adım atıldı. O zaman yaygın anlayışın tersine, Serbest Fırka’nın sınırlı bir ölçüde savunduğu iktisadi devletçilik anlayışına dönüldü. Serbest Fırka’nın liberal başkanı Fethi Okyar ve ikinci başkanı Ahmet Ağaoğlu’nun seçim propagandaları sırasında yaptıkları konuşmalarda var. O zaman ki cumhuriyet hükümetini, devlet eliyle sermayedar yetiştirmek için kamu çıkarlarını peşkeş çekmekle suçluyorlar. Kendilerinin iktisadi devletçiliği  kamu yararı gözeterek icra edeceklerini iddia ediyorlar.

Zaten devletçilik politikası da S.Fırka’nın kapatılmasından sonra zorunlu ama kesinlikle geçici bir süre için uygulamaya konuldu. Bu devletçiliğin uygulamaya konmasını olanaklı kılan iki faktör vardı: Birincisi, dünya kapitalizminin 1929 Bunalımı; ve ikincisi, SSCB’nin bir sponsor potansiyeliyle varlığı. Bu iki faktör olmasaydı, belki o zaman devletçi politikalar uygulanmayacaktı. Zaten 1933 Plan döneminin başlangıcına kadar da bu politika ciddi bir şekilde uygulanmamıştır.

Planlı devletçiliğin altın dönemi olan 1933-37, aslında Cumhuriyet’in de, iktisadi ve kültürel manada, altın devri olarak görülmelidir. 1937’de Bayar’ın başbakanlığa getirilmesi devletçilikten, anti-feodal tarımsal düzenlemelerden  geri adım atmanın başlangıcı olarak görülebilir. (Nitekim, Bayar, toprak reformunu gündeme getiren İnönü’nün iktidardan düşürülmesiyle başbakan olabilmişti). Bu tarih restorasyon döneminin başlangıcı olarak da görülebilir. Bayar sonrası İnönü’nün iktisadi politikaları 2.Savaş koşullarıyla alakalıdır.Yoksa, 50’den itibaren başlatılan iktisadi anlayış, CHP’nin de anlayışıdır. Nitekim CHP, 1950 Seçim Beyannamesi’nde, parti programından ve anayasadan 6 okla gösterilen ilkeleri çıkarmaya hazır olduğunu, iktisadi devletçilik yerine özel teşebbüsün önünü açacak politikalarla bir sorunu olmadığını ilan etmişti. Hatta daha öncesinde, 1943 parti programında CHP’nin, ekonomide devletçiliği, “ferdi teşebbüsün mümkün olmadığı” alanlarla sınırlı tuttuğu belirtilir. Kısacası, bugün nasıl AKP’nin neo-liberal politikalarıyla CHP’nin bir sorunu, onlara alternatif bir programı yoksa, dünkü İnönü CHP’sinin de DP iktisadıyla, sınıfsal içeriği itibarıyla,  bir sorunu yoktu. Bu bakımdan, ulusalcıların ya da kemalistlerin ideolojik manipülasyonlarına itibar etmeyelim.

Benzer bir saptamayı 27 Mayıs için de yapmak mümkün. 27 Mayıs burjuva kapitalist düzene karşı bir darbe değildi. Tersine, bu düzenin işleyişini yeniden düzenleyerek güvence altına almak gibi bir gayesi vardı. Yani o da, sonraki benzerleri gibi “koruma ve kollama” programı adına yapılmıştı.

Türkiye’yi 27 Mayıs’a götüren ekonomi-politik olumsuzluklar DP’nin kontrolsüz sağcılaşma eğilimlerinde ifadesini bulan şartlarda gerçekleşmiş, doğal olarak (bugün de olduğu gibi) sol, demokratik, ulusalcı bir tepkiyle, direnişle  karşılaşmıştı. Yapılacak müdahalenin başarılı olabilmek için elbette  bu fiili direniş cephesinin taleplerini gözetmesi gerekirdi.

Yoksa 27 Mayısçıları solcu olarak görmek yanlıştır. 27 Mayısçılar kapitalist düzeni yeniden raylarına oturtmak adına harekete geçmişlerdi. Aralarında görüş birliği dahi yoktu. Bir çok subay figür dışlanmamak için operasyona dahil olmuştu. Hatta yöneticileri içinde, terimin bilimsel anlamında, solcu olarak görülebilecek figürler olduğunu bile düşünmüyorum. Bugün solcu oldukları iddia edilenler aslında, ulusalcı, ulusal bağımsızlıkçı, devletçi, karma ekonomiden yana, Atatürk devri politikalarına geri dönülmesini isteyen, bunları istedikleri halde pekala da sol düşmanı, anti-komünist olan kişilerdi. Kendilerini modern anlamda “solcu” olarak tanımlamıyorlardı. Sadece sokakta direnen  ilericilere, sola (bir süreliğine) ihtiyaç duyuyorlardı.

Sonradan, araçsal olarak 27 Mayıs’a referans veren,  o sırada hareket halindeki devrimci sol programlarla yolları kesişen genç subayların konumu ayrı bir konudur. Orada, genç subaylar arasında, mesleki iktidar arzusunun, küçük burjuva jakobenizminin önemli bir itici işlev gördüğünü düşünüyorum. Tabii bir de Türkiye’nin etrafındaki coğrafyada askeri darbe pratiklerinin yoğun olarak deneyimlendiği şartlar söz konusuydu. Her neyse, konuyu dağıtmayalım.

Bugün ulusalcılar kemalist cumhuriyete gerçeğiyle bağdaşmayan bir anlam atfediyorlar. Cumhuriyetin en başından itibaren Tanzimat’ın yarım bıraktığı ya da aksatılmış hukuksal, kültürel, idari reformlarını tamamlamak dışında bir programı yoktu. Ekonomik olarak da, en azından 1929 Bunalımı’na kadar, Tanzimat’ın liberal anlayışı sürdürülmüştü.

Bu da anlaşılırdır.  Tanzimat devri Genç Osmanlı aydınlarının ve sonraki Genç Türk aydınlarının kendilerini içinde bulmuş oldukları siyasal çerçeve, siyasal ve ideolojik idealleri, yarıda kalmış Tanzimat hamlesinin tamamlanması olarak görülmelidir (Bu bakımdan “yarıda kalmış burjuva demokratik devrim” temasına sarılmış cumhuriyet dönemi sol aydınlarının çoğu ve Genç Osmanlı, Genç Türk aydınları arasında, hem tematik hem de yöntemsel olarak, süreklilik olduğunu tespit etmemiz gerekir. Bir tür yarığı, açığı kapatma, gecikmeyi telafi etme misyonu üstlenmişlerdir. Ancak bizatihi bu konumun geciktirici bir işlevinin olacağı, dahası, tekerrür koşullarını yaratabileceği anlaşılamamıştır). Cumhuriyet Tanzimat’ın kaçınılmaz siyasal sonucudur. Bunun dışında, kemalist devrim hiç bir zaman ekonomik ve  dolayısıyla sosyal bir devrimci programa sahip olmamıştır.

Şunu da eklemek istiyorum: Cumhuriyet Tanzimat’ın tamamlanması olarak görülüyor. Pekiyi. Ancak bunu yaparken Tanzimat’ın mantığını ve yöntemini izlediğinden, veya isterseniz, değişim ufku Tanzimat’la sınırlandırılmış olduğundan, onun deneyimini yeniden üretmekten kaçınamıyor. Bir kısır döngü içinde dönüp duruyor. Tanzimat’ı kendi devriyle kıyaslayıp, küçümsemesine rağmen onun çerçevesini kırıp dışına çıkmayı dahi tahayyül edemiyor. Üstelik bu çerçevenin dışına çıkmak isteyenleri  vahşice bastırdığı için patinaj ve tekerrür kaçınılmaz oluyor.

1946’dan sonraki gelişmeleri, bu arada, “Kopenhang Kriterleri” veya “Avrupa Birliği” konusunu bu açıdan da düşünmek meşru oluyor. Tanzimat parçalanmayı, yarı-sömürgeleşmeyi resmen başlatmışsa, tamamlanmış halinin de, aynı iç ve dış dinamikleri verili olarak kabul etmiş olduğundan,  bu duruma son verirken, aslında bu eleştirilen olumsuzlukları tekrar başlatmış olduğunu saptamak gerekiyor. Devlet şeklinin cumhuriyet olmasıyla Tanzimat’ı açmaza sürükleyen dinamikler ortadan kalkmış olmuyor.

Bu arada, Osmanlı modernleşmesi bakımından Rusya ile rekabetin itici, teşvik edici bir rolü olduğunu belirtmek isterim. Rus rekabeti hesaba katılmadan Osmanlı yenileşmesi, batılılaşması anlaşılamaz. Rakip Rus imparatorluğundan korunma ihtiyacı Osmanlı devletinin Batı’nın kanatları altına girmesinde önemli bir faktör olmuştur. Batılı büyük devletler için de Osmanlı’yı Rusya’dan koruma ihtiyacı Osmanlı devletinin ömrünü uzatan bir etken olmuştur.

Kısacası, Rusya’nın sıcak denizlere doğru genişleme siyasetinden korunmak isteyen Osmanlı devleti ve dünya hakimiyeti için büyük ölçüde Rusya’nın denetiminde olan Avrasya’nın kontrolünü zaruri gören Anglo-Amerikan emperyalizminin çıkarları çakışmıştır. Cumhuriyet’ten sonra da önce tampon devlet, sonra da vasal devlet olmanın benimsenmiş olması, bu kez sınıfsal içeriğiyle birlikte, aynı jeo-ekonomi-politik kayguların TC tarafından taşınmış olduğunu gösterir.

Cumhuriyet de Tanzimat’ın mirasçısı olarak, “Rus tehlikesi” karşısında Batı emperyalizminin kanatları altına girmeyi tercih etmiştir. Erken dönemdeki Sovyetler’le “iyi ilişkiler” zorunluluktan kaynaklanmış, kesinlikle geçici olarak görülmüş, bir tür “metres ilişkisi” dir. TC devleti, emperyalist Batı camiası tarafından tekrar kabul gördükten sonra Rusya’yı Osmanlı devrindeki gibi tekrar düşmanlaştırmıştır. Benzer nedenler, benzer sonuçlar doğuruyor tabii. Eğer İngiltere ve TC arasında 1926’da akdedilmiş antlaşma 1929 Bunalımı nedeniyle aksamamış olsaydı, belki de TC’nin, SSCB ile soğuk savaşı yirmi yıl önce başlayacaktı.

Bu konuda son bir söz de, Tanzimat’ı sağdan eleştirenlere olsun. Tanzimat’ın imparatorluğu dağıttığından söz edilerek devir eleştiriliyor. Tamam. Pekiy olmasaydı ne olacaktı? Yani Tanzimat olmasaydı, imparatorluk parçalanmayacak mıydı? Yarı-sömürge veya sömürge haline gelmeyecek miydi?  Tersine, Tanzimat bu parçalanmayı geciktirici ve sınırlandırıcı bir işlev görmüştür. Geleceğin Türkiye Cumhuriyeti için alanı olanaklı kılmıştır. Modernist kadroların yetişmesi için koşulları temin etmiştir. En azından modernist, ilerici güçler için bir fırsat yaratmıştır.

Kaldı ki  bugün iyi anlıyoruz, İslamcılar da Tanzimat metoduna referans vermektedirler. Onlar da İslamcı, rövanşist bir “tanzimat”ı batı emperyalizminin kanatları altında uygulamaya çalışmaktadırlar. Tanzimat hepsinden önce, “sömürgeci batı kapitalizmi” nin gözüyle kendine bakma, ya da isterseniz, oryantalist bir konumu içselleştirme pratiğidir. Metot bakımından bu anlayışın sağı ve solu arasında bir fark yok.

Öncesi şöyle dursun, son elli yıldaki “İslamcı uyanış”, emperyalizmin ihtiyaçlarından ayrı tahayyül dahi edilemez. Bu yüzdendir ki, emperyalistler İslam coğrafyasında hangi egemen seküler devlete saldırıyor, işgal ediyorlarsa, bunu İslamcıları kullanarak yapıyorlar. Bu bakımdan müslüman kral hiç olmadığı kadar çıplaktır.

Müslüman Kardeşler, Gülen Cemaati, El Kaide ve IŞİD gibi türevleri  dahil bugünkü hemen bütün islami örgütler, nüfusunun büyük kısmı müslüman ülkelerdeki kökten-dincilik ABD prodüksiyonudur. Modern bir vak’adır.  Bu bakımdan islamcıların Z.Brzezinski’ye çok şey borçlu olduklarını belirtmek isterim. Hatta İran’daki Humeyni devrimi de, anglo-amerikan emperyalist oligarşisinin tepe yapılarına dayanan Carter-Brzezinski-Vance ekibinden himaye görmemiş olsaydı, başarılı olamayabilirdi.

Bir de, Tayyip’in Abdülhamid hayranlığı var ki, gayet anlaşılır bir şeydir. Abdülhamid de, yoksul emekçi halkın Tanzimat’ın ekonomik ve hukuksal olarak kendi  çıkarlarını gözetmeyen, eşitsiz uygulamalarına duyduğu tepkiyi, İslamcı, kültüralist bir belagatle istismar ederek, Tanzimat’ın en özgürlükçü yanlarını yok etmiş ama ekonomik ve siyasal olarak sömürgeleşme programını en vahşi, en gözü kara şekilde uygulamıştı. Laf uzadı. Farkındayım. Şimdi kaldığımız yerden devam edelim.

Kadro hareketi, Serbest Fırka hamlesine benzer şekilde, bir supap işlevi  görmüştür. Kentli aydınlar arasında sol veye sola meyletmesi muhtemel tepkiler bertaraf edilmek istenmiştir. AKP’nin gündemini uygularken kimi sol aydınları yanına çekmesiyle benzerliği var. Yoksa, Kadro’nun arkasında durulmamış olduğunu, radikal ve tehlikeli bulununca, bizzat en üst düzeyde teşvik edenler tarafından tatil edilmiş olduğunu biliyoruz . Bu noktada, yöntemsel olarak, aynı siyasal heyet tarafından  resmi olarak kurulmuş olan “sahte TKP” vak’asıyla da işlevsel olarak benzerliği olduğu söylenebilir.

Cumhuriyet yönetimi hiç bir zaman, özü itibarıyla, devlet önderliğinde, üçüncü dünyacı merkantilist ve korporatist bir kapitalizm anlayışını savunan, “Kadro ideolojisi”ni, programını izlememiştir. Kaldı ki, Kadro’nun  dillendirdiği fikirlerin o sıralarda, kapitalizmin bunalımı nedeniyle arayış içinde olan bir çok üçüncü dünya ülkesinde, örnekse, bazı  L.Amerika ülkelerinde de eşzamanlı olarak tartışıldığını, söz konusu fikirlerin ülkemizden çıkmamış olduğunu biliyoruz.

Kemalist idareciler kendilerinin, bir noktaya kadar, daha doğrusu, egemen sınıf fraksiyonları arasında şiddetli bir çatışmaya meydan vermeyecek kadar, burjuva devrimcileri olduklarının farkındaydılar. farklı, abartılı ideolojik tanımsal telkinlere itibar etmeleri kabil değildi.

Nitekim, İnönü, Kadro’nun devamı olarak görülebilecek Yön Dergisi’ne 1963’te vermiş olduğu bir mülakatta, Atatürk’ün, kendisinin ve diğer arkadaşlarının hiç bir zaman sosyal bir devrimi düşünmemiş olduklarını açık açık söylemiştir. Atatürk’e “sosyalist” yakıştırmasının kesinlikle doğru olmadığını söylemiş, hatta bunun iftira olduğunu ima etmiştir.

Zaten Atatürk’ün bu anlama gelecek ne bir ifadesi ne de icraatı vardır. Kapitalist emperyalizme karşı olduğunu söylemiş olduğu 1922’de, başka ne söyleyebilirdi ki? İşgalci emperyalist ülkeler ve onun işbirlikçisi Osmanlı hanedanlığıyla savaş halindeydi. Sovyetler Birliği’nden başka da stratejik ortaklık kurabileceği ülke civarında yoktu.

Gelgelelim, cumhuriyetin ilanı sonrasında hemen iktisadi ve sınıfsal tavrını net olarak ifade etmiş, o doğrultuda siyasal adımlar atmıştır. Bir şey daha söyleyeyim, DP şefleri “her mahallede bir milyoner” yaratacaklarını ilan etmişlerdi. Aslında bunu Cumhuriyet’in hemen başlarında Atatürk, “ülkemizde milyonerler, hatta milyaderler yaratmak istiyoruz” demek suretiyle daha önce hedefleri arasında ilan etmişti. Sonra, Atatürk kendisini, yapmış olduğu kişisel ekonomik girişimlerle, “burjuva girişimci” modeli olarak sunma çabası içinde olmuştur. Atatürk’ün tarımsal çiftlikleri, “kollektif” değil, “kapitalist” idi. Öyle değil mi? Özcesi, Atatürk de, İnönü de, Bayar ve Menderes kadar sol düşmanıydılar. Anti-komünist idiler. SSCB ile ilişki meselesine gelince, ekonomik olarak sıkıştıklarında, Menderes de Demirel de SSCB’nin kapısını çalmamışlar mıydı?

Sonra şunun da altını çizmek isterim: “İlerici” ve “solcu” olmak her zaman aynı anlama gelmez. Pekala bir sağcı tarihsel figür, sağcı bir siyasal kadro, burjuvazi gibi sınıf tarihte, belli bir uğrakta,  “ilerici” rol oynayabilir, “ilerici” olarak tanımlanabilecek eylemler içinde bulunabilirler. Bunun örnekleri çoktur. Ancak “solcu” olmak kesin ve net olarak bir sınıfsal tavırla, burjuvazinin egemen olduğu bir çağda ona ve kapitalizme karşı olarak proletarya sınıfının çıkarlarının temsilcisi, proletarya devriminin savunucusu, sosyalizmden yana olmakla mümkündür.  Her “ilerici” solcu olmayabilir; ama her solcu ilerici olmak zorundadır. Tarihsel olarak ilerici/gerici konumunu belirleyen,  sınıf mücadelesi içinde tutulan konumdur.

CHP’den hareketle benzer bir saptamayı,  mesela Batı’daki muadil partiler için de yapabiliriz. 80’lerin sonunda, reformist sol tarafından hararetle (Kabul edelim, “68 solu” bu restorasyoncu, hatta karşı devrimci anlayışı Batı’da yenilemiş, önünde yeni “radikal” kanallar açarak tahkim etmişti) desteklenen neo-liberal karşı-devrimci hareket, bu reformist ve “radikal” yeni solun katkısı olmasaydı, karşı-devrimi yapamazdı. Bir kez restorasyon, sonrasında karşı-devrim ve sosyalist cumhuriyetlerin tasfiyesi başlayınca, aslında bu reformist ve yeni solcu anlayışlara da ihtiyaç kalmamış, onlar da siyaseten tasfiye edilmişlerdi. Hep böyle olmaz mı?

Anti-komünist tasfiyeciliğin genel olarak solun tasfiyesi, ve bu arada tabii, demokratik ve ilerici döneminde, kapitalizmin getirmiş olduğu bütün aydınlanmacı, özgürlükçü ve eşitlikçi değerlerin, demokrasinin de tasfiyesi anlamına geleceği söz konusu “sol” kesimlerce anlaşılamadı. Anlaşılmış olduğu yerlerde de, zaten böyle bir örtük  gayeye sahip olunduğu için sorun olarak görülmedi.

Batı’da söz konusu reformist ve yeni-solcu radikal partiler sosyalist eforun sonuçları olarak ortaya çıkmışlardı. Kapitalizmin gericileştiği, onun en ilerici kazanımlarının sosyalizm mücadelesinin kazanımları olarak sahiplenildiği, bu kazanımların ancak sosyalizm mücadelesi içinde savunulabileceğinin idrak edilmiş olduğu  koşullarda etkinlik kazanmışlardı. Bugün etkinliklerini kaybetmiş olmalarıyla sosyalizmin karşı-devrimle geriletilmiş olması arasındaki canlı bağlantıyı göremeden en asgari düzeyde demokrasi mücadelesini dahi etkin bir şekilde verebilmeleri kabil değildir.

Bugün en asgarisinden demokratik istemler dahi ancak sosyalist bir perspektif içerisinde savunulabilir. Sosyalizm olmadan demokrasinin olamayacağı bir kez daha anlaşılmıştır. Sosyalist talepleri öne koyan bir stratejiyi öngörmeyen demokrasi, bağımsızlık mücadelesi bir kez daha havanda su dövmek anlamına gelecektir. Demokrasiye ancak sosyalizmden gidilebilir. Demokrasiyi, bağımsızlığı  savunan siyasetler,hareketler, önceden de olduğu gibi,  ancak sosyalizm mücadelesi içinde ortaya çıkabilirler. Gezi halkının kalkışmasında, “müesses” muhalefete karşı tavrında,  bu talep sezgisel olarak verilidir. Dünyanın başka yerlerinde de, mesela, ABD’deki “Occupy” hareketi, kimi bileşenlerinin başlatmış oldukları tartışmalar dolayısıyla, klasik “demokratik mücadele” formatı içinde hareket etmeyi sorgulamaya başlamıştır.

Türkiye’de emperyalist merkezlere entegre işbirlikçi burjuvazinin oligarşik örgütleri, siyasal partileri el birliğiyle, emperyalist merkezlerden gelen talepleri hayata geçirmektedirler. 2.Cumhuriyet düzeninin kurulmasında CHP’nin rolü AKP’den az değildir. Herhalde CHP’nin direnişine rağmen 2.Cumhuriyet’in tesisi yolunda bu kadar ileri adımlar atılamazdı. Mart Tezkeresi sonrasındaki gelişmeler, emperyalizmin bölgemizde başlattığı, gericiliğe dayanan savaş programını kararlılıkla uygulamaya koymasından sonra Baykal döneminden itibaren CHP, bu yeni koşullara adapte olmak adına dizayn edilmeye başlanmış, en son olarak, ikircikli ve yavaş davranan genel başkanının da tasfiyesiyle CHP, kendisinden talep edilen yeni rotasında aksamadan ilerleyebileceği bir yapıya kavuşturulmuştur.

Kılıçdaroğlu döneminde parti, 2.Cumhuriyet söz konusu olduğunda kraldan çok kralcı olmuş, AKP’nin arkasında, en gözü kara gerici politikaları uygulaması bakımından itki işlevi görmüştür. Bu şekilde AKP’nin önü sürekli açılmış, aksamadan yürüyeceği yolun döşenmesi sağlanmıştır. AKP, kendi gerici ve emperyalist politikalarını CHP, MHP ve BDP gibi partiler üzerinden meşrulaştırma olanağı bulmuştur.

Bu noktada, ilk “2.Cumhuriyet” girişimi olan ama o günkü koşullarda tam olarak realize edilemeyen 1946 ile bugün arasında, karşı-devrimin tesisi, gerici ve emperyalist politikaların önünün açılması bakımından bir süreklilik, CHP adına bir tutarlılık olduğunu söyleyebiliriz. 1946’da da CHP dinselleştirme programını uygulamaya koymuştu. 1946’da da solu itibarsızlaştırma çabası içinde olmuştu. 1946’da da liberal kapitalist politikaları benimsemişti.  O zaman da, “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” tavrıyla, DP politikalarını, yani emperyalist merkezlerin taleplerini meşrulaştırmış, yeni politikaların yerleşmesi bakımından yine paratoner işlevi görmüştü.

“17 Aralık operasyonu” öncesindeki ve sonrasındaki gelişmeler, belediye seçimlerinde aday tespitleri, izlenecek seçim stratejisinin belirlenmesi gibi konularda CHP yönetimi nin tamamen, Cemaat kanalıyla, emperyalist merkezlerin kontrolü altında olduğunu göstermiştir. Şimdi bir kez daha, MHP ile ortak olarak tespit ettiklerini söyledikleri, aslında her ikisinin de, işbirlikçi burjuvazi ve  dış emperyalist, gerici odaklar talimatıyla ilan ettikleri islamcı aday İhsanoğlu, CHP adına, karşı-devrim doğrultusunda yenilenen soğuk savaşın yeni Prof Ş.Günaltay’ı olarak görülebilir.

Bu kez CHP’nin adayı, içerideki kültürel ve siyasal restorasyon koşullarında değil, dünya çapındaki karşı-devrim doğrultusunda ve emperyalist saldırganlığın müslüman haçlı lejyonerleri de kullanarak BOP coğrafyasında operasyonlarını sürdürmekte olduğu koşullarda tespit edildiğinden, karşımızda Günaltay’a göre dahi daha gerici, bir ortaçağ figürü vardır. Bu portre emperyalistlerin vizyonuyla örtüşmektedir. Hele bugünkü gündem bağlamında düşünürseniz. Tam da “sünni eksen” oluşturma çabaları varken, İhsanoğlu’dan iyisi Şam’da kayısı!

Bugünlerde CHP yanlısı yazarlar, siyasetçiler tarafından AKP seçmenine “uyanın artık!” çağrıları yapılıyor. Komik tabii. AKP seçmeni uyutulmaktan memnun olabilir, asıl ondan şikayetçi olan muhalif CHP seçmenin desteklediği parti karşısında uyanık olması gerekiyor. CHP’ den karşılayamayacağı, dahası, var olma nedeniyle bağdaşmayan beklentiler içinde olanların uyanması gerekiyor. Aldatılmakta olduklarını hâlâ göremiyorlar. CHP’nin misyonu sol gösterip sağ vurmaktır. Aynısı, onun şakşakçılığını yapan yazarlar için de doğrudur.

Evet, CHP kurucu bir misyonu olan bir partidir.  Birinci cumhuriyetin kurucusudur.İkincisinin de olmazsa olmaz kurucusu olma gayretindedir. CHP olmadan birincisinin tasfiyesi mümkün olamazdı. İkincisinin inşası da kabil olamaz. AKP, CHP, MHP’yi tek bir düzen partisi olarak görmek gerekir. Aralarındaki sürtüşmelerin nedeni düzen karşıtlığından kaynaklanmıyor. Son olarak,  CHP ile CHP’ye oy veren insanları birbirlerine karıştırmak sosyalistler bakımından vahim bir yanlıştır.

T

 

SEÇİMLER ÜZERİNE 3

İç İşleri Bakanlığı verilerine göre Haziran direnişlerine 11 milyon civarında bir kitle katılmıştı. Bugünkü seçim sonuçlarına bakıldığında, aşağı yukarı aynı miktarda bir kitlenin CHP ve solundaki partiler için oy kullanmış olduğu görülüyor. Bununla birlikte seçimi bir referandum havasına sokan CHP’nin öbür sol partilerin seçmenleri üzerinde baskı oluşturarak zaten güçlü olduğu kentlerde, ilçelerde oylarını daha da tahkim etmiş olduğu anlaşılıyor. Haziran direnişinin en kararlı şekilde sürdürüldüğü, mesela, Beşiktaş, Kadıköy, Çankaya, Karşıyaka gibi ilçelerde bu tahkimat net olarak görülebiliyor.

Bu seçim hileli bir seçimdir. AKP için bir ölüm kalım seçimiydi. Her türlü baskı ve seçim yolsuzluğu, seçimlerin öncesinde ve sonrasında yapılmıştır. Bununla beraber, genel olarak tahmin edildiği gibi, AKP bu seçimlerden birinci parti olarak çıkacaktı. Öyle de oldu. AKP’nin gerçek oy oranı, ulusal ve uluslararası araştırma kuruluşlarının hemen hemen ortak olarak tespit ettikleri gibi, yüzde 35-36’dır. Nitekim, AKP yönetimi de yüzde 36-37 civarında bir oy almayı beklediğini ifade etmiştir. Buna göre AKP, seçim hileleriyle, yuvarlak hesap, yüzde 5 civarında bir oyu, CHP,MHP,BDP’den çalmıştır. Bu derece yolsuzluk ve ahlaksızlığa batmış bir partinin seçimleri nasıl idare edeceği, kampanyası sırasındaki saldırgan, rüşvetçi davranışlarından da  belli değil miydi?  AKP dürüst bir seçim ortamı, koşulları yaratamazdı.

Şunu tespit edelim, bu sonuçlara göre, solun arkasında, özellikle de Haziran’dan itibaren kavgalarda çelikleşmiş, nitelikli ama örgütsüz bir halk kitlesi vardır. Bu kitlenin kavgadan vazgeçmeyeceği daha hemen seçimlerin arkasından oluşan ortamdan anlaşılmaktadır. Sosyalist solun özneleri bu kitle arasındadır. Sol güç birliğinin taşıyıcısı bu kitledir. Sol seçimlere katılacaksa, güç birliği yapmadan katılması, artık yinelenen vak’alarla sabit olduğu gibi, yanlıştır. Haziran’ın etkili olmasında bu güç birliğinin kendiliğinden oluşmuş olmasının payı çok büyüktü. Artık bunu örgütlü bir güç birliği haline getirmek zarurettir.

Seçimlerde sonucu nicelik belirlemektedir. Bu şekilde sosyalist sol oyların CHP’ye gitmesinin de önü açılmaktadır. Bu seçimler neyin yapılması ve neyin yapılmaması hakkında öğretici olmuştur. Tunceli’deki başarı, neyin yapılması gerektiğini; Hatay ve Hopa’daki başarısızlık neyin yapılmaması gerektiğini gösteriyor. Ankara büyükşehirdeki başarısızlık hem bu seçimin kendine özgü koşullarından, hem de solun o çapta bir hedef için henüz zamanın erken olmasındandır.

Seçimlerin bir başka sonucu da sağ ve sol oylar arasındaki dengesizliğin son 40 yıldan bu yana anlamlı ölçüde değişmemiş olduğudur. CHP ve sosyalist sol oylar yüzde otuz civarındadır. CHP ve sosyalistlerin oylarında, 70’li  yıllara nazaran görülen 5-6 puanlık düşüş, basında da tartışıldığı gibi, Kürt siyasetinin sağa kaymış olmasıyla alakalıdır. Öte yandan, her seçimde kentli oyların belirleyiciliği, sağ partilerin seçim kurallarını  kırsal seçmen avantajına göre dizayn girişimlerine rağmen dramatik bir şekilde artmaktadır. Kentlerde varoş göstergeleri azaldığı ölçüde de sol oylar artıyor. Neo-liberal iktisadi koşullarda, kapitalist rantın  kâr güdüsünü geri plana ittiği, buna göre, varoşların   kapitalist şehir rantının nesnesi haline getirildiği de vak’adır.

Dikkat çeken bir başka sonuç, Anadolu’nun iç kısımlarında sol oylarda görülen düşüştür. Bunun nedeni o yerleşim yerlerindeki en dinamik, nispeten ilerici nüfusun, bu arada Alevilerin büyük kentlere göç vermiş olmasıdır. Bu yüzden oralarda seçim genel ve esas olarak gerici partiler arasında geçmektedir.

Kürt partilerinin toplam oyları yüzde 7 civarındadır. Tabii bu oranın genel seçimlerde bir kaç puan düşebileceği öngörülmelidir. Kürdistan vilayetlerinde BDP’nin aldığı belediye sayısı artmıştır. Ancak, mesela, Diyarbakır gibi, en önemli bir kentte on puana yakın oy kaybı vardır. Yine bu kentte ilk kez seçime giren etnik-islamcı partinin performansı, gelecek seçimlerde bu partinin daha yukarıya doğru hamle yapabileceğinin işareti olarak görülmelidir. Uzun süredir yerel yönetimleri elinde tutan BDP, bir süre sonra salt etnik referansın  seçmen kitlesinin erozyonuna mani olamadığını görebilir. BDP’nin oy oranı 3-3,5 mertebesindedir.

HDP, muhtemelen “barış süreci” siyaseti tarafından sipariş edilmiş bir partidir. Sadece CHP’ye değil, sosyalist sola da mesafeli, özel gündemli bir partidir. Kürdistan coğrafyası dışında, Türkiye’nin batısında faaliyet göstermek için dizayn edilmiştir. Aldığı oy yüzde 4 civarındadır.

Şimdi Kürt sosyolojisiyle ilgili bir gerçekliğe değinmek lazım. Kürdistan coğrafyasından Batı’ya doğru sürekli bir göç olgusu vardır. Bu göçün tazeliğini koruduğu şartlarda, Kürt etnisitesi üzerinden siyaset yapmanın bu yeni göçmen kitleler üzerinde, yeni gelinen kentlerde, vahşi kapitalizm şartlarında,  kollektif olarak deneyimlenen yabancılık ve yabancılaşma duygusunun dayanışma ihtiyacı doğurduğu vak’adır. Yani Kürt siyaseti de, islamcı siyaset gibi, varoşlardan besleniyor. Gelgelelim, bir kaç kuşak sonra göç edilen kentlere entegrasyon gerçekleştiğinde, etnik ve dinci çağrının çekim gücünün zayıflayacağı beklenmelidir. İnsanları sürgit dinle, milliyetçilikle oyalayamazsınız. Onların gelecek beklentilerine somut ve maddi olarak yanıt vermek zorundasınız.

Bugün 70’lerde, hatta seksenlerde İstanbul, Ankara ve İzmir gibi kentlere göç etmiş Kürt nüfus arasında etnik çağrılara itibar eden kişi sayısı hayli düşüktür. Göç eden nüfus, kentte herkesin farklı olduğunu fark ettikçe, kendi kimlik farkından çok, kent hayatının tüm kentli nüfusa dayattığı iş, aş, barınma, eğitim  gibi sorunlarla daha fazla meşgul olma eğilimi içinde olacaktır. Yani kapitalist kentsel hayata entegrasyon onun başlıca gündem maddesi haline gelecektir. Bu bakımdan, esas olarak emekçi olan bu kesimler aykırı milliyetçi çağrıları söyleminde barındırmayan sosyalist solun toplumsal dayanaklarına dahil olacaklardır. Lenin’in ilerici asimilasyon dediği olgu tam da budur.

Türkiye’de İslamcı ve Kürtçü partilerin bu kadar revaç görmesinin önemli bir sosyolojik nedeni, Türkiye’de iç pazarı gözeten bir büyüme modelini uygulayan, bu çerçevede popülist ekonomi politikalarına referans veren bir siyasal anlayışın 1950-1980 dönemindeki hakimiyetinin sona ermesinden sonra kırdan kente göçün baş döndürücü bir hızla ve adeta zincirlerinden boşanırcasına cereyan etmekte olmasıdır.  “Ortak ekonomik yaşam” ın sosyal tabanının radikal  bir eşitsizliğe maruz kalarak egemenler lehine ve öncelenmemiş ölçüde daralmasıdır.  Kültürel dışlanmışlık söylemi bu reel şartlarda etkili oluyor tabii.

Bu göç eden kitleleri göç ettikleri kentlerde konfora kavuşturacak olanaklar, en önemlisi geçiş ve adaptasyon sürecini nispeten sancısız kılacak kurum veya oluşumların bulunmamasıdır. Cemaatçilik, tarikatler, dinsel ve etnik kollektif öz savunmacı ideolojiler, kanaatler bu koşullarda boy atabiliyor.Bir ihtiyaçtan doğuyorlar.  Soğuk savaş şartlarında tasfiyeye uğramış, örgütsel varoluşu ortadan kaldırılmış, bununla alakalı olarak, içinde her zaman barındırdığı küçük burjuva öznelerin narodnik, bundist, milliyetçi ve liberal telkinlerinin zuhur edecek ortamı bulmuş olması,  sosyalist solun sınıfsal çağrısının bu göçmen kitlelere ulaşmasını engellemiştir.

Burada izninizle bir parantez açacağım: Kapitalizm bir toplumsal formasyon olarak arkaik ve farklı gelişme düzey ve tempolarına sahip üretim ve kültürel ilişkileri sistemine entegre eder. Sadece yerel, ulusal düzeyde değil, global olarak da. Yani kapitalist maddi ilişkilerin tek biçimli, birbirlerine eşit, senkronize  bir içeriği yoktur. Bu bakımdan, Marks’ın yaşadığı dönemin koşullarından (kapitalizm henüz global bir sistem değildir)  ve tabii izlediği çalışma yönteminden (olgunlaşmış kapitalizm çalışma nesnesidir)  de kaynaklanan algısında olduğu gibi, kendi içine kapalı, ideal tipte bir kapitalist sistem tasavvuru, kapitalizmin emperyalist aşamaya doğru evrilmesiyle geçerliliğini anlamlı ölçüde kaybetmiştir. Sadece maddi üretim ilişkileri değil, kültürel ilişkiler de benzer bir görünüm arz ederler. Özcesi, burjuva toplumu kapitalist maddi ilişkiler üzerinde yükselir, ancak ikisi birbirlerine eşit değildir. Veyahut böyle bir eşitlik tahayyülü her durumda isabetli olmayabilir. Bu formasyon içinde yer tutan sınıfsal öznelerin bilinçlerinde bu eşitsizliğin etkileri, yansımaları saptanabilir.

Global çapta süre giden kapitalizmin bunalımın etkileri ülkemizde de alttan alta hissedilmekte, ilk elden sosyal sonuçları (işsizlik, proleterleşme, barınma ve beslenme sorunları, mesela kırsal kesimlerde dahi boşanma oranlarındaki anlamlı artış,  geleneksel aile yapılarının çözülmesi,  suç oranlarındaki dramatik artış, özellikle fuhuş ve uyuşturucu kullanımında öncelenmemiş yaygınlaşma) giderek artan ölçülerde tespit edilmektedir. Kapıyı zorlayan büyük ekonomik bunalımın bu olumsuz koşulları daha da yaygınlaştırarak ağırlaştırması beklenmelidir. Bu noktada şu saptamayı da yapmalıyım:  Türkiye’de özellikle son otuz yıldan beri yaşanmakta olan sosyolojik gerçeklikle, 2.D.Savaşı sonrasında Batılı kapitalist ülkelerde yaşanan aynı gerçeklik arasında,  tempo farkları bir yana bırakılacak olursa, bir koşutluk olduğu gözlemlenebilmektedir.

Son olarak, CHP’ye yönelik solcu eleştirilerle ilgili olarak şunları söylemek istiyorum: CHP’yi şikayet etmeyi bırakalım. CHP’den daha fazlasını beklemek doğru olmaz. Böyle bir beklenti sosyalistlerin işi de olmamalı. Fransa’da SP, İngiltere’de İP, Almanya’da SDP, İtalya’da DP ne kadar solsa,  eski çizgilerine göre dahi, ne kadar oportünistlerse, ne kadar emperyalist siyasetlerin destekçisilerse, Türkiye’nin CHP’si de kendi çapında o kadar soldur, opotünisttir, emperyalizm yanlısıdır. CHP bundan farklı davranamaz. Sosyalistlerin ne kadar sol olduğu tartışma götürür bir parti üzerinde, kendilerini ihmal edecek kadar durmalarının anlamı yok. Halka neden CHP ile olamayacağını, ya da ne kadar olabileceğini anlatarak, sol bir seçeneğin zaruretini anlatmaya çalışmalıdır. CHP, müesses AKP rejiminin müesses muhalefetidir.

CHP’nin solunda güçlü bir oluşum, CHP’nin daha da sağa savrulmasını önleyebilir. Kendi solundakilerle güç birliği yapmak adına ikna edici olabilir. Sosyalist sol seçenek güçlü bir şekilde oluşmadan CHP’nin kendi solunu dikkate alması beklenmemelidir. Devrimci sol kendi içinde güç birliği yaparak, bu bilinçle kararlı şekilde hareket etmediği sürece, gelişmesi CHP tarafından  önlenmeye devam edecektir. Sosyalist sol CHP’ye kafayı takmak yerine, kendi potansiyel taşıyıcı öznelerinin ağırlıklı olarak yer aldığı CHP seçmenleri üzerinde çalışmalıdır.

Son olarak, AKP rejimi ancak Haziran halkının başladığı işi bitirmesiyle mümkün olabilir. Sokakta başladı, sokakta bitecek.


SEÇİMLER ÜZERİNE 2

Seçim sonuçlarının analiz edenlerin dikkat çektikleri bir konu da, halk kitlelerinin neo-liberal parasalcı ekonomik politikaların gereği olarak borç, kredi, taksit sarmalı içine sokulmuş olduğu gerçeğidir. Parasalcı ekonominin motoru borçlandırmadır. Özellikle son otuz küsur yılda, global ölçekte, sıcak para akışındaki artış hemen hemen yüzde 25 düzeyindedir. Global GSMH içinde finansal varlıkların payı dört misli artmıştır. Global ölçekte, finansal varlıkların değeri 1980’de 10-12 trilyon civarındayken, 2008’de patlayan kriz öncesinde, bu varlıkların değeri 200 trilyon dolara yaklaşmıştır. Bu finansal sermayenin borç, kredi vererek beslendiği malumdur. Artık iktisadi durumun analizinde kullanılan  kriterler içinde  “fert başına borçluluk” ölçütü,  “fert başına gelir” ölçütüne nazaran daha büyük bir önem kazanmıştır. Nitekim, ABD’de kriz patlak verdiğinde, ülke fertlerinin her 100 dolarlık gelire karşılık 129 dolar borçları olduğu tespit edilmişti.

Türkiye’de de durum farklı değildir. Bu vak’a bireylerin siyasal davranışları üzerinde etkili olmaktadır. Borç sarmalındaki bireyin istikrar arayacağı aşikardır. Ancak bu iktisadi koşulların sürdürülmesi, tıpkı ABD’de, Yunanistan’da ve başka yerlerde olduğu gibi, mümkün değildir. Krediler, verilmiş borçlar geri dönmezse, ödenmezse, sistemin işlemesi mümkün olamaz. Yakın bir zamanda, en çok kredi dağıtılmış alanların başında gelen konut sektöründen başlayacak bir krizin ortaya çıkacağı tahmin ediliyor.

Kredi, taksit sistemi, dar gelirli yurttaşları istikrar arayışı içine sokarken , bununla bağlantılı olarak onların kendileriyle ilgili sınıfsal öz algılarını da manipüle ediyor. Bu bakımdan maddi olanaklara kavuşmak, yaşam kalitelerini arttırmak  anlamında modernleşmek arzusundaki gelenekçi halk kesimleri arasında yanlış bir  “orta sınıf” bilinci oluşuyor. Cüzdanında üç beş adet kredi kartı bulunan kişi, kendisini orta gelir grubuna dahil olarak tahayyül edebiliyor. Böylece düzene bağlanma ihtiyacı duyuyor. Elimde bilimsel araştırma sonuçları bulunmuyor, ancak sokakta yaptığım gözlemler, bu “orta sınıflaşma” kuruntusunun en az kentli modern halk kesimleri kadar, geleneksel halk sınıfları arasında da yaygın olduğunu gösteriyor. Söz konusu kesimlerin tüketim davranışları, modern kesimlerin benzer davranışlarını model almaktadır.

Parasalcı kapitalizm girdiği her yerde balonlar yaratır. Bu balonlaşma sadece iktisadi bir vak’a değil, aynı zamanda, bireylerin konumlarıyla ilgili öz algılarına dahi müdahale eden, onu çarpıtan bir işleyişe sahiptir. Ekonomik temeli patlayıp, çökünce, sosyal sonuçlarının, siyaseti etkileyecek sosyal-psikolojik sonuçlarının  olacağı aşikardır. ABD’de, Yunanistan’da, İtalya’da ve başka yerlerde sonuçlar halen dramatik bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Sistem, başlangıçta verdiklerini, misliyle geri almaktadır : “Sana 100 dolar veriyorum, bana 129 dolar geri ödemen gerekiyor”. Borç sarmalı içerisine sokulmuş insanın siyasal ufku daralır. Gericileşir. Çoğu durumda, kendisini egemenlerin elinde bir rehin olarak görür. Kriz patlak verdiğinde, bunların otomatik olarak sola meyledecekleri beklentisinin de, genel olarak, kuruntudan öte bir anlamının olmadığı dünyada yaşanmakta olan vak’alar dolayısıyla gözlemlenebilmektedir. Yani, amiyane tabirle, denize düşen yılana sarılabilmektedir. Bugün halen geniş halk kesimleri tarafından Berlusconi’lerin, Papandreu’ların, Timoşenko’ların, Tayyip’lerin yani müsebbiplerin kurtarıcı olarak görüldüğü ortadadır.

Parasalcı ekonominin bir başka sosyal sonucu,  rant, yağma ve kumarhane ekonomisinin başat hale gelmesi, reel ekonominin, tarım ve sanayinin  gerilemesiyle, kentlere yığılan ve safları giderek artan fazla iş gücü işlevi gören  nüfustur. Bu nüfus içinde faşist diktatörlüğe, ırkçı, gerici diktatörlüklere taban teşkil edecek, kendilerini bekledikleri bir karizmatik liderle özdeşleştimeye hazır “kalabalık” ın oluştuğu açıkça görülmektedir. Rant ve kumarhane ekonomisi hem burjuva sınıf içinde hem de halk sınıfları içinde lumpenleşme eğilimlerini güçlendirmektedir. İşbirlikçi yapısının da katkısıyla burjuvazi  bu eğilime teşnedir. Bununla birlikte, bu lumpenleşme  vak’ası sadece ülkemiz için geçerli değildir. Benzer durumdaki ülkelerde ve hatta  Batı’da da, şu ya bu derecede, canlı bir olgudur.

Yaygın kredi sistemi, bir çok bireyi, kendi işini kurma hayalini gerçekleştirmeye sevk etmiştir. Ülkede esnaflaşma ve esnaf iflası dikkate değer bir olgudur. Esnaflaşma eğilimi, AKP’nin siyasal tabanını konsolide etmektedir. Gelgelelim bu kesim, ekonomik durgunluk ve buna ilaveten büyük sermayenin rekabeti karşısında gayet kırılgandır. Artan iflaslar bunun göstergesidir. Bu kesimler, ekonomik baskılar altında daha otoriter siyasal arayışlar içerisine giriyorlar.

Türkiye’de işçi sınıfı ağırlıklı olarak küçük işletmelerde yoğunlaşmıştır. Sanayinin, KİT’lerin çeşitli şekillerde tasfiyesi, sendikal yapılanmayı sadece nicelik olarak değil, nitelik olarak da zayıflatmış, sendikalarda, emekten yana siyasal programlarla bağlantılandırılmamış ekonomist yaklaşımları konsolide etmiştir. Yedek işçi ordusu saflarının sürekli genişlemesi (Aslında bu global bir sorundur. Emperyalistler üçüncü dünya iş gücünü kendi ülke emekçilerine karşı yedek iş gücü şantajı adına kullanmaktadırlar. Bunu sadece kendi ülkelerindeki göçmen nüfusla değil, Çin, Hindistan, Vietnam, Tayland,Pakistan, Bangladeş, Endonezya gibi ülkelerdeki reel ve yedek iş gücü sayesinde de yapıyorlar.) Taşeron uygulamaları, sosyal güvencesiz çalışmanın yaygınlaşması, siyasal kayırmacılık, yandaşlık, cemaatçilik, şantaj, işini kaybetme korkusu gibi etkenler de ülkemiz işçi sınıfının bütünsel sınıfsal öz algısını çarpıtmıştır. İşçi sınıfı içinde gerici siyasal davranışlar ihmal edilemeyecek bir düzeydedir. Bu arada işbirlikçi sendikacılık da öncelenmemiş ölçüde vak’adır.


SEÇİMLER ÜZERİNE 1

Önce şu tespiti yapalım, bu seçimlere Haziran halk hareketinin yol açmış olduğu siyasal koşullar damgasını vurmuştur. Haziran’da halk AKP rejimine ağır bir darbe vurmuş ama rejimi yıkamamıştır. Bu durum seçim sonuçları üzerinde etkili olmuştur. Siyasette ayaklanmayla ağır yaraladığınız iktidardaki rakibinizi devre dışı bırakamamışsanız, o yaralı haliyle dahi iktidarda size karşı avantajlı konumda olacaktır. Kitleler, kesin sonuç alamamış muhalif ayaklanmacıların yenildiğini düşünüp, yaralı da olsa hala gücü temsil eden  iktidarın arkasında duracaklardır. Siyasal tarih bu saptamayı doğrulayan çok sayıda örnekle doludur. Siyasette yarım kalmış bir hamle o hamleyi yapanlar adına bir bumerang haline dönüşebiliyor. Ancak iktidardakiler için de elde ettikleri zaferin bir “pirus zaferi” olduğunu kavrayamama bizatihi  bir bumerang haline gelebiliyor. Aynı halk tarafından gerçekleştirilen daha büyük ve  yıkıcı bir darbeyle veda edebiliyorlar.  Hem de tam artık rahata erdikleri kuruntusuna kapıldıkları bir zamanda.

Şimdi sosyolojik açıdan sonuçlara bakalım. Seçim sonuçları bir kez daha sosyolojik bir gerçekliğin altını çizmiştir. Kent merkezlerine doğru sol  eğilimli oylar artıyor. Kırlara ve onun kentteki uzantısı olarak da görülebilecek varoşlara gidildikçe sol oylar düşmektedir. Varoşla kır arasında canlı ilişkiler, ya da en azından taze hatıraların olduğu vak’adır.

Nitekim, bu gerçekliği görmüş olan iktidar partisi, seçim sonuçlarının kendi lehine sonuçlanmasına katkı yapacak önlemler almış, yasal değişikliklerle, kırsal kesimlerin de büyük kentler için oy verebileceği düzenlemeler yapmıştır.

Seçim sonuçlarına baktığımızda, sağ partileri, özellikle AKP’yi destekleyen seçmen davranışlarının “dinci” değil ama “gelenekçi” olduğunu gözlemliyoruz. Bu ikisini birbirine karıştırmamak gerekir. Genellikle geleneksel olanı dine indirgemek gibi bir yanlış yapılıyor. Gelenek içinde dinsel referans önemli bir yer tutar. Gelgelelim, dine indirgenemez. Mesela, “başörtüsü” basitçe dinsel değil, geleneksel bir giysidir. Başörtüsü takanların hepsini, dinsel inanışları çok kuvvetli, daha doğrusu dinsel pratikleri düzenli olarak yerine getiren insanlar olarak görmek doğru olmaz. Başörtüsü, gelenek ve modernin kentte karşılaşmasından çıkmıştır. Onun siyasal, ideolojik olarak istismarı ayrı bir konudur.

Mesela daha önceki yıllarda, 50’lerdeki, 60’lardaki, 70’lerdeki kırdan kente göçlerde de kadınların kahir ekseriyetinin başörtüsü kullanmış olduğu vak’adır. O zaman bugünkü “türban” modeli yoktu. Bilinmiyordu, model olarak sunulmamıştı. Ancak baş örtme davranışı o zaman da vardı. O zaman da salt dinsel olmaktan çok geleneksel bir anlamı vardı. Bugünkü durum dünyanın emperyalistler tarafından dinselleştirildiği bir çerçevede ortaya çıkmıştır. Din vurgusunu ağırlıklı hale getirmiş olan emperyalizmin bu ihtiyacıdır.

Geçerken şunu da belirtmem lazım, gelenek kırsal olana, kırsal geçmişe, bir çok vak’ada pre-kapitalist ilişki biçimlerine, arkaik özlemlere gönderme yapan değerleri, davranışları, direnişleri, özcesi, maddi ve manevi kültürel anlamları, anlamlandırmaları, pratikleri içerir.

Gelenek her zaman modern karşısında savunmacıdır. Modernin nimet olarak gördüğü maddi ve teknik olanaklarından yararlanırken, bunu manevi değerlerini koruyarak gerçekleştirmek ister. Öyleyse gelenekçi, çelişkiler içinde yaşayan güvensizlik duygusuyla dolu bir tiptir. Ortasına atılmış olduğu kent hayatında tutunma ihtiyacını şiddetle hisseder. Toplumsal örgütsüzlüğün vak’a olduğu koşullarda bu tutunma ihtiyacı daha yakıcı bir hal alır. Gelgelelim, “gelenek” geçiş sürecindeki ontolojik özne üzerinde ideolojik olarak kurulur. yani “gelenek” somut bir vak’adır ama “gelenekçi” ideolojik bir kurgudur. Bunu aklımızdan çıkarmayalım.

Geçiş sürecindeki kurgulanmış öznenin modern yaşama biçimlerini savunan kentli kitleler karşısında, iletişimsizlik yüzünden yabancılık hissi katmerlenir. Bu kentli kesimlerin gelenekçi taarruza toplumsal olarak tepki verdikleri koşullarda, bu stratejiden nemalanan siyasal partilerin istismarıyla, varoluşsal bir paniğe  kapıldığı görülebilir. Türkiye’de 2007 “bayrak mitingleri” ve 2013 “Gezi ayaklanması” karşısında söz konusu gelenekçi kesimlerde bu yukarıdaki saptamayı teyit eden siyasal davranış biçimlerini tespit etmek olanaklıdır.

“AKP = yoksulların partisi” eşitliği doğru değildir. AKP’yi destekleyen kesimler arasında geniş yoksul kesimler vardır. Tamam. Ancak, AKP’ye muhalefet eden kesimler arasında da yoksul, sürekli olarak yoksullaştığını gören, yoksunlaştığını fark eden geniş bir nüfus vardır. Sonra, yoksulların partisi olmak demek, yoksulların çıkarlarını öne koyan bir program ve politik pratik demektir. Vahşi kapitalizmin bayraktarı olan  AKP’nin böyle bir parti olduğu iddia edilemez. Sosyalist siyaset, illüzyon ve gerçeklik arasındaki farkı ortaya çıkartır. Sosyalist sol siyasetin sorunu, bu kesimleri sınıf siyaseti etrafında birleştirebilecek bir stratejiyi  geliştirememiş olmasıdır. Böylece söz konusu geniş kitlelerin muhafazakar ve sol görünümlü partiler tarafından istismarına mani olamamaktadır. Son araştırmalar, ülkemiz nüfusunun yüzde 65’ten fazlasının ücretli kesimlerden oluştuğunu göstermektedir. Sosyalist siyasetin çıkış noktası burası olmalıdır. Burada sol siyasetin boy atması için büyük bir olanak vardır.

Sol, gelenekçi ve modern değerleri çatıştıran, bu çatıştırmadan beslenen düzen partilerinin tuzağına düşmekten kaçınmalıdır. Sol, emeğin, emekçi sınıfların siyasetidir. Bütün stratejisini bunun üzerine oturtmalıdır. Özgürlükçüdür, ama eşitliğe dayanan, eşitliğe, toplumsal adalete referans veren bir özgürlük anlayışına sahiptir. Bu referansların ancak kamusalcı koşullarda ete kemiğe büründürülebileceğine inanır.

Sol, ideolojik olarak kurulmuş olanı veri alarak değil, gerçeklikten hareket etmelidir. Israrla çatışmanın sınıf mücadelesi, zengin yoksul kavgası olduğunu, bu kavgayı “peçe” ile örtme çabasının, düzenin sahtekârlığı olduğunu anlatmalıdır.

Zaten şunu biliyoruz: Sınıflı toplumların tarihin belli dönemlerinde sınıf mücadelelerinin geleneksel, dinsel ya da genel bir ifadeyle, kültürel görünümler altında dışa vurulduğunu görürüz. Ancak bu görünümlerin altına inildiğinde, ekonomi-politik gerçeklik bütün çıplaklığıyla tespit edilir. Bugün Türkiye’de de kültürel görünüme sahip toplumsal-siyasal yarılmanın,  esasen derin ve geniş maddi toplumsal eşitsizliğin manipüle edilmiş bir ifadesi olduğunu ihmal etmeyeceğiz.

Ezilen halk sınıfları, çoğu durumda, bu hallerini asıl nedenlerini hedefleyecek şekilde protesto edecekleri bilinç düzeyinde bulunmazlar. Bu düzeye erişmelerine yardımcı olacak sınıfsal ekonomik ve politik kanallardan, araçlardan mahrum olabilirler.  Sonra, tarihsel devirler içinde  toplumsal sınıfların, hatta maddi üretim ilişkilerinde tuttukları nesnel konum itibarıyla, en ilerici siyasal misyon yüklenmesi beklenenlerin dahi, gerici konumlara savrulabildiklerini görebiliyoruz.  Bunun ayrımsız, gelişmiş, gelişmekte olan kapitalist ülkelerde tarihsel vak’adan olduğunu biliyoruz.

Devrimci sol strateji, tek tek toplumsal sorun alanlarına,” mikro” çatışma alanlarına ve bu “mikro” çatışmaların öznel taşıyıcılarına referans veren varsayımsal, eklektik çoğul mücadeleler alanında konumlanamaz.  Bu esasen “post-marksist”, post-modern burjuva siyasetinin yaklaşımıdır. Kapitalizmin artık zafere ulaşmış olduğundan hareketle, sosyalizm mücadelesi yerine “muzaffer kapitalizm” in aksaklıklarının giderilmesini amaçlayan muhalif hareketlere yönelinmesi talep edilir. Elbette devrimci solcular bu farklı çatışma alanlarına kayıtsız kalmazlar, fakat bu çatışmalar modern kapitalist toplumdan kaynaklanır. Öyleyse, sosyalist devrimci hareket stratejisinin ana eksenini onlar üzerinde kuramaz. Doğrudan kapitalizmi hedefine oturtur.  Bu çerçevede, “saygı” talebini öne çıkarmak da yersizdir. Proleter devrimci söylemi, “ilerici”, “en modern” metaların pazarlandığı süper market algısından kurtarmak gerekir.

Bütün bu ayyuka çıkmış hırsızlıklara, rezilliklere rağmen AKP neden hâlâ baş siyasal oyuncudur? Bu durumu sadece muhalefetin performansıyla izah etmek yeterli olmaz. Yine gelenekçi AKP seçmen tabanına bakmak lazım. Gelenekçi tanım itibarıyla anakronik bir tiptir. Kaçınılmaz olarak romantiktir.  Gerçeklik dünyasından kopuk, dahası ona inanmak istemeyen, hayali, kayıp, bir daha yaşanması olanaklı olmayan  bir dünyanın özlemi içindedir. Yani günlük hayatında her gün yalanı, iki yüzlülüğü yeniden üretir. İki yüzlülük hayata tutunması, vicdanını yatıştırması bakımından elzemdir.  Bu sosyal psikoloji her yerden adeta fışkıran modernin ortasında anlamlandırma sorunları, anlam boşluklarıyla kırılganlaşır. “Tayyip” figürü onun hayatındaki anlam boşluğunu dolduruyor. Ağır güvensizlik ortamında, bir tür öz güven aracı oluyor.

Bu noktada, elitizm, “inanca saygısızlık” argümanı da boşa düşer. Bu memlekette hiç bir başbakan, milyonlarca insanı hedef alarak “ayakların baş olduğu nerede görülmüş” dememiştir. Hiç bir bakan doğrudan dine, inanca  küfür etmemiştir. Buna karşın bu siyasal tipler çok ağırlıklı olarak o gelenekçi kesimlerden, önceden olduğu gibi,  oy alabiliyorlarsa, bu argümanların sözcüleri bu hali izah etmekle yükümlüdürler.

Tapelerin, videoların uçuştuğu günlerde, kapıcımız bana soruyor: “Ağabey sen de bütün bu yalanlara inanmıyorsun değil mi? ” Bu vak’a da kapıcı şaşkın, hatta şoka uğramış ama kabul etmiyor. İnanmayarak hayal kırıklığından sıyrılmaya çalışıyor. Nazi filozofu Heiddeger’in savunmasını hatırlayınız. “Yahudilere yapılanları duyuyorduk ama inanmıyorduk.” Yani inanmak istemiyorduk demeye getiriyor. Tabii yalan söylüyor. Çünkü olup biten herkesin gözlerinin önünde cereyan ediyordu. O, kendisine tatmin duygusu veren yalan üzerine kurulu, hayali  dünyasını ayakta tutmak için olup biten rezillikleri görmek istemiyordu. Olmuyorlarmış gibi davranıyordu.

Bu işin bir boyutu. Bir başka boyutu da şudur: Bakıyoruz, Fransa’da sol önemli bir yenilgi aldı. Irkçılar güçlendi. İtalya’da Berlusconi, (sanıyorum Mayıs ayında)yapılacak seçimlere katılırsa, kazanması  en şanslı aday olarak gösteriliyor. Yani, bütün hırsızlıklarına, arsızlıklarına rağmen. Yunanistan’da ülkeyi ekonomik ve sosyal çok ağır bir bunalıma sürükleyen partiler ve liderler halen Yunan siyasetini belirliyorlar. Halen umut olabiliyorlar. Ukrayna’da hırsızlıkları yüzünden yargılanıp, hapse mahkum olmuş eski başbakan Timoşenko, hapisten çıkartılıp tekrar ülkeyi yönetmesi isteniyor.

Yani bu bakımdan sorun sadece Türkiye seçmeninde değil. Mesele, genel olarak solun yediği tarihsel darbeden, global karşı devrimci saldırıdan sonra toparlanmakta zorlanmakta olmasıdır. Neo-liberal ekonomi-politik bu toparlanmayı güçleştirmiştir. Sol siyasetin taşıyıcı sınıfsal öznelerini, örgütlerini önemli ölçüde tasfiye ve izole etmiştir.
Burjuva siyaseti sürekli patinaj halindedir. Hem dış hem de iç politikada. Bu yüzden seçim sonuçları birbirlerinin tekrarı olmakta, hep aynı düzen oyuncularının, birbirlerinden farkı olmayan politik vaatleri arasında debelenip durmaktadır. Dar alanda top çevirmektedirler. Bu koşullarda, toplumsal sorunlar, safları sürekli kalabalıklaşan emekçilerin  sorunları ertelenerek ağırlaştırılmaktadır.
Türkiye’de de durum farklı değildir. CHP, AKP’den değişik bir şey mi söylüyor? Yolsuzluk, dürüstlük üzerinden siyaset yapmak, artık son 30 yılda ahlak anlayışları yalama olmuş, yaşanan şartlarda yolsuzluğu, kim iktidara gelirse gelsin, kaçınılmaz bir olgu olarak görmeye başlamış  kitleler nazarında (bu global bir vak’a olarak görülmelidir), üstelik bu yolsuzluk eleştirileri kendi sicilleri  pek parlak olmayan politik figürler tarafından da yapılıyorsa, pek bir etkisi olmuyor.
Halk sınıflarına onların toplumsal sorunlarını çözecek bir siyasal program sunulamıyor. Kültürel vurgular öne çıkınca, kültürel kitlesel tepkiler de otomatik olarak devreye giriyor. Ufku ağır yaşam koşulları altında iyice daralmakta olan halk kitleleri kültürel günah keçileri arayıp bulmaya teşne oluyor.
Sosyalist solun özellikle son otuz küsur yılda oluşmuş toplumsal-siyasal cepheleşmenin koordinatlarını tek başına belirleme olanağı yoktu. Böyle bir belirlemede, sol adına başka bir çok oyuncunun, özellikle de resmi ya da rejim açısından steril görülen anlayışların çok daha etkili olduğu kabul edilmelidir.Sonra AKP, on yıllardan beri oluşturulan hazır olarak bulduğu bir sosyolojik gerçekliğin talebi üzerine zuhur etmiş, o gerçekliğe “cuk” diye oturmuş, onu siyasal timarı haline getirmiştir.Sosyalist sol seçimlere, 2007’deki cumhuriyet mitinglerinden itibaren derinleşen, anlamsal olarak belirlenimi kendisini aşan verili cepheleşme ortamında girmiştir. 
Bugün Türkiye’de düzenin sağı ve soluyla hiç bir siyasal parti halk sınıfları nezdinde geleceği olan siyasal bir yatırım anlamına gelen bir başarı elde edememiştir. Hepsinin derdi günü kurtarmaktır. Hiç birisinin bir programatik başarısı yoktur. İçeride yağmanın paylaşılması, dışarıda emperyalizmin savaş arabasına koşulmak için yarışmaktadırlar.

 

Tweetle

“Suriye krizi” üzerine düşünceler 2

Israr ediyorum, ABD bir işgale kalkışamaz. Bu iddia kuru sıkı bir iyimserlikten kaynaklanmıyor. Obama yönetiminin Romney’nin muhalefetinden ürktüğü için Suriye’yi doğrudan işgale kalkışması fikri had safhada naiftir. Kaldı ki, Romney’in Obama karşısında bir şansı yoktur. ABD ne olursa olsun doğrudan ateşin içine atlamak istemeyecektir. Türkiye üzerinden Suriye, “ya tutarsa” hesabıyla sıkıştırılmaya devam eder. Daha doğrusu Türkiye’nin kontrollü şekilde ittirilmesi, emperyalistlerin dayattıkları çözüm bakımından bir koz (ya da “sopa”) olarak görülmektedir. Ancak bu kozla yapılabilecek hamleler hayli sınırlıdır.

ABD’nin Suriye’nin etrafında koz olarak kullanabileceği iki araç vardır: Türkiye ve K.Irak. İkinci araç dolayısıyla öncelikle Suriye’deki Kürt muhalefeti Esad’a karşı savaşmak için ikna edilmeye çalışılır. Ancak böyle bir iknanın PKK’yı da içine alan boyutları vardır. Diyelim PKK da razı edildi. Gelgelelim, böyle bir gelişme genel olarak bütün bir Kürt hareketinin bölgedeki meşruiyetine ağır bir darbe vurur. Dahası orta vadede bölge Kürtlerini tam bir cendere içerisine sokar. Kürt liderliğinin böyle bir kısa görüşlülüğe teslim olmaması beklenir.

Gelelim, büyük global oyunculara. Çin, Rusya’yı izler. Çin’in kendi başına bir süper güç haline gelmesi -en azından önümüzdeki bir kaç on yılda- çok zor. Hatta belki ondan sonrası için de zordur. Çin’in bir başına böyle bir misyon yüklenmesini destekleyecek tarihsel bir arka planı ve deneyimi yoktur. Çin reel bir ekonomi üzerinde görece sağlam duruyor. Yalnız bu sürekli büyümek zorunda olan reel ekonominin çarklarını döndürecek enerji kaynakları yok. Çin şu da bu şekilde, özellikle de Hindistan pazarı aracılığıyla talep sorununu aşabilir. Ama enerji önemli bir sorundur.

Rusya’nın reel ekonomisi zayıf; fakat Çin’in çarklarını döndürmeye yetecek kadar enerji kaynakları, maden ve mineralleri var. Bu ülkenin güvenliği bakımdan caydırıcı bir askeri gücü var. Aslında 1920’lerden 70’lere kadar modern Çin tarihinin en önemli ekonomi politik referans ve dayanaklarından bir tanesi Rusya olmuştur. Modern Çin’in yükselmesinde önce pozitif ve 70’lerin ilk yıllarından itibaren negatif olmak üzere, en kayda değer dış dinamik Rusya’dır. Çin, Asya’da bu konjonktürde siyasal olarak Rusya’dan kopamaz. Üstelik de, hemen çevresinde bulunanları henüz ihtilaflı olmak üzere, denizlerde bu kadar zayıfken. Her iki ülkenin Asya’da ortak çıkarları var. Artık ideolojik ayrılıklar da söz konusu değildir.

ÇKP, giderek Çin’i emperyalist bir güç haline getirmektedir. ÇKP’nin yeniden sosyalizme yönelmesini beklemek doğru olmaz. (“Sosyal emperyalizm” diye diye emperyalistleşmek böyle oluyor). Çin’de sosyalist tekrar ancak hakim ÇKP çizgisi ve hakim ÇKP kadrolarının dışındaki güçler tarafından gerçekleştirilebilir. Bu güçler de Çin’de mevcuttur.

Bundan başka, SSCB’nin emperyalizm karşısında gerilemesinde, Mussadık’a karşı yapılan CIA darbesini önleyememiş ya da seyretmekle yetinmiş olmasının anlamlı bir rolü olduğuna her zaman inandım. Bu emperyalist testin kaybedilmesinde, SSCB’nin savaş sonrası ülkesinin etrafındaki siyasal hayat alanını esas olarak D.Avrupa ile sınırlamış olmasının payı vardı. İran’ın kaybedilmesi, Mısır’ın, daha ilerde, Afganistan’ın da kaybedilmesinde etken oldu. Kürt sorununun emperyalistlerin elinde bir koz haline gelmesi gibi bir sonuç da doğurdu. İsrail’in konumunu konsolide etmesini sağladı. Rusya’nın bir kez daha bu tarihsel hatayı yapması beklenebilir mi?

Dünya devrimi hayalinin çökmesiyle, Lenin zamanındaki (iç savaş sonrası) emperyalizmle denge halini, Stalin’in “tek ülkede sosyalizm” hamlesi emperyalizm aleyhine bozmuştu. SSCB asıl bu hamleden sonra ortaya çıkmıştır. Hitler’i de bu sayede geriletebilmiştir. Rusya’nın bir kere daha dışa doğru emperyal bir devlet haline gelebilmesi için içe doğru, Rusya’da ve eski Sovyet coğrafyasında, tarihsel olarak, kitleselmiş olması anlamında, çok güçlü bir entelektüel temeli olan Batı emperyalizmi karşıtı bir siyasal şuuru hareket geçirmesi gerekiyor. Stalin bunu başarmıştı. Açık konuşacak olursak, Hitler’i “klasik” enternasyonalizmden çok, bu şuurla alt edebilmişti.





My Great Web page




“Yeni” anayasa, Kürt sorunu ve AKP

Galeri

İşbirlikçi tekelci-burjuvazi hayli uzun bir zamandan beri siyasal rejimin aksaklıklarından parlamenter rejimi sorumlu tutmakta, “başkanlık” sistemini arzuladığını sıklıkla dile getirmektedir. Bu açıkça yürütmenin hakim olduğu, diğer rejim dinamiklerinin yürütmeye tabi olduğu bir sistem talebidir. Düzenin sağı, bir yandan Cumhuriyet’in erken … Okumaya devam et

2009 Referandumu üzerine düşünceler *

Galeri

Emin Çölaşan’ın evetçilerin kazanmasıyla ilgili tespitleri isabetli değil. Bir kere, referandumun sonucu üzerinde “12 Eylül 1980” edebiyatının etkili olduğunu hiç sanmıyorum. Çünkü bu %58’in 12 Eylül 1980’le bir sorunu olmamıştır. Tersine, onu desteklemiş olan kitleler ağırlıklı olarak bu %58’in içindedir. Asıl %42’in içinde … Okumaya devam et