SEÇİMLER ÜZERİNE 2

Seçim sonuçlarının analiz edenlerin dikkat çektikleri bir konu da, halk kitlelerinin neo-liberal parasalcı ekonomik politikaların gereği olarak borç, kredi, taksit sarmalı içine sokulmuş olduğu gerçeğidir. Parasalcı ekonominin motoru borçlandırmadır. Özellikle son otuz küsur yılda, global ölçekte, sıcak para akışındaki artış hemen hemen yüzde 25 düzeyindedir. Global GSMH içinde finansal varlıkların payı dört misli artmıştır. Global ölçekte, finansal varlıkların değeri 1980’de 10-12 trilyon civarındayken, 2008’de patlayan kriz öncesinde, bu varlıkların değeri 200 trilyon dolara yaklaşmıştır. Bu finansal sermayenin borç, kredi vererek beslendiği malumdur. Artık iktisadi durumun analizinde kullanılan  kriterler içinde  “fert başına borçluluk” ölçütü,  “fert başına gelir” ölçütüne nazaran daha büyük bir önem kazanmıştır. Nitekim, ABD’de kriz patlak verdiğinde, ülke fertlerinin her 100 dolarlık gelire karşılık 129 dolar borçları olduğu tespit edilmişti.

Türkiye’de de durum farklı değildir. Bu vak’a bireylerin siyasal davranışları üzerinde etkili olmaktadır. Borç sarmalındaki bireyin istikrar arayacağı aşikardır. Ancak bu iktisadi koşulların sürdürülmesi, tıpkı ABD’de, Yunanistan’da ve başka yerlerde olduğu gibi, mümkün değildir. Krediler, verilmiş borçlar geri dönmezse, ödenmezse, sistemin işlemesi mümkün olamaz. Yakın bir zamanda, en çok kredi dağıtılmış alanların başında gelen konut sektöründen başlayacak bir krizin ortaya çıkacağı tahmin ediliyor.

Kredi, taksit sistemi, dar gelirli yurttaşları istikrar arayışı içine sokarken , bununla bağlantılı olarak onların kendileriyle ilgili sınıfsal öz algılarını da manipüle ediyor. Bu bakımdan maddi olanaklara kavuşmak, yaşam kalitelerini arttırmak  anlamında modernleşmek arzusundaki gelenekçi halk kesimleri arasında yanlış bir  “orta sınıf” bilinci oluşuyor. Cüzdanında üç beş adet kredi kartı bulunan kişi, kendisini orta gelir grubuna dahil olarak tahayyül edebiliyor. Böylece düzene bağlanma ihtiyacı duyuyor. Elimde bilimsel araştırma sonuçları bulunmuyor, ancak sokakta yaptığım gözlemler, bu “orta sınıflaşma” kuruntusunun en az kentli modern halk kesimleri kadar, geleneksel halk sınıfları arasında da yaygın olduğunu gösteriyor. Söz konusu kesimlerin tüketim davranışları, modern kesimlerin benzer davranışlarını model almaktadır.

Parasalcı kapitalizm girdiği her yerde balonlar yaratır. Bu balonlaşma sadece iktisadi bir vak’a değil, aynı zamanda, bireylerin konumlarıyla ilgili öz algılarına dahi müdahale eden, onu çarpıtan bir işleyişe sahiptir. Ekonomik temeli patlayıp, çökünce, sosyal sonuçlarının, siyaseti etkileyecek sosyal-psikolojik sonuçlarının  olacağı aşikardır. ABD’de, Yunanistan’da, İtalya’da ve başka yerlerde sonuçlar halen dramatik bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Sistem, başlangıçta verdiklerini, misliyle geri almaktadır : “Sana 100 dolar veriyorum, bana 129 dolar geri ödemen gerekiyor”. Borç sarmalı içerisine sokulmuş insanın siyasal ufku daralır. Gericileşir. Çoğu durumda, kendisini egemenlerin elinde bir rehin olarak görür. Kriz patlak verdiğinde, bunların otomatik olarak sola meyledecekleri beklentisinin de, genel olarak, kuruntudan öte bir anlamının olmadığı dünyada yaşanmakta olan vak’alar dolayısıyla gözlemlenebilmektedir. Yani, amiyane tabirle, denize düşen yılana sarılabilmektedir. Bugün halen geniş halk kesimleri tarafından Berlusconi’lerin, Papandreu’ların, Timoşenko’ların, Tayyip’lerin yani müsebbiplerin kurtarıcı olarak görüldüğü ortadadır.

Parasalcı ekonominin bir başka sosyal sonucu,  rant, yağma ve kumarhane ekonomisinin başat hale gelmesi, reel ekonominin, tarım ve sanayinin  gerilemesiyle, kentlere yığılan ve safları giderek artan fazla iş gücü işlevi gören  nüfustur. Bu nüfus içinde faşist diktatörlüğe, ırkçı, gerici diktatörlüklere taban teşkil edecek, kendilerini bekledikleri bir karizmatik liderle özdeşleştimeye hazır “kalabalık” ın oluştuğu açıkça görülmektedir. Rant ve kumarhane ekonomisi hem burjuva sınıf içinde hem de halk sınıfları içinde lumpenleşme eğilimlerini güçlendirmektedir. İşbirlikçi yapısının da katkısıyla burjuvazi  bu eğilime teşnedir. Bununla birlikte, bu lumpenleşme  vak’ası sadece ülkemiz için geçerli değildir. Benzer durumdaki ülkelerde ve hatta  Batı’da da, şu ya bu derecede, canlı bir olgudur.

Yaygın kredi sistemi, bir çok bireyi, kendi işini kurma hayalini gerçekleştirmeye sevk etmiştir. Ülkede esnaflaşma ve esnaf iflası dikkate değer bir olgudur. Esnaflaşma eğilimi, AKP’nin siyasal tabanını konsolide etmektedir. Gelgelelim bu kesim, ekonomik durgunluk ve buna ilaveten büyük sermayenin rekabeti karşısında gayet kırılgandır. Artan iflaslar bunun göstergesidir. Bu kesimler, ekonomik baskılar altında daha otoriter siyasal arayışlar içerisine giriyorlar.

Türkiye’de işçi sınıfı ağırlıklı olarak küçük işletmelerde yoğunlaşmıştır. Sanayinin, KİT’lerin çeşitli şekillerde tasfiyesi, sendikal yapılanmayı sadece nicelik olarak değil, nitelik olarak da zayıflatmış, sendikalarda, emekten yana siyasal programlarla bağlantılandırılmamış ekonomist yaklaşımları konsolide etmiştir. Yedek işçi ordusu saflarının sürekli genişlemesi (Aslında bu global bir sorundur. Emperyalistler üçüncü dünya iş gücünü kendi ülke emekçilerine karşı yedek iş gücü şantajı adına kullanmaktadırlar. Bunu sadece kendi ülkelerindeki göçmen nüfusla değil, Çin, Hindistan, Vietnam, Tayland,Pakistan, Bangladeş, Endonezya gibi ülkelerdeki reel ve yedek iş gücü sayesinde de yapıyorlar.) Taşeron uygulamaları, sosyal güvencesiz çalışmanın yaygınlaşması, siyasal kayırmacılık, yandaşlık, cemaatçilik, şantaj, işini kaybetme korkusu gibi etkenler de ülkemiz işçi sınıfının bütünsel sınıfsal öz algısını çarpıtmıştır. İşçi sınıfı içinde gerici siyasal davranışlar ihmal edilemeyecek bir düzeydedir. Bu arada işbirlikçi sendikacılık da öncelenmemiş ölçüde vak’adır.


SEÇİMLER ÜZERİNE 1

Önce şu tespiti yapalım, bu seçimlere Haziran halk hareketinin yol açmış olduğu siyasal koşullar damgasını vurmuştur. Haziran’da halk AKP rejimine ağır bir darbe vurmuş ama rejimi yıkamamıştır. Bu durum seçim sonuçları üzerinde etkili olmuştur. Siyasette ayaklanmayla ağır yaraladığınız iktidardaki rakibinizi devre dışı bırakamamışsanız, o yaralı haliyle dahi iktidarda size karşı avantajlı konumda olacaktır. Kitleler, kesin sonuç alamamış muhalif ayaklanmacıların yenildiğini düşünüp, yaralı da olsa hala gücü temsil eden  iktidarın arkasında duracaklardır. Siyasal tarih bu saptamayı doğrulayan çok sayıda örnekle doludur. Siyasette yarım kalmış bir hamle o hamleyi yapanlar adına bir bumerang haline dönüşebiliyor. Ancak iktidardakiler için de elde ettikleri zaferin bir “pirus zaferi” olduğunu kavrayamama bizatihi  bir bumerang haline gelebiliyor. Aynı halk tarafından gerçekleştirilen daha büyük ve  yıkıcı bir darbeyle veda edebiliyorlar.  Hem de tam artık rahata erdikleri kuruntusuna kapıldıkları bir zamanda.

Şimdi sosyolojik açıdan sonuçlara bakalım. Seçim sonuçları bir kez daha sosyolojik bir gerçekliğin altını çizmiştir. Kent merkezlerine doğru sol  eğilimli oylar artıyor. Kırlara ve onun kentteki uzantısı olarak da görülebilecek varoşlara gidildikçe sol oylar düşmektedir. Varoşla kır arasında canlı ilişkiler, ya da en azından taze hatıraların olduğu vak’adır.

Nitekim, bu gerçekliği görmüş olan iktidar partisi, seçim sonuçlarının kendi lehine sonuçlanmasına katkı yapacak önlemler almış, yasal değişikliklerle, kırsal kesimlerin de büyük kentler için oy verebileceği düzenlemeler yapmıştır.

Seçim sonuçlarına baktığımızda, sağ partileri, özellikle AKP’yi destekleyen seçmen davranışlarının “dinci” değil ama “gelenekçi” olduğunu gözlemliyoruz. Bu ikisini birbirine karıştırmamak gerekir. Genellikle geleneksel olanı dine indirgemek gibi bir yanlış yapılıyor. Gelenek içinde dinsel referans önemli bir yer tutar. Gelgelelim, dine indirgenemez. Mesela, “başörtüsü” basitçe dinsel değil, geleneksel bir giysidir. Başörtüsü takanların hepsini, dinsel inanışları çok kuvvetli, daha doğrusu dinsel pratikleri düzenli olarak yerine getiren insanlar olarak görmek doğru olmaz. Başörtüsü, gelenek ve modernin kentte karşılaşmasından çıkmıştır. Onun siyasal, ideolojik olarak istismarı ayrı bir konudur.

Mesela daha önceki yıllarda, 50’lerdeki, 60’lardaki, 70’lerdeki kırdan kente göçlerde de kadınların kahir ekseriyetinin başörtüsü kullanmış olduğu vak’adır. O zaman bugünkü “türban” modeli yoktu. Bilinmiyordu, model olarak sunulmamıştı. Ancak baş örtme davranışı o zaman da vardı. O zaman da salt dinsel olmaktan çok geleneksel bir anlamı vardı. Bugünkü durum dünyanın emperyalistler tarafından dinselleştirildiği bir çerçevede ortaya çıkmıştır. Din vurgusunu ağırlıklı hale getirmiş olan emperyalizmin bu ihtiyacıdır.

Geçerken şunu da belirtmem lazım, gelenek kırsal olana, kırsal geçmişe, bir çok vak’ada pre-kapitalist ilişki biçimlerine, arkaik özlemlere gönderme yapan değerleri, davranışları, direnişleri, özcesi, maddi ve manevi kültürel anlamları, anlamlandırmaları, pratikleri içerir.

Gelenek her zaman modern karşısında savunmacıdır. Modernin nimet olarak gördüğü maddi ve teknik olanaklarından yararlanırken, bunu manevi değerlerini koruyarak gerçekleştirmek ister. Öyleyse gelenekçi, çelişkiler içinde yaşayan güvensizlik duygusuyla dolu bir tiptir. Ortasına atılmış olduğu kent hayatında tutunma ihtiyacını şiddetle hisseder. Toplumsal örgütsüzlüğün vak’a olduğu koşullarda bu tutunma ihtiyacı daha yakıcı bir hal alır. Gelgelelim, “gelenek” geçiş sürecindeki ontolojik özne üzerinde ideolojik olarak kurulur. yani “gelenek” somut bir vak’adır ama “gelenekçi” ideolojik bir kurgudur. Bunu aklımızdan çıkarmayalım.

Geçiş sürecindeki kurgulanmış öznenin modern yaşama biçimlerini savunan kentli kitleler karşısında, iletişimsizlik yüzünden yabancılık hissi katmerlenir. Bu kentli kesimlerin gelenekçi taarruza toplumsal olarak tepki verdikleri koşullarda, bu stratejiden nemalanan siyasal partilerin istismarıyla, varoluşsal bir paniğe  kapıldığı görülebilir. Türkiye’de 2007 “bayrak mitingleri” ve 2013 “Gezi ayaklanması” karşısında söz konusu gelenekçi kesimlerde bu yukarıdaki saptamayı teyit eden siyasal davranış biçimlerini tespit etmek olanaklıdır.

“AKP = yoksulların partisi” eşitliği doğru değildir. AKP’yi destekleyen kesimler arasında geniş yoksul kesimler vardır. Tamam. Ancak, AKP’ye muhalefet eden kesimler arasında da yoksul, sürekli olarak yoksullaştığını gören, yoksunlaştığını fark eden geniş bir nüfus vardır. Sonra, yoksulların partisi olmak demek, yoksulların çıkarlarını öne koyan bir program ve politik pratik demektir. Vahşi kapitalizmin bayraktarı olan  AKP’nin böyle bir parti olduğu iddia edilemez. Sosyalist siyaset, illüzyon ve gerçeklik arasındaki farkı ortaya çıkartır. Sosyalist sol siyasetin sorunu, bu kesimleri sınıf siyaseti etrafında birleştirebilecek bir stratejiyi  geliştirememiş olmasıdır. Böylece söz konusu geniş kitlelerin muhafazakar ve sol görünümlü partiler tarafından istismarına mani olamamaktadır. Son araştırmalar, ülkemiz nüfusunun yüzde 65’ten fazlasının ücretli kesimlerden oluştuğunu göstermektedir. Sosyalist siyasetin çıkış noktası burası olmalıdır. Burada sol siyasetin boy atması için büyük bir olanak vardır.

Sol, gelenekçi ve modern değerleri çatıştıran, bu çatıştırmadan beslenen düzen partilerinin tuzağına düşmekten kaçınmalıdır. Sol, emeğin, emekçi sınıfların siyasetidir. Bütün stratejisini bunun üzerine oturtmalıdır. Özgürlükçüdür, ama eşitliğe dayanan, eşitliğe, toplumsal adalete referans veren bir özgürlük anlayışına sahiptir. Bu referansların ancak kamusalcı koşullarda ete kemiğe büründürülebileceğine inanır.

Sol, ideolojik olarak kurulmuş olanı veri alarak değil, gerçeklikten hareket etmelidir. Israrla çatışmanın sınıf mücadelesi, zengin yoksul kavgası olduğunu, bu kavgayı “peçe” ile örtme çabasının, düzenin sahtekârlığı olduğunu anlatmalıdır.

Zaten şunu biliyoruz: Sınıflı toplumların tarihin belli dönemlerinde sınıf mücadelelerinin geleneksel, dinsel ya da genel bir ifadeyle, kültürel görünümler altında dışa vurulduğunu görürüz. Ancak bu görünümlerin altına inildiğinde, ekonomi-politik gerçeklik bütün çıplaklığıyla tespit edilir. Bugün Türkiye’de de kültürel görünüme sahip toplumsal-siyasal yarılmanın,  esasen derin ve geniş maddi toplumsal eşitsizliğin manipüle edilmiş bir ifadesi olduğunu ihmal etmeyeceğiz.

Ezilen halk sınıfları, çoğu durumda, bu hallerini asıl nedenlerini hedefleyecek şekilde protesto edecekleri bilinç düzeyinde bulunmazlar. Bu düzeye erişmelerine yardımcı olacak sınıfsal ekonomik ve politik kanallardan, araçlardan mahrum olabilirler.  Sonra, tarihsel devirler içinde  toplumsal sınıfların, hatta maddi üretim ilişkilerinde tuttukları nesnel konum itibarıyla, en ilerici siyasal misyon yüklenmesi beklenenlerin dahi, gerici konumlara savrulabildiklerini görebiliyoruz.  Bunun ayrımsız, gelişmiş, gelişmekte olan kapitalist ülkelerde tarihsel vak’adan olduğunu biliyoruz.

Devrimci sol strateji, tek tek toplumsal sorun alanlarına,” mikro” çatışma alanlarına ve bu “mikro” çatışmaların öznel taşıyıcılarına referans veren varsayımsal, eklektik çoğul mücadeleler alanında konumlanamaz.  Bu esasen “post-marksist”, post-modern burjuva siyasetinin yaklaşımıdır. Kapitalizmin artık zafere ulaşmış olduğundan hareketle, sosyalizm mücadelesi yerine “muzaffer kapitalizm” in aksaklıklarının giderilmesini amaçlayan muhalif hareketlere yönelinmesi talep edilir. Elbette devrimci solcular bu farklı çatışma alanlarına kayıtsız kalmazlar, fakat bu çatışmalar modern kapitalist toplumdan kaynaklanır. Öyleyse, sosyalist devrimci hareket stratejisinin ana eksenini onlar üzerinde kuramaz. Doğrudan kapitalizmi hedefine oturtur.  Bu çerçevede, “saygı” talebini öne çıkarmak da yersizdir. Proleter devrimci söylemi, “ilerici”, “en modern” metaların pazarlandığı süper market algısından kurtarmak gerekir.

Bütün bu ayyuka çıkmış hırsızlıklara, rezilliklere rağmen AKP neden hâlâ baş siyasal oyuncudur? Bu durumu sadece muhalefetin performansıyla izah etmek yeterli olmaz. Yine gelenekçi AKP seçmen tabanına bakmak lazım. Gelenekçi tanım itibarıyla anakronik bir tiptir. Kaçınılmaz olarak romantiktir.  Gerçeklik dünyasından kopuk, dahası ona inanmak istemeyen, hayali, kayıp, bir daha yaşanması olanaklı olmayan  bir dünyanın özlemi içindedir. Yani günlük hayatında her gün yalanı, iki yüzlülüğü yeniden üretir. İki yüzlülük hayata tutunması, vicdanını yatıştırması bakımından elzemdir.  Bu sosyal psikoloji her yerden adeta fışkıran modernin ortasında anlamlandırma sorunları, anlam boşluklarıyla kırılganlaşır. “Tayyip” figürü onun hayatındaki anlam boşluğunu dolduruyor. Ağır güvensizlik ortamında, bir tür öz güven aracı oluyor.

Bu noktada, elitizm, “inanca saygısızlık” argümanı da boşa düşer. Bu memlekette hiç bir başbakan, milyonlarca insanı hedef alarak “ayakların baş olduğu nerede görülmüş” dememiştir. Hiç bir bakan doğrudan dine, inanca  küfür etmemiştir. Buna karşın bu siyasal tipler çok ağırlıklı olarak o gelenekçi kesimlerden, önceden olduğu gibi,  oy alabiliyorlarsa, bu argümanların sözcüleri bu hali izah etmekle yükümlüdürler.

Tapelerin, videoların uçuştuğu günlerde, kapıcımız bana soruyor: “Ağabey sen de bütün bu yalanlara inanmıyorsun değil mi? ” Bu vak’a da kapıcı şaşkın, hatta şoka uğramış ama kabul etmiyor. İnanmayarak hayal kırıklığından sıyrılmaya çalışıyor. Nazi filozofu Heiddeger’in savunmasını hatırlayınız. “Yahudilere yapılanları duyuyorduk ama inanmıyorduk.” Yani inanmak istemiyorduk demeye getiriyor. Tabii yalan söylüyor. Çünkü olup biten herkesin gözlerinin önünde cereyan ediyordu. O, kendisine tatmin duygusu veren yalan üzerine kurulu, hayali  dünyasını ayakta tutmak için olup biten rezillikleri görmek istemiyordu. Olmuyorlarmış gibi davranıyordu.

Bu işin bir boyutu. Bir başka boyutu da şudur: Bakıyoruz, Fransa’da sol önemli bir yenilgi aldı. Irkçılar güçlendi. İtalya’da Berlusconi, (sanıyorum Mayıs ayında)yapılacak seçimlere katılırsa, kazanması  en şanslı aday olarak gösteriliyor. Yani, bütün hırsızlıklarına, arsızlıklarına rağmen. Yunanistan’da ülkeyi ekonomik ve sosyal çok ağır bir bunalıma sürükleyen partiler ve liderler halen Yunan siyasetini belirliyorlar. Halen umut olabiliyorlar. Ukrayna’da hırsızlıkları yüzünden yargılanıp, hapse mahkum olmuş eski başbakan Timoşenko, hapisten çıkartılıp tekrar ülkeyi yönetmesi isteniyor.

Yani bu bakımdan sorun sadece Türkiye seçmeninde değil. Mesele, genel olarak solun yediği tarihsel darbeden, global karşı devrimci saldırıdan sonra toparlanmakta zorlanmakta olmasıdır. Neo-liberal ekonomi-politik bu toparlanmayı güçleştirmiştir. Sol siyasetin taşıyıcı sınıfsal öznelerini, örgütlerini önemli ölçüde tasfiye ve izole etmiştir.
Burjuva siyaseti sürekli patinaj halindedir. Hem dış hem de iç politikada. Bu yüzden seçim sonuçları birbirlerinin tekrarı olmakta, hep aynı düzen oyuncularının, birbirlerinden farkı olmayan politik vaatleri arasında debelenip durmaktadır. Dar alanda top çevirmektedirler. Bu koşullarda, toplumsal sorunlar, safları sürekli kalabalıklaşan emekçilerin  sorunları ertelenerek ağırlaştırılmaktadır.
Türkiye’de de durum farklı değildir. CHP, AKP’den değişik bir şey mi söylüyor? Yolsuzluk, dürüstlük üzerinden siyaset yapmak, artık son 30 yılda ahlak anlayışları yalama olmuş, yaşanan şartlarda yolsuzluğu, kim iktidara gelirse gelsin, kaçınılmaz bir olgu olarak görmeye başlamış  kitleler nazarında (bu global bir vak’a olarak görülmelidir), üstelik bu yolsuzluk eleştirileri kendi sicilleri  pek parlak olmayan politik figürler tarafından da yapılıyorsa, pek bir etkisi olmuyor.
Halk sınıflarına onların toplumsal sorunlarını çözecek bir siyasal program sunulamıyor. Kültürel vurgular öne çıkınca, kültürel kitlesel tepkiler de otomatik olarak devreye giriyor. Ufku ağır yaşam koşulları altında iyice daralmakta olan halk kitleleri kültürel günah keçileri arayıp bulmaya teşne oluyor.
Sosyalist solun özellikle son otuz küsur yılda oluşmuş toplumsal-siyasal cepheleşmenin koordinatlarını tek başına belirleme olanağı yoktu. Böyle bir belirlemede, sol adına başka bir çok oyuncunun, özellikle de resmi ya da rejim açısından steril görülen anlayışların çok daha etkili olduğu kabul edilmelidir.Sonra AKP, on yıllardan beri oluşturulan hazır olarak bulduğu bir sosyolojik gerçekliğin talebi üzerine zuhur etmiş, o gerçekliğe “cuk” diye oturmuş, onu siyasal timarı haline getirmiştir.Sosyalist sol seçimlere, 2007’deki cumhuriyet mitinglerinden itibaren derinleşen, anlamsal olarak belirlenimi kendisini aşan verili cepheleşme ortamında girmiştir. 
Bugün Türkiye’de düzenin sağı ve soluyla hiç bir siyasal parti halk sınıfları nezdinde geleceği olan siyasal bir yatırım anlamına gelen bir başarı elde edememiştir. Hepsinin derdi günü kurtarmaktır. Hiç birisinin bir programatik başarısı yoktur. İçeride yağmanın paylaşılması, dışarıda emperyalizmin savaş arabasına koşulmak için yarışmaktadırlar.

 

Tweetle

Türkiye sosyalist hareketi Türk ve Kürt ulusalcılıklarının timarı olmaktan kurtulmalıdır

Paris cinayetlerini, Suriye’deki emperyalist savaşın ve anti-emperyalist direnişin en şiddetli şekilde sürdüğü şartlarda, ABD’nin Suriye’ye karşı ittifakı takviye etme beklentileri doğrultusunda, AKP hükümetinin yetkilendirmesiyle MİT’in işlemiş olması kuvvetle muhtemeldir. Bu cinayetlerde Öcalan’ın bilgisi ve hatta yönlendirmesinden den söz edilebilir.

Oslo’daki PKK-AKP pazarlığı, muhtemelen dağ kadrolarına daha yakın Avrupa’daki PKK birimleri tarafından öne sürülen talepler yüzünden sona ermiştir.Oslo görüşmelerinde Öcalan’ın doğrudan taraf olmadığı anlaşılıyor. Öcalan, Oslo’daki başarısızlığı, PKK ve genel olarak Kürt siyaseti üzerindeki otoritesini  yenilemek için   kendi adına fırsata çevirmek istemiştir. Nitekim,  “İmralı süreci” bu cinayetler sonrasında başlamış, Öcalan ve TC devleti adına MİT bu yeni başlatılan sürecin doğrudan tarafları haline gelmişler, Oslo’da ne olduğunu henüz bilmediğimiz engeller aşılmıştır.

Bu iddiamın bir karine değerini taşığını, Öcalan’ın ve PKK’sının kariyerine bakarak söylüyorum. Zaten kendisi şimdi Aydınlıkçıların yayınlamakta olduğu sorgulamasında, onun için potansiyel dahi olsa her engeli her rakibi her şekilde tasfiye ettiğini açıkça söylüyor. Bunlar sır değil. Evveliyatı da var.

Şimdi “Kürt solcuları” ve onların ağzına bakan diğerlerinin bu cinayetler dolayısıyla MİT’i suçlarken, halen doğrudan  MİT’le bir “barış süreci” üzerinde çalışılmakta olduğu gerçeğini görmezden gelmeleri, herhalde köylü kurnazlığının bir başka manidar örneğidir. Tıpkı Tayyip’in bir yığın yolsuzluk, hukuksuzluk, hırsızlık iddiaları karşısında, “yavuz hırsız” rolünü oynaması gibi, Öcalan ve taraftarları da pişkince davranmaktan kaçınmıyorlar.

“Yavuz hırsız” demişken, bir söz de alevi Kürtlere, Öcalan bir çok kez konuşmalarında kendisini Yavuz Sultan Selim’e benzettiğini söyler. Burada doğrudan ifade etmese de, kast ettiği Osmanlı sünni birliğidir. Nitekim, “barış süreci” safsatasını ilan eden ve Diyarbakır’da halka okunan mektubunda “sünni birliği” ne açık bir  vurgu yaparak dilinin altındaki baklayı çıkarmıştır. Bu bakımdan dün ve bugün Öcalan’da bir değişme olmamıştır. Ne diyelim, Öcalan’dan bir kahraman yaratmaya çalışan Kürtlerin, özellikle de alevi Kürtlerin işi çok zor.

Görüyoruz, etnici, mehzepçi ya da her ikisini birden ihtiva eden hareketler,ilkesiz, reel politik pozisyonları dolayısıyla,  gerici konumlara savrulma eğilimlerine sahip oluyorlar. Kaçınılmaz olarak.Türkiye sosyalist devrimci hareketi, bir yandan, Kürt-Türk ulusalcılığı ve onların açık ve gizli türev ya da yandaş örgütleriyle (Kürt ulusalcılığı ve bundizmi söz konusu olduğunda, etkileri itibarıyla, bunların sol harekette beyni küçük ve kuyruğu uzun bir yaratığı andırdığı malumdur); öte yandan, liberalizmle (özgürlükçü ve dayanışmacı anlayışların da bu   liberalizmin insan kaynağını devşirdiği “sol” mezbeleyi teşkil ettiği ampirik bir gerçektir)mücadele etmeden tam olarak doğrulamaz.

Bu iki gericilikle amansız bir fikri ve siyasi mücadele elzemdir.Kürt siyasetinin Türkiye solunda halen (ancak Haziran öncesine göre Kürt gericiliğinin ya da Erdoğan-Öcalan gericiliğinin geriletilmesinde epey mesafe kat edilmiş olduğunu da kabul etmek gerekir. AKP rejimi ona elini uzatan her eli kirletiyor.Kaçınılmaz olarak kendisi gibi gericileştiriyor.) bu denli etkili olması, büyük kentlerin özellikle varoşlarında sol siyasetin ağırlıklı olarak Kürt ve Kürt-Alevi özneler tarafından temsil ediliyor olmasıyla da alakalıdır. Bu kesimlerin önemli bir kısmı  bağımsız görünen siyasal örgütler altında Kürt siyasetinin vesayetine tabidirler.

Bu kesimlerle  mücadeleye girilmeden Türkiye sosyalist hareketinin toparlanması, ülkenin insan kompozisyonun ihtiva ettiği çeşitliliği kucaklaması kabil olmayacaktır. Sosyalist devrimci solu, Kürt, Türk etnikçiliği ve mezhepçilikten kurtarmak zorundayız. Elbette AKP’nin izlemiş olduğu mezhepçilik kaçınılmaz olarak karşıtı olan mezhepçi eğilimleri kışkırtıyor (Geçenlerde bir gazetede vardı, bir CHP vekili hapishanelerle ilgili olarak yaptığı incelemesinde, bir hapishanede bulunan MLSPB mensuplarının, Muharrem ayında aşure pişirmelerine izin verilmemiş olmasından ya da bir kaç hafta sonra izin verilmiş olmasından yakınıyordu.  Solculuk iddiasındaki  mahkumların  böyle bir taleplerinin olduğunu herhalde bu ülkede ilk kez duymuş oluyoruz. Bu örnek olayın dile getirdiğim kayguların anlaşılmasına yardımcı olacağını sanıyorum.) Fakat bu eğilimlere taviz vermemek lazım. Soyutlanmak pahasına bu doğrudan şaşmamak lazım. Bu bakımdan Lenin rehberimiz olmalıdır.

Aydınlık’ta yayınlanan Öcalan sorgusunun kayıtları karşısında sosyalist solcuların önemli bir kısmının Ufuk Uras gibi tepki vermiş olmaları (“Apo devletle kafa bulmuş” demişti) diğer bir kısmının suskunluğa gömülmüş olmasını anlamak, etnik ve mezhepçi eğilimlerinin soldaki hakimiyetini tespit ettiğimizde zor olmuyor tabii.

Toplumsal sorunların her biri kendi başına bir siyaset anlamı taşımaz. Dahası, bu sorunların her birinin doğrudan, başlıca siyaset haline gelmesi de gerekmez. Sonra, siyaset ve siyaset olanağını birbirine karıştırmamak gerekir. Siyaset olanağının bulunduğu her yer  zorunlu olarak siyasete tekabül etmiyor.

Kürt siyaseti, dayandığı siyaseten etnik olarak kodlanmış kitleler sayesinde, ihtiyaca göre, ha bire türev örgütler, partiler oluşturma kapasitesine sahip, HDP de bu örgütlerin en yenilerinden. HDP kimden oy alacak? HDP’ye oy vereceklerin ezici çoğunluğu Kürt oldukları için bunu yapacaklar. Yani, bu parti Kürt kimliğine çağrı yaptığı, ya da bu kimlik tarafından kodlanmış bir siyasal çağrıyı tanımı ve menşe itibarıyla öngörmüş olduğu için Kürt seçmenlerden oy alacak.Bu Kürt seçmen için önemli olan söz konusu kimliğe yapılan çağrıdır. Onun solcu veya sağcı olması, şu ya da bu programa sahip olması seçmenin ezici çoğunluğu bakımından bir anlam taşımamaktadır.

Genel olarak Kürt seçmene sol seçmen muamelesi yapmak  yanlış olur. Tersine, özellikle Kürtler arasında çoğunluğu teşkil eden sünni Kürt ahalinin büyük bir kısmının Tayyip seçmeniyle benzer fikir ve davranışlara sahip olduğu aşikardır.Kürtlerle birlikte hareket eden diğer solculara, sol hareketlere gelince, ikbal düşkünlüğünü bir yana bırakacak olursak, Kürtlere tutunmak kolay siyasal etki, güç sahibi olmanın aracıdır.Yani onları cezbeden  o hazır Kürt seçmen kitledir.

Tabii bu etnik gündemlere doğrudan referans vererek oluşturulmamış siyasetler içinde Kürt olup, bu kimliğini Kürt siyasetiyle işbirliği yaparak, Kürt siyaseti üzerinden  politikleştirmek gibi gizli ya da açıkça itiraf edilmemiş gündemi olan kayda değer sayıda sinik kişinin olduğunu da unutmamak gerekiyor.

Bir başka nokta, “eş başkanlık” kepazeliğidir. Türkiye sosyalist hareketi bu kepazelik karşısında genel olarak suskunluğunu koruyor. Eğer kadınların önünü açmak istiyorsanız, onları bir erkek lidere iliştirmenize, ya da onun “öteki”si, gölgesi  haline getirmenize ne gerek var? Böyle yapmakla kadının “erkek toplumundaki aşağı konumu” nu sinikçe olumlamış olursunuz. Yani bu siyasal davranış, cinsiyetçi imalarıyla, kadın için bir bumerangtır.

Kadınların önü açılacaksa, Sırrı’yı başkan adayı yapacağına, bir kadını yaparsın. Şark kurnazlığına gerek yok. Sonra bu mantık sürdürülürse, erkeğin olduğu her idari birime, alana onun gölgesi işlevini görecek bir kadın da atamanız gerekir. Yani mesela, mahkemedeki erkek yargıcın yanına bir kadın yargıç, erkek okul müdürünün yanına bir kadın okul müdürü gibi.Bir de dikkat edilsin, hep başkanlar değil, “eş başkanlar” kadın oluyor. Kadınlar söz konusu olunca, buradaki “eş” sözcüğü de manidar oluyor. Kadınlar kendileriyle alay edilmekte olduğunun farkında değiller mi? Bu arada aklıma gelmişken, Kürt hareketi neden Apo’ya “eş önderlik” ihdas etmiyor?

Kürt hareketinin buradaki sorunu, Türkiye devrimci sosyalist hareketinden bir süreliğine devir aldığı aydınlanmacı karakterini kaybetmiş olması, arkaik, feodal davranış biçimlerine referans verir hale gelmiş olmasıdır.

Son olarak, önderlik, teorik ve pratik, ikisinin kesiştiği yere tekabül eden siyasi müdahale demektir. Soyutlanmak pahasına müdahale. Önderlik, liderlikle mümkün olabiliyor. Liderliğin kollektif olduğu örgütlerde önderlik kabiliyeti genellikle bulunmuyor. Liderliğin bazı vak’alarda kalitesiz olması, ondan vazgeçilmesini gerektirmez. Bıçakla adam da kesilebiliyor diye, onu kullanmaktan vazgeçmek doğru olmaz. Kaliteyi arttırmak daha sağlıklı yoldur. Kollektif liderlik, Sovyet ve Çin örneklerinde de görüldüğü gibi, restorasyon döneminin teslimiyetçi anlayışıyla uygunluk arz eder. Özgüvensizlik semptomu ve dekadan bir anlayıştır. Liderlik olmadan ne işlevsel bir Parti olabilir, ne de Cephe’si. İmralı ve Silivri’deki fırıldakların, liberal dayanışmacıların sultasını kırmak öncelikle liderlikle mümkün olabilir.


Darbe kapitalist düzeni korumak ve kollamak adınadır

Darbe” derken liberal skolastiğin tuzağına düşmemek gerekir. Darbe, siyasal bir araçtır. Ne amaçla kullanıldığına bakmak lazım. Darbeler burjuva düzeninde, genel olarak, halkın ilerici, demokratik taleplerinin, ilerici hareketlerin önünü kesmek, bastırmak amacıyla yapılır.

Bu, mesela 12 Eylül’de, arzuladığı kapitalist-emperyalist politikaları uygulamak adına,emperyalist sistemle yeni bir entegrasyon formunu gerçekleştirmeye çalışan, halk sınıflarının direnişi dolayısıyla bunu gerçekleştirmekte zorlanan işbirlikçi burjuvazinin amacına ulaşmak için terörize ettiği halk katmanlarının artık istikrar istediği koşullarda yaptırdığı bir darbedir. Her istikrar talebi tanım itibarıyla gericiliğe çıkartılmış davetiyedir. Zaten yeni-liberal politikaların sürdürülebilirliği bakımından burjuvazinin kültürel hegemonyasını daha gerici bir içerikle yenilemesi zaruret olarak görülmekteydi.

Darbe, mesela, 27 Mayıs’ta olduğu gibi, ilerici demokratik taleplerle gerici bir yönetime karşı, mevcut düzene alternatif oluşturma potansiyeli taşıdığı halde ayaklanan halk sınıflarının iktidarını engellemek amacıyla da yapılabilir.

Birincisinde teslim alınmaya razı terörize edilmiş bir halk vardır. İstikrar adına, bütün demokratik hak ve kazanımların budanması, ortadan kaldırılmasına dahi razıdır. Bu şartlarda, burjuva düzeni, emperyalist entegrasyonun isterleri doğrultusunda adeta yeniden kurulmaktadır. Böyle bir faaliyet sınıfsal ilişkilerde değişiklik yaratılmadan gerçekleştirilemez. 12 Eylül halk sınıflarının, emeğin geriletilmiş olmasından çıkmıştır. Uzun ve derin radikal sonuçları olacak şekilde kurgulanması bu bakımdan zor olmamıştır.

Öyleyse 12 Eylül, başbakan, bakan asan 27 Mayıs darbesinden daha radikaldir. Darbelerin radikalliği, adam asıp kesmeleriyle ölçülemez. Darbenin uyguladığı şiddet her zaman onun radikalizminin göstergesi olmayabilir. Uygulanan siyasal, toplumsal, ideolojik programa bakmak lazım. 12 Eylül darbesinin çok daha derin, ve kalıcı toplumsal sonuçları olmuştur. Nispeten demokratik, aydınlanmacı karakterini kısmen koruyan, egemen sınıf ittifakı da dahil, eski burjuva düzenini hedef alan bir karşı-devrimdir. Karşı devrimlerin de devrimsel sonuçları olduğunu söylemeye gerek var mı?

İkincisinde, 27 Mayıs’ta, halk mevcut hükümetin uygulamalarına karşı, demokratik talepler öne sürerek ayaklanmıştır. Yani en dinamik sınıflarıyla ilerleyen bir halk vardır. Bu durumda, bu taleplerin önünü kesmek isteyen egemen sınıflar, sokağa çıkmış kitlelere bir takım tavizler vererek düzeni koruyup,kollama yoluna başvururlar. Yani düzeni koruma derdindeki egemen sınıf bloğu alttan alma, geri adım atma ihtiyacı duyar. Bu, sokakların sakinleştirilmesi için bir zorunluluk olarak görülür. Bu şartlarda, mevcut düzenin bir takım demokratik düzenlemelerle tadilatı söz konusudur.

Öyleyse, ikincisinin, düzeni koruyup, kollamak adına, en azından bir süreliğine (bir başka darbeyle kaşıkla verdiklerini kepçeyle geri alana kadar) ilerici bir işlev görmüş olduğunu tespit etmek gerekiyor. Darbe, düzeni koruma işlevini yerine getirirken, ilerlemekte olan söz konusu halk sınıflarının bir kısım demokratik taleplerini gerçekleştirme zorunluluğu duymaktadır.

Yalnız şu noktaya dikkat çekmek isterim. Darbeler sadece ülkelerin iç durumlarından hareketle değil, ülkelerin içinde yer aldıkları uluslararası bağlam da dikkate alınarak analiz edilmelidir. Dikkat edilecek olursa, her iki darbe de, emperyalizmin yeni bir dünya düzeni kurmakta, veya yeni kurulmuş olanı oturtmakta olduğu uluslararası koşullarda cereyan etmiştir.

DP iktidarı, soğuk savaşa dayanan dünya düzeninin uygulamaya konduğu ve iki dünya sistemi arasında mevzi kazanma mücadelesinin, uluslararası sınıf mücadelesinin hayli keskinleştiği, özel olarak, bulunduğumuz bölgede atılacak yanlış bir adımın dramatik siyasal sonuçlar yaratabileceği koşullarda, amerikancı, işbirlikçi bir dikta rejimi kurmuştu. Sokakların bu diktaya karşı ayaklanması, emperyalist güçleri hayli tedirgin etmiştir. Yeni bir Mısır, yeni bir Suriye ihtimaline olanak vermemek gerekiyordu (İlginçtir bugün de Mısır ve Suriye’de sokaklarda en çok  Baasçılık direniyor. )

12 Eylül’deki uluslararası durum bir çok bakımdan 27 Mayıs’taki duruma benzemektedir. Üstelik bu kez, emperyalist NATO bloğu içinde dahi Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerden kaynaklanan bir çatlak vardır. NATO’nun güney-doğu Avrupa kanadı işlemez haldedir. 73’de ivme kazanan ekonomik kriz, kapitalizm içinde parasalcı eğilimleri güçlendirmiş, kamucu, refahçı politikaların sürdürülmesini zorlaştırmıştır. Uluslararası düzlemde sınıf savaşı, iki rakip dünya sisteminin mevzi kazanma kavgası tekrar keskinleşmiştir. Thatcher’in 1990’lardaki bir TV mülakatında itiraf etmiş olduğu gibi, emperyalistleri asıl tedirgin eden Sovyet bloğunun askeri, nükleer gücü değil, kamusalcı ekonomik-toplumsal düzeniydi.

Özcesi, darbelerin hamlelerini, programlarını sınıf mücadelesine referans vererek anlamlandırabiliriz. Her darbe aynı zamanda sınıf mücadelesi alanında, kağıtların yeniden karılması gibi bir sonuç doğurur. Yani her sakallıya dede demek, her şeyden önce, metodolojik bir yanlıştır.

Mesela 27 Mayıs, elde olmayan nedenlerden, ilerici işçi hareketinin hareket alanını genişletmiştir. Ancak aynı zamanda da, onu boğacak koşulları yaratmaya  çalışmıştır. Özellikle o zaman ki orduda henüz “emir komuta” zinciri” tesis edilmemiş olduğundan, sınıf mücadelesinin etkileri subaylar arasında da net olarak görülebilmektedir. Bir çok genç subay ve subay adayı öğrenci sokakla dayanışma içerisine girmiştir. Ordudaki en büyük tasfiyeler, düzeni yeniden oturturken, onun ordusunu da egemen sınıfların ve onların emperyal efendilerinin isterleri doğrultusunda dizayn etmek adına yapılmıştır. Burjuvazi bazen bükemediği bileği, kıracağı zaman gelinceye kadar öpebiliyor. Öyle değil mi?

Mısır’da olan, ” darbe mi, devrim mi” tartışması, metotsuz adamların didişmesidir. Muhtemel bir halk devrimini engellemek adına yapılmış bir darbedir. Mevcut kapitalist-emperyalist düzen adına çalışan emek ve demokrasi düşmanı gerici hükümeti – bir süreliğine bile olsa- gerilettiği için ilerici bir işlev görmüştür. Halk hareketinin öz güvenini takviye etmiştir. 

Darbe, uluslararası bağlamıyla birlikte, düzeni koruma ve kollama mantığı itibarıyla ilerici değildir. Sadece, düzeni korumak adına, elde olmayan sebeplerden, yol açtığı en erken sonuç (gerici dinci diktanın alaşağı edilmesi) itibarıyla ilerici bir rol oynamıştır. Böylece ilerici halk için devrimci mücadele önündeki en gerici engellerden birisi şimdilik devre dışı kalmıştır.

Bununla beraber, düzenin halkın karşısına başka büyük engelleri vakit kaybetmeden dikeceğini söylemek de kehanet değildir. Mursi, emperyalistlerin onay verdiği bir programı uygulamaktaydı. Bunu unutmayalım. Emperyalistler bu programdan değil, uygulayıcısından vazgeçmişlerdir. Bir maşayı deliğe süpürmüşlerdir. Elbette yeni maşayla, kaldıkları yerden, devam etmek isteyeceklerdir.

Bundan sonra Mısır’daki durumun nasıl gelişeceğini göreceğiz. Ancak ayaklanmış halk, tatmin olmadan, özlemleri ve talepleri karşılanmadan evine dönmez. Mısır’da ve etrafındaki coğrafyada belki, ileri atılmalar, geri çekilmeler sonra tekrar atılımlar halinde  yıllar alabilecek bir devrimci dönem başlamıştır. Darbe ilerleyen halkı şimdilik durdurmuş, düzenin hizmetine yine bir darbeyle koşulmuş işbirlikçi İslamcı yönetimi geri çekmiştir. İlerlemesi şimdilik durdurulmuş kitlelere hangi tavizlerin verileceğini göreceğiz.

Bir kısım ulusalcı zevatın, “Bu bir devrimdir, zaten ordusuz devrim olmaz. Devrimleri ancak  ordu yapabilir” anlayışı, liberal mantığın tersinden yürütülmesi olarak görülmelidir. Aslında onlar da bu yaklaşımlarıyla “darbe” olgusuna skolastik, metafizik bir içerik kazandırmaktadırlar. Birinciler, devrimleri “darbe”leştirirlerken, ikinciler, darbeleri “devrim”leştirmektedirler. Liberal, genel olarak, devrimleri dahi olumsuz imalarıyla “darbe” olarak adlandırırken; ulusalcı,  hükümet darbesini bile “devrim” olarak sunabilmektedir.

Devrimleri ordular yapmazlar. Elbette askerler devrimlere katılabilir. Liberallerin seveceği bir sözcüğü kullanacak olursak, bütün büyük devrimlere “siviller” önderlik etmişlerdir. Devrimci orduları da siviller yaratmıştır. Rus Devrimi’nde asker sovyetleri önemli bir rol oynamışlardır. Ancak bu rol “sivil” devrimci önderlik tarafından verilmiş ve yönlendirilmiştir.

Hazır Rus Devrimi’ne değinmişken, devrim bir süreçtir. Bu sürecin meşruiyeti emekçi kitlelerin artık yaşadıkları şartlarda yaşamaya devam etmemek olarak ifade edilebilecek iradesinden çıkar. Yoksa o sürecin etapları içinde darbeler, mesela hükümet darbesi, tespit etmek mümkündür. Darbe bir siyasal iktidar aracıdır, isterseniz,  tekniğidir. Bu bakımdan bu aracın ya da tekniğin meşruiyetini bizatihi kendisinde değil, toplumsal-siyasal dayanaklarında aramak gerekir.

27 Mayıs’ta düzenin telaşla askeri bir darbe kararı almış olmasında, elbette, kentlerin sokaklarındaki üniversite ve halk hareketine, alt kademe subayların ve subay adaylarının destek vermiş olması önemli bir rol oynamıştır. Bu rol dolayısıyla “27 Mayıs askerlerin yaptıkları bir devrimdir” demek doğru olmaz. Kaldı ki 27 Mayıs bir sosyal devrim de değildir. Siyasal,toplumsal, hukuksal haklar alanını bir miktar genişletmek, burjuvazinin kültürel hegemonyasını tahkim etmek gibi sonuçları olmuş bir hükümet darbesidir.

Demek ki, sınıf mücadelelerini, iç ve dış bağlamı içinde analiz etmeden, “darbe” analizi yanlış olmaktadır. Askeri ve sivil darbeler, burjuva düzeninde, bir çok durumda, siyasal bir düğümlenmişlik haline son verecek bir araç gibi kullanılır. Bu vesileyle, darbelerin sadece askerler tarafından değil, “milli irade” ye dayanan sivil idareler tarafından da yapılabileceğini belirtmek isterim. AKP rejimi sivil bir darbeden çıkmıştır.


“Suriye krizi” üzerine düşünceler 3

Erdoğan’ın siyasal devrinin fiilen kapanmış olduğunu söylememiz yanlış olmaz. Muhtemelen “Suriye krizi” nin emperyalistlerin beklentilerini karşılamayacak şekilde gelişeceğinin netleşmesiyle, nihai olarak iflası ilan edilecek. Menderes de “Suriye krizi”nde çark etmek zorunda bırakıldığında, siyaseten bir mevta haline gelmişti. Seçimleri, aklımda yanlış kalmamışsa, nüfusunun yaklaşık %80’inin kırsal alanlarda yaşadığı koşullarda, %58 civarında bir oyla kazanmış, bir iki yıl içinde de kentli orta katmanların başkaldırısıyla siyaset edilivermişti. “Oy” ya da “milli irade” toplumdaki sınıf mücadelesinin düşük seviyede bulunduğu şartlarda ifade ettiği anlamı, bu mücadelenin şiddetlendiği koşullarda ifade edemeyebiliyor.

Kasımdaki seçimden sonra ABD yönetiminin ve NATO’nun, askeri anlamda, daha aktif olarak Ortadoğu’da devreye girebileceğini beklemek boşunadır. ABD’nin ya da NATO’nun Suriye’yi havadan vurup, sonra “haydi Türkiye karadan sen gerekli temizliği yap” demesi beklenmemelidir. Gerileyen emperyalizm,önünde sonunda, yükselmeye çalışanla anlaşmak zorunda kalacaktır. Esad elbette gidebilir. Ama Rusya, Çin,İran ve Irak’ın kabul edebileceği koşullarla. Esad’ın emperyalistler tarafından düşürülmesi demek, Fas’tan Çin’e kadar uzanan bir coğrafyanın ABD emperyalizmine ikram edilmesi anlamına gelecektir. Özellikle şu sıralarda, adalar sorunu dolayısıyla, Japon emperyalizmini ve onun doğal müttefiki G.Kore’yi geri püskürtmekle meşgul Çin’in işi daha da zorlaşır. Çin ve Rusya emperyal güçler haline gelmek istiyorlarsa, hayat alanlarını eski jeopolitik sınırlarına hapsedemezler.

ABD, vaktiyle SSCB’ye uyguladığı “containment” politikasını şimdi Rusya ve Çin’e karşı uygulamak istiyor. Hindistan ve Vietnam’la flörtü bu gayeyee yönelik girişimler olarak görülmelidir.. Seçimlerden sonra bu girişimlere ağırlık verileceği ilan edildi. Evet, SSCB’ye karşı benzer bir politika otuz küsur yılda sonuç verdi. Ancak sonucun bir tarafı SSCB’nin çökertilmiş olmasıysa, diğer tarafı da ABD’nin kendi kendisini tüketmiş olmasıdır. SSCB’den sonra ABD’nin hegemonyasını ilan etmesi elbette mümkündü. Ancak sürdürmesi olanaklı değildi. Yani bir anlamda, ABD de, AB gibi, SSCB’nin enkazı altında kalmıştır.

ABD ve müttefiklerinin bu kadar geniş ve zor bir coğrafyada top çevirmesi olanaklı değil artık. Etnik, dinsel fay hatlarına basınç uygulayarak kaos stratejisini devreye sokmak zorunluluğu duyacaklarını sanıyorum. Zaten AB’nin ve Japonya’nın, ABD’nin peşinden, yeni bir maceraya sürüklenmek anlamında, gidecek mecalleri ve arzuları olduğunu da herhalde söyleyemeyiz. Özellikle AB’de, başta Almanya olmak üzere, rasyonel siyasal güçlerin devreye girerek yeni bir durum değerlendirmesi yapmaları kaçınılmaz olacaktır (bunun ilk işaretlerini Bush’un Irak macerası esansında kısmen almıştık).

Çin, ABD ve AB pazarının yol açacağı boşluğu, Hindistan üzerinden aşmayı tasarlıyor. Bu pazarın alım gücünü takviye edecek araçlara sahip olduğunu biliyoruz. ABD, Hindistan’a ve Vietnam’a, onları “Çin gibi” yapmayı taahhüt ediyor olabilir. Veyahut söz konusu iki ülkenin ABD ile ilişkilerini bu şekilde değerlendirme eğilimleri olabilir. Ancak bunun fos çıkacağını görmemek için kör olmak gerekir. ABD’nin artık düşmekte olduğunu ve bu düşüşün de beklenenden erken gerçekleşeceğini görmek gerekiyor. Hiç şüphesiz bu düşüş 21.yüzyılı hızlandırıp, belki de, kısaltan başlıca faktör olacaktır.

Geçerken,Vietnam’da Ho Chi Minh’den sonra liderlik kalitesinin düşmüş olduğunu belirtelim.İyi devrimci olmakla,iyi kurucu olmak her zaman aynı anlama gelmeyebiliyor. Hatta çok nadiren bu ikisinin örtüştüğünü söylemek yanlış olmaz. En ünlü istisna, her ne kadar kuruculuk misyonunu tam olarak gerçekleştirmeye ömrü vefa etmemişse de, Lenin’dir. İlk ve son büyük sosyalist kurucu Stalin’in,Lenin’in yol işaretlerini izlemiş olduğunu hiç tereddüt etmeden söylememiz gerekir. Stalin, Lenin’in mücadelelerini kararlılıkla nihai noktalara taşıyan adamdır.Mesela, Lenin’in Menşevikler’le başlattığı ve ölene dek sürdürdüğü mücadeleyi sonlandıran Stalin idi.

Şimdi, Che Guevara, Trotsky, Mao,Le Duan gayet yetenekli devrimcilerdi. Gelgelelim, kuruculuk vasıfları hayli zayıftı. Kurucu siyasal akılları pek gelişmemişti. Eğer Vietnam liderliği, ABD adına, Çin ve Rusya’ya sırtını dönerse, ülkeleri yanlış ata oynamış olanları bekleyen sonuçlara maruz kalır. Kendisini yalıtır. Vietnam’ın böyle bir yanlışı yapmaması beklenir.

Özcesi ABD, Ortadoğu’da, Asya’da ve tabii L.Amerika’da kaos stratejisini devreye sokarak düşüşünü geciktirmeye ve yükselecek yeni güçlerin işini zorlaştırma ihtiyacı duyacaktır. Tabii bu süreç içinde ABD’de rasyonel güçlerin müdahalesiyle yeni bir kabullenilmiş düşüş siyaseti izlenebilirse, gelişmelerin seyri değişir. Ancak şu an için bunun işaretleri görülmüyor. Demokrat Parti’de Hilary Clinton ve George Soros kliği kontrolü ele geçirip, Obama’yla bağlaştıklarında böyle bir işlev yerine getireceklerini tahmin etmiştim. Yanılmışım.

Kasım seçimlerinden sonra Ortadoğu’da yaşanacak gelişmeler emperyalizminin en önemli ideolojik silahı olan “demokrasi ve insan hakları” söyleminin bir bumerang işlevi göreceği koşulları yaratacaktır. Libya’da son yaşananlar dolayısıyla zaten bu ideolojik söylem büyük bir hasar görmüştü. Giderek Demokrat Parti’nin “demokrat” ya da “liberal” yandaşlarını dahi ikna etmesinin zorlaşacağı olaylara tanık olacağız. Tunus, Libya, Mısır, Türkiye gibi ülkelerde yoğunlaşacak anti-emperyalist toplumsal muhalefet, bu ülkelerdeki işbirlikçi rejimlerin anti-demokratik yüzlerini kamuflaşın çare olamayacağı derecede ortaya çıkartacaktır. Bu ülkelerde ABD’nin ve komprador liberal aydınların inandırıcılığını erozyona uğratacaktır.

Bugün ABD’nin bölgedeki işbirlikçileri esas olarak sünni islamcı ve siyonist gericilerdir. Bu kesimler tanım itibarıyla demokratik olan her şeyin düşmanıdırlar. Bu yapıları ABD’nin çıkarlarına uygundur. Emperyalizm, yükselmeye başladığı devirde, vasal ve sömürge ülkelerindeki işbirlikçi aydınlar arasında “demokratik” bir misyona sahip olduğu izlenimini yaratabiliyor. Bu tamamen gerçekliğin kısmi, eğreti bir algılanmasından kaynaklanıyor. Bugün emperyalizm artık demokrasiden, demokratik olan her şeyden korktuğunu gizleyemiyor. En gerici güçlerle açık işbirliği içerisine girmekten kaçınmıyor.

Emperyalizmin artık “demokrasi”yi, manipülatif olarak dahi, temsil etme kabiliyeti kalmamıştır. Paylaşım mücadelesinin yeğinleştiği şartlarda emperyalist “demokratik” ideolojinin, işlevsel açıdan, incir yaprağı derekesine düştüğünü saptamak mümkün. Dolayısıyla demokratik kamuoyunu arkasına alma kapasitesi erozyona uğramıştır. İşte Ortadoğu’da şiddetlenecek mücadele ve genişleyecek direniş cephesi, ABD yönetiminin bölgedeki varlığının meşruiyetini kendi içerisinde dahi sorgulanır hale getirecektir. Son Libya olayını bu açıdan da okumak gerekir.

Bu bir iyimserlik hali değil. ABD, elbette kaos politikalarına devam edecek, “büyük Ortadoğu”da şiddet artacaktır. Ancak özellikle bölgesel bağlaşıkları ve bu bağlaşıkların, toplumsal demokratik beklentiler karşısında sıkıştıkça, kendi anti-demokratik gündemlerini uygulamaya öncelik verecek olmaları nedeniyle, müttefikleri ABD’nin ve Avrupalı dostlarının meşruiyeti kendilerine sempati duyanlar arasında dahi tartışılmaya başlanacaktır. Demokratik direniş artıkça, gerici saldırılar da şiddetlenecektir. ABD ve AB emperyalizminin Ortadoğu’daki bugünkü varlığı, böyle bir çelişkili hali kaçınılmaz kılıyor.

Buna mukabil, Rusya ve Çin gibi güçlerin bu demokratik direniş güçleriyle kendiliğinden ittifak içine girecekleri, Suriye ve İran’da gördüğümüz gibi, beklenmelidir. Emperyalistlerin soğuk savaştan bu yana sürekli ifade ettikleri kendi söylem ve tanımlamalarından, ideolojik şablonlarından hareket edecek olursak, bugün rollerin değişmiş olduğunu söylememiz gerekiyor. Gerileyen emperyalizm giderek artan şiddetiyle her alanda gericileşip, demokrasiden ürker hale gelirken, yükselme çabasındaki olası emperyalist adaylar, geçiçi bir süre için dahi olsa, ilerici konumlarla bağlaşmak ihtiyacı duyuyorlar.

“Suriye krizi” üzerine düşünceler 2

Israr ediyorum, ABD bir işgale kalkışamaz. Bu iddia kuru sıkı bir iyimserlikten kaynaklanmıyor. Obama yönetiminin Romney’nin muhalefetinden ürktüğü için Suriye’yi doğrudan işgale kalkışması fikri had safhada naiftir. Kaldı ki, Romney’in Obama karşısında bir şansı yoktur. ABD ne olursa olsun doğrudan ateşin içine atlamak istemeyecektir. Türkiye üzerinden Suriye, “ya tutarsa” hesabıyla sıkıştırılmaya devam eder. Daha doğrusu Türkiye’nin kontrollü şekilde ittirilmesi, emperyalistlerin dayattıkları çözüm bakımından bir koz (ya da “sopa”) olarak görülmektedir. Ancak bu kozla yapılabilecek hamleler hayli sınırlıdır.

ABD’nin Suriye’nin etrafında koz olarak kullanabileceği iki araç vardır: Türkiye ve K.Irak. İkinci araç dolayısıyla öncelikle Suriye’deki Kürt muhalefeti Esad’a karşı savaşmak için ikna edilmeye çalışılır. Ancak böyle bir iknanın PKK’yı da içine alan boyutları vardır. Diyelim PKK da razı edildi. Gelgelelim, böyle bir gelişme genel olarak bütün bir Kürt hareketinin bölgedeki meşruiyetine ağır bir darbe vurur. Dahası orta vadede bölge Kürtlerini tam bir cendere içerisine sokar. Kürt liderliğinin böyle bir kısa görüşlülüğe teslim olmaması beklenir.

Gelelim, büyük global oyunculara. Çin, Rusya’yı izler. Çin’in kendi başına bir süper güç haline gelmesi -en azından önümüzdeki bir kaç on yılda- çok zor. Hatta belki ondan sonrası için de zordur. Çin’in bir başına böyle bir misyon yüklenmesini destekleyecek tarihsel bir arka planı ve deneyimi yoktur. Çin reel bir ekonomi üzerinde görece sağlam duruyor. Yalnız bu sürekli büyümek zorunda olan reel ekonominin çarklarını döndürecek enerji kaynakları yok. Çin şu da bu şekilde, özellikle de Hindistan pazarı aracılığıyla talep sorununu aşabilir. Ama enerji önemli bir sorundur.

Rusya’nın reel ekonomisi zayıf; fakat Çin’in çarklarını döndürmeye yetecek kadar enerji kaynakları, maden ve mineralleri var. Bu ülkenin güvenliği bakımdan caydırıcı bir askeri gücü var. Aslında 1920’lerden 70’lere kadar modern Çin tarihinin en önemli ekonomi politik referans ve dayanaklarından bir tanesi Rusya olmuştur. Modern Çin’in yükselmesinde önce pozitif ve 70’lerin ilk yıllarından itibaren negatif olmak üzere, en kayda değer dış dinamik Rusya’dır. Çin, Asya’da bu konjonktürde siyasal olarak Rusya’dan kopamaz. Üstelik de, hemen çevresinde bulunanları henüz ihtilaflı olmak üzere, denizlerde bu kadar zayıfken. Her iki ülkenin Asya’da ortak çıkarları var. Artık ideolojik ayrılıklar da söz konusu değildir.

ÇKP, giderek Çin’i emperyalist bir güç haline getirmektedir. ÇKP’nin yeniden sosyalizme yönelmesini beklemek doğru olmaz. (“Sosyal emperyalizm” diye diye emperyalistleşmek böyle oluyor). Çin’de sosyalist tekrar ancak hakim ÇKP çizgisi ve hakim ÇKP kadrolarının dışındaki güçler tarafından gerçekleştirilebilir. Bu güçler de Çin’de mevcuttur.

Bundan başka, SSCB’nin emperyalizm karşısında gerilemesinde, Mussadık’a karşı yapılan CIA darbesini önleyememiş ya da seyretmekle yetinmiş olmasının anlamlı bir rolü olduğuna her zaman inandım. Bu emperyalist testin kaybedilmesinde, SSCB’nin savaş sonrası ülkesinin etrafındaki siyasal hayat alanını esas olarak D.Avrupa ile sınırlamış olmasının payı vardı. İran’ın kaybedilmesi, Mısır’ın, daha ilerde, Afganistan’ın da kaybedilmesinde etken oldu. Kürt sorununun emperyalistlerin elinde bir koz haline gelmesi gibi bir sonuç da doğurdu. İsrail’in konumunu konsolide etmesini sağladı. Rusya’nın bir kez daha bu tarihsel hatayı yapması beklenebilir mi?

Dünya devrimi hayalinin çökmesiyle, Lenin zamanındaki (iç savaş sonrası) emperyalizmle denge halini, Stalin’in “tek ülkede sosyalizm” hamlesi emperyalizm aleyhine bozmuştu. SSCB asıl bu hamleden sonra ortaya çıkmıştır. Hitler’i de bu sayede geriletebilmiştir. Rusya’nın bir kere daha dışa doğru emperyal bir devlet haline gelebilmesi için içe doğru, Rusya’da ve eski Sovyet coğrafyasında, tarihsel olarak, kitleselmiş olması anlamında, çok güçlü bir entelektüel temeli olan Batı emperyalizmi karşıtı bir siyasal şuuru hareket geçirmesi gerekiyor. Stalin bunu başarmıştı. Açık konuşacak olursak, Hitler’i “klasik” enternasyonalizmden çok, bu şuurla alt edebilmişti.





My Great Web page




“Askeri vesayet” lafazanlığı üzerine

Türkiye solunun 80’lerden itibaren maruz kaldığı en önemli sorun, “muzaffer” liberal söylem karşısında, geri çekilerek, bir futbol tabiriyle, oyunu kendi ceza alanı içinde kabul etmesi olmuştur. Elbette bu kabul solun teorisizleştirilmesiyle ilişkilidir.

Türkiye’de askeri darbeler vardır. Ancak liberal-islamcı kardeşliğinin kast ettiği anlamda bir “askeri vesayet” yoktur. Askeriye belli koşullarda, kontrolü ele alamayan veya kaybeden iktidar bloğunun,  kontrolünü tekrar sağlaması adına, anayasal yasallığı askıya alarak devreye girer.  TSK, işbirlikçi egemen sınıflar bloğundan ve onun devletinden bağımsız  ya da egemen sınıfların üzerinde bir siyasal iktidar odağı değildir. İktidar bloğunun kontrolündeki devletin silahlı örgütüdür. Türk Silahlı Kuvvetlerinin tarih içindeki gelişimini ve rollerini, burjuvazinin ve burjuva  Türk devletinin tarihsel gelişiminden soyutlayarak ele almak olanaklı değildir. Paralel bir tarihsel evrim söz konusudur.

Özellikle emperyalist vesayete tabiyetin başladığı soğuk savaş devrinden itibaren TSK kendi başına başat bir siyasal oyuncusu olmaktan tamamen çıkmıştır. Dış ve iç boyutlarıyla emperyalist siyasetin hizmetine amade olarak etap etap yeniden dizayn edilmiştir.

Daha öncesinde, Cumhuriyetin erken döneminde, İttihatçıların tercih ettikleri model, en azından şeklen benimsenmemiş, TSK ile sivil siyaset arasına hukuken bir mesafe konulmuştur. Gelgelelim, en üst düzeyde sivil siyaseti yürüten asker kökenli kurucu figürlerin fiiliyatta ordu üzerinde büyük etkilerinin olduğu da açıktır.

Bununla birlikte, gerek ittihatçı ve gerekse kemalist devirlerde ordunun, burjuva egemen sınıf bloğunun oluşturmasına yönelik programatik  kurucu bir rolü vardır. Bu anlamda bir vesayetten söz edilebilir. Ancak milli Türk devleti bu kurucu vesayet olmadan ortaya çıkabilir miydi?

Tekrar pahasına, bu tartışmada asıl üzerine gidilmesi gereken,bir yandan  liberal ve islamcı; öte yandan, ulusalcı eleştirmenlerin Türkiye’nin anti-demokratik bir ülke haline gelmesinde, emperyalizmin ve onun ülkedeki egemen burjuva işbirlikçilerinin ana rolünü, bu “vesayet” şamatası içinde gözlerden saklamaya çalışmakta olmalarıdır.

Bu noktada, daha baştan TSK’yı burjuva devlet veya iktidar aygıtı dışında veya üzerinde bir kurum olarak kabul eden liberal, islamcı ve ulusalcılar arasındaki “askeri vesayet” tartışmasında, bu her üç grubun da aynı öncüllerden, kabullerden hareket ederek sorunu tartıştıklarını, argümanlarının birbirlerin karşılıklı olarak dışlamadığını, tersine, birbirlerini hem koşullayıp, hem de tamamladıklarını belirtmek gerekiyor.

Emperyalist vesayetle birlikte TSK,  blok içinde, global emperyalist çıkarlara entegre olmuş, en işbirlikçi sınıf fraksiyonu olan tekelci burjuvazinin çıkarlarını gözetir. Bu durumu, bütün askeri darbelerle birlikte,bu sınıf fraksiyonun ekonomik-siyasal konumunu geliştirmek ve konsolide etmek anlamında alınmış önlemlerle teyit etmek mümkündür.

Hiç kuşkusuz, bütün askeri darbeler emekçi sınıfların ve onlarla belli ölçülerde ortak çıkarlara sahip kentli orta katmanların taleplerinin yükseldiği, uluslararası ekonomik ve siyasal bağlamıyla birlikte iktidar bloğunun sıkıştığı periyotlarda gerçekleştirilmiştir. Bütün başarılı askeri darbeler soğuk savaş şartlarında, işbirlikçi burjuva düzeninin emperyalist dünya ekonomisine ve onun siyasal isterlerine yeni bir entegrasyon ihtiyacına yanıt vermek adına gerçekleştirilmiş, dolayısıyla esas hedefi emekçi kitleler ve sol siyaset olmuştur.

Yine bütün askeri darbelerden sonra ideolojik hegemonyanın restorasyonu adına, İslamcı-milliyetçi akımların teşvik edilerek resmi söyleme eklemlendiği vak’adır. 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e kadar birbirlerini izleyen darbelerle birlikte düzenin ideolojik hegemonyası içinde islamcı-milliyetçi söylemin ayrıcalıklı bir ağırlığa sahip olması yönünde düzenlemeler yapılmıştır. Bu hal, söz konusu periyot içindeki uluslararası emperyalist politikalarla ve emperyalist gerici ideolojik saldırılarla örtüşmektedir.

27 Mayıs da nispeten uzun sayılabilecek bir erim için sola karşı bir darbedir. Yüselmekte olan sol muhalefetin, toplumsal solculaşma eğiliminin önünü kesecek önlemlerin alınmasıyla sonuçlanmıştır. Önce vermek zorunda kalmış, sonra geri almak ihtiyacı duymuştur. Restorasyonunu hazırda bekleten ilerici adımlar atmıştır.

27 Mayıs öncesinde, özellikle de büyük kentlerin sokakları sola meyletmeye başlamış, demokratik sol talepler yükseltilmiştir. Askeriyenin kendi içinde de bu taleplerle kendi çıkarlarının, şu ya da bu derecede, örtüştüğünü düşünmüş olan subaylar vardır. Bunların büyük çoğunluğu, özellikle hayal kırıklıklarını şiddetli şekillerde dışa vurma eğiliminde olanlarından başlamak üzere,  darbe sonrası, etap etap,  tasfiye edilmiştir. Ordudaki en kapsamlı tasfiye herhalde 27 Mayıs sonrasında yapılmıştır. Bu basit, mesleki disiplin çerçevesinde değerlendirilebilecek bir tasfiye değildir. Bu yolla,ordunun egemen sınıf bloğuna tabiyeti, “emir-komuta zinciri” nin tesisiyle sağlanmaya çalışılmış,  veyahut bir başka ifadeyle, askeriyenin olası göreli özerkliğini tümüyle yitirmesi sonucunu doğuracak  yeniden yapılandırma  süreci başlatılmıştır.

Gelgelelim burada asıl belirleyici olan, büyük burjuvazinin emperyalizmle “büyük işbirliği” ne ihtiyaç duymuş olmasıdır. Emperyalizmle her “ileri” entegrasyon, kaçınılmaz olarak sadece ekonomik alanda değil, siyasal yapıda da tekelleşmeyi beraberinde getirmektedir. Bunun için iktidar bloğunun, büyük burjuvazi lehine eliminasyonu gerekli görülmüştür. Öyleyse darbe, emperyalist siyasetle örtüşen bir neşter atma işlevi görmüştür.

Bu iddiayı destekleyen, bir Ortadoğu dış bağlamı da vardır. Nasır’ın yükselişi, Suriye’de sol eğilimlerin güçlenerek, ülkenin SSCB’ye yaklaşması, her iki ülkenin, Mısır ve Suriye’nin anti-emperyalist bir siyasal eksen haline gelerek, tek bir cumhuriyet olarak birleşmeleri, Irak’daki darbe gibi. Bu şartlarda, emperyalizm bu bölgede yeniden yapılanma ihtiyacı duymuştur. Bu yeniden yapılanma, bir yandan, İran’da Mussadık’a karşı yapılan CIA darbesiyle oluşan siyasal durumun; diğer yandan, İsrail devletinin konsolidasyonu için zaruret olarak görülmekteydi.

27 Mayıs darbesine, Irak, Suriye’deki modernist askeri hareketlerin  ve özellikle Nasır hareketinin etkisindeki çok sayıda subay katılmıştır. Gelgelelim, amaç hasıl olduktan sonra emperyalist isterler doğrultusunda, TSK kullanılarak kararlı adımlar atılabilmiştir. 1961 Anayasası, büyük burjuvazi adına, kentli orta katmanları, kentli emekçileri tatmin etmek adına verilmiş bir ödündü.  27 Mayıs darbesi toplumun dinamik kesimlerinden kaynaklanan ilerici hava basıncının dışarı atılmasına araç olmuştur. 61 Anayasası da supap işlevi görmüştür.

Devam etmeden önce bir parantez açmam lazım. 27 Mayıs döneminin sonuna kadar ordu, halen şu ya da bu derecede, şu ya da bu çapta  “Jön Türk” geleneğinin etkisi altındadır. Devlet içinde de bu etki henüz kararlı bir şekilde gayri meşru ilan edilmemiştir. Bu bir çok orduda rastlanılan “Jön Türk” geleneklerinin kökeni, modern ulus devletlerin oluşmasında, ulusal birliklerin kurulmasında  belli başlı ülkelerde askeriyenin oynadığı başat ya da önemli rollerde aranmalıdır. Herhalde kökensel olarak  Napolyon Fransa’sına kadar gitmek gerekir. Yani bonapartizmle kökensel bir ilişkisi var. Bilindiği gibi bu sonraki adlandırılmasıyla “Jön Türk” geleneği, aslında Türkiye’den önce, 19 yy’da İtalya, Almanya gibi ulusal birliğini kuran devletlerde görülüyor. İtalya’da faşizmin, Almanya’da Nazizim’in yükselmesinde askeriyedeki bu geleneğe dayanan subayların büyük katkısı olmuştur. Fransa’da da öyle. Hem Pétainci hem  De Gaullecü subaylar arasında.  Bu “Jön Türk” eğilimi küçük burjuva korporatist, teknokratik  bir anlayışa sahipti. Devleti ve orduyu sınıfların üzerinde görüyor, devletin bekasını her şeyin önüne koyuyor, ancak kapitalizmle hiç bir sorunu bulunmuyordu. 2.Savaş sonrası emperyalist sistemin yeniden yapılandırılması sürecinde, özellikle de NATO’nun oluşturulmasıyla birlikte bu “Jön Türk” eğilimleri Batı’daki bütün ordularda tasfiyeye uğramıştır (De Gaulle’ün düşüşünü mesela bu açıdan değerlendirmek mümkündür). Türkiye’de de 27 Mayıs’ın hemen  sonrasında ve özellikle 12 Mart’tan itibaren bu tasfiye süreci radikal olarak hızlandırılmıştır. Bugün emperyalistlerin bölgemizdeki işgal ve saldırılarının hedefinde, modern devlet geleneğinin ve uluslaşma düzeyinin  henüz zayıf olduğu  Arap memleketlerinde halen güçlü olarak varlığını sürdüren bu askeri-siyasal geleneğin olduğunu belirtmek isterim.Parantezi kapatıyorum.  Şimdi kaldığımız yerden sürdürelim.

27 Mayıs yönetimleri, bir yandan, izlenen ekonomik politikaların sonucu olarak yoksullaşan ve durumlarını demokratik taleplerle protesto eden kentli ücretli kitlelerin, kent küçük burjuvalarının ağızlarına,zorunlu olarak, bir parmak bal çalarken; diğer yandan, vermek zorunda kaldıkları ekonomik-demokratik hakları nihai olarak iptal etmek yolunda çok anlamlı hamleler yapmışlardır. Darbenin önemli sonuçlarından birisi, DP’nin farklı bir tabela altında, işbirlikçi tekelci sermayenin ihtiyaçlarına yanıt verebilecek surette yeniden yapılandırılması olmuştur. 27 Mayıs’ın bütün kabinelerinde, darbeyle düşürülen DP’nin büyük sermaye sınıfının taleplerine hizmet etmeye hazır vekil ve bakanlarının ağırlıklı yer almış olması tesadüf değildir. Bu yolla  yeni bir komprador burjuva partisi, DP yapısı üzerine oturtulabilmiştir.

Büyük toprak sahipliğinin, iktidar bloğunundaki konumunun geriletilmesi karşısında, büyük burjuvazi kendisine karşı kullanılabilecek islamcı-milliyetçi akımları, ideolojik hegemonyasına eklemleyerek, ilerici kesimlere karşı kullanmıştır. İslamcı-milliyetçi siyaset ilk kez hemen 27 Mayıs sonrasında, devletle açık, programatik bir entegrasyon içerisine girmiştir. “Ak”, “kara” finansal kaynaklar bizatihi TC devleti tarafından bu akımların güçlenmesi için temin edilmiştir. En üst düzeyde devlet temsilcilerinin, bu akımların kendilerini geliştirebilecekleri ortamı sağlayacak vakıf ve benzeri kuruluşların ortaya çıkmasına ön ayak olduklarını biliyoruz. Bugünkü islamcı-milliyetçi kesimlerin bir çok önemli ismi, 27 Mayıs’ın hemen sonrasında bizzat cunta lideri yapılan Gürsel’in himayesinde kurulan  Komünizmle Mücadele Dernekleri içerisinde yetişmişlerdir.

İslamcı siyaset, askeri darbelerin müdahil olarak önünü açıp, düzenledikleri yeni siyasal yasallık koşullarında kendisini konsolide etmiştir. Yalnız dikkat edelim, her darbeyle birlikte düzenin kapitalist emperyalizmin, ekonomik,politik ve ideolojik  gereklerine adapte olmaya çalıştığını görüyoruz. İslamcı ideoloji ve gerici siyasetin yükselmesini bu çerçevenin dışında değerlendirmek kabil değildir. Yani onu dar anlamda bir “iç sorun” olarak görmek doğru olmaz.TSK, özellikle soğuk savaş koşullarında, uluslararası bir bağlamı olan, bu siyasal gaye doğrultusunda ihtiyaç duyulan yetenek ve kapasiteyi temin eden en önemli burjuva devlet aracı olmuştur.

Bir saptama daha yapalım. 1960’ların sonlarından itibaren dünya kapitalizminin, motor gücü olan ABD’den başlayarak  dalgalar halinde yayılan ve derinleşen stagnasyon girdabına girdiğini görüyoruz. Bu sıralarda, değerli marksist iktisatçılar Paul Sweezy, P.Baran ve H.Magdoff, kapitalist ekonominin bir yasasını açığa çıkartıyorlar. Buna göre, kapitalizm stagnasyon eğilimlerine, finansal araçları kullanarak ya da parasalcı bir ekonomik modeli öne çıkartarak yanıt veriyor. Yani neo-liberal iktisat devreye sokuluyor. Stagnasyonun çaresi olarak sunulan bu modelin bizatihi kendisinin çok geçmeden stagnasyonun nedeni olduğu saptanıyor. Yani tekelci kapitalist ekonomi bu kısır döngüden çıkamıyor.

İslamcılık ya da genel olarak dincilik, bu neo-liberal iktisadi modelin kitleler nazarında meşruiyetini ve dolayısıyla sürdürebilirliğini temin etmek bakımdan teşvik ediliyor. Çünkü toplumsal yoksullaşmanın öngörüldüğü yerde, dincilik de öngörülür.

Bu süreçte, her zaman emperyalist siyasetin  hizmetine koşulmuş olan islami anlayışların da kendilerini bu yeni doğrultuda yenilemeleri isteniyor. Kısacası, onlardan da sisteme yeni bir entegrasyon talep ediliyor. Bu entegrasyon sayesinde din, neo-liberal kültürel hegemonyanın temel bir bileşeni haline getirilmiştir. İslami kesimler arasında bu emperyalist talep doğrultusunda “gömlek değiştirme”ye direnenler  siyaseten tasfiye ediliyorlar.

Dincilik aynı zamanda, liberal, neo-liberal politikalarla tasfiye edilerek, göçe zorlanan devlet himayesindeki ( o zamana kadar devletin popülist tarımsal teşvikleriyle korunan ) köylülüğün uysallaştırılması, yükseltmekte olan sanayiye ucuz, güvencesiz işgücü olması bakımından da işlevseldir.  Tarımda popülist devlet korumacılığı sanayi burjuvazinin aleyhinedir. Çünkü tarımsal hammadde fiyatları ve tabii emek-gücü maliyeti korumacılık yüzünden yüksek olmaktadır. Bu tarımsal nüfusun kentlere doğru potansiyel işgücü  göçü sanayi burjuvazisinin lehinedir, çünkü emek-gücü fiyatları üzerinde sermayedar lehine baskıya yol açmaktadır. DP’nin en büyük desteğini topraklı köylülerden almış olması tesadüf değildir. Hatta darbeden önce bir seçim daha yapılabilseydi, söz konusu köylülük nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu için DP’nin bir başka seçim zaferi daha elde edebileceği açıktı. Darbe bu bakımdan da kaçınılmaz bir araç olarak görülmüş olmalıdır.

27 Mayıs askeri darbesi, bu bakımdan,  ucuz tarımsal girdilere, ucuz emek-gücüne ve tabii ithal girdiler için bol dövize ihtiyaç duyan sanayi burjuvazisi ve dış ticaretle palazlanmış ticaret burjuvazisinin, artan fiyatlar dolayısıyla reel ücretlerinde dramatik düşüşler yaşayan kentli ücretlilerin ittifakı sayesinde mümkün olabilmiştir. Ayaklanmış öğrencileri, toplumsal bir kategori olarak “sınıf” kavramı içinde değerlendirmek doğru değildir, ancak aileleri itibarıyla sınıfsal bir kompozisyonlarının olduğu, sınıfsal baskılara maruz oldukları açıktır.

Gelgelelim, biraz ileride, sanayi burjuvazisinin dış pazarlara açılma baskısı yaşadığı koşullarda, bu ittifak dağılacaktır. Sermayenin organik bileşiminde teknoloji lehine değişiklik yapma olanakları sınırlı olan sanayici sınıfı, dış pazarlarda rekabet edebilmek için ucuz işgücüne ihtiyaç duyacaktır. Bunun için kentli işgücü üzerindeki düşük ücret baskısını arttırmak adına kırsal alandan göçü teşvik edecek önlemleri destekleyecektir. Dincilik, işbirlikçi bir çerçevede tekelcileşen sanayi burjuvazisinin ideolojik silahlarından birisi olacaktır.

12 Mart, 27 Mayıs’ın yukarıda sözü edilen sınıfsal çıkarlar adına yapmaya çalıştıklarını tamamlamaya yönelik bir işbirlikçi burjuva siyasal hamlesidir. Ancak uluslararası soğuk savaş koşullarında, ilerici direnişler karşısında gerileme ihtiyacı duymuştur. 12 Eylül’le başlayan süreçte, soğuk savaşın da sona ermesiyle, tekelci burjuvazi sola karşı hamlelerini tamamlamıştır. Yani bu üç darbe arasındaki, her yönüyle,  kopuşlu sürekliliği görmemek hata olur. Yine dikkat ediniz, bütün bu 30 küsur yılı kapsayan süreçte, düzenin ideolojik hegemonyasını kurmak adına hem islamcı-milliyetçi hem de (özellikle de) 68’den sonra liberal akımların, bir çok durumda, iç içe geçmiş şekillerde sahne aldığını göreceksiniz. Liberal ve dinsel söylemin genel olarak uluslararası emperyalist düzenin kültürel hegemonyası içinde de paralel bir ivme kazandığını tespit ediyoruz.

AKP yönetimi bu birikimin ya da mirasın üzerine bina edilmiştir. Yani AKP yönetiminin önü DP devrinden çok, 27 Mayıs’la başlayan süreçte açılmıştır. 27 Mayıs öncesinde, dağınık, bağlaşıkları söz konusu olduğunda, örtük ilişkiler, yer yer utangaç eğilimlerle karakterize edilen islamcı-milliyetçi hareket, darbe sonrasında, mali altyapılarıyla birlikte yeniden-yapılandırılmış, öncelenmemiş ölçüde, organize hale getirilmiştir. Ekonomide tekelci eğilimlerin mevzi kazanması ve ideolojik alandaki gericileşme arasında doğru orantılı bir ilişki olduğu açıktır. Bu ideolojik gericiliğin dışavurumlarının her zaman incelmiş, iyi gizlenmiş  formlar içinde gerçekleşmediğini de geçerken belirtelim.

Kuramsal olarak tarihe bakarken, tikel ya da marjinal  düzeyde görülen, genelden sapma eğilimlerine dayanmamak gerekir. Bu “sapma”ların kısa bir süre sonra devre dışı kaldıklarını saptayabiliyoruz. Somut içinde özeli temsil eden olgu, zorunlu olarak, belirleyicilik anlamında,  imtiyazlı bir konuma işaret etmez. Özel olanı, çoğu zaman, uçları kapalı, donmuş bir yapı olarak değil, tersine, kanlı,canlı, hareket halindeki bir bütün gibi görülmesi gereken somut genelin içindeki bir  ayrıntı veya istisna olarak görmek icap edebilir.

Bir kez daha altını çizmek adına, 60’larda elde edilen ekonomik-demokratik kazanımları, askeri darbenin bir lütfu değil, sokakların demokratik talepleri karşısında, burjuva düzeninin bir tavizi olarak görmek gerekir. Keramet darbede değil, sokaklardaydı. Darbeyle bu taleplerin sol mecrada gelişme kaydetmesinin önü alınmıştır. Hatta asker anılarına bakılırsa, 27 Mayıs öncesinde ordudaki subaylar arasında “kemalizm” diye bir kavramın olmadığı da anlaşılıyor.  Bu kavramın, o yıllarda,  sokakla girilmiş temasla birlikte ortaya çıkmış olduğu iddialarını ciddiye almak gerekir.

Darbeleri sınıfsal iktidarın konsolidasyonu adına belli şartlarda başvurulan “olağanüstü” siyasal araçlar olarak görmek gerekir. Elbette her darbe sonrasında, Latin Amerika ve Asya ve Yakın Doğu’daki diğer örneklerde de gördüğümüz gibi, ordu içinden bir grubun, orduyu iktidar bloğunun hakim bileşeni haline getirmeye yönelik kalkışmalarına tanık olabiliyoruz. Bu girişimler bazen hemen darbelerin ön günlerinde veya  izleyen günlerde ortaya çıkabiliyor. Kimi zamansa,  üzerinden epey bir süre geçtikten sonra  gerçekleşebiliyor. Emir-komuta zinciri ne kadar zayıfsa, iç çalkantılarlar da o kadar sürekli ve etkili olabiliyor. Her darbe, ordu içinde de kağıtların yeniden karılması gibi bir “iç” sonuç doğuruyor. Ulusal ve uluslararası koşullar bu karma işlemini koşullayabiliyor.

Askeri darbe sadece toplumsal-sınıfsal muhalefet üzerinde eylemiyor. Sadece emekçi katmanları bastırmakla kalmıyor, egemen sınıf fraksiyonlarına da yeniden bir ayar verebiliyor. Bizatihi darbe aracı olan ordunun kendi kendisi üzerinde de eyliyor. Devletin bütün kurum veya aygıtlarıyla sınıf mücadelelerinin alanı olduğunu biliyoruz. Öyleyse, bir devlet aygıtı olarak ordunun kendisini de bu çatışmalı sınıfsal ilişkilerin alanı olarak görmek gerekir. Sosyalistler bu “vesayet” lafazanlığı dolayısıyla gerek liberallerin ve gerekse ulusalcıların, farklı niyetlerle, orduyu sınıf mücadelesinin dışında ve sınıflar üstü bir kurum olarak gösterme gayretlerinin bir burjuva manipülasyonu olduğunu teşhir etmelidirler.

27 Mayıs öncesinde, subaylar arasında zıt eğilimler olduğunu biliyoruz. 27 Mayıs’tan sonra 14’ler, Aydemir hareketleri ortaya çıkıyor. 12 Mart hemen öncesindeki 9 Mart’ı bastırıyor.  27 Mayıs’ın hayli mesafe kaydettiği emir-komuta zincirinin tesisi yolunda büyük ve radikal adımlar atıyor.  Ordu, 12 Mart’la birlikte tamamen tekelci burjuvazinin siyasal aracı haline geliyor.    Kurum içinden direnişler tasfiyelerle etkisizleştiriliyor. Eğer bu olmamış olsaydı, 12 Eylül darbesi etkili olamazdı.

28 Şubat TSK adına, 12 Eylül’ün, tahkim edilmiş “emir-komuta zinciri” dolayısıyla, ya da başka bir ifadeyle, ordu içinde de sınıf mücadelesinin bastırılmış olması nedeniyle, gecikmiş bir iç hesaplaşmadır. Bu işin elbette bir boyutudur. Hepsi değildir. Bu hesaplaşma, soğuk savaş sonrasında emperyalistlerin yeni bir “dünya düzeni” kurma ve bu yolda sistem içi entegrasyonu yeniden tesis etme ihtiyacının somut olarak ortaya çıkmasıyla birlikte yine yine etap etap gerçekleştirilmiştir. Dikkat ediniz, bütün bir süreç boyunca, darbeler ve ordu içi hesaplaşmalar emperyalist bağlamla örtüşüyor.  Sonrasında tasfiyeler, yeni ihtiyaçlara göre, yeniden yapılanmalar kaçınılmaz hale geliyor. Ancak kesinlikle emperyalist efendilerin talepleri dikkate alınıyor. Yani NATO’nun ordusu TSK emperyalist merkezlerden vize almak ihtiyacı duyuyor.

İç hesaplaşmalar esasen orduyu işbirlikçi tekelci burjuvazinin kontrolündeki egemen siyasal blok içinde ayrıcalıklı bir konuma oturtma eğiliminin dışa vurumu olarak da görülebilir. Ancak bu eğilimlerinde sınıfsal dayanaklarının olduğunu ihmal etmemek gerekiyor. Türkiye’de Tanzimat’tan beri orduya hakim olmayı ya da onu kendi  toplumsal-siyasal  talepleri doğrultusunda yönlendirmeyi başlıca siyasal gayesi haline getirmiş bir küçük-burjuva radikalizminin var olageldiğini de geçerken belirtmek isterim.

28 Şubat “iç hesaplaşma” boyutuyla, kendisini gerçekleştirememiş bir darbe girişimidir. Ancak bir “muhtıra” kadar dahi cirmi olmamıştır. Mevcut hükümete belli politikalar dikte ettirilmek istenmiştir. Ancak dikte ettiren yapı, özel bir yapı ya da bir “cunta” değil, on yıllardır anayasal düzen içinde işleyişini sürdüren MGK’dır. Esas olarak onun içindeki askeri kanadın ve devrin cumhurbaşkanının talebidir. Ancak bu hamle, uzun yıllar alacak ordu içi tasfiyenin de önünü açmış, “ulusalcı” oldukları iddia edilen subaylar önderliğinde kendisini gerçekleştirememiş bu hamle sonrasında, etap etap bu “ulusalcı” subayların tasfiyesi gerçekleştirilmiştir. Yani hamlenin sahipleri için  bir bumeranga dönüşmüştür. Demek ki, NATO’ya dahil bir ordunun komuta kademeleri, NATO’dan onay gelmeden, ya da NATO’nun kabul ettiği konjonktürle bağdaşmayan bir hareket içinde olamayacaklarını kestirememişler, veyahut ona rağmen davranmak istemişlerdir.

Sonuçları itibarıyla bakıldığında, 28 Şubat hamlesi ya da müdahalesi AKP rejiminin yükselebilmesi, Türkiye’nin emperyalistlerin talep ettiği yeni koşullara adapte olabilmesi için siyasal zemini temizlemek gibi bir işlev görmüştür. En başta da, bu hamlenin sahiplerinin tasfiyesiyle bunu yapmıştır.

Hiç şüphesiz, AKP rejiminin önü 28 Şubat müdahalesiyle açılmıştır. Mevcut siyasal yapı ve onun lider figürleri tasfiye edilmeden AKP rejimi kurulamazdı. 2007 seçimleri öncesindeki “e-muhtıra” ile sivil darbenin önündeki engeller kaldırılmış, TSK, emperyalist harekatın ihtiyaç duyduğu şekilde yeniden dizayn edilmiştir. Hem siyasetteki, hem ordu, yargı gibi devlet kurumlarındaki, hem de medyadaki tasfiye aralıksız sürdürülmüştür.

“Yeni” anayasa, Kürt sorunu ve AKP

Galeri

İşbirlikçi tekelci-burjuvazi hayli uzun bir zamandan beri siyasal rejimin aksaklıklarından parlamenter rejimi sorumlu tutmakta, “başkanlık” sistemini arzuladığını sıklıkla dile getirmektedir. Bu açıkça yürütmenin hakim olduğu, diğer rejim dinamiklerinin yürütmeye tabi olduğu bir sistem talebidir. Düzenin sağı, bir yandan Cumhuriyet’in erken … Okumaya devam et

2009 Referandumu üzerine düşünceler *

Galeri

Emin Çölaşan’ın evetçilerin kazanmasıyla ilgili tespitleri isabetli değil. Bir kere, referandumun sonucu üzerinde “12 Eylül 1980” edebiyatının etkili olduğunu hiç sanmıyorum. Çünkü bu %58’in 12 Eylül 1980’le bir sorunu olmamıştır. Tersine, onu desteklemiş olan kitleler ağırlıklı olarak bu %58’in içindedir. Asıl %42’in içinde … Okumaya devam et

BURJUVA CUMHURİYET,12 EYLÜL VE AKP

AKP’ye muhalefet edenlerin çoğu, onun karşısına hangi alternatifi koyduklarını net olarak belirtmiyorlar. Bir çok kişi, “anti-AKP” olarak ifade edilebilecek, salt negatif bir muhalefeti öngörüyor. Anti-AKP tavrı, bugün “anti-kapitalizm” şiarı altında dünyanın çeşitli ülkelerinde gösteriler yapanların konumuna benziyor. Tek başına negatif bir karşıtılık siyasetinin  hiç bir pozitif anlamı yoktur. Pozitif bir sonucunun olması da beklenmemelidir. 

AKP muhaliflerinin büyük denebilecek bir kısmı,”Atatürk devrine”  geri dönüş çağrısını da kapsamına alan,  AKP öncesini ihya etme eğilimindedir.  Bu irticadır. İrticadan, geçmişte ideal haliyle mevcut olduğu varsayılan ve  sonradan yapılan yanlışlar nedeniyle , hatta ihanetlere maruz kalarak, bozulmuş bir düzene geri dönüş siyasetini anlıyorum. Yani irtica,  hayali bir  “altın devir” i, siyasal olarak, yeniden canlandırma talebidir. Tarihte altın devirler yoktur. Son kertede, genel olarak üretici güçlerin önünü açan ya da onların kendilerini gerçekleştirme olanaklarını sınırlayan, engelleyen olaylar vardır. Yine bu olaylar arasında, genel olarak,   süreksizlik ya da kopuşlar  halinde süreklilikler vardır.

12 Eylül davası münasebetiyle, haklı olarak AKP devrini 12 Eylül’ün devamı olarak gösterenler, 12 Eylül’ün Cumhuriyet’in evrim sürecinin çocuğu olduğunu, sürecin gerçekleşme koşullarını ağırlaştıran kopuşlarla,  27 Mayıs, 12 Mart olarak kendisini ifade eden siyasal metodunun izleyicisi  olduğunu ihmal ediyorlar.  Gerek 12 Eylül ve gerekse AKP rejimi genel hatlarıyla kemalist cumhuriyetin siyasal metodolojisine, tarzına aykırı uğraklar değildir. İrtica siyaseti yenilgi psikolojisinin çaresizliğinden doğar. Ancak, bu çaresizliğin kaynağının bizatihi bu reaksiyoner tutumdan, irticai siyasal akıldan çıktığı görülmez. Yapılması gereken, kopuşlar halinde de olsa, süreklilik arzeden mevcut siyasal çerçevenin, isterseniz,  tarzın dışında siyaset üretmektir.

Kemalizm sadece bir siyaset tarzıdır. Bir siyaset tekniğine işaret eder. Mesela, kamusal, eşitlikçi bir toplumsal örgütlenmeyi öngören sosyalizm gibi, toplumsal bir projesi yoktur. Kendisini toplumsal formasyon anlamında  disipliner pratikleri gerçekleştirme süreci olarak kurgulamaz. Onu kapitalizm çerçevesi içinde uygulanması öngörülen, burjuva toplumunun gerekleri doğrultusunda,  burjuva sınıfından özerk olarak eyleyen, yani   reel olarak burjuva sınıfının genel çıkarları adına, bürokratik araçlarla sürdürülen  bir siyaset tarzı olarak görmek gerekir.  Bu anlayış tanım itibariyla otoriterdir. Devlet inisiyatifini, halk inisiyatifi üzerinde tanımlar ve olumlar. Sözde toplumsal eşitlik , özde faşizan bir korporatizm söylemini öne çıkartır. Kemalist  siyasal çerçeve içinde gelişmiş olan,  bugünkü AKP rejimi, kendisinin de içinde gelişmiş olduğu  bu kemalist konuma artık ihtiyaç duymayan tekelci burjuvazinin,  emperyalist sisteme neo-liberal bir yeniden entegrasyonun istendiği koşullarda, söz konusu neo-liberal misyonun siyasal taşıyıcısı olmuştur.

Cumhuriyetçilerin emperyalist dünya sistemine en erken entegrasyon girişimi 1926’dadır. Liberal kapitalist sisteme entegrasyon, kısa bir süre sonra patlak veren kapitalist dünya ekonomisindeki bunalım nedeniyle, gerçekleşememiştir. TC devleti bakışını, bu sıralarda, proletarya diktatörlüğü kontrolünde devlet kapitalizmi (NEP) uygulamasından, tarihte ilk kez, sosyalist ekonominin kurulmasına doğru gayet başarılı bir geçiş yapmakta olan SSCB’ne çevirmiştir. 

Henüz burjuva sınıfın sermaye olarak pek güçlü olmadığı koşullarda, kaçınılmaz olarak burjuva sınıfından nispeten yüksek ölçüde özerklik yeteneğine sahip, burjuvazinin  siyasal ve bürokratik temsilcileri burjuva toplumun gelişmesi için SSCB katkısıyla devlet kapitalizmi, ithal ikameci ya da merkantilist bir pratikten başka bir çıkış yolu olmadığına inandı. Nasıl SSCB, sosyalizm inşası yolunda özü itibariyle, kapitalist olan önlemleri (NEP= yeni ekonomi politikası) uygulanması gerekli bir uğrak olarak gördüyse, Ankara’daki kemalist rejim de, kapitalizmin inşası yolunda, devlet kapitalizmi uygulamasını gerekli görmüştü. Bugün atfedilen anlamında, kemalist siyasal tarzın  bu kararın alınmasıyla uygulanmaya başlanmış olduğunu söyleyebiliriz.  Dolayısıyla, “NEP uygulamasına girişmiş bolşevik yönetim ne kadar kapitalistse, SSCB katkısıyla devlet kapitalizmi inşasına girişmiş kemalistler de o kadar sosyalist idiler” şeklindeki bir kıyaslama yanlış olmayacaktır. Bolşevikler bir dünya devrimi beklentisiyle hemen sosyalizme geçişin gerçekçi olmadığını çok geçmeden saptamışlar ve politika değişikliğinin -bir süreliğine- gerekliliğini kavramışlardı. Yani NEP realizmine dönmüşlerdi.  Türkiye’de burjuva sınıfının temsilcileri olan cumhuriyetçiler de, ulusal kurtuluşçu, anti-emperyalist siyasetin anti-kapitalist boyutunu kavrayıp, bunun kurmayı planladıkları toplum için bumerang olacağını tespit etmişlerdi. 1926 Türk-İngiliz  işbirliği bu tespitten çıkmıştır.  Nasıl bolşeviklerin bekledikleri “dünya devrimi” Batı Avrupa’daki büyük siyasal kriz nedeniyle gerçekleşmediyse, bizdeki emperyalist sisteme entegrasyon beklentisi de, 1929 büyük bunalımı gerekçesiyle  gerçekleşememişti. Nasıl proletarya diktatörlüğü koşullarında uygulanan NEP dönemi, Sovyetlerin kapitalizmi benimsemiş olduğu anlamına gelmiyorduysa, kemalistlerin burjuva diktatörlüğü altında yürüttükleri devletçilik de, Türkiye Cumhuriyeti’nin  sosyalizmi benimsemiş olduğu anlamına gelmiyordu. Bu süreci yanlış yorumlayarak, Atatürk ve kemalist çizgisini “sosyalist” olarak etiketlemek doğru değildir. Unutmayalım ki, Batı’daki büyük kapitalist ülkeler dahil, dünyanın bir çok ülkesi, hemen hemen aynı yıllarda,bir kısmı biraz daha sonra benzer politikaları, hatta bizde hiç bir şekilde gerçekleşmesine izin verilmemiş daha sol bir çerçeve içinde, sosyal demokratik boyutlarıyla uygulamaya koymuşlardı.

Türkiye’nin tekelci burjuvazisi, kemalist siyasal tarzın, neredeyse kesintisiz 10 yılı aşan bir zaman içinde uyguladığı, devletin motor rolüyle tanımlanan kapitalistleşme  siyasetinin çocuğudur. Bu modelle, tekelci burjuvazinin  sermaye birikiminin asli kaynağı yaratılmıştır. Öte yandan yine bu süreç içersinde, korporatist bir “birlik, beraberlik, ayrışmamış, kaynaşmış kitle” manipülasyonuyla emekçi kesimlerin, yoksul köylülüğün sömürüsüne hız verilmiş, bu sınıfların sözcüsü olan hareket ve eğilimler, aydınlar bastırılmıştır.  

Bu devletçi kemalist siyasetin devrede olduğu sıralarda, başvurulmuş olan anti-emperyalist siyaset ve söylem, rejimin o sıralarda uygulamakta olduğu korumacı kapitalist ekonomik siyaset bakımından uygundu. Yani bu siyaset ve söylem sadece sosyalist SSCB ile yürütülen ilişkilerle izah edilemez. Türkiye, SSCB ile sosyalizm kuruculuğu adına değil, paradoksal olarak, kapitalizm kuruculuğu adına ilişkiler kurmuştur. Kemalist rejim bu burjuva kapitalist vizyonundan bir sapma göstermemiştir. Ankara’nın NEP’i, Moskova’nın NEP’i gibi amaca giderken başvurulmak zorunda kalınan taktik bir araçtır. Yalnız, ikincisinin amacı sosyalizm iken birincisinin meramı kapitalizmdir.  

Türkiye devleti, büyük savaş sonrasında, ta baştan taşıdığı kurucu misyon gereği, dünya kapitalist sistemine yeniden entegre olmuştur. İzlediği devletçi politika, entegrasyonun gerekleri bakımından aykırı bulunmamıştır. O yıllarda henüz devlet kapitalizmi istenilen, ya da, en azından, kararlılıkla uygulanmasında, entegrasyon ya da kapitalist dünya sisteminin genel işleyişi bakımından  sorun olarak görülmeyen bir politikadır.

Soğuk savaş koşullarında entegrasyon özellikle siyasal-askeri açıdan büyük bir önem arz etmekteydi. Sıcak savaş bitmiş, ancak savaş bitmemişti. Çok daha uzun ve kapsayıcı olan soğuk savaş periyotuna girilmişti. Bu periyotta, kapitalist ülkelerin izleyecekleri ekonomik yoldan çok, genel siyasal çizgileri önemliydi. Bu sıcak olmayan savaş içinde yer aldıkları taraf önem taşıyordu. Daha doğrusu, soğuk savaş dönemi, ekonominin değil, siyasetin öne çıktığı bir dönemdir. Son çözümlemede her türlü savaş siyasettir. Politik olarak sonuç alınabilecek bir olaydır. Bu yolda, ekonomi politikanın hizmetindedir. Esasen soğuk savaş yılları boyunca en sağcısından (Türkiye örneği),  en solcusuna  (Batı, ama özellikle Kuzey  Avrupa örneği ) kadar, emperyalist sisteme merkez ve çevre olarak dahil ülkelerde, genel olarak, korumacı, devletçi, sosyal bakımdan takviye edilmiş, “gelir bölüşümü” kaygusuyla hareket eden ekonomi politikaları gözetilmiştir. Sosyalist blokla sürdürülen soğuk savaş, sadece askeri bir yarışmadan ibaret değildi. Bu savaşın ideolojik, sosyal, ekonomik boyutları daha fazla öne çıkıyordu. Bu bakımdan, sosyal vurguları bariz olan ekonomik anlayış uygun görülmüştü.

Bütün bu süreçler boyunca izlenen ekonomik politikaların sadece farklı  sınıflar arasında değil, burjuva sınıf fraksiyonları arasında da çıkar  ilişkilerini  etkilemiş olduğu vak’adır. Bu çelişkiler içeren süreçlerden,  taraf olma durumundaki,  nispi olarak özerk,  bürokratik yapının etkilenmemesi de olanaklı değildi. Bürokratik anlayış ve kurumlar arasında, kadrolar içinde  bir çatışma meydana gelmesi, her yol ayrımında kaçınılmaz olmaktadır.

Sovyetlerde, NEP döneminin sona erdirilerek, sosyalizm inşası programına geçilmesi, nasıl bu dönemin sürdürülmesini isteyenlerin (başlarını, NEP’in de teorisyeni olan,   Bukharin’in çekiyordu)  direnişiyle karşılaşmış, sonunda sosyalizm yanlıları tarafından tasfiyelerini gerekli kılmışsa, benzer bir çatışma Türkiye’de de  olmuş,   devletçi politikanın belli bir uğraktaki ihtiyaçlarına yanıt vermiş olduğunu, artık ona ihtiyaç duymadığını dile getiren tekelci burjuvazi tarafından, devletçi kapitalizmi savunan kemalistlere karşı, etkileri  bugün de devam eden tasfiyeler gerçekleştirilmiştir.

Kemalist devletçilik süreci düz bir çizgi boyunca gelişmez. Örnekse, korumacı devlet kapitalizmi uygulamasıyla sermaye birikimini arttıran sanayi burjuvazisi, serbest pazarcı, ithal ikameciliğinden  şikayetçi iç ve dış ticaret burjuvazisiyle çıkar ayrılıklarına düşmüştür. DP’nin sanayileşmeden çok, ticarileşmeyi ve ticaret burjuvazisini nispeten daha fazla gözeten ekonomi politikaları, finans-kapitali temsil eden sanayici, bankacı büyük sermaye kesimlerini tatmin etmemeye başlamıştır.

Hiç kuşkusuz ülkemizde gerçekleşmiş (bu yüzden gerçekleşebilmişlerdir) bütün askeri  müdahaleler büyük ya da tekelci sermaye adınadır. Yine hepsi dünya kapitalist sistemiyle, sistemin artan tekelleşme eğilimleri çerçevesinde,  yeni bir entegrasyon temin amacını taşır.  Her darbe öncesinde, uygulamada olan ekonomik modelin kapitalist dünyayla entegrasyonun aksadığı (örnekse, döviz sorunları) saptanacaktır. Ancak darbeleri çağıran süreçleri sadece ekonomik boyutuyla değil, ekonomik, siyasal, ideolojik yapısal kriz momentleri olarak görmek isabetli olacaktır. Burada asıl dikkat çekici olan, izleyen her entegrasyonun ülkedeki tekelci burjuvaziyi, merkezdeki tekellere, uluslararası finans kapitale daha bağımlı bir bileşen haline getirmiş olmasıdır. Türkiye’deki finans kapital, özellikle 12 Eylül darbesi sonrasında, öncelenmemiş ölçüde uluslararası bir karakter kazanmıştır.  Bu süreç içinde, sistemin isterleri doğrultusunda, sanayici eğilimlere, mali-spekülatif eğilimler adına galebe çalınmıştır. Türkiye gibi bağımlı ekonomilerin, yeni entegrasyon koşullarında  kırılganlığı, “sıcak para” girişlerine bağımlılık yoluyla arttırılmıştır. Bu yeni bağımlılık çerçevesinin önemli siyasal sonuçları olmuştur. AKP bu sürecin siyasal sonucudur. AKP’nin önünü açan, öncesi ve sonrasıyla, sol devrimci ve demokrat güçlere karşı terörist kalkışmaların planlı bir şekilde yürütülmüş olduğu 12 Eylül faşist darbesi olmuştur.

27 Mayıs da dahil, bütün askeri darbeler AKP’nin habercileri olarak görülmek gerekir. Bizatihi AKP rejimi de, bu sözü edilen öncüllerinin habercisi ve yaratıcısıdır. Bugün bu rejim dolayısıyla, bu öncüllerin ya da etapların onun habercisi olduklarını görebiliyoruz. Böylece AKP’nin tarihini yazabiliyoruz. Bunu yaparken burjuva cumhuriyetin tarihini de yeniden yazma ihtiyacı duyuyoruz. Nasıl cumhuriyetin dayandığı mantık bizi bugün AKP rejimi koşullarına getirmişse, yani AKP’yi haber vermişse, AKP rejimi de, Cumhuriyetin bugünkü yerine evrileceğini, bugünden geriye bakarak haber vermektedir. AKP vak’asından sonra artık Cumhuriyet tarihini AKP öncesinde olduğu gibi okumamız kabil değildir. AKP o tarihi yeniden yaratmıştır. SSCB karşısında önce tampon sonra vasal devlet işlevini benimseyerek emperyalist sisteme dahil olan TC, tampon olduğu devlet ortadan kalkınca, elbette yeni emperyalist misyonlar adına dönüşecekti.

Proletarya devrimcileri için hesaplaşma, bu sürecin bütünüyle sorgulanarak dönüştürülmesi anlamına gelir. Bu sorgulama, tanım itibarıyla, devrimci bir etkinliktir. Doğrudan düzeni hedefler. Bu çerçeve dışında, sorunu, sorumluluğu  onun içinde yer almış bir kaç aktöre yüklemek suretiyle yapılacak her hangi bir sorgulama, “hesaplaşma”, burjuva düzeninin aklanması anlamına gelecektir. Bu kez neo-liberal entegrasyon adına kemalist cumhuriyet’in en baskıcı metot ve gelenekleri üzerinde yükselen, ve onun bu  tarzını  sahiplenmiş olan AKP’nin 12 Eylül rejimini yargılayabileceğine inanmak, eğer kasıtlı ve planlı bir demagojik   çaba değilse, en hafif ifadeyle, safdilliktir. Düzenin tuzağına düşmektir.





My Great Web page