AKP rejimi devrimci mücadeleyle yıkılabilir

Daha önce bir çok kez AKP rejiminin olağan siyasal yollarla gitmesinin pek mümkün görünmediğini söylemiştim. Bu sadece AKP rejiminin iç yapılanmasından hareketle yapılmış bir saptama değildi. Emperyalizmin vasalı AKP rejiminin emperyalistlerin bölgemizdeki doğrudan ya da dolaylı müdahalelerinde üstlendiği roller ile de alakalıydı.

Bugün bu tespit daha da güçlenmiştir. Düzen güçleri ya da burjuva devlet aklının gidişata müdahale, koşulları olağanlaştırma olasılığının az da olsa var olduğu söylenebilir. Ancak bunu, bu tahmin edilmesi mümkün olmayan, irrasyonel dinci anlayışa sahip özne ve yapıları kullanarak sürdürülebilir şekilde yapması olanaklı değildir. Bugün itibarıyla halen işbirlikçi büyük burjuvazi karşısında hareket, manevra yeteneğini yitirmiş olarak kırılgan bir görüntü veren Erdoğan, OHAL aracılığıyla bu hali kendi lehine değiştirmek isteyecektir.

Erdoğan şimdiye kadar sürekli olarak siyasal alanı kendi lehine daralttığı için kaçınılmaz olarak kendi hareket, esneme alanını da daraltmıştır. İçte de, dışta da. Hamle ve ittifak olanakları sınırlıdır ve bu olanakların esas olarak şiddet ve terörle tanımlanacağı da açıktır.

Devrimcilerin düzenle mücadelelerinde hiç bir hasım gücü küçümsememeleri, tersine ciddiye almaları gerekir. Aynı şekilde, kendi güçlerini de ne ihmal etmeleri ne abartmaları beklenir. Erdoğan, FETÖ’cü darbe girişiminin hemen sonrasında söz konusu girişimi, “Allahın lütfu” olarak gördüğünü beyan etmişti. Gelecek hamlesi için işaret vermişti yani. Erdoğan’ın lütuf olarak gördüğü şeyi, ben de devrimciler adına lütuf olarak görüyorum. Erdoğan, Türkiye devrimci solunu, ilerici, devrimci demokratları sıcak siyasal mücadelenin içine çekerek adeta yeniden yaratacaktır. Bundan kuşkum yok.

Devrim, devrimci iktidar salonlarda, servis tabağında sunulmuyor. Sokakta kavgayla, ateşlerden geçerek fethediliyor. Devrimciler kavga içinde kendilerini yeniden yaratırlarken devrimlerini de yaratıyorlar. Bunlar biliniyor. “Yandık, bittik, felaket” mızmızlanmaları devrimci tavrı değildir. Hiç şüphesiz şimdi hepimizin içinde büyük bir sıkıntı var. Bu anlaşılır bir şey. Ancak devrimci adına sıhhat işareti olan, bu sıkıntıdan iç patlamalarla gelen küçük-burjuva buhranları ve sonrasında teslimiyeti üretmek değil, dış patlamalarda ifadesini bulan kitlesel yaratıcı yıkım etkinliğine dahil olmaktır.

İlk olarak, mümkün olan en geniş devrimci, ilerici demokrat kesimlerin eylem birliği platformunu yaratmak gerekiyor. Bu platform örgütler düzeyinde oluşturulmalı, bitip tükenmek bilmeyen salon tartışmalarıyla vakit kaybetmemelidir. Çok sade, detaylarla boğulmamış,  çok net tanımlanmış, pratik, yapılabilir hedefler, asgari müşterekler etrafında hareket yeteneği yüksek bir eylem platformuna ihtiyaç var.  Mücadelenin alacağı seyir içinde, bu platformun daha öte siyasal ittifak biçimlerine doğru evrilmesi elbette olanaklı olabilir. Ancak daha başlangıçta bu olanakları zorlamak doğru olmayacaktır. Yani bu kadarını da yapamayacak mıyız?

Emperyalizmi düşman merkez haline getirmeyen devrimci, ilerici sol, demokrat siyaset olmaz. Bugün “FETÖ mü, AKP mi” sorunsalı etrafında bir sol tartışma içinde girmek kabul edilemez. Bütün bu tür akıl tutulmaları esas olarak emperyalizmi baş düşman odak olarak tespit etmeyen  yaklaşımlardan kaynaklanmaktadır. Değerlendirmeyi, emperyalizmi merkeze koyarak yapmak lazım. Ancak buna göre, dost, düşman, müttefik, olası müttefik değerlendirmeleri yapmak sağlıklı olacaktır. Şunu da unutmayalım, emperyalizmde oyun da, sağı, solu, ortasıyla oyuncu da çoktur.

Türkiye’de bir darbenin başarılı olduğunu nasıl anlarız?

Yukarıdaki sorunun yanıtı, “solcuları, devrimcileri kırıp geçirmişse” olacaktır. FETÖ darbesi bu bakımdan başarısız olmuş, sırasını bekleyen olası Erdoğan darbesininse, kaçınılmaz olarak sol, ilerici kesimleri hedef alacağı açıktır. Yani bu aşamada olası bir darbe solu hedef almadan başarıya ulaşamaz.

Ülkemizde cereyan etmiş daha önceki bütün başarılı darbeler, hedef aldıkları iktidarların yanlış, kötü icraatlarını gerekçe göstererek harekete geçmişlerdir. Ancak cuntaları hakimiyeti sağlayınca ilk iş olarak iktidardan devirdikleri siyasi anlayışı, onun liderlerini saf dışı ederek sahiplenip, sürdürmüşlerdir. Bu 27 Mayıs’ta da böyle olmuştur. O darbe sonrası kurdurulmuş bütün hükümetler Bayar ve Menderes’siz DP hükümetleriydi.

12 Mart’ın hükümetleri, Demirel’in belli bir ölçüde pasifize edilmiş olduğu AP hükümetleri olarak görülebilir. Türk-İslamcı 12 Eylül darbesinin hükümetleri, liderleri yasaklanmış, ama “fikirleri iktidarda” Türk-İslamcı MC hükümetleriydi. Özal gökten inmemişti.

27 Mayıs öncesinde, ilerici-demokrat, kısmen sol eğilimli sokak muhalefeti ön almış olduğu için darbe sonrası o kesimlere geçici tavizler verilmesi kaçınılmazdı. Ancak çok geçmeden, bu kesimlerin ordudaki uzantılarından başlanarak verilenlerin misliyle geri alınması süreci başlatılmıştı.

12 Mart ve 12 Eylül deneyimlerindeyse, zaten ilk hedef sol, ilerici kesimlerdi. Şimdi gelmesi kuvvetle muhtemel karşı darbe de, hiç kuşkusuz, öncelikli  olarak, sol, ilerici halk muhalefetini hedef alacaktır. Bu muhalefeti ezmeden başarılı sayılması, ya da amacının hasıl olması mümkün olmayacaktır. Hatta bunu temin etmek adına, ruh ikizleri olan “15 Temmuz darbecileri” nin aktif bakiyeleriyle, açık ya da örtük, şu ya da bu form altında, işbirliği yapmaktan da kaçınmayacaklar. Çünkü onlar düzendir. Düzeni sürdürmek için her yol mübahtır.

Tayyip’in “Altın vuruşu” nu beklerken

16 Temmuz kalkışması sonrasında TC devleti fiili bir durum yaratılarak tasfiye edilmeye başlanmıştır. Devletin içi daha önceden hazırlandığı anlaşılan bir plana göre boşaltılıyor. TSK, tam anlamıyla, çökmüştür. Örgütsel yapısı fiilen, reel olarak işlemez hale gelmiştir.

Giderek  üniversiteler, eğitim kurumları, yargı kurumları, medya organlarının aralarında bulunduğu en dinamik ya da stratejik kurumların da,TSK gibi, önce fiilen sonra da hukuken tasfiye edilmek istendiği görülüyor.

Bir devrimci sol önderliğin iktidarı alabilmesi, en azından fiili iktidar odağı haline gelebilmesi için uygun bir ortam var. Ancak böyle bir önderlik yok. Oluyor böyle şeyler.

Türkiye buraya her şeyden önce ta baştan devrimci ufku sınırlı kurucu kadroların yanlışlarıyla döşedikleri yoldan geçerek geldi. Kurucu kadroların iki patolojik saplantısı, “komünizm” ve “Kürt sorunu”, somut politik ifadesini, onların emperyalizme teslim olmalarında, kendi devletlerine tampon işlevi yüklemelerinde buldu. Türk devletinin gericiliğinin iki temel kaynağı, Kürt sorununda kararlıkla izledikleri anti-demokratik, inkar edici politikalar ve emperyalistlere yaltaklanmak ve bu sayede menfaat temin etmek adına anti-komünist, anti-sol konumları her alanda takviye etmekti.

Genç solcu bedenleri, cesetleri üzerinde tepinmek onlar için vatanseverliğin olmazsa olmaz egzersizi, devlette liyakatın, sürdürülebilir kariyerin olmazsa olmaz kuralıydı. “Vatanı kökü dışarıda solculardan korumak” adına, kökü dışarıda emperyalistlerle işbirliği yapmaktan gurur duydular. Yetmedi, arkaik ideolojileri teşvik edip imal ettikleri arkaik “Türkçü- İslamcı” ürünleri solcuların üzerine saldılar. Ülkeyi bir uçtan diğerine yeşil kuşakla sardılar, bugün bu eğilimi, tutarlı bir şekilde,  cihatçılarla müttefik olacak kadar geliştirdiler. Kafa kesenlerle ittifak, bugün kendi kafalarının o cihatçılar tarafından kesilmesiyle sonuçlandı.

Emekçi, üretici sınıfın gönencini değil, kendi yaratıkları olan bir avuç asalak sermayedarın çıkarlarının takipçisi olmayı görev bildiler, sonra da onların topladıkları parsadan önlerine attıkları parçalarla beslenmeyi onur saydılar. Fethullah’ı, Tayyip’i  onlar yarattılar. Tabutlarına son çiviyi çaksınlar diye.

Gidişata bakılırsa, Tayyip “altın vuruş” için çok gecikmeyecek. Kimbilir, yarın belki yarından da yakın… Solun, solcuların hazırlıklı olmasında fayda var.

Erdoğan devam edebilir mi?

Burjuva TC devleti mevcut veya olası herhangi bir form altında Erdoğan yönetiminde sürdürülemez. Yani artık Erdoğan’la gitmeyeceği görülmektedir. Elbette Erdoğan gücünü tahkim etmek, iktidarını en anti-demokratik yöntem ve araçlarla pekiştirmek adına hamleler yapacaktır. Bunda belli bir süre başarılı da olabilir, ancak sürdüremez.

Erdoğan, bundan sonra da, hem içerideki hem dışarıdaki olası dayanakları bakımından tahmin edilebilir, güvenilir bir siyasal figür değildir.

FETÖ denilen örgütün  bir CIA karargahı ya da o karargaha bağlı bir örgüt olduğu tahmin ediliyordu. Merkezinin Pensilvanya’da değil, Ankara’da olduğu da ortaya çıkmıştır. Bu örgütü sadece dinsel referanslarla tanımlamaya çalışmak ahmaklık olur. Dinsel görünümlü, uluslararası siyasal ve parasal bağlantıları olan  bir “kontra” örgüttür. Derin bir NATO örgütüdür.

Son darbe girişimi hakkında bilgilerimiz henüz yetersizdir. Ancak bunun NATO, CIA gibi örgütlerin bilgisi dışında gerçekleştirilmiş olması mümkün değildir. Ne kadar işin içindeler bilemeyiz. Öte yandan, bu yapıların bizatihi yekpare olmadığını da kabul etmek gerekir. Bunların kendi içlerinde, farklı siyasal öncelikleri olan  oligarşik klikler olduğunu daha önceki yazılarda bir kaç kez belirtmiştim. Hatta bundan üç beş yıl önce eski CIA başkanı general Petraeus’un evlilik dışı bir gönül ilişkisi gerekçesiyle Obama tarafından görevden alınmış olmasını, onun liderliğinde Obama’ya karşı yürütülen bir saray darbesiyle bağlantılandıran iddiaları aktarmıştım.

Burjuva devletini yekpare bir bütün olarak görmek doğru değil. Gelişmiş burjuva devlet yapıları içinde bir çok görünümüyle oligarşik gruplaşmalara referans veren ulus-ötesi veya uluslararası burjuva sınıf fraksiyonlarının mücadelesi üzerine daha fazla odaklanmak gerekir. Özellikle gelişmiş burjuva devlet yapıları içinde farklı sınıflar arasındaki mücadeleden çok burjuvazinin söz konusu ulus-ötesi fraksiyonel görünümleri arasındaki mücadeleye odaklanmak bu devletin kavranabilmesi bakımından daha doğru olacaktır. Bu özellikle de bugünkü neo-liberal koşullarda bir gereklilik olarak görünüyor.

ABD’de bir seçim olacak. Uluslararası finans sermayesinin ağırlıklı bir kesiminin bu seçimi H.Clinton’ın kazanmasını istediği anlaşılıyor. Trump’ın arkasında duran sermaye gruplarının nispeten ulusal ve  geleneksel izolasyonist  çevreler olduğu izlenimi ediniliyor. ABD medyasından izlenebildiği kadarıyla, Cumhuriyetçi Parti’nin liberal ve liberten kanadı da önümüzdeki seçimlerde Clinton’ı destekleyecektir. Buna mukabil, genellikle Demokrat Parti’yi destekleyen iç bölgelerdeki çoğu emekçi kent küçük-burjuvazisinin Trump’ı destekleyebileceği tahmin edilmektedir. Son zamanlarda Afrika kökenli Amerikalılara karşı artan devlet terörünü de bu mücadele ekseninde değerlendirmek meşrudur. Bu arada, Trump’ın olası bir seçim zaferi, Avrupa’daki, Le Pen, Grillo gibi,  sağ popülist politik figürlerin iktidar yolunda önlerini açabilir.

Bir başka durum ABD ve diğer emperyalist ülkeler, özellikle kıta Avrupa’sındaki emperyalist ülkeler arasındaki çekişmedir. Bilindiği gibi, Brexit sonrası kağıtların yeniden karılması söz konusudur. Ancak buradan bu emperyalist güçlerin hemen birbirlerine düşecekleri sonucunu çıkarmamak gerekir. ABD, bir emperyalist proje olarak yaratılmasında baş rolü oynadığı, AB’yi kendisine daha bağımlı hale getirmek istiyor. Bu malum.  Bunun için sadece siyasal değil, finansal araçları da kullanıyor. Mesela, Yunan krizinin böyle bir boyutunun olduğunu ihmal etmemek gerekir. ABD, doların itibarını korumak için avroyu itibarsızlaştırma ihtiyacı duyuyordu. Her ihtimale karşın ABD, Doğu Avrupa’daki varlığını ve ağırlığını NATO üzerinden arttırıyor, tahkim ediyor. Brexit’e ABD’nin ilk tepkisi, Avrupa’nın doğusundaki gücünü takviye etmek olacaktır.

Bu arada, Britanya Krallığı’nın da Brexit sonrası ilk hamlesi Çin ile çok yönlü, çok kapsamlı tarihsel bir işbirliği antlaşması imzalamak olmuştur. Avrupa ve Avrasya jeo-politiği bakımından çok önemli etki ve sonuçları olacak bir antlaşmadır. Böyle bir antlaşmanın hazırlıkları Brexit’ten epey önce hazırlanmış olmalıdır. ABD, AB ve Britanya arasındaki jeo-ekonomi-politik bilek güreşi sürerken, İskoçya ve K.İrlanda gibi bileşenlerin ayrılığı muhtemelen tekrar gündeme gelecektir. Olası bir ayrışma halinde, bu ülkelerin İngiltere karşısında, AB dışında kalarak bağımsızlıklarını sürdürmeleri pek mümkün görünmemektedir.

Hatta biraz ileride, Rusya ile artacak gerilime koşut olarak AB içinde, özellikle Batı ve Doğu kanatları arasında,  şimdikinden daha derin siyasal ayrışma veya saflaşmaların ortaya çıkabileceği öngörülebilir. Hatta bir önceki soğuk savaş esnasında görülenle kıyaslanabilir,  Çin ve Rusya’yı düşmanlaştırma politikası bu kez İngiltere önderliğinde yürütülebilir. Tabii bütün bunları Rusya’ya karşı başlatılmış ve  bir sıcak savaşa dönüşme potansiyeli önceki soğuk savaşlara nispetle daha yüksek görünen “yeni” soğuk-savaşı dikkate alarak değerlendirmek gerekir.  Bir de, bunun tamamlanmamış, dinamik bir süreç olduğunu unutmayalım.

Öte yandan, Orta Doğu’daki gelişmeler,  Suriye’de, Irak’ta tamamen Türkiye’nin aleyhine dönmüştür. Türkiye’nin bu sorun başlıklarında gölge etmemesi arzulanmaktadır. Türkiye dışlanmıştır. Irak ve Suriye’deki gelişmeler Türkiye’nin güvenliği, TC devletinin bekası bakımdan büyük bir tehdit içermektedir.

Şimdi darbe girişimine geri dönersek, bu girişimin sadece TC devleti içindeki Erdoğan’dan yana güçler tarafından değil, Batılı müttefikler, İsrail, S.Arabistan, hatta Rusya tarafından da beklenmekte olduğu söylenebilir. Kim ne kadar dahil olmuştur bilemeyiz ama dış bağlantısı olmayan bir darbe girişimi olamaz. Hatta darbe şart değil, herhangi bir önemli siyasal hamle için de aynısını söylemek mümkündür.

Türkiye gibi çok önemli bir üye ülkedeki darbe esnasında, NATO kampındaki sessizlik, bekleyiş, sonrasında, pek kararlı olmadığı hissedilen protestolar, en son, Erdoğan’ın da darbecilerden farklı olmadığı, hatta onları teşvik etmiş olabileceğine dair açıklamalar, “hukuk devleti” uyarıları, Erdoğan’ı hedef alan örtülü şantaj ve tehditler, Erdoğan’ın işinin zor olacağının işaretleridir. İkili ilişkiler tarihinde ilk defa bir ABD dış bakanı, ya da bu kadar üst seviyede bir ABD’li devlet görevlisi de diyebiliriz, Türkiye’nin NATO’dan ayrılabileceğini söylemiştir. Bunu da, darbe girişiminin başarısızlığı anlaşıldıktan sonra telaffuz etmiştir.

Bunlar da yetmemiştir, Erdoğan’ı hedef alacağı açık olan Wikileaks belgeleriyle ilgili bir hamle yapılmıştır. Uluslararası finans kuruluşlarının da Erdoğan yönetimine karşı harekete geçebilecekleri ima edilmektedir. Yani Batı’da, Erdoğan figürüyle bu şartlarda devam etmeme iradesi ortaya çıkmıştır. Erdoğan’ın olası anti-demokratik hamleleri konusunda uyarılar duyulmaktadır. En azından, şimdilik onun darbe girişimi sonrasındaki eylem alanı daraltılmaya çalışılmaktadır.

Darbenin başarısızlık nedenlerini henüz  bilemiyoruz. Ancak şurası da açıktır, bir takım iç ve dış güçler Erdoğan’ı ipten almışlardır. Bugün  darbe girişimi sonrasında Türkiye’nin izleyeceği yolun anlaşılabilmesi bakımından tartışılması gereken,  bu girişimin arkasında hangi güçlerin olduğu değil, önlemesinde hangi güçlerin rol oynamış olduğudur.

Darbenin başarısız olmasında 1.Ordu Komutanı’nın kilit bir rol oynamış olabileceğini düşünüyorum. Ancak onun bunu kendi başına yapmış olması mümkün değildir. 1.Ordu, son 40 küsur yıldan beri işbirlikçi büyük İstanbul sermayesiyle bağlantılıdır (Aydın Doğan medyasının darbe esnasında hükümetten yanan tavır alması tesadüf değil) . Sanıyorum, son anda bir burjuva devlet refleksi ya da aklı devreye girmiştir. Batı sermaye gruplarıyla bir görüş ayrılığı ne kadar söz konusudur, kestirmek şimdilik zor. Ancak Kürt sorunu, Suriye’deki gelişmeler, Rusya sorununda yaşanan ekonomik zararlar gibi  başlıklar, öncelikler böyle bir refleks de etken olmuş olabilir.

Erdoğan’ın şu ya bu form altında iktidarını tahkim etmeye yönelik olası adımları, iyice daralmış hareket alanını genişletme gayreti Türkiye sermayesinin emperyalizme bağımlılık çerçevesi içinde ne kadar mümkün olabilir, ne kadar sürdürülebilir?

Bence bir “Avrasya” hamlesi bu koşullarda olanaklı değildir. Erdoğan’ın şantajı olmaktan öte  bir anlamı yoktur. Bu uluslararası bağlamı içindeki mevcut burjuva devlet yapısı içinde pratik, yapılabilir de değildir. Erdoğan’ın olası Brumaire darbesi, ancak emperyalizmle onların ihtiyaçlarına göre yeni bir sözleşme şartlarında sürdürülebilirdir. Tabii Türkiye’deki muhalif halk kitlelerinin dinamizmini hiç bir şekilde ihmal etmiyorum.

Kısacası  Erdoğan, Taksim’e kışla, cami teraneleriyle işleri çeviremez. Erdoğan’ın bütün örgütsüzlüğüne rağmen “Haziran halkı” gibi militan, devletle dahi onun içinden hiç destek görmeden savaşımı göze alabilecek bir kitlesi yoktur. “Hazır kıtaları” vardır. “Taşıma adamları”, yoklamayla meydanlara çağrılan memur kadroları, cihatçı lejyonerleri vardır. Bunların neden olabilecekleri şiddeti ihmal etmiyorum ama şiddet tek başına bir anlam ifade etmez. İstenen bir sonucu elde etmeye yetmez. Bu tespite en canlı destek, mesela, Kürdistan coğrafyasındaki mücadelede bulunabilir.

Erdoğan 14 yıldır iktidardadır, aşınmış bir figürüdür.  Burjuvazi kural olarak yeni işlerini yeni figürlere, yeni kadrolara yaptırır. “Ergenekon bitti, demokrasi verelim” hamlesini, (geçmişte “Ergenekoncu” olarak itham etmiş olduğu çevrelere da dayanarak)  “demokrasi bitti “milli irade”  verelim” hamlesiyle ikame edip “yeni” yoluna devam etmesi çok zor görünüyor. Deneyecektir, ya da denemek isteyecektir elbette, ama iktidarı tutması ancak emperyalizme tam bir teslim antlaşmasıyla mümkün olabilecektir. Bunu söylerken, emperyalistler açısından,  böyle bir antlaşmada  Erdoğan’ın  güven duyulabilecek bir taraf olmadığını da belirtmek gerekir.

Bu darbe girişimi sonrasında Erdoğan’ın hareket alanının reel olarak genişlemiş olduğu iddiasına katılmadığımı belirtmek isterim. Emperyalistlerin yatağına girildiğinde, kuralı hizmetkarlar değil, efendiler koyarlar. Onun arzu ve fantazilerine uygun hareket ettiğiniz ölçüde bu işlevinizi sürdürebilirsiniz. Bugün için Erdoğan geçen Cuma gününe göre daha kırılgandır.

Emperyalistlerin işgalci Suriye politikası iflas edinceye kadar, emperyalistlere gözü kara şekilde hizmet eden Erdoğan, bu sayede, İstanbul burjuvazisi karşısında göreli bir özerklik içinde hareket edebiliyordu. Bugün için bu olanağını reel olarak yitirmiştir. Tekrar kazanmak için oyunlar deneyecektir, ancak başarılı olma olasılığı zayıftır. Unutulmasın ki, Erdoğan himayesinde palazlanmış “AKP sermayesi” de kısmen işbirlikçi İstanbul büyük sermayesine entegre olmuştur.

“Devletin bekası”

Egemen devlet aklının  görüş açısından bakıldığında,  TC devletinin bekası hem bu cemaatçi kliğin hem de Tayyip Erdoğan ekibinin tasfiyesiyle mümkün olabilir. Yani söz konusu görüş açısından hareket edersek, TC devletinin dağılmadan, parçalanmadan sürmesi, yeniden tadilatı için bu ikili tasfiye ön koşuldur. Başka bir ifadeyle, burjuva devletin devamı için de bu ikilinin feda edilmesi gerekiyor.

Erdoğan kendi sokağını hareketlendirerek, kendi bürokrasisini yeniden dizayn ederek, düzen muhalefetini “demokrasi”, “milli irade”  teraneleriyle kendi yanında hizaya getirerek altın vuruşu yapmak istiyor. Devlet aklını temsil eden “derin” güçler (ki emperyalizm işbirlikçisi olduklarından şüphe duymamak gerekir) bu hali, sokağı daha fazla provoke ederek  kontrolden çıkarmaya çalışıyorlar. Erdoğan’ın kendi ikbali için gerekli gördüğü güruh, onun tasfiye edilmesini kolaylaştıran bir araç haline gelebilir. Aynı şey, yeniden dizayn etmeye çalışacağı kadrolar için de pekala söylenebilir.

Türkiye’nin böyle devam etmesi mümkün değil. Yarın, hatta bir kaç saat içinde neler olacağını artık kestirmek mümkün değildir. Erdoğan’a tasfiye ettirilen cemaatçiler gibi, pek yakında, hatta her an,  Erdoğan da tasfiye edilebilir. Kuraldır, elinde devlet yıkanı yıkarlar. Bitirirler. Sınıfsal kompozisyonu ne olursa olsun,  her tür devlet için bu gerçek adeta bir yasa gibi işler.

Türkiye’nin dağılması, şu an hem bölge ülkeleri hem de emperyalist güçler için pek arzulanacak bir hal değildir. Bu koşullarda, egemen ya da “derin” güçlerin bu duruma sürüklenişi önlemek adına harekete geçmiş olmaları beklenir.

NOT:

Medyadan izleyebildiğim kadarıyla bu darbe girişiminin başladığı zamandan şimdiye kadar Türkiye Kürdistan’ında PKK’nin, herhangi bir eylemsizlik duyurusu yapılmamış olmasına rağmen bir silahlı eylemi olmamıştır. Eğer bu bilgi doğruysa, dikkat çekici bir durumdur. Bu hali, sadece Kürt siyasetinin ABD tarafından şu ya da bu ölçüde kontrol ediliyor olmasıyla izah etmek doğru olmaz.  Benim tahminim, Kürt siyaseti, en azından bir tarafıyla, hem Türkiye’nin kontrolsüz bir şekilde dağılmasının kendi siyasal hedefleri açısından elverişli olmayan koşulların ortaya çıkmasına neden olacağını hesap etmektedir. Hem de,  yine en azından, belli bir ölçüde, bu darbeye bir tarafından iliştirilmiştir. Kürt siyasetinin de yekpare bir yapı olmadığını dikkate almak gerekir.

DARBE

“Eskiden söz içeriği aşıyordu, şimdi içerik sözü aşıyor” *

” Bugün toplum, kendi başlangıç noktasına geri dönmüş görünüyor. Öyleyse, şu andan itibaren kendisine bir devrimci başlangıç noktası yaratmak, yani ciddi bir toplumsal devrime yol açabilecek somut durumu, ilişkileri, koşulları yaratmak zorundadır” **

Son darbe girişiminin danışıklı olduğu iddiaları geçersizdir. Bunun Cemaat’le bağlantılı askeri ve sivil güçlerin ön almış olduğu bir hareket olduğu da, Erdoğan’a muhalif emekli subayların, muhalif gazetecilerin  beyanlarıyla teyit ediliyor. Sonra,  işin içinde Cemaat’le bağlantılı bir kısım polis gücü de var. Ancak bu iddialar ne kadar geçerlidir, katılanların hepsi Cemaatçi midir henüz bilmiyoruz.

Evet, bu girişim danışıklı değildir ama hükümetin ya da devletin AKP kontrolündeki kanadının bu darbe girişimini beklediği ve hatta kısa bir süre öncesinde bu girişimden haberdar olduğu anlaşılmaktadır.

Darbe haberi sonrası, olup biteni görmek amacıyla gittiğim, İstanbul Vilayet binası, civardaki diğer kamu binalarında, Taksim gibi önemli bir meydanda bulunan cılız asker varlığı ve bu askerlerin hal ve hareketleri hemen aklıma “danışıklılık” olasılığını getirmişti. Düşününüz ki, Taksim’de benim bulunduğum sıralarda iki cemse ve toplam 10-15 civarında asker vardı. Vilayet binası gibi, hayati öneme sahip bir yerde sadece bir cemse ve 7-8 asker görülebiliyordu. Divanyolu boyunca tek bir asker ve askeri araç dahi yoktu. Bir çok ana artelin durumu da farksızdı.

Askerler, sadece neler olduğu sorulduğu vakit, “TSK yönetime el koydu, evinize gidiniz, sokağa çıkma yasağı var” diyorlardı. Yani hiç bilindik darbelere benzemeyen bir darbeyle karşı karşıya idik.

Bir de, henüz darbe haberi çıkmadan 2-3 saat öncesinden bir çok yerde güvenlik için konumlanmış polisler bulundukları yerleri terk etmeye başlamışlardı. Yani poliste darbe öncesinde gözle görülür bir hareketlilik dikkati çekiyordu.   Mesela, Vilayet binasının bulunduğu yerde, darbe girişiminden saatler önce  dahi hiç polis görünmüyordu. Sadece bariyer olarak kullanılan taş saksılar takviye edilmişti.

Buradan danışıklılık değil, darbecilerin hazırlıksızlığı sonucunu çıkarmak daha doğru olabilir. Medyada, bu girişimin son askeri tasfiyeler dolayısıyla öne alınmış olma ihtimalinden söz ediliyor. Erdoğan ilk açıklamasında, girişimin gerçekleştiği gün askeriyede olağan dışı bir hareketliliği gözlemlemiş olduklarını ifade etmişti.

Muhtemelen darbeciler de bu durumu fark ettiler, belki paniklediler, erken harekete geçtiler. Yani program dışı gelişmeler olmadan böyle dağınık bir darbe girişimi izah edilemez. Belki son anda kararsızlıklar, müttefik kuvvetler arasında darbecileri satanlar oldu. Bilemiyoruz. Kimbilir, kuvvet komutanları hatta genelkurmay düzeyinde katılımcıları olan bir darbe girişimi olarak dahi planlanmış olabilir. Satışlar, ihanetler bu tür girişimlerde sık rastlanan vak’adan. Mesela şimdi aklıma 9 Mart 1971 girişimi geliyor.

Yine medyadan öğrendiğimize göre en az 40 civarında generalin iştirak etmiş olduğu bir girişimden söz ediliyor. Bu sayıda generalin dahil olduğu bir darbenin emir-komuta zinciri dışında planlanmış olması mümkün müdür, bilmiyorum. Sonra, bu kadar üst düzeyde subayın artık Türkiye’de emir-komuta zinciri dışında darbe yapmanın pek mümkün olamayacağını bilmeleri beklenir. Her neyse, son anda beklenmedik bir gelişmenin olduğu ve planlanandan farklı bir seyrin gerçekleşmiş olduğunu tahmin edebiliriz.

Öte yandan, bu seyirden hareketle, darbenin aslında devlet içinde belli nokta operasyonları hedeflemiş olduğu da  iddia edilebilir. En başta hükümete destek olabilecek belli güvenlik kurumlarının etkisizleştirilmesi düşünülmüş olabilir.  Sokak bu yüzden önemsenmemiş olabilir. Yani darbecilerin yukarıdan ve doğrudan nokta vuruşlarla siyasal iktidarı almayı planladıkları izlenimi ediniliyor. Darbeden önce, önceki örneklerde olduğu gibi, sermaye sınıfından, devletin dış bağlantılarından ve tabii sokaktan gelen, bir meşruiyet arayışı olmamıştır. Sokaktan gelmediği açık. Ancak öbürleriyle nasıl bir temasları olmuştur henüz bilemiyoruz.

Fakat şurası da açıktır, bu girişimi ne sokaktaki AKP kalabalığı ne de AKP’nin polis gücü önlemiştir. Hepsinden önce darbeciler kendi kendilerini engellemişler, devlet ve silahlı kuvvetler içinde bekledikleri desteği bulamamışlardır. Muhtemelen bu hali gören NATO da girişime destek vermemiştir.

Yeri gelmişken, bir çok yerde sokaktaki gösterici kitleyi izleme olanağı buldum. Görebildiğim kadarıyla, bunların hemen hepsi, cihatçı takviyesi almış,  bilindik AKP kitlesiydi. Bunun altını çizmek isterim. Kısa sürede organize edilmişler, belediye otobüsleriyle geç saatlerde dahi gösteri alanlarına taşınmakta idiler. Cami, polis, belediyeler birlikte hükümetten ve Erdoğan’dan ilk çağrılar geldikten sonra organize hareket  etme olanağı buldular.

Son olarak, bu girişim bize  Erdoğan’ın iktidarının da, bütün dayanaklarına rağmen, kırılgan olduğunu göstermiştir. Bu halin kendi kitlesinin ona olan imanında yara açmaması kabil değildir. Sonraki performansı ne olursa olsun, Tayyip karizmayı çizdirmiştir. Devletteki bu iç savaş hali durulmayacaktır. Devlet bürokrasisini yeniden dizayn etme girişimleri kırılganlığı daha da arttıracaktır. Uzun süreceğini tahmin edebileceğimiz bir istikrarsızlık hali sürekli derinlik kazanıyor. Erdoğan’ın hiç bir sözünün, hiç bir antlaşmasının, vaadinin arkasına duramayacağı açıktır.  Artık günü kurtarmaya çalışmaktadır. Bu yolda her şeyi, herkesi kullanmaya çalışacağı, kullanım süresi dolanları, hep yaptığı gibi,  bir yana atmaya devam edeceği açıktır. Başkanlığı halinde de bu durumun kolay kolay değişebileceğine ihtimal vermiyorum. Bunu, ilerici demokratik halk muhalefetinin henüz dağınık olduğu şartlarda söylediğimin de farkındayım.

* Karl Marx, L.Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Sol Yayınları, 1976, s. 17 çev. Sevim Belli

** Karl Marx, a.g.e ; s.17-18 (Çevirideki ifadeye biraz müdahale ettim). Marx, bu satırları, L. Bonaparte’ın, 1848 Devrimi’yle kurulmuş Cumhuriyeti ilga ederek imparatorluğu (monarşiyi) kurma gayesi güden 1851 Aralık Darbesi’yle ilgili olarak yazıyor.

Erdoğan’ın “18 Brumaire” i mi?

Bonapartizm, Marx tarafından atfedilen sınıfsal anlamı bağlamında gayet özel ve hayli özgün bir olguyu ifade ediyor. Bu bakımdan sorunlu bir kavram, bu anlamıyla zamanımızın burjuva siyasal düzenlerinin analiz edilmesinde pek kullanışlı olmayan bir kavramdır. Özellikle faşizm olgusunun yerine ikame edildiği durumlarda çarpıtma işlevi görebiliyor. Gelgelelim biçimsel olarak, demokratik olmayan  bir siyaset aracı veya tekniği anlamında halen kullanışlı bir kavram. Bu da yadsınamaz.

Karl Marx’ın ünlü yapıtı L.Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, bu dar teknik anlamıyla, özellikle son üç yıldan beri, Türkiye’nin siyasal mevcut durumunu izah etmekte işlevsel olabilecek bir öneme sahiptir. Kitap en baştan itibaren dikkatlice okunursa, yedi bölüm halinde ve başlangıcından itibaren giderek temposu artan bir şekilde aktarılan olaylar ve Türkiye’nin durumu arasında çarpıcı biçimsel benzerlikler saptamak mümkündür. Tabii ben aynı şeyleri, diyelim, 30 yıl ya da 20 yıl önceki okumalarım esnasında iddia edemezdim. Bunun da altını çizmek isterim.

Erdoğan’a karşı kendisi gibi gerici ve amerikancı olan, düne kadar ortaklık yapmış olduğu, devlet güçleri tarafından bir darbe girişiminde bulunuldu. Başarısız oldu. Bu saatten sonra önemli olan, Erdoğan’ın bu durumdan nasıl bir vazife çıkaracağıdır. Marx’ın yapıtını tam da bu noktada ilgili bulduğumu belirtmek isterim. Erdoğan zaten mevcut anayasayı tanımadığını belirterek fiilen bir darbe gerçekleştirmişti. Bu şimdiki girişim sayesinde bu fiili hali meşrulaştırmak isteyecektir. Bundan kuşku duymamak gerekir.

Şimdi sürekli her olanaklı kanalı kullanarak küçük-burjuva köylü (Şehirlere göçmüş emekçi kitleler de hemen köylü geçmişlerinden kurtulamıyorlar. Koşullara göre dönüşümleri biraz zaman alıyor. Bu bakımdan onları da ideolojik konumları itibarıyla işçi sınıfından saymak sorunlar yaratabilir), dükkancı ve tabii lumpen kesimlere çağrılar yaparak kafasındaki planı gerçekleştirmek isteyecektir.

Büyük camilerde dahi neredeyse her yarım saatte bir sela veriliyor. Çağrılar yapılıyor. Söz konusu kitleler sokakta tutulmak isteniyor. Bu kesimlerin eklektik ve kaygan ideolojik yapıları içinde din, militarizm, milliyetçilik asli bileşenlerdir. Bunu biliyoruz.

Bu arada, Erdoğan’ın  kendisine bağlı olduğu anlaşılan askeri güçler de İstanbul ve Ankara’ya getiriliyor. Biraz ileride bütün bu toplumsal ve yeniden dizayn ettiği askeri, sivil bürokratik güçleri kendi hedefleri doğrultusunda harekete geçirerek fiili hali yasallaştırmaya çalışacak, bu doğrultuda, parlamento muhalefetini dize getirerek, çeşitli demokratik lafazanlıklarla onların da onayını almak isteyecektir. Yani parlamentoyu kendisine uyruklaştırarak, fiilen işlevsiz kılmayı hedefleyecektir.

Ben Marx’ı okuyarak olanaklılığı tartışılmayacak bir gerçeklikten söz ediyorum. Güçlü bir olasılığın altını çiziyorum. Böylece henüz sessizliğini koruyan sol kamuoyunu uyarmak istiyorum.

Türkiye sürükleniyor

Türkiye, en erken siyasal sonucu itibarıyla, 2007 seçimleri öncesindeki “e-muhtıra” ya benzeyecek bir darbe girişimi yaşadı. Bu darbe girişimini hangi güçler, ne için yapmış olursa olsunlar, siyasal sonuçları itibarıyla, AKP rejimine ve Erdoğan’a yeni bir hayat öpücüğü vermişlerdir. Tabii bu kısa vadedeki sonucu olabilir. Kısa vade, çünkü artık Türkiye ile ilgili orta vadeli siyasal tahminler dahi yapmak kolay değildir. Şurası açıktır, Türkiye devleti ve Türkiye toplumu olağan yollarla rayına oturtulamayacak şekilde bölünmüş olduğu halde olaylar içinde süreklenip gitmektedir. Bölgesinin en güvensiz, en istikrarsız, en kırılgan ülkelerinden birisidir. Dün geceki girişim bu fotografı açıkça gözler önüne sermiştir.

Girişim esnasındaki açıklamalara bakılarak, böyle bir girişimin yapılacağından AKP yönetimindeki devlet kanadının biraz önceden haberinin olduğu anlaşılmaktadır. Herhalde TSK’daki son günlerde hızlanan tasfiyeler bu tür bir girişimi önlemek adınaydı. Ancak Ankara’daki AKP kanadının bu girişimle ilgili olarak önceden bilgisinin olduğu anlaşılıyor. Erdoğan’ın 6 gün ortalarda görünmemesi bu olasılığı güçlendiriyor. AKP yönetimi,  ya önceden haberdar olduğu bu girişimi, olası siyasal getirileri adına,  kontrolü altında tutabileceğini hesaplayarak önlemek istememiş, ya da önleyememiştir. Bilemiyoruz. Ancak haberdar olunduğu açıktır.

Burjuva AKP düzeni, hiç kuşkusuz, bunu siyasal hedeflerine varmak adına en iyi şekilde kullanmak isteyecektir. Biraz ötelemiş olduğu hedeflerini erkene almaya gayret edecektir. Kısa erimde, AKP’nin işine yarayacak gibi görünen bu gelişmenin çok geçmeden AKP düzeninin sürdürülmesini daha da zorlaştırılacağı, ülkenin kırılganlığını arttıracağı görülecektir. Bugün AKP rejiminin dış politikada geri adım atarak ödünler verme, inisiyatif kullanmama; içerideyse, baskıları, terörü  arttırma eğiliminde olduğu malumdur. Dışarıda vazgeçilen “yeni-Osmanlı” düzeni, içeride tesis edilmek istenecektir. Bu eğilimler daha da güçlenecek, işbirlikçi burjuva AKP devletine karşı  toplumsal muhalefetin genişlemesine yol açacaktır.

AKP yönetimi, darbe girişimini kullanarak parlamenter muhalefeti bir kez daha hizaya getirmek isteyecek, Kürt siyasetine, “ya darbeciler ya biz” şantajını yapabilecektir. Böylece, yeni anayasa, başkanlık gibi hükümetin en ivedi gündem maddelerinde muhalefeti işbirliğine ikna edebilecektir.  Ancak istediği siyasal sonuçları elde etmesi halinde dahi AKP rejimi tatmin olmayacak, hiç bir önlem, hiç bir politika ona yetmeyecektir. Güvensizlik hali onun iktidarda bulunduğu her gün daha da güç kazanacaktır. Karşısındaki güçler üzerindeki basınç sürekli artacak, devlet yönetimi dikiş tutmaz hale gelecektir.

Burjuvazi ve onun AKP rejimi, darbe girişimini bir “18 Brumaire” zaferi ya da  bir “31 Mart” zaferine dönüştürme gayreti içinde olacaktır. Buna şüphe yok. Bununla birlikte, son gelişmeler ve darbe girişimi ilerici halk sınıfları önündeki, tarihsel siyasal geçmiş tarafından belirlenmiş, siyasal araçları ve metotları kullanılabilir olmaktan çıkartmış, bu ilerici kitlelere kendi göbeklerini kendilerini kesme seçeneği dışında bir çıkış olanağı bırakmamıştır. Bu durum devrimci güçler bakımından tarihsel bir şanstır. Hem Türk hem de Kürt ulusalcı siyasetlerinin hali pür melali ortadadır. Bunların AKP rejimine daha da yanaşmaları beklenmelidir. İşçi sınıfı sosyalistleri en geniş cumhuriyetçi-demokratik halk kitleleriyle ittifak kurmak bakımından tereddütsüz ve hızlı hareket etmek zorundadır.

“Askeri darbe” olur mu?

Bazı medya organları birtakım Amerikalı yorumcuların iddialarına dayanarak Türkiye’de bir askeri darbe gerçekleştirilebileceğini gündeme taşıyorlar. Pekiy Türkiye’de,  içinde bulunduğumuz uğrakta, böyle bir olasılık gerçekleşebilir mi?

Öncelikle bir kez daha altını çizerek belirtmek isterim, cumhuriyet dönemindeki bütün askeri darbeler, askeri muhtıralar Türkiye’nin emperyalist Batı ittifakıyla bütünleşmesinden, düzenin ordusunun söz konusu ittifakın askeri organizasyonu olan NATO’ya dahil olmasından sonra gerçekleştirilmiştir.

NATO,  emperyalist ittifak içindeki tek tek ülke ordularının emir ve komutasına dahil ve tabi oldukları bir üst organizasyondur. NATO, emperyalist siyasetin çıkarlarını kollayan, koruyan bir örgüt. Emperyalist hegemonyayı sürdürme siyasetinin arkasındaki zor, terör aygıtı, bu aygıt olmadan emperyalist siyasetin kendisini empoze ettirmesi kabil değildir. Tıpkı, hukuk ve arkasındaki (zabıta veya kolluk, gözetleme, yargılama ve cezalandırma, kapatma sistemi gibi) terör organizasyonu arasındaki ilişkide olduğu şekilde. Söz konusu terör aygıtını ortadan kaldırırsanız, hukuk yazılı ve örfi,  yaptırım gücü olmayan kurallar bütününden ibaret hale gelir.

Buna göre, cumhuriyet Türkiye’sindeki bütün başarılı askeri darbeler ve muhtıralar NATO’nun emir ve komutası içinde, onun çıkarlarının gereği olarak, veyahut onun çıkarlarına zarar vermeyecek şekilde gerçekleştirilmiştir. Yani bu darbeler NATO darbeleridir. Bugün emperyalizme biat etmiş liberaller, İslamcılar, Türk ve Kürt ulusalcıları, yani burjuva milliyetçilikleri darbelere karşı olduklarını ya da desteklediklerini ifade ederlerken bu gerçeği görmezden geliyorlar.

Türkiye’de, metropol ülkeleri de dahil emperyalist zincirin halkalarını oluşturan diğer ülkelerde, emperyalistlerin çıkarlarını tehdit eden bir gelişme ortaya çıktığında,  askeri darbeler bu tehdidi aşmak adına bir araç halinde gelebiliyorlar. Askeri darbenin olup olmayacağı, kapitalist-emperyalist siyasetin çıkarlarından hareketle, onun en üst organizasyonlarının dahil oldukları karar süreçleri içinde belirlenir, veyahut o düzeyde onaylanması gerekir.

Ulusal ve uluslararası çerçevede sınıf mücadeleleri söz konusu olduğunda, elbette merkezin olduğu yerde merkez-kaç güçler de vardır. Bunlar arasındaki çelişki ve gerilim, her ulusal yapıya belli bir özerklik alanı tanıyabilir. Gelgelelim, sisteme dahil darbe süreci ve yönetimi sistemin siyasetiyle, sürecin şu ya da bu momentinde,  aynı hizaya gelmezse, sistem içinde sürdürülmesi olanaksızlaşır.

Halen içinde bulunduğumuz koşullarda, yani emperyalizmin soğuk savaş sonrasında mutlak hegemonyasını kurmak adına başlatmış olduğu genel saldırı, işgal, deniz aşırı militer, para-militer operasyonlarının emperyalist siyasetin ivedi gündemini oluşturduğu koşullarda, sistemin bütün ulusal ve uluslararası organizasyonları bu koşulların ihtiyacına yanıt verecek şekilde bir değişim geçirirler. Elbette bu pürüzsüz işleyen bir süreç değildir. Ayak diremeler, direnişler olacaktır. Böyle bir durumda, mesela, kendi ulusal gerçekliğimiz dolayısıyla bu aksaklıkların nasıl aşılmış olduğuna dair anıları halen canlı zengin örneklere sahibiz.

Sistemin bugünkü ihtiyacı, ulusal bileşenlerin özerklik alanını daraltmak, hegemonik merkezin veya üst organizasyonların manevra ve kontrol alanını genişletmektir. Normal koşullarda, ulusal egemen yapıların egemenlik alanlarına giren karar alma inisiyatif ve süreçlerinin sözü edilen üst örgütlenmelere aktarılması (Aktarma derken,  içsel ve dışsalın sınırlarının tespit edilmesinin güçleştiği bir durumu ihmal etmiyorum. Yani bu fiille zorunlu olarak bir dışsallaştırmayı, dışa doğru hareketi kast etmiyorum)  ve karar alma kapasitesi de dahil olmak üzere siyasal gücün bu ikinciler lehine tekelleşmesini takviye etmektir. Mesela Türkiye’de bu, bariz, ama  pürüzsüz olduğu iddia edilemeyecek bir biçimde gerçekleştirilmiştir. Kitlesel direnişler, devlet aygıtları içindeki direnişler vak’adır.

Elbette bu durum sistemin metropollerinde de, ülkelerin sistem içindeki ekonomi-politik ağırlıklarına göre cereyan etmektedir. Buna göre, oralarda, çıkar çatışmalarına referans veren direnmeler de daha etkili olabilmektedir. Mesela bu noktada, oğul Bush devrindeki Körfez savşına Almanya ve Fransa’nın birlikte vermiş oldukları reaksiyonu hatırlayalım. Türkiye devleti ekonomi-politik manada kırılganlık düzeyi (özellikle AKP rejimi altında emperyalist siyasetin bölgedeki hamleleri ve bu çerçevede TC devletine biçilen roller nedeniyle bu kırılganlık daha da arttırmıştır) yüksek bir vasal devlettir. Zincirin zayıf halkalarından biridir.

Darbeye maruz kalan Mısır da öyleydi, bugün de öyle. Mısır’da,  yani henüz AKP rejimi altındaki Türkiye’nin geçirdiği dönüşümleri geçirmemiş bir ülkede, o zaman, ABD’nin siyasal ihtiyaçları adına erken harekete geçmesinin yanlış olduğu, büyük bir yığınsal direnişin ardından gelen askeri darbeyle ilan edilmiş oldu.

Zaten NATO’nun darbeden haberi, bilgisi olmasına rağmen karşı harekete geçmemiş olması, darbenin hemen ardından ona onay vermesi, bu girişimin tek başına Mısır ordusunun bir tasarrufu olamayacağına karine teşkil eder. Sonra, Mısır gibi bir ülkede ulusal birliğin, ve ulusal devletin büyük ölçüde orduyla anlam kazandığı gerçeğini de unutmayalım. Orduyu çözerseniz, ulusal birliği ve devleti de çözersiniz. ABD bu riski, Türkiye’nin AKP altında geçirmiş olduğu dönüşümleri geçirmemiş bir ülkede göze almanın yanlış olduğunu anlamış olmalıdır. Yine unutmayalım, darbe öncesi, Mısır halkının en nitelikli kesimlerini ihtiva eden,  aşağı yukarı 26-27 milyon iktidar karşıtı protestocu insan adeta sokakları kendisine mesken etmişti. Geçerken, Mısır’da da, bizde olduğu gibi, Suriye krizi, bu ayaklanmaları tetikleyen önemli bir etken olmuştu.

Yalnız bu noktada, özellikle Obama’nın ikinci döneminde,  ulusal ve ulus-ötesi boyutlarıyla, ABD yönetimini teşkil eden  oligarşik sermaye korporasyonları içindeki farklı maddi çıkarlara, buna göre farklı önceliklere referans veren bölünmelerin, fikir ayrılıklarının, kararsızlıkların şiddetlenmiş olduğunu tespit etmeliyiz. Böyle bir uğrakta anlaşılabilir durum tabii. Mısır deneyimini irdelerken bu olguyu da ihmal etmemek gerekir. Nitekim, sonrasında ve halen ABD yönetimindeki bu hali dışa vuran politikalara tanık oluyoruz. Bu hal genel hatlarıyla her zaman oradaydı tabii, ancak dediğim gibi emperyalist siyasetin soğuk savaş sonrasındaki teyakkuz hali çelişkileri şiddetlendiriyor, onların farklı, hesapta olmayan boyutlar almasına neden olabiliyor. Yeni yapılanma ve örgütlenme biçimlerini ihtiyaç haline getirebiliyor.

Buraya kadar bir sorun yoksa, devam edebiliriz. Başarılı darbeler, adeta kural olarak, ulusal ekonomilerde ağır krizlerin yaşandığı, genel olarak halk sınıflarının iç ve dış politik gidişattan memnun olmadıkları, sistem karşıtı değişim talep ve beklentilerinin düzeninin sürdürebilirliğini tehdit eden boyutlara ulaştığı, geniş mağdur kitlelerin bu hoşnutsuzlukların spektaküler bir ifadesi olarak sokaklara çıktıkları, siyasal otoritenin, mevcut siyasal çerçeve içinde sorunları aşmada acze düştüğü koşullarda cereyan ediyor. Darbeler öncesinde, “sıkıyönetim” veya “OHAL” ler ilan ediliyor. Yani bir bakıma, devrimci durumdan söz edilebilecek bir ortamda gerçekleştiriliyor. Tabii kaçınılmaz olarak, her zaman anında olamazsa da, süreç içinde, bu huzursuzluktan devrimci, en azından demokratik sonuçlar elde etmeye çalışan ilerici güçleri, onların toplumsal dayanaklarını hedef alıyor.

Darbeler her zaman ilerici hükümetler devrinde olmuyor.  Türkiye söz konusu edildiğinde, ilerici yönetimlere yolun kapatılmış olduğu şartlarda, hep gerici hükümetlerin iktidar olduğu uğraklarda, ama kesinlikle gerici düzeni, hemen olmasa da, başlangıçta bir takım ilerici tavizler vermek pahasına da olsa, daha geriden  restore veya takviye etmek adına yapılıyor.

Darbeye maruz kalan hükümetlerin emperyalist siyasal talepleri yerine getirmekte ayak diremeleri ya da beceriksiz davranmaları darbe kararlarının alınmasında hızlandırıcı, teşvikçi bir rol oynuyor. Bizde, Demokrat Parti devrindeki darbenin böyle bir boyutunun da olduğunu düşünüyorum. Yine, 12 Eylül öncesinde, ekonomik sorunlar, halk sınıflarının etkin sistem karşıtı protestosu, burjuva siyasetinin kilitlenmesi gibi etkenlerin yanı sıra, NATO’nun güneydoğu kanadının Kıbrıs sorunu yüzünden  çökmüş olmasını, SSCB’nin Afganistan’a müdahalesini ve İran’daki devrimi dikkate almamız gerekir. Sonra, bütün bu olguların kapitalizmin 60’lı yılların sonlarından itibaren derinleşen, yetmişlerin ortasına doğru ivme kazanan krizinin, ancak sermayenin parasalcı birikim modelinin doğrudan ve global ölçekte uygulamaya konulmasıyla aşılabileceği inancının uluslararası tekelci finans sermayesi nezdinde güçlendiği koşullarda  cereyan etmiş olduğunu unutmayalım. Zaten darbeden sonra cuntanın aldığı kararlara bakarsanız, bunların esas olarak emperyalistler ve işbirlikçileri açısından darbenin gerekliliğini haklı çıkartan koşullara yönelik politik önlemler, uygulamalar olduğunu görürsünüz. Emperyalizmin yeni ihtiyaçlarının dayattığı, 2.Savaş sonrasındaki en gerici,  yeni bir sistemsel entegrasyonu sağlamaya yönelik büyük adımlar atıldı.

Pekiy bugün darbe olabilir mi? Türkiye gibi ülkeler, emperyalist zincirin en kırılgan halkalarını teşkil ederler. Son yıllarda emperyalist siyasetin talepleri doğrultusunda Türkiye’de yaşanmakta olan  yapısal manada ekonomik, politik  gerici dönüşümler, halk sınıflarının direnişini tetikleyerek ülkenin kırılganlığını arttırmıştır. Bu bakımdan, başkanlık sistemi talebi, daha doğrusu, sunulan şekliyle otokrasi, işbirlikçi burjuvazi tarafından bu kırılganlığın giderilmesine yönelik bir araç olarak görülmektedir.

AKP hükümeti (ama rejimi değil, dikkat edilsin), emperyalistlerin bölgesel çıkarlarına aykırı, dahası onların bölgedeki varlığını riske sokacak adımlar atarsa, bu adımları atmakta ısrar ederse, bir şekilde etkisiz hale getirilir, hatta düşürülür. Bunun askeri araçlarla yapılması gerekmeyebilir.  Nitekim, bugünkü neo-liberal globalleşme bunun için gayet etkili ekonomik araçları sağlamaktadır. Askeri darbelerde bugüne kadar tanık olduğumuz bir olgu, öncesinde, sokakların sistem karşıtı veyahut böyle bir karşıtlığa dönüşme potansiyeli olan hareketlenmesidir. Üç darbe öncesinde, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül’de bu koşul en şiddetli biçimiyle devrede olmuştur. Son Mısır darbesinde de öyle. Bütün bu darbelerde sokağın önünü alma, sokağa siyasal inisitayif tanımama kaygusu vardı.

Bugün bu durum potansiyel olarak var, ancak henüz bir gerçeklik haline gelmemiştir. Umalım ki, bu vesileyle Kürt siyaseti içinde giderek nicel ve nitel değerini yitirmekte olan devrimci sol akla sahip kesimler  “Türkiyelileşme” nin önemini kavramış olsunlar.  Her şeyden önce “Kürt realitesi”, gerçek ve olası toplumsal dayanakları itibarıyla  salt dar bölgesel bir realite değildir. Reel olarak, fiilen,  isterseniz  sosyolojik anlamda, Türkiyelileşmiştir. Hatta bölgesel olanın, siyasal kapasite ve dinamizm anlamında, diğerine göre öneminin azalmış olduğunu söyleyebiliriz.  Dinamizmden dar alanda sürekli patinaj yapmayı, havanda su dövmeyi anlamıyorsak tabii. Kürt siyaseti ve onun teorisi, bu ampirik veriyi, gerçekliği kavrayamamıştır.

Bugün emperyalistlerin bölgesel hamlelerinin,  Kürt siyaseti tarafından avantajlı görülen gelişmelere yol açmış olduğu iddiası temelsizdir. Bir süre sonra bunların nasıl Kürt ulusal davası adına tuzaklar, “siyasal seraplar” olduğu görülecektir.   Sadece dışarıdaki durumu veri alıp, “komşuda pişer bize de düşer” anlayışıyla hareket eden siyasetler hayal kırıklığına uğrarlar. Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan da olurlar. Bu kafayla, vasal TC devleti ve oportünist PKK siyasetleri bu yazgıdan kaçamayacaklar.

Aktif bir devrimci siyaset zorunlu olarak silahlı mücadeleye referans vermez, ama zorunlu olarak siyasal karar alma ve siyasal inisiyatif kullanma, öngörülerde bulunma kapasitesine tekabül eder. Siyaset belirleme,  öngörü ve müdahale kapasitesi elinden alınmış, yani depolitize edilmiş güçlerin sahadaki mücadelelerinin sürekli bir patinaj görünümünde olması kaçınılmazdır. Bu dediğim TC devleti için de geçerlidir.

Türkiye’de askeri darbeler, ülke emperyalist zincirin kırılgan bir halkası olarak kaldığı sürece her zaman başvurulabilecek bir araçtır. Emperyalist düzen siyaseti için reddedilemez bir olanaktır. Ancak ne getirip ne götüreceği hesaplanmadan kalkışılmaz. Bugünkü görünüme göre, emperyalist siyaset açısından askeri darbeyi gerektirecek şartlar tam olarak yoktur.

AKP’nin şantajcı hamlelerinin arkasının boş olduğu anlaşılmıştır. Türkiye’nin Suriye’de bir başına ya da gölgesinden dahi korkan, Türkiye’ye nazaran çok daha kırılgan (düşününüz ki sadece S.Arabistan’ın kraliyet ailesi dahilinde hemen hepsi birbirleriyle iktidar rekabeti içinde olan iki bin civarında prens var) Arap petrol monarşileriyle bir müdahalede bulunamayacağı anlaşılmıştır. Zaten ABD’nin onayı olmadan buna kalkışmaları, iktidardakiler için  ölüm fermanlarını imzalamak anlamına gelirdi. Şimdi bütün yapacakları, zaman zaman dostlar alışverişte görsün mesabesindeki top atışları eşliğinde,  ateşkesi, barış sürecini sabote etmek olacaktır. Obama yönetiminin sonuna kadar bu çabalarına destek bulmaları kabil olamayacaktır. Sonrasını bilemeyiz. Sonrasına giden sürenin de bu şartlarda hayli belirsizliklerle dolu olduğunu söylemeye bile gerek yok(1)

Yalnız bu noktada şunu da söylemek isterim, eğer bölgesel Kürt ayaklanması, Türkiye’nin protestosuyla, “Türkiyeliler” in ayaklanmasıyla buluşabilseydi, ya devrim ya da darbe (veyahut her ikisi birden) gerçekleşebilirdi. Kürt siyaseti ve onun timarı haline gelmiş Türk solu bu olanağı şu ana kadar kavrayamadılar. Konumlanmış oldukları emperyalist burjuva siyasetinin görüş açısından da görmeleri mümkün değildir. Bir kez emperyalizmin arabasına at olarak koşulmayı kabullendiniz mi, at gözlüklerini de kuşanmak zorunda kalırsınız.

NOTLAR

1) Bugün ABD ve Rusya arasında, Suriye sorunu etrafında varılmış olan antlaşma elbette kırılgandır. Aynı ABD’nin İran’la olan antlaşması gibi. Bu hal, bu ülkelerin Suriye’de rıza göstermiş oldukları ateşkesi de kırılganlaştırıyor tabii. Gelgelelim, bu ülkelerin, özellikle ABD ve Rusya’nın olası yeni bir dünya düzeni adına birbirlerini yoklamakta oldukları da vak’adır. Yani bu Suriye deneyiminde, geleceğe değgin olası müttefiklik veya düşmanlık olanakları da sınanmaktadır. Hatırlayalım, ABD aşağı yukarı 1930’a kadar SSCB’yi tanımamıştı. Dahası, iç savaş sırasında, Britanya önderliğindeki emperyalist işgale asker vermişti. Bu arada 1924’ten itibaren, aynı 2.Savaş’tan sonra Marshall Planı’yla yapmış olduğu gibi, bu defa Dawes Planı’yla Almanya’yı ekonomik olarak ayağa kaldırmış, Nazi savaş makinesinin yaratılmasını finanse etmişti. Bilindiği gibi, bu planın devreye girmesiyle, Fransa ve Belçika, Almanya’nın ödeyemediği savaş tazminatları nedeniyle işgal etmiş oldukları Alman endüstrisinin kalbini teşkil eden Ruhr bölgesinden çekilmişlerdi (Bu en az yüzde yetmişi ABD merkezli finans sermayesi tarafından temin edilmiş “yardım” ın, 1924-29 yılları arasında, 63 milyar altın marka ulaşmış olduğunu hatırlatmak isterim. Bu sayede 1929’da Almanya tekrar dünyanın en büyük ikinci sanayi ülkesi haline gelebilmişti. Tabii bu “yardım” karşılığında en büyük Alman endüstri kuruluşları ABD finans-sermayesinin kontrolüne girmişti. Örnekse, kimya devi IG Farben, Rockefeller’ın; AEG ve Siemens, General Electrics’in, yani J.P.Morgan’ın; Alman telefon şirketi, ITT’nin ; Opel, General Motors’un, yani Du Pont Ailesi’nin; Volkswagen ise Ford’un kontrolüne giriyordu. Başkan Wilson devrinde izolasyonist dış politikasını terk eden ABD’nin bunu yapmasının en önemli nedeni belki de Britanya ile arasındaki rekabetti. Nitekim, Britanya merkez bankası da 1929 Bunalımı’nı ABD’yi en zarar görecek ülke olarak manipüle etmiştir. Bunda başarılı da olmuştur).

Naziler iktidar olduklarında, başkan F.Roosevelt, eğer SSCB, Nazi Almanya’sına saldırırsa, Almanya’nın yanında yer alırız demişti. Ancak savaş patladığında önce kerhen, savaşın sonlarına doğru Sovyet zaferi kesinleşince, aktif olarak Sovyetler’le müttefik olmuştu.

Almanya’nın henüz ne yapacağı bilinmiyor. Siyasal, askeri faktörlerin yanı sıra, kapitalizmin üçüncü büyük bunalımının evrileceği olası yeni aşamalar, bu kararsızlığın giderilmesinde belirleyici bir rol oynayacaktır.   Bu bakımdan ABD ve İngiltere’nin Rusya ile erken bir kapışmadan kaçınması beklenmelidir. Yani Anglo-Amerikanlar, hem Rusya’yı hem de Almanya’yı karşılarına alarak olası bir savaşı kazanamazlar. Bu bakımdan 1.D.Savaşı ve 2.D.Savaşı öncesindeki ve sırasındaki gelişmeleri, bu iki deneyimi tekrar hatırlamakta yarar var. Muhtemel bir dünya savaşı önceki ikisinin devamı olacak. Yani emperyalizm bıraktığı yerden devam edecektir.

“Tampon diplomasisi” nin sonu mu?

TC devletinin diplomatik  refleksleri tarihsel olarak sürekli “tampon olmak” arzusuna referans veriyor.Bunun varoluşsal bir arzu olduğunu söylemek mümkün.

Daha önce bir çok kez tekrar etmiştim. Türkiye’nin Batı emperyalizmi bakımından önemi, Batı’nın  Rusya’yı rakip bir güç olarak görmesinden itibaren artmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun ömrünün beklenenden uzun sürmüş olmasının en önemli nedeni de budur. Rusya Çarlığı’nın devrin hegemonik gücü olan Britanya  İmparatorluğunun dümen suyuna girmeye direnmesi yüzünden Osmanlı’nın kaçınılmaz sonu sürekli erteleniyordu.

Britanya İmparatorluğu, Osmanlı’nın ayakta kalması adına bir takım reformlar dayatıyor, böylece Osmanlı ekonomisini ve devlet bürokrasisini kontrolü altında tutabiliyordu. Tanzimat ve Islahat hareketlerini, yeni kapitülasyonları, idari ve askeri yapıdaki reformları, son devir Osmanlı savaşlarını bu gerçeğin ışığı altında okumak gerekir. Elbette, o zamanki idareciler, siyaset erbabı da, tıpkı bugünküler gibi, ” biz bu reformları kendimiz için yapıyoruz, bir dayatma söz konusu değil” diyorlardı.

Emperyalist bir bilimsel disiplin olarak jeo-politiğin 20.yy’ın hemen başında, Britanya’da, Britanya emperyalizmi adına, Avrasya’yı “pivot bölge” ilan ederek ortaya çıkmış olması, aslında Türkiye’nin Britanya karşısında elini güçlendiren bir gelişmeydi. İttihatçılar bunu kavrayamadılar (1). Yanlış ata oynadılar.

Kemalistler, Sovyet devrimi sayesinde, son savaşta düşman kamplarda yer aldıkları ve yenildikleri hegemonik Britanya devletine kafa tutarak, onu alt ederek hem yeni bir ulus devlet kurdular, hem de bu devletin meşruiyetini ona tescil ettirdiler. Yani, hem Britanya’yı yenerken hem de TC devletini ona onaylatırken Sovyet Rusya’yı kullandılar. Bu önemli bir diplomasi başarısıydı. Ancak özgün bir siyaset değildi. Değildi çünkü, Tanzimat’tan itibaren başlayan dönemin çok büyük bir kısmında Osmanlı devleti tarafından izlenmiş dış politik çizgiye, “tampon diplomasisi” ne,  geri dönülmesi anlamına geliyordu. Kemalistler, 2.Meşrutiyet devri parantezi dışında, uzun bir dönem boyunca izlenen Osmanlı dış siyasetine, ana hatlarıyla, geri döndüler. Rusya’yı düşmanlaştırıp, Batı emperyalizmi adına onun önünde tampon işlevi üstlenerek, emperyalist dünyayla ve siyasetle müttefik olmak. Ülkede burjuva TC düzeninin ancak bu işlev sayesinde sürdürülebilir olacağını düşünüyorlardı.

Vaktiyle, Osmanlı devleti de  Britanya’ya, “beni kollamazsan, Rusya aşağı iner, Balkanlar, Akdeniz kontrolünüzden çıkar, bu sayede elde edeceği jeo-stratejik avantajlar sayesinde, Avrupa’nın ve Asya’nın, tabii bu arada,  sömürge Hindistan’ın güvenliği tehlikeye düşer” diyordu. Yani düşmanlaştırdığı Rusya ile şantaj yapıyordu.  Aynı şantajı farklı bir hikayeyle Batı da Osmanlı devletine yapıyordu ama onun kaybedecek daha çok şeyi vardı. Osmanlı diplomasisi bunun farkındaydı. Korkuyordu, ancak himayesine girdiği büyük devletlerin daha çok korktuklarını görüyordu. Bu bakımdan, Hegel’deki uşak/efendi diyalektiğini çağrıştıran bir ilişkiden söz edilebilir.

Mesela 19.yy’daki Kırım sorununda,  bölge Balkan ve Akdeniz güzergahlarından birisi olarak görüldüğünden, ön almak adına, Osmanlı orada erken bir Dünya Savaşı’na sokuldu. Efendisinin gözüne girmek için can atan Osmanlı o savaş uğruna varını yoğunu seferber etti. Savaş bittiğinde Osmanlı maliyesi de sıfırı tüketerek havlu attı. Devletin Batılı büyük kapitalist devletlere bağımlılığı ve tabii uşaklık kapasitesi de adeta sınır tanımaz hale geldi.

Sovyet devrimi, daha ileride bunun bir Doğu Avrupa ve Asya devrimine dönüşmesi, Anglo-amerikan emperyalizminin paniğini arttırdı. TC devleti daha en başından emperyalist Batı’ya karşı Rusya kozunu kullanmaya başlamıştı. Bunun için “anti-emperyalizm” söylemini “anti-kapitalist” öğelerden temizledi. Cumhuriyet devrinde, sosyalistlerin orantısız bir terörle yok edilmeleri, bastırılmaları, Batı emperyalizmine iman tazelemek, güven vermek ve tabii onları panikletmek gibi işlevlere sahipti. Yeni cumhuriyet devleti, “İngilizci” son asır Osmanlı siyasetini, yani bu kez Sovyet  Rusya karşısında emperyalizm adına tampon rolünü sürdürmek istiyordu.

Sovyet Rusya ve komünizm çok daha erken bir zamanda, 20’li yılların ikinci yarısından itibaren düşmanlaştırıldı. Kapitalizmin ikinci büyük bunalımı bu anlayışın 30’ların sonlarından itibaren uygulanana göre, özellikle dış politika bağlamında, zorunlu olarak daha örtük bir şekilde yapılmasını gerektiriyordu. İçeride hız kesmek söz konusu değildi. Tersine, mesela, biri itirafçı, diğerleri dönek olan eski komünistlerin önemli bir ağırlığının olduğu, ülke kapitalizmini bunalım koşullarına adapte etme gayretindeki  “sol kemalist” Kadro girişimi dahi bastırılmıştı.

Burjuva cumhuriyet rejimi kendisini kanıtlamak adına  sola karşı orantısız terör uyguluyor, Reichtag Yangını mesabesinde, mesela 1938 Harp Okulu kumpası gibi, icraatların altına imzasını atıyordu. Görüyorsunuz,  kemalist ve islamcı uygulamalar arasında nasıl bir süreklilik var (2). Osmanlı devrindeki gibi, hem korkuyor, hem de himayesine girmek istediği emperyalist güçleri korkutmaya çalışıyordu. Düzenin solu ezmesinde bu ikisinin birlikte değerlendirilmesi gerekir.

Sovyet Rusya şantajı bu devlet çökene kadar devam etti. İlk soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte ortada kalma riski karşısında, ABD emperyalizmine kayıtsız koşulsuz, tam bir teslimiyet  siyaseti izlendi.

Rusya’nın Putin devrinde yeniden doğrulması şantajcı Türk diplomasisi için bir fırsattı. Ancak kullanılamadığı görülüyor. Sovyetler Birliği’nin halen bir güç olduğu koşullarda, devletçi kapitalist, nispeten sosyal ama otoriter Türk devleti ulusalcıların kontrolündeydi. Son devir Osmanlı devleti gibi Rusya kartını kullanıyordu. Tabii bu kartı Batı’ya kızdığı zaman da kullanmaya çalışıyor, ancak hemen ipi çekiliyordu. En çok, veciz, “yeni bir dünya kurulur”  “one minute” ıyla mastürbasyon yapabiliyordu.

SSCB’den sonra devir teslim yapıldı. Ulusalcıların yedeği İslamcılar idareyi ele aldı. Dünya kapitalizminin geçirdiği dönüşümlere koşut olarak parasalcı, her şeyin özelleştirildiği, devletin hemen hiç bir sosyal işlevinin kalmadığı, dolayısıyla cumhuriyet rejimine ihtiyacın olmadığı otokratik bir rejimin kurulması yolunda, zaten önceden hazırlanmış temellere dayanılarak, büyük adımlar atıldı. Yeni-osmanlıcılık iddiasındaki islamcı AKP rejimi Osmanlı’dan intikal eden “Rusya şantajı” diplomasisini, Suriye’ye karşı izlediği politikayla terk etti. Daha doğrusu, Rusya’nın hamlesi planlarını bozdu.

Devleti ele geçirmiş yarı-lümpen niteliksiz kadroların maddi ve manevi ihtirasları, lümpenleşen işbirlikçi sermaye sınıfının aç gözlülüğünün saiki olduğu “cahil cesareti”, Suriye kriziyle ölümcül bir hesap hatası yaptı (Bu arada, İslamcılığın 1950’lerden itibaren, çeşitli kombinasyonlar içinde bu lumpenist eğilimin ideolojik ifadesi haline gelmiş olduğu gerçeğinin altını çizmek isterim. O yıllardan buraya, lumpenleşme ve islamlaşma iç içe bir yükseliş arz ediyor). Rejim, 2013 Haziran’ında Erdoğan-Öcalan gerici bağlaşmasıyla, “ipten alındı”. Haziran’ın yenilgisi ya da elde etmiş olduğu Pirus zaferi AKP’nin ve dayandığı sermaye sınıfının cahil cesaretini daha fazla teşvik etti. Zaten gayet mütevazi düzeyde bulunan devlet aklı tamamen kaybedildi.

Bu arada, Kırım, Rusya’ya geri döndü. Anglo-amerikanların Karadeniz ve Ukrayna düşleri söndü. Rusya, Suriye’ye yerleşti. Doğu Akdeniz’e ilk kez eli kuvvetli olarak  indi.

Peki Türkiye kesintilerle birlikte aşağı yukarı iki asırdan beri Batı emperyalizmine karşı kullanmakta olduğu Rusya kartını bu yeni koşullarda kullanmayı sürdürebilecek mi? Mevcut görünüme bakılırsa, TC devleti Suriye’deki hamleleriyle Dimyat’a pirince giderken elindeki bulgurdan da olmuştur.

Müdahaleden sonra Rusya’nın çok temkinli hareket etmesi, mümkün olduğu kadar uzlaşmalara kapısını açık tutan ama aynı zamanda askeri olarak Suriye’yi ve müttefiklerini tahkim etmeye yönelik kararlı bir siyaset izlemesi, Rusya’nın artık Doğu Akdeniz’i kolay kolay bırakmayacağı anlamına geliyor. Biraz ileride muhtemelen hızını arttırmak isteyecek Esad’ı da frenleyecektir.  İran, Irak, Suriye, Lübnan ve Ürdün’ün  Rusya ile işbirliğinin güçleneceğini öngörebiliriz. Hatta nasıl bir dönüşüme maruz kalırlarsa kalsınlar, hali hazırdaki petrol monarşileri de bu yeni duruma sırtlarını dönemeyecekler. Bu ülkelerin hemen hepsinin “petrol,doğal gaz” ve bunların taşınması gibi ortak çıkarları olduğunu unutmamak gerekir. Bu öngörünün gerçekleşmesi, Rusya’nın temkinli ama kararlı adımlarıyla mümkün olabilecektir.

Tamam, ama bu gerçekleşirse (Türkiye bunun gerçekleşmesi adına her şeyi yapmıştır, yapmaktadır. Türkiye’nin olası bir kara müdahalesi de, hiç şüphesiz, Rusya’nın işini kolaylaştıracaktır) Türkiye hangi ülkeye karşı, ne için, neyin tamponu olacaktır? Dahası, belki de tampon işlevi sayesinde almış olduklarını geri vermek zorunda kalacaktır. İslamcıların yönetiminde  iki yüz yıllık eski diplomasinin de sonunun gelmiş olduğu görülüyor.  Alla Turca modernleşmeyle başlamış olan söz konusu diplomasi, alla Turca “post-modernleşme” yle sanki tarih olmaktadır.

NOTLAR

1) Kemalistler, İttihatçılarla kıyaslandıklarında, siyasal olarak ne istediklerini, sınırlarını, hadlerini biliyorlardı. Bununla birlikte İttihatçılar, Kemalistlerle kıyaslandıklarında, entelektüel olarak onlardan daha donanımlı, daha global bir yapıya sahiptiler.

2) Ulusalcı kemalistler, Atatürk önderliğinde, Batı emperyalizmine ulusal egemen devlet yapısıyla, cumhuriyet rejimi altında entegre olmak istiyordu. Cumhuriyetin ilk üç yılında atılan demokratik adımlar, Türkiye halkları adına değerli kazanımlardır. Monarşinin, hilafetin tasfiyesi, laiklik, genel oy hakkı, hepsinin birden en somut ifadesi olan cumhuriyetin demokratik kazanımlar olduğu yadsınamaz.  Aşağı yukarı cumhuriyetin ilk on yılı boyunca bütün tutarsızlıklarına, kararsız davranışlarına ve sola karşı uygulanan alçakça teröre rağmen aydınlanmacı bir anlayış sürdürülmek istenmiştir. Kürt ulusal sorunu karşısındaki gerici, baskıcı tavır, düzenin içeride ve dışarıda gerici ittifaklar oluşturmasını ve onları tahkim etmesini teşvik etmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaşmakta olduğu, Türkiye’nin 1.D.Savaşı öncesinde İttihatçıların yaptıkları gibi, saf değiştirme hesapları yaptığı  yıllarda daha da  büyük, faşizan, karanlık bir gericilik hüküm sürmüştür.

Emperyalizm her zaman gireceği,  işbirliği yapacağı ülkelerde en gerici öğelere dayanır. Girdiği yerde kendisini tahkim etmesi, orada gericiliği tahkim etmesiyle koşutluk arz eder.

İslamcılarsa, daha modern siyasal oyuncular olarak zuhur ettikleri zamandan itibaren emperyalizme, cemaat düzenini esas alan monarşik hilafet rejimi altında entegre olmak istiyorlardı. Yani emperyalizme entegrasyon bakımından Ulusalcılar ve İslamcılar arasında bir niyet farkı yoktu. Sadece yol, araçlar, şekil konusunda farklılıkları vardı. Bu farklılıkların demokratik olanaklar bakımından önemsiz olduğu iddia edilemez. Elbette bu farklılıkların uluslararası bağlamla bağlantısı kurulmadan anlaşılması da olanaklı değildir. Bu ayrı bir konu. Ancak gerçek olan, farklı hareket noktalarına rağmen aynı yola çıkmış olduklarıdır. Yani bu bakımdan Vahdettin ve Atatürk farklı bir iş yapmamış oluyorlar.  Bu kazaen ortaya çıkmış bir durum değil. Kaçınılmaz bir zorunluluk olarak görülmek gerekir.

Geçerken örnek olsun, Çin’de devrimcilerin başarısını ve dolayısıyla Çin’in bugünkü konumunda bulunmasını sağlayan önemli bir faktör, burjuva-demokrat Sun Yat Sen’in devriminden sonra onun partisi olan Kuomintnag’ın 1924’ten itibaren (henüz güçlü olmamalarına rağmen)  komünistleri dışlamayıp, onlarla koalisyon kurması, onları meşru siyasal oyuncular olarak tanımış olmasıdır. Sonuç olarak bu deneyimden bugünkü kapitalistleşme koşullarında dahi işbirlikçilik, yani emperyalistlere vasallık çıkmadı.

İslamcılık ve Ulusalcılık, her ikisi de,  kapitalizmi, burjuva düzenini, emperyalizme uyrukluğu öngörür. Dolayısıyla işçi sınıfı sosyalistleri karşısında her zaman ittifak kurarlar. Bir araya gelirler.