Devrim, devrim,devrim…

Tayyip Erdoğan ve AKP’si referandumdan yüzde doksan  “evet” oyu alsa da, Türkiye sürüklenmeye devam edecek. Türkiye zaten ne zamandır bütün burjuva devlet kurumları çökmüş halde olan bir ülkedir. Yönetilememektedir. Referandumdan sonra da yönetilemeyecektir. Debelendiği bataklıkta battıkça batacaktır.

Tayyip Erdoğan’ın hanedanlık, sultanlık vb kuracağı, memleketi istediği gibi yöneteceği iddia ediliyor. Adam zaten bunu ne zamandır elinden geldiği kadarıyla yapmaya çalışıyor. Ama bundan  daha fazlasını yapamayacak.

Sorun, Türkiye devrimcisinin özellikle son on beş yılda sık tekrarlanan bu burjuva oylama oyunlarına bel bağlaması, ya da  kafasını bu seçimlerle fazla meşgul etmesidir diyelim. AKP rejimi olağanüstü koşulların olağanüstü bir rejimidir. Ta başından beri böyledir. Bu rejimin bir halk oylamasıyla düşmesini, değişmesini beklemek yanlıştır.

Bu rejim, bu düzen Tayyip Erdoğan rejimi değil, AKP’li yıllarda yüzde 673 kere büyüdüklerini dile getiren sermayenin düzenidir, rejimidir. Bu düzende hiç bir “karizma” sermayenin çıkarlarına rağmen iktidarda tutunamaz.

Sizi temin ederim ki, bu “evet” sonucu, eğer iyi değerlendirilebilirse,  devrimcilerin önünü açacaktır. Bir kere kitleler bu oylama oyununa olan inançlarını önemli ölçüde kaybedeceklerdir. Hatırlayalım, Mısır’da darbe öncesinde dinci hükümete muhalif olan kitlelerin çok büyük bir bölümü sandıklara gitmemişler, bu şekilde rejimin meşruiyetini tanımadıklarını  ifade etmişlerdi.  Biz Haziran’dan hemen sonra bunu yapamadık.

Türkiye devrimcisi son 25-30 yıllık sürede, emperyalist güçlerin, düzen güçlerinin memleketi düze çıkaracağı beklentisi içinde oldu. Halen de bu beklentisi sürüyor. Yok ABD, AB,  Türkiye’deki rejimin üzerini çizdi; yok, büyük sermaye rejimden şöyle rahatsız falan filan. Bu saptamalar belli uğraklarda şu ya da bu derecede isabetli olabilir. Ancak devrimci dönüşüm düşüncesini, olanaklarını, mücadelesini inkar etmeye kadar varan hazırcı beklentilere zemin hazırlamak için kullanılamaz. Yoksa, nasıl devrim talebinde bulunabilir, kitleleri bu talebi sahiplenmeye nasıl ikna edebiliriz?

Devrim düşüncesini, inancını güçlendirecek, devrimci düşünme ve eyleme yöntemlerine odaklanan bir anlayışı takviye etmemiz zarurettir. Asıl sorunumuz, devrim metodundan uzaklaşmış olmamızdır.

AKP, onun çekip çevirmeye çalıştığı bu sürünen, sürüklenen, saplandığı bataklıkta sürekli patinaj halindeki düzen ancak bir devrimle alt edilebilir. Sizi temin ederim ki, bu akşamki “evet” bu yolda bize büyük olanaklar sunacaktır.

Devrimci kutuplaşmadan, çatışmadan korkar mı? Ne oldu bize? Kutuplaşma, çatışma, kaos olmadan devrim nasıl olacak? Bu akşamki “evet” düzenin, rejimin kaçınılmaz sonunu biraz daha öne almıştır. Rejimi artık (teşebbüs etse de) daha ileri gidemeyeceği ve geri de dönemeyeceği bir noktaya itmiştir.

Öncelikle samimi olmak gerekir. Oportünizm samimiyetsizlik demektir. Bütün mesele, bu çatışma, kutuplaşma koşullarını lehimize çevirecek politikalar belirlemekte. Sadece teorik doğrularla öncü parti olunamaz. Pekala bunu her gün bir çok aydın veya akademisyen de yapabiliyor. Öncü parti teorik doğrulardan doğru politik pratiği çıkartır.

Emperyalistler ölümü gösterip sıtmaya razı etmek istiyor

ABD yönetiminin, İdlip senaryosu, Suriye’deki meşru Esad yönetimine ve onun müttefiklerine, ölümü göstermek, sonra sıtmaya razı olmalarını beklemek gayesi taşıyor. Trump’ın neo-con akıl hocaları, daha önce aynı Irak’ın kuzeyinde yapıldığı gibi, Suriye’nin kuzeyinde de kendilerine tabi bir “Kürt bölgesi” kurarak bölgenin geleceğiyle ilgili planlarını uygulamakta avantajlı bir konuma gelmeyi arzu ediyorlar.

Zamanlanması bakımından Rusya’daki Petersburg saldırısı ve İdlip saldırısı arasında bir bağlantı olduğunu düşünüyorum.  Emperyalistler Rus kamuoyunu Rusya’nın Suriye’deki faaliyetleri aleyhine çevirmek istiyorlar. Bu amaçla, bir yandan Rusya’yı terörize edip; diğer yandan, meşru Esad yönetimini, ellerine kimyasal silah verdikleri cihatçı maşalarına işlettikleri cinayetlerin sorumlusu gibi göstererek, gayri-meşru ilan etmeye çalışıyorlar. Elbette bu yeni bir şey değil. ABD ve müttefikleri bunu ilk kez yapmıyorlar.

ABD ve müttefikleri,  Halep’in kurtarılmasından, daha doğrusu, ellerinden gitmesinden sonra Suriye’nin doğusunda ve Irak’ta yoğunlaşmış IŞİD’le mücadele ediyormuş gibi davranırlarken, öbür yandan,  cihatçı savaşçılarının özellikle  İdlip’te toplanmasını teşvik eden bir planı uygulamaya koydular. Suriye de buna anlaşılır nedenlerle  rıza gösterdi.

Suriye yönetiminin İdlip’i emperyalistlere terk etmeyeceği açıktır. Suriye ordusunun oraya operasyon hazırlığı içinde olduğu da biliniyor. Rusya da zaman zaman oradaki bazı stratejik noktaları havadan bombalamaktadır.

İdlip’in de düşmesi, ABD ve müttefiklerinin Suriye’nin kuzeyindeki hesaplarını riske sokacaktır. Akdeniz’e çıkış yolu kapanacaktır. Üstelik kentte konumlanmış, sayılarının 50 binden fazla olduğu söylenen cihatçılardan hayatta kalanları muhtemelen en yakın yer olan Hatay’a doğru kaçmaya çalışacaklardır.

İdlip’teki tezgah, daha önce Guta’da bir benzerini gördüğümüz, üstelik bu kez gayet beceriksizce sahnelenmiş olan tipik bir ABD prodüksiyonu ( saldırı sonrası ABD dış bakanı vakit kaybetmeden bu işi Şam’ın yapmış olduğundan kuşkuları olmadığını ilan ediyor). ABD, biraz daha önce de, hatırlanacağı gibi, bu tür prodüksiyonlarda kullanmış olduğu aktörlerine Oskar ödülü verdirmişti. ABD emperyalizmi ve onun işbirlikçileri bu kadar arsız ve fütursuzdur.

Esad direnerek  Saddam veya Kaddafi olmadığını gösterdi.  Yani buradan kimse elini kolunu sallayarak çıkamaz. ABD ve Avrupa’daki müttefikleri bunu göze alabilirler mi? ABD’nin ve müttefiklerinin saldırılarının sürmesi savaşın bütün bölgeye yayılmasına hizmet eder. Artık öyle uzaktan kumandayla işleri çevirmek de mümkün olamaz.

Bugün ne ABD ne de Avrupa ülkeleri bölgeye savaşması için asker sevk edebilirler. Orta Doğu’da bir kara savaşını göze alamazlar. Cihatçılara dayanmak zorundalar. Bir de Türk ordusu kullanılabilir tabii. Muhtemelen ABD yetkililerinin son temasları sırasında Türk genelkurmayı ve politikacılarıyla bu ihtimal de müzakere edilmiştir. AKP yönetiminin ABD’nin tam desteğiyle böyle bir savaşa girişmeyi çok istediği malumdur.

ABD’nin müdahalesini sürdürmesi, Suriye’deki savaşın tüm bölgeye yayılmasına hizmet eder. Bunun kaybedeni de emperyalistler olur. Sonuç olarak,  İslamcı terör Batı’da daha etkili olur. Avrupa ülkelerine doğru göç hızlanır. Emperyalistler arasındaki çatışmayı takviye eder. Başta Türkiye’de olmak üzere, Orta Doğu’da devrimci direnişler güç kazanır. Anti-emperyalist devrimci dönüşümler kaçınılmaz olur. ABD ve müttefikleri  bu olası gelişmelerin önünü kesemezler.

ABD ve müttefiklerinin yalan imparatorluğunun bu şekilde devam etmesi mümkün değildir. İçeride, dışarıda, her yerde, her konuda yalan söylemek zorundalar. O kadar çaresizler yani. Yalan üzerine sağlam hiç bir şey inşa edilemez.

Öyle havadan bombalamakla savaş kazanılmıyor. Lejyonerlerle de olmuyor. Bizzat sahaya inmek lazım. ABD ve müttefikleri sahaya inebilirler mi? Esad’ın yaptığı gibi sahada dövüşebilirler mi?

Türkiye’yi sahaya sürmeleri, öncelikle ABD’nin sahadaki müttefikleriyle arasını açar, ittifakın sürdürülebilmesini olanaksızlaştırır.  ABD kendisini yerli bölgesel güçlerden izole eder.  Üstelik etkileri bütün bölgede duyulacak, Türkiye’deki sol bir devrimin önünü açar.

Yok, bence şimdilik ABD, aynı İsrail’in zaman zaman yaptığı gibi, sahada devamlı başarılar kazanan Suriye ordusunun önünü kesmek için bu tür hava saldırılarını bir süre daha yinelemekten öteye gidemez. Şurası açık, ABD veya NATO, Irak’ta, Afganistan’da yaptığını Suriye’de yapamaz.

Bu “İdlip kumpası” dolayısıyla bir kez daha ABD’nin saldırganlıktan vazgeçemeyeceği, onunla barış yapılamayacağı açık olarak ortaya çıkmıştır. ABD ancak güçten anlar. Onun karşısına Suriye’nin, geçmişte Vietnam’ın yaptığı gibi bir güç koymanız gerekir.

ABD’nin bu Humus saldırısı bundan böyle kartların açık oynanmasına hizmet edecektir. ABD, Suriye’ye kısmen de olsa yerleşmek istiyor. Çünkü Suriye’yi kontrol edemezse, İsrail’in, Arap petrol monarşilerinin güvenliğini temin edemeyeceğini, Rusya’nın bölgede ilerlemesini durduramayacağını, “İran belası”ndan kurtulamayacağını görüyor. Bölgede Almanya gibi bir emperyalist gücün ön almasına izin vermek istemiyor.

Suriye’de,  aynı Irak’ta yaptığı gibi, kendi kontrolünde bir bölge oluşturmak istiyor. Bu bombalarla Suriye’yi buna ikna etmesi kabil değildir. K.Kore’yi, İran’ı korkutması da söz konusu değildir. Korkan geleceğini göremeyen ABD’nin kendisidir. Bu şekilde bir sonuç alması mümkün değildir. Bu müdahalelerin işleri kendisi için daha da içinden çıkılmaz hale getirmekten öte bir sonucu olmaz. ABD bu saldırılarına devam ederse, kendisini kontrol edemeyeceği gelişmeler içinde bulacaktır.

Trump, hızlı bir başlangıç yaparak, düşman ilan ettiklerine gözdağı vermek istedi (Kabul edelim,  ABD Humus saldırısına, İran ve K.Kore’ye karşı, “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla”  işlevi de yüklemiştir) ancak arkasını nasıl getirecek, getirebilecek mi? Aynı Bush gibi o da, “ya bizden yanasınız ya da düşmandan” anlamına gelen bir açıklama yaptı. Daha önce de söylemiş olduğum gibi, siyasal olarak, Trump’la Bush arasında benzerlikler çok. Nasıl olmasın ki?

Bu arada, ABD’nin bu son saldırısı, bir kez daha onunla, siyonizm ve islamcılık, ve bu ikisinin arasındaki sıkı bağlantıyı, kader birliğini  açığa çıkarmıştır. Bağlantı yalanlarla, demagojiyle saklanamayacak kadar açıktır. Kırılganlıklarının farkında olan Siyonist İsrail ve Türkiye de dahil İslamcı müttefikleri o kadar çok korkuyorlar ki, ABD’yi sürekli olarak saldırılara teşvik ediyorlar. Yarasalar nasıl ışıktan korkarlarsa, bunlar da barıştan korkarlar. Her zaman emperyalizm arabasına koşulu olarak hazır beklerler.

Türkiye beklendiği gibi, bu son saldırıyı büyük bir memnuniyetle karşılamıştır. Zaten kendisine verilecek görevlere açık olduğunu her zaman belirtmektedir. Muhtemelen Petersburg saldırısı ve İdlip’teki kimyasal silah işinde de, elbette ABD’nin bilgisi dahilinde, Türkiye bir rol üstlenmiştir.

Suriye’deki savaşın ilk etabı Gezi’yi yaratmıştı. Bu yeni etabı da devrimi getirecektir. Devrim bir fırsat işidir. Bütün mesele bu fırsatı iyi okuyup, değerlendirecek kapasiteye sahip olmaktır. Bu kapasite niceliğe indirgenemez. Aksine nitel bir çekirdek (Leninist öncü parti) büyük önem taşır.

Devrimci, iyi bir avcı gibi, avı karşısında sabırla, kararlılıkla davranır. Onun etrafında, gözünü, kulağını ondan ayırmadan, ona odaklanmış olduğu halde dolanır. Devamlı yol ve yöntemlerini, taktiklerini, araçlarını gözden geçirir. Avın hareketine göre kendi hareketini düzenler. Yani sabit, pasif bir gözlemci konumunu kabullenemez. Zihni bir fabrika gibi, benzer bir disiplin içinde sürekli avıyla meşgul olarak çalışır.   Avın en zayıf anını kollar. Ve üzerine atılır. O fırsat kaçtı mı, avlanmak başka bir bahara…

Tarihte ilerici rol oynamış, bildiğimiz hemen hemen bütün modern devrimler savaşlardan çıkmıştır. Savaşlar avın en zayıf düştüğü koşulları yaratma kapasitesine sahip oluyorlar. İngiliz Devrimi, Amerikan Devrimi, Fransız Devrimi, Sovyet Devrimi, Türk Devrimi, Çin Devrimi, Vietnam Devrimi. Hepsi savaşlardan çıktılar.

Zihnimizi sürekli olarak  devrim sorunuyla, nitel çekirdeği oluşturup, takviye etmekle meşgul etmemiz gerekiyor. Kararlı ve sabırlı bir şekilde. Liberal, reformist kirliliğin bir ifadesi olan “devrimsiz devrim” yalanını bir yana bırakmak lazım.

Referanduma kafayı fazla takmayalım. Referandumdan çıkacak bir hayır, elbette devrimci güçlerin kazanımı olur. En azından moral açıdan bizi takviye eder. Düşmanı bozar. Ancak kendi başına referandumdan devrimci bir  rol beklemek kolaycılara özgü bir ahmaklık olur. Yok, devrim kolay olmayacak, devrimcilik kolaycıların işi değil. Mesela bir bakarsınız, “hayır” sonucu devrimcinin işini daha da zorlaştırmış.

Haziran şanlı bir kalkışmaydı, yaklaşan sosyalist Türkiye devriminin ilk etabıydı. Kaybettik,  ama çok değerli bir deneyim oldu. Öğrendik. O yenilginin bizi bu bugünlere getirmiş olduğunu aklımızdan çıkarmayalım.  Yenilgimiz burjuvazinin, onun AKP rejiminin gerici azgınlığını takviye etmesiyle sonuçlandı. Elbette beklediğimiz bir durumdu. Kazanamazsanız, cezayı keserler.

Türkiye genelkurmayının Suriye’ye daha kapsamlı olası yeni bir saldırısı, devrimle sonuçlanabilecek ikinci etap fırsatını yaratacaktır. Hazırlanmak, hazır olmak lazım.

Trump ne yapacak? II

ABD’deki solcular arasında Trump’la ilgili olarak iki anlayışın hakim olduğu görülüyor. İki taraf da, Trump’ın ABD müesses nizamını yıkacağını ya da alt üst edeceğini iddia ediyor.

“Ulusalcı” kanat, genel olarak, Trump’ın “ulusalcı kapitalist”  olduğunu, globalist finans elitleri aleyhine korumacı, sanayici, iç pazarı gözeten, ihracatı arttıran, ithalatı sınırlayan, ülkenin çıkarına olmayan dış askeri operasyonlar yerine, ülkenin ekonomik çıkarlarını öne koyan ve uluslararası ilişkilerde ekonomik araçların kullanılmasına  öncelik tanıyan bir anlayışın temsilcisi olduğunu iddia ediyor. Bunları yapabilmek için de, başta FED ve CIA gibi ABD müesses nizamının omurgasını teşkil eden yapıları radikal anlamda dönüştüreceğini, dolayısıyla mevcut statükodan nemalanan elitleri tasfiye edeceğini söylüyorlar. Hali hazırda görülen Trump karşıtı kampanyaları da Trump’ın hedef aldığı “statükocu” sermaye çevrelerinin ve elitlerin teşvik ve organize ettiğini ilave ediyorlar.

Bunların karşısındaki, “liberal sol” çevrelerse, Trump’ın, ne olduğunu tam olarak izah etmedikleri, “ABD değerleri” ni, ülke ekonomisini yerle bir edeceğini, ABD’nin Avrupa ile olan tarihsel bağlarını kopartacağını, içeride büyük bir gerici dalganın güçlenerek toplumun üzerinden silindir gibi geçeceğini iddia etmekteler. Onlara göre, Trump, ABD’nin, “Batı dünyası” nın ve tabii dünyanın felaketi olacaktır. Faşist ya da faşizan  bir rejim kuracaktır.

Bu ikinciler, son sekiz senede, “yetmez ama evet” dedikleri yönetimler tarafından dünyanın ne hale getirilmiş olduğunu sorgulama ihtiyacı duymadıkları gibi, son seçimlerden önce, en kanlı, en vahşi politikaların uygulanmasından sorumlu bir başkan adayını , hep olduğu gibi, “yetmez ama evet” diyerek desteklemişlerdi (Şüphesiz bunların en kıdemlisi,  anti-komünist “solcu” Chomsky’dir).

Trump’ın bedensel sakatlığı olan bir yurttaşıyla dalga geçmesi karşısında göz yaşlarını tutamadıklarını söyleyenler, başka ülkelerde çoluk, çocuk milyonlarca insanın destekledikleri ve son seçimde de destek çağrısı yaptıkları yönetimler tarafından emperyalist çıkarlar adına, bombalanmaları, katledilmeleri, yurtlarından sürülmeleri, göç etmek zorunda bırakılmaları, sakat kalmaları karşısında gıklarını dahi çıkarmadılar. Obama yönetimi altında sokaklarda yüzlerce Afrika kökenli Amerikalı, sırf bu özellikleri nedeniyle, sorgusuz sualsiz polis kurşunlarıyla öldürülürken sinikçe “yetmez ama evet” demeyi sürdürdüler.

ABD tarihinin eğer en kanlısı değilse, en kanlı başkanlarından birisi olan Obama’nın başkanlık döneminde yaptıklarından memnunlar ki, “yetmez ama evet” sahtekarlığıyla bu katillerin, zalimlerin iktidarlarını sürdürmeleri için destek kampanyaları düzenlemeyi sürdürdüler. Şimdi de kaybettikleri için dövünüyorlar.

Sadece Trump’ın yemin töreni sırasında organize edilen ve sanat ve medya dünyasından bir çok ünlü  figürün de katılmış olduğu protesto gösterileri için harcanan paranın en az 10 milyon dolar olduğunu haber portallarından okuduk. Bu parayı kimlerin temin ettiğini tahmin etmek kolay. Meblağı o ünlü figürlerin temin etmemiş olduğu, tersine, bu meblağın önemli bir kısmının  o gösterilere katılmaları karşılığında bu ünlü figürlere ödenmiş olduğunu tahmin etmek hiç de zor değil.

Bu liberal, “yeni sol”,  ya da aynı anlamlara gelmek üzere, anti-komünist “solcu” lar o kadar katı ya da kullanmaktan hoşlandıkları bir tabirle, o kadar “anti-demokratik” ler ki, kendi içlerinden bazı kişilerin Trump konusunda  kullandıkları sağduyulu en ufak bir ifadeyi dahi onları dışlamak, tahkir etmek için kullanıyorlar. Geçen gün, youtube’da bir röportajını izlediğim dostları Zizek, Trump’ın başarılı olmasına biraz farklı bir açıdan yaklaşmış olduğu için yazılarının, bırakalım Amerika’yı, Avrupa’daki Guardian, New Left Review, London Review of Books gibi sol eğilimli yayın organları tarafından bile yayınlanmak istenmediğinden, kendisine karşı tavır alındığından  yakınıyordu. Yani Zizek gibi bir dostlarına bile tahammül edemeyecek kadar soğukkanlılıklarını yitirmiş haldeler.

Bu tartışmanın iki tarafı da doğru değil. Trump’ın konuşmaları, politik vaatleri, başkanlıkları öncesindeki ve sonrasındaki oğul Bush’un  konuşmalarına ve vaatlerine benziyor. Yani aralarında anlamlı bir fark göremiyorum. Üslup farkı var. İçeriğe değgin farklıların çoğu aradan geçen zamanda içeride ve dışarıda yaşananlarla alakalı.

Oğul Bush da Avrupa’ya kafa tutmuştu. Hatta Almanya ve Fransa ile restleşmişlerdi. O da müslüman dünyasına  hıristiyan ön yargılarıyla saldırmış, hatta daha da ileri giderek, “haçlı seferi” çağrısı yapmıştı. O da Rusya’yla iyi ilişkiler kurmuştu. Irak ve Afganistan’da Rusya’nın tam desteğini almıştı. Bush da Trump kadar cinsiyetçi ve ırkçıydı.

Trump popülist bir politikacı. Bütün etkileyici popülistler gibi, sokaktaki sıradan insanlar için can alıcı sorun alanlarına işaret ediyor ama onları yaratan nedenlerin lafını etmiyor. Yanlışları kişilere, çevrelere, “elitler” e mal ediyor. Bütün popülist politikacılar gibi, çözüm konusunda tamamen tutarsız, çelişkili, eklektik bir reçete sunuyor.

Mesela, “önce Amerika” anlayışını hakim kılacağını, ucuz iş gücü, düşük vergi oranları gibi olanakların sunulduğu ülkelere göçmüş olan sanayiyi tekrar ülkeye getireceğini, kaçak göçü önleyeceğini, Amerikalı emek gücünün işsizliğine bu şekilde çare bulacağını söylüyor. Bu vaadini desteklemek için bir yandan, ithalatı birincil mallar ve yüksek teknoloji ürünleriyle sınırlayacağını, ABD’yi tekrar dünyanın en büyük ihracatçısı yapacağını belirtiyor. Diğer yandan, Amerikalı iş gücüne rakip olacak ucuz iş gücü olanağı anlamına gelen göçün önüne duvar öreceğini  vurguluyor.

Bu söyledikleri tutarsızdır. Kapitalist ekonomik akıldan mahrumdur. En basiti, yüksek ücretli Amerikalı iş gücüyle nasıl ihracat şampiyonu olabilecek? Üstelik de karşısında ucuz iş gücü cenneti olan Çin ve onun ekonomisine eklemlenmiş Asya ülkelerinin rekabeti varken. Çin’i böyle mi durduracak?

Bilindiği gibi, ABD ve Avrupa kapitalizmi 70’lerin başından itibaren bir yandan finansallaşma eğilimini, öte yandan, bununla tutarlı olarak sanayi karşıtı büyüme stratejilerini uygulamaya koydular.

Hatta ondan sonra  anti-komünist solcular, sol hareket içindeki revizyonistler sık sık çıkıp, “artık devir değişti, kapitalizm değişti, Marks zamanındaki işçi sınıfı yok, sanayi işçisinin bir önemi kalmadı, dolayısıyla işçi sınıfı sosyalizminin gerçekliği yok” türünden marksizm-leninizmi hedef alan anti-komünist kampanyalar yürüttüler.

Halbuki bugün, sanayi devriminden itibaren öncelenmemiş ölçüde geniş bir işçileşme, kitlesel sanayi işçiliği gerçekliğini tespit ediyoruz. Fark şurada: 19 ve 20 yy’ın sonlarına kadar bu eğilim esas olarak  Batı’da ya da Kuzey’de güçlüydü. Bugün, Doğu’da ya da Güney’de güçlü. Bu işçileşme eğilimi orada, vaktiyle Batı’da görülenden kat be kat daha büyük bir nüfusu içeren şekilde güçlenmeye devam ediyor. Sanayileşmenin erken evrelerinde Batı’da görülen çok kötü ve ağır çalışma şartlarını, daha düşük ücretle çocuk, kadın ve göçmen emek-gücünün en vahşi şekillerde sömürülmesini, bugün Doğu’daki sanayileşme hareketi içinde de görüyoruz.

Bir başka konu, Trump’la birlikte ABD’nin artık  hegemonya kurmaktan, işgal ve şiddetten vazgeçeceği, ekonomik araçları kullanarak, ekonomik antlaşmalarla çıkarlarını koruyacağı iddiasıdır. Burada, reformist “ultra emperyalizm” ya da “demokratik emperyalizm” sahtekarlığının izlerini görmek mümkündür.

Emperyalizmi kapitalizmin ekonomik dinamikleri ortaya çıkartıyor. Şu ya da bu kapitalist partinin ya da politikacının iradesiyle oluşmuyor. Emperyalizm tekelleşen sermayenin kabına sığmaması, sınırları yıkarak global olarak genişlemesidir.

Hegemonya kurmak onun tanımsal özelliğidir. Hegemonya sadece ekonomik, ideolojik araçlarla kurulamıyor. Zor araçlarının da sürekli olarak devrede bulunması gerekiyor. Hegemonya çatışmadan çıkar. Kansız, sürekli kanla tehdit etmeyen hegemonya olmaz. Nasıl devletlerin hukuk sisteminin arkasında devletin yaptırım veya terör araçlarının bulunması zorunluluğu varsa, ekonomik ve ideolojik hegemonya araçlarının arkasında da şiddet araçları, askeri güç ve dolayısıyla istihbarat ağları yoksa onları işletemezsiniz. Özcesi, tekelci kapitalizmin nefes alabilmesi, kendisini sürdürebilmesi için genişlemesi, uluslararası düzeyde hegemonya kurması zarurettir. Bunu zaruret haline getiren kapitalist sistemin kendi nesnel dinamikleridir.

Şimdi çıkıp, Trump CIA’yi yıkıp, bu kez onu globalist olmayan, milli gayeler adına yeniden kuracak demek ahmaklıktır. CIA, basit bir haber alma örgütü değildir. ABD emperyalizminin hegemonik aletidir. Global çapta egemen ekonomik, ideolojik ağlarla iç içe geçmiştir. Global ölçekte operasyonel bir işlevi vardır. Operasyon örgütüdür. Olmazsa olmazlığı da, gücü ve etkisi de buradan çıkar. Onun başındaki kişinin şu da bu zat olmasının pek bir önemi yoktur. Mesela Trump kendi oğlunu da bu kuruma başkan yapabilirdi. Ne değişir? Müesses nizamın omurgasını teşkil eden  kurumların birinden söz ediyoruz.

Trump, CIA’ye, onun işlevine karşı değil, sadece onun BOP uygulamaları çerçevesinde yaptığı hataları eleştiriyor.  Yanlış önceliklere göre yanlış hedeflere yönlendirilmiş olduğunu, yanlış araçları kullanmış olduğunu belirttikten sonra onun daha akılcı ve işlevsel kullanılması gerektiğini söylüyor.

Trump yönetime geldikten sonra elbette iktidar tarafından terbiye edilecek, başka bir ifadeyle iktidarda öğrenecektir. Trump,  Anglo-Amerikan emperyalizminin jeo-ekonomi-politik çerçevesi dışına çıkamaz.  Trump’ın sivriliklerinin bu süreçte giderileceğinden kuşku duymamak gerekir. Aksi halde bir şekilde tasfiye edileceğini o da pekala bilir.

Mesela, İslam derken, onu terörün nedeni olarak gösterirken, İslamcılığın ABD’nin jeo-ekonomi-politik çıkarlarının bir aracı olduğunu, aralarında CIA’nin de bulunduğu kurumlar tarafından bu amaçla teşvik edilip, desteklendiğini, yönlendirildiğini henüz kavrayamamış görünüyor. Bağlı bulunduğu katı mezhebin hıristiyan ön yargılarının baskısı altında İslam ve İslamcılığı aynı anlamda kullanıyor. İslamı İslamcı siyasete dönüştüren, İslamcı fikirleri yayan şimdiye kadar ki Amerikan yönetimleridir.

Beyaz Saray’a yerleştikten sonra onun müesses nizam aleyhinde gibi algılanan bir çok söylemini  terk ettiğini göreceğiz.

Sonra bakıyoruz, Trump’ın çalışma arkadaşları, kadrosu şikayet ettiği konuların oluşmasında baş rol oynamış neo-conlardan yada  neo-conlarla aralarında görüş ayrılığı olmayan figürlerden oluşuyor. Burada da açık bir tutarsızlık var. Elbette bu tutarsızlıklar olmadan popülizm olmaz.

Şimdi deniyor ki, Trump’a finans sermayesi karşı çıkıyor ama sanayi sermayesi destekliyor. Kısmen doğru. Trump, emlak milyarderi olarak tanınıyor. Yani büyük bir sermayedar olarak (kendi beyanına göre 10 milyar dolar civarında bir sermayeyi kontrol ediyor) sanayi sermayesinin temsilcisi olduğu söylenemez.  Emlakçı olarak banka ve finans sermayesine yakın.

Trump’ı desteklediğini gizlemeyen büyük milyarderlerden Buffet da esas olarak bir Wall Street figürü. Bir kaç gün önce Trump’a güvenini tazelemek için 25 milyar dolarlık hisse senedi satın aldığını haber kanallarında okuduk.  Bir başka önemli destekçisi David Rockefeller’ın da hem sanayi hem petrol hem de finans alanında yatırımları var. Dış İşleri Bakanı olarak atanan zat, onun en büyük şirketi olan Exxon-Mobil’in başkan yardımcısıydı (1). Trump’a ta baştan sahip çıkan Henry Kissinger da Rockefeller ailesinin çok bilinen sadık bir politikacısı.

Emperyalizm finans-kapital oligarşisidir. Finans ve sanayi sermayesi bütünleşmiş, iç içe geçmiştir. Bu bütünsellik elbette kendi içinde çelişkilere referans verebilir. Ancak çelişkiler o bütünsellik içinde değerlendirilebilir. Bu bakımdan bunları birbirlerinden soyutlayarak analiz yapmak doğru olmaz.

Devam edelim. Doğru, Trump aşırı finansallaşmanın ABD ekonomisine zarar verdiğini belirtiyor. Bunu ABD’de kabul etmeyen ciddi bir ekonomist var mı? Sürmekte olan bunalımın aşılabilmesi, sistemin daha tehlikeli sonuçlara doğru evrilmesinin önlenmesi adına söz konusu aşırılığa dikkat çekiyor. Reel ekonominin canlandırılmasını istiyor. Rockefeller tipi sermayenin de bu yönde bir talebinin olduğu tahmin edilebilir. ABD büyük sermayesinin ağırlıklı kısmı salt finansal faaliyetlerle sistemin yeniden üretilemeyeceğini iyi biliyor. Finansallaşmaya yönelmeleri 60’lı yıllarda baş gösteren uzun stagnasyondan çıkmak içindi. Ancak dönüp dolaşıp tekrar stagnasyona, krize saplandılar.

Öte yandan Wall Street, Çin rekabetine karşı mevcut sanayi yapısının, ithalat rejiminin değiştirilmesini değil, Çin bankalarının ve finans sektörünün globalleşme anlayışına uygun bir şekilde hareket ederek kapılarını Amerikan finans sermayesine ardına kadar açmasını talep ediyor. Çin bankacılık ve finans sektörünün kısıtlamalara, engellemelere son vermesini istiyor. Sadece metaların değil, sermayenin de uluslararası ölçekte serbest dolaşabilmesi adına Çin’in gereğini yapmasını talep ediyor. Biz büyük emperyalist savaşları tetikleyen gerekçeler arasında bu tür engellemelerin oynadığı rolü biliyoruz.

Sonra, bugün ABD pazarında Çin’de ürettiklerini pazarlayan,  Çin’den yaptıkları ithalatla büyük karlar elde eden bir sanayi ve ticaret sermayesi var. Bunların ucuz iş gücü sunan ülkelerde yaptıkları üretime ve ürettiklerini ABD pazarında satmalarına yönelik kısıtlamalara hoş bakmayacakları açıktır. Bu Asya’da üretilmiş nispeten ucuz metaları tüketen çoğu dar gelirli geniş bir tüketici kitle de bu gelişmeden kısa vadede olumsuz olarak etkilenecektir.

Burada büyük sermayenin dediği olacak ama tabii ondan ayrı düşünülemeyecek Wall Street’in çıkarlarıyla uzlaşma sağlanarak.  Şöyle bir senaryo öngörülebilir: Çin bankaları, finans sektörü kapılarını  Wall Street’e açacak, Çin’den ithalata Çin’i fazla rahatsız etmeyecek ölçüde sınırlama getirilecektir. Özcesi, Trump’ın Çin ile ekonomik araçları kullanarak anlaşması beklenmelidir. Ancak bunlar olmadığı takdirde, zor araçları telaffuz edilebilecektir.

Çin zaten Brexit sonrasında City of London’la antlaşmalar imzalamıştı. Özellikle Britanya “tarihi” olarak nitelediği bu antlaşmalardan çok memnun kaldığını açıklamıştı. O antlaşmaların içeriği henüz tam olarak bilinmiyor. Çin’in baskılar, kuşatmalar altında Wall Street’le de antlaşmalar imzalaması beklenebilir. İhtimal dahilindedir.

Trump’ın yükselişi ve Brexit’i  simetrik olaylar olarak okumak gerekir. Bu ikisi jeo-ekonomi-politik açıdan birbirine karşı değil, birbirini tamamlayan olaylar. Anglo-Amerikan jeo-stratejisi, Avrasya’nın pivot konumunu bu iki olay vesilesiyle bir kez daha teyit etmiştir. Oğul Bush döneminde olduğu gibi,  AB emperyalizmiyle (Doğu Avrupa’yı bunun dışında tutuyorum) mesafe açılacak ve buna mukabil  Rusya ile mesafe kısaltılmak istenecektir.

Bu noktada bir saptama yapma ihtiyacı duyuyorum. Genel olarak tekelci sermaye, özelde Amerikan büyük sermayesi, aynı ABD emperyalizmi gibi,  tek araca, tek bir politik anlayışa, taktiğe yatırım yapmaz. Sermayesini de tek bir alana yığmaz. Sermaye sektörlerini, sermayedar portföylerini  böyle sınırları net, geçişsiz kompartımanlara ayırmak doğru olmaz. Belli uğraklarda, belli çıkarlar adına belli öncelikler söz konusu oluyor. Kaz gelecekse, tavuk esirgenmiyor. Bunu görmek gerekir.

Öte yandan, Trump’ı destekleyen sermayenin bir yandan da onu kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesi için baskılaması, kendilerini rahatsız eden sivriliklerini törpülemeye çalışması pekala mümkündür. Değişik tekelci sermaye gruplarının desteklediği işler kadar, desteklemeyeceği işlerin de olması anlaşılır bir durumdur.  Mesela bakınız, ABD’nin en büyük medya kartelleri, örnekse, New York Times, Washington Post, Financial Times, Wall Street Journal adeta yek vücut halinde Trump karşıtı bir kampanya yürütüyorlar. Zaman zaman yeni başkan aleyhinde yalan ve abartılı haberler yapıyorlar. Çıkarlar arasında kabul edilebilir uzlaşmalar, olmadı,  geçici uzlaşmalar sağlandıkça bu keskin tavırların karşılıklı olarak törpülendiğini göreceğiz. “Ulusal menfaatler”, “Amerika’nın çıkarları” gibi malum hikayeler tedavüle sokulacaktır.

Kısacası, Trump arkasında büyük sermaye desteği  olmadan iktidara gelemezdi. Hatta Cumhuriyetçi Parti’den aday dahi olamazdı. Bu sermaye daha önce Bush’u, Obama’yı da şu ya da bu ölçüde ve düzeyde desteklemiş olan sermayedir. Bunu unutmayalım.

Dış politika alanında, örnekse Rusya konusunda da  söylem muğlaktır. Muğlaklık, özellikle de, Rusya’nın çıkarlarıyla, ABD’nin, mesela, İsrail’in çıkarlarının nasıl bağdaştırılabileceği konusundadır. Yine mesela, özellikle son üç dört yıllık gelişmeler sonucunda,   Çin ve İran’la  çıkarları örtüşen, hatta onlarla fiilen stratejik ortaklık kuran Rusya, şimdi neden bu iki ülkeye, ABD ile iyi tanımlanmamış,sağlam garantilerle donatılmamış  dostluk adına, düşman olsun? Bunun için en azından, söz konusu iki ülkeyle olan ortak çıkarları dolayısıyla yitireceği kazanımlarının telafi edilmesi gerekmez mi? ABD bunu telafi edebilir mi? Ederse, nasıl edecek? Bu Rusya’yı tatmin eder mi?

Öte yandan, Ukrayna’daki son durumda, Rusya bir şey yitirmemiş, hatta kazanmış ama Ukrayna çok şey yitirmiştir. Daha da yitirecektir. Rusya ile arayı düzeltmeden Doğu Ukrayna sorunu çözülemez. Yani ABD, Ukrayna’yı koz olarak kullanabilecek durumda değil.

Sonuç olarak, Trump ABD’si oğul Bush’un sağ -neo-con çizgisini, en azından, başlangıçta, askeri müdahalelere başvurmadan sürdürmek isteyecektir. Ancak Trump’ın “Irak”ı İran olacaktır. Bununla birlikte, Rusya’nın desteğini almadan İran konusunda anlamlı, etkili hamleler yapmaktan kaçınacaktır.

Britanya’nın Brexit’le birlikte Çin’e yanaşarak Avrupa’dan uzaklaşması gibi, ABD de, Rusya’ya yanaşarak Batı Avrupa’dan uzaklaşacaktır. İngiliz başbakanın Trump’la görüşmesinden hemen sonra Türkiye’ye gelmiş olması tesadüf değildir. ABD ve Britanya’nın Türkiye’yi de belli koşullarla veya rezervlerle yanlarına çekmek isteyecekleri anlaşılıyor. Türkiye’nin istediği de bu değil midir?

Özcesi, Obama ve H.Clinton’ın sol-neo-con ya da globalist neo-con anlayışından farklı olarak Trump çizgisi öncelikle Rusya ile çatışmayı yumuşatma olanaklarını araştıracaktır. Rusya muhibi petrolcü Rex Tillerson’ ın dış işleri bakanı yapılması bunun en somut habercisidir.

Bu noktada anlamlı soru şudur: Gelişmeler aşağı yukarı sözünü ettiğim şekilde cereyan ederse, Alman emperyalizminin hamlesi ne olacaktır? Herkes Çin ve Rusya’ya doğru bakarken asıl kuşatılmak istenen Almanya’dır. Söz konusu koşullarda Almanya’nın Türkiye’ye yönelik hamlesini tahmin etmek zor değildir. Şimdiki yönetime karşı (belki de ABD ve Britanya’dan farklı olarak)  çok daha sert bir muhalif tavır alacaktır.

NOTLAR:

1) Dış bakan Tillerson, Exxon-Mobil’in tepe idarecilerinden biri olarak Hazar petrolleri konusunda Rusya ile yakın bir çalışma içinde oldu. Rusya tarafından ödüllendirildi. Zaten Rockefeller’ın soğuk savaş öncesinde SSCB ile de iyi ilişkileri olmuştu. 1930’ların başında, ABD’nin SSCB’yi tanımasında katkısı olmuştu. Tabii SSCB coğrafyasının petrol zenginliklerini biliyor, oradan ekmek çıkarmaya çalışıyordu.

Tillerson, Rusya ile iyi ilişkileri dolayısıyla bölgedeki eski Sovyet cumhuriyetleriyle de avantajlı ilişkiler kurmuştu. Hatta Kazakistan doğal gazı için görüşmeler esnasında adı Kazakistan başkanına verilen 1 milyar dolarlık rüşvet olayına karışmıştı.

Rockefeller’ın Trump’a destek olmasının önemli bir nedeni de herhalde son 4 yılda petrol fiyatlarında, özellikle de Çin ve Hindistan’ın büyük taleplerine rağmen görülen dramatik düşüş olmalıdır. Yani Orta Doğu’da, petrol bölgelerinde zafer için girişilmiş savaşlar belli büyük sermaye grupları adına beklenen ya da vaat edilen sonuçları getirmemiştir.

Öte yandan, Trump’ın girişmeyi vaat ettiği büyük altyapı faaliyetleri arasında petrol boru hatlarının önemli bir yer tutuyor olması da tesadüf değildir (Mesela, Kanada’ya taşıma maliyetlerini hayli azaltacak boru hatlarıyla petrol taşıma projeleri var).

Bir de, Tillerson’ın bazı rezervlerine rağmen başında bulunduğu Exxon-Mobil “peak oil” teorisi olarak bilinen, dünyadaki petrol rezervlerinin  belli bir tepe noktasına ulaştıktan sonra her yıl belli ya da artan oranlar izleyerek düşüşe geçeceği tezini dillendiren, destekleyen bir kuruluştur. Bilindiği gibi bu yanlış teori, petrol fiyatlarının yüksek tutulması ve petrol savaşlarının meşrulaştırılması gibi işlere yaraması için kullanılmaktadır.

Stalin 50’lerin hemen başında, petrol konusunda bir araştırma yapılmasını istemişti. O zaman bunun iddia edildiği gibi bir fosil yakıt olmadığı Sovyet jeologlar tarafından saptanmıştı. O zaman ki Sovyet literatüründe, petrol için “fosil” yerine “hidrokarbon” enerji kaynağı tabiri kullanılmaya başlanmıştı.  Petrol kartellerinden maaşlı Batılı bilim insanları bunu kabul etmediler.

Son yıllarda, Alman araştırmacı William Engdahl bu Sovyet araştırmalarının sonuçlarıyla ilgili makaleler ve bir de kitap yayınladı. 90’lı yıllarda Rus ve İsveçli jeologların yaptıkları yeni araştırmalar da önceki Sovyet çalışmalarının sonuçlarını doğrular nitelikteydi. Petrol, aynı kömür ve katran gibi, yeryüzünün çok derinlerinde yer alan nükleer fırınlarda çok aşırı ısınma dolayısıyla açığa çıkan ve yer kabuğu yüzeyine doğru hareket eden metan gazının geçirdiği dönüşümler neticesinde oluşuyordu.

Araştırma yapılan farklı petrol kuyularındaki rezervlerin değişik süreler içinde tükendiği, ancak bir kaç yıl içinde tekrar dolmaya başladığı saptanmıştı. Yani aynı kaynaklar kendilerini tekrar üretiyorlardı. Öyle iddia edildiği gibi rezervlerin tamamen tükenmesi falan söz konusu değildi.

Zaten eğer kartellerin iddia ettiği gibi, bu fosil bir kaynak olsaydı, yani ağaç, bitki ve hayvan kalıntıları dolayısıyla oluşmuş olsaydı, dünyanın hemen her yerinde ortaya çıkması gerekmez miydi?

Trump ne yapacak? I

Trump, kendisinden önceki başkanlar ne yaptılar, ne yapmaya çalıştılarsa onu yapacak. ABD hegemonyasını sürdürmeye, güncellemeye çalışacak. Ne daha iyi ne daha kötü.

Trump içeride, geniş alt yapı yatırımlarıyla ekonomiyi canlandırıp, bir süreliğine istihdamı, dolayısıyla talebi artıracak bir politika izleyecek. Bu sayede muhtemelen stagnasyonu  bir süreliğine aşacak, bunu yaparken, en kararlı şekilde,  emekçi düşmanı sosyal politikalar izleyecek, dinciliği, cinsiyetçiliği, ırkçılığı öne koyan gerici popülist “açılımlar” gerçekleştirecek.

Trump, Obama, Clinton veya Bush türünden bir kukla olmadığı için bunları açıkça dile getirmekten kaçınmıyor. Bununla birlikte, onun finansallaşmaya karşı reel ekonomiyi, sanayii teşvik eden önlemler almasını beklemek gerçekçi görünmüyor. Ekonomik politikasını Wall Street’in isterleriyle uyumlu kılacağı açıktır.

Dış politikasına gelince, Trump, Avrasya perspektifinden vazgeçmiyor. Vazgeçemez de. Onun farklı olarak yapmak istediği, taktikleri değiştirmektir. Stratejiyle bir sorunu yok. Trump, ABD’nin öncelikli üç düşmanı olduğunu belirtiyor: Çin, K.Kore, İran. Bunların ilk ikisi müttefik olarak görülebilir. Sonuncusu da, Çin’e en çok petrol ihraç eden ikinci ülke konumunda. Eğer planlanan projeler tamamlanabilirse, belki Çin için daha da  önemli petrol ve gaz tedarikçisi ülke konumunda olacak.

Trump diyor ki, ABD’nin bu düşmanlarla baş edebilmesi için Rusya’yı da onlarla düşmanlaştırması, en azından, onlardan yalıtması gereklidir. Yani bu düşmanları alt edebilmesi için ABD’nin Rusya’ya ihtiyacı olduğunu dile getiriyor. Ona göre, söz konusu düşmanların etkisizleştirilmesinden sonra Rusya’nın hizaya getirilmesi daha kolay olacaktır.

Trump’a göre Orta Doğu’da ABD’nin istediklerini elde edememiş olmasının en önemli nedeni İran’dır. Orta Doğu’da ABD ve dolayısıyla İsrail çıkarlarını tehdit eden en önemli, en tehlikeli güç de İran’dır. Suriye, Irak politikalarındaki başarısızlık, İran’ın konumuyla alakalıdır. İran bertaraf edilmeden Irak, Suriye’de, genel olarak Orta Doğu’da ABD çıkarlarını realize etmek çok zordur. İran’a taviz verildiği için Irak ve Suriye’de başarılı olunamamıştır.

ABD’nin Çin, K.Kore, İran düşman cephesine Rusya’nın dahil olmasıyla sonuçlanacak politikalar izlemesini akılcı bulmamaktadır. O zaman bu düşman cepheyle mücadele etmek çok daha zorlaşacak, başarı şansı en aza inecektir. Rusya, ürkütülmemeli, onu tedirgin edecek hamlelerden vazgeçilmelidir. Rusya konusunda, amiyane tabirle, Avrupa’nın, özellikle de Almanya ve D.Avrupa’nın gazına gelmemek gerekir. Rusya’yı Suriye’de zorlayacak hamlelerden kaçınmak gerekir. Kısacası Trump, kaz gelecek yerden tavuğun esirgenmemesini vaz’ ediyor.

Ancak burada belirsiz olan, adeta anahtar bir işlev yüklenmek istenen bu Rusya politikasının gerçekleşebilmesi için iki ülkenin maddi jeo-ekonomi-politik çıkarlarının nasıl uzlaştırılacağıdır.  Bu mümkün müdür? Bence değildir. Geçici yumuşamalar, uzlaşmalar, işbirlikleri olabilir tabii. Ancak Rusya’nın  Batı bloğuna, onun jeo-politiğine entegre olması tarihsel olarak olanaklı görünmemektedir.

Obama yönetimi, görevinden ayrılmadan önce, Trump’ın kucağına, D.Avrupa’da, Orta Doğu’da, Çin’de bombalar bırakmak için her şeyi yaptı. Doğu Avrupa’da, Rusya’yı nükleer bir NATO çemberi içinde alarak bunaltmak; Suriye’de, IŞİD’le mücadele yalanını öne sürerek cihatçıları ve bu arada IŞİD’i de yeniden takviye ederek Suriye’ye saldırtmak için elinden geleni ardına koymadı. IŞİD’in Deyrezor, El Bab, Palmira saldırıları, ABD’nin Halep’e yanıtı olarak görülmek gerekir.

ABD, maşalarını istediği gibi kullanmaktadır. Zaman zaman tepelerine bomba yağdırmakta, daha doğrusu, çoğu kez yağdırıyormuş gibi yaptığı halde onlara destek vermektedir. Bu da anlaşılabilir bir haldir. Bu cihatçılar ABD’nin çocuklarıdır. Doğrudan sahaya inemediği şartlarda, onun sahadaki askerleridir. Kontrolünden çıkmadıkları sürece feda edilmeyecekleri açıktır.

ABD söz konusu olduğunda, açık olan bir konu daha var:  ABD şartların lehine olmadığı bir durumda, hiç bir diplomatik antlaşmaya imza atmaz. Eğer diplomasi masasına oturması gerekiyorsa, bu ancak görüntüyü kurtarmak adına olabilir.  Daha önce Cenevre’de görmüş olduğumuz gibi, konuyu sulandırmak, zora sokmak ve nihayet masayı devirmek için elinden geleni yapar.

ABD’nin Astana’ya dahil olmasının, Astana’nın da başarısız olmasına, görüşmelerin sulandırılmasına, sonunda masanın devrilmesine yol açacağı kesindir. Tabii şimdi ABD’de bir devir teslim var. ABD devleti içinde Trump’ın temsilcisi olduğu kanadın ne kadar işlere hakim olacağını zaman gösterecek.

Türkiye, Suriye’de hiç memnun olmadığı son durumun Trump’ın gelişiyle birlikte yeniden Sünni/Siyonist bloğun isterleri doğrultusunda değişmesini umut etmektedir. Trump’tan gelecek “aport” talimatıyla harekete geçmeye hazırdır. ABD vasalı olarak  Türk devleti, ABD’nin arkalamadığı hiç bir mutabakatın arkasında duramaz. Bugünün “yetmez ama evetçisi” olan Türk ulusalcılarının iddiaları, aynı geçmişin “yetmez ama evetçisi”  Kürt ulusalcılarının “ileri demokrasi” iddiaları gibi,  tamamen dayanaksızdır. Aynı ölçüde sahtekarlıktır.

Emperyalistler, BOP’u sahneye koyarlarken, buna bir din savaşı, mezhep savaşı içeriği de kazandırmayı düşünmüşlerdi. Buna göre belirlenmiş fay hatlarını hareketlendirmek istemişlerdi. Bir yanda, S.Arabistan’ın başını çektiği “Sünni blok” ve karşısında İran’ın liderliğini yaptığı “Şii blok”. Kaçınılmaz olarak, Vahabilik ve On İki İmam Şiiliği savaşı.

Normal koşullarda, ne Sünnilik ne de Şiilik tek parça bir bütünlüğü temsil etmezler. Mesela, Sünnilik dahilinde, Hanefilik Orta Doğu’da etkisizdir, daha çok, Türkiye, Santral ve Uzak Asya müslümanları, Pakistan gibi ülkelerde güçlüdür. Orta Doğu Arapları arasında Hanbelilik (Sünni mezhepleri içinde bir teolojisi olan tek mezhep budur), onun içinden çıkmış Selefilik, onun Suudi çıkarlarına uyarlanmış versiyonu olan Vahabilik güçlüdür. Burada Suriye hakkındaki ilk yazılarımda değinmiş olduğum gibi, Sünniliğin en gerici kanadı olan Vahabilik, en militan (Hanbelilik de kuruluşu itibarıyla, en katı, en militan mezhepti zaten) , en zengin, emperyalistlerin ve siyonistlerin çıkarlarıyla en uzlaşık bir akım olması dolayısıyla, kaçınılmaz olarak, diğerlerini domine edecekti.

İran şiiliği de, normal koşullarda,  diğer Şii akımlarıyla her zaman kavga halinde olmuştur. Nusayriliği ve Aleviliği yadsımış, sünnliğe en yakın Şii mezhebi olan Zeydiliğe sert eleştiriler yöneltmiş, İsmaili ve Dürzi kanatlarla uzlaşmaz bir teolojik çekişme içinde bulunmuştur. Ancak bu jeo-politik kapışmada Şiiliği temsil eden tek büyük devlet olması İran’ın bu bloğun lideri olmasına yol açmıştır.

Türkiye’deki Sünni mezhepçi yönetimin bu saatten sonra İran’la birlikte Sünni bloğun aleyhine saf tutmasını beklemek gerçekçi değildir. Şimdiki durum, koşulların dayattığı geçici bir uzlaşma hali olarak görülmelidir. Türkiye, Trump politikalarında kendi konumuna uygun bir rol biçileceğini umut etmektedir. Trump’ın ilan ettiği “İran karşıtlığı, Rusya dostluğu”, hiç şüphesiz, Türkiye’nin el oğuşturmasına yol açmıştır. Bu da hesaba katıldığında, Astana’dan kalıcı bir sonuç çıkmayacağı öngörülebilir. Türkiye, Trump yerleşene kadar zaman kazanmak isteyecektir.

Bitirirken, Çin’in biraz üzerine gidilince, panik halinde hareket ettiğini görüyoruz. Doğu Çin Denizi ve Güney Çin Denizi gibi tartışmalı konularda, Çin, taktik olarak yanlış hamleler yapmaktadır. Özellikle Güney Çin Denizi sorununu aşmak için yaptığı hamleler, diğer hak iddiasında bulunan ülkeleri ABD’nin emperyalist kışkırtmalarının aracına dönüştürebilir. Söz konusu ülkelerin ABD’nin kucağına itilmesine yol açacak politikaların Çin’e zararı olur. Çin’in sakin kalması, bölge ülkeleriyle ilişkilerde, ekonomik, tarihsel-kültürel bağları dolayısıyla, ABD’ye göre daha avantajlı olduğu konumunun bilincinde olarak hareket etmesi, emperyalist planların boşa çıkartılmasına yarayacaktır.

Resesyon

Kapitalist sistem 60’ların ortasından, SSCB’nin resmen çöktüğü 90’lara kadar azalan kar oranları dolayısıyla süreğenleşen stagnasyon ve resesyon koşullarında varlığını sürdürdü (Geçerken, bu halin ortaya çıkması, esas olarak, kapitalist sistemin içsel işleyiş mantığıyla izah edilebilir. Ancak sosyalist dünya sisteminin var olduğu koşullarda kapitalist sistemin jeo-ekonomi-politik hareket alanı daralmıştı. Bu gerçeği de ihmal etmemek gerekir.) Sistemin bu halden çıkmak için başvurduğu araç global ölçekte finansallaşma oldu. Bunun olmazsa olmazı, menkul kıymetlerin uluslararası düzeyde hiç bir engelle karşılaşmadan hareket kabiliyetine sahip olmasıydı. Bu da onun jeo-ekonomi-politik bir sorun olduğunu gösterir. Emperyalist saldırganlık, ülke işgalleri, dolaylı işgaller, “renkli devrimler” bu çerçevede anlamlandırılabilir. Bilindiği gibi,  2000’li yılların başlarında finansallaşma eğilimi zirve yaptı. Bu eğilimin varacağı yer,  yeniden başa sarma, daha ağır bir  stagnasyon ve resesyon döngüsü içinde debelenme olacaktı. Sistem halen bu süreç içerisindedir.

Bu sürecin Türkiye ekonomisine etkilerini bugün sürecin önceki evrelerine göre daha net olarak görebiliyoruz. Sistemin global ölçekte finansallaşmasının esas görünümlerinden birisi, Türkiye gibi “çevre” tabir edilen  ülkelere sermaye akışıdır. Yani çevre ekonomilerinin borçlandırılmasıdır. Bol borç parayla bol keseden harcamalara teşvik edilmesidir. Harcadıkça, daha fazla borca ihtiyaç duyması, nihayet, borç batağı içinde boğulmasıdır.

Akışkan “sıcak para” güvenli koşullarda yüksek kazancı öngörür. Siyasal, toplumsal koşulların yüksek kazanç olanağını vaat etmesi gerekir. Türkiye son üç yıldan beri söz konusu sermaye için “istikrarlı” bir ülke statüsünde değildir. Aslında bu hale yol açan bizatihi finansallaşma sürecinin kendisidir. “Sıcak para” tanım itibarıyla, kırılganlaştıran, hızla çürüten, toplumsal direnişleri yükselten, yıkıcı bir dinamiktir. Yani bugünkü sonuç için kimsenin özel olarak bir komplo yapmasına gerek yoktu. Sürecin dinamizmi bu sonucu kaçınılmaz olarak yaratıyor. Ülke ekonomisi ne kadar kırılgansa, o ölçüde ağır tahribata uğruyor.

Türkiye ekonomisi son iki çeyrekte net olarak küçülmüştür. Bunun anlamı resesyondur. Bugün derinleşmekte olan bir resesyon hali vardır. Esasen dolar kurunun 3 tl’nin üzerinde seyrettiği şartlarda, ekonomide işleri çevirmenin giderek zorlaşacağı biraz ekonomi bilen herkesin malumuydu. Türkiye ekonomisi bu yeni yılın ilk ayında resesyon aşamasının derinleşeceğinin  işaretlerini vermektedir.  Muhtemelen döviz kuru tekrar yükseliş eğiliminde olacak, Merkez Bankası üzerindeki siyasal baskılar onun bu duruma etkili, daha doğrusu, gerçekçi bir şekilde müdahale etmesini engelleyecektir. Yükselen kurun ateşini gerçekçi bir faiz oranı düşürebilir. Öyle “0” bilmem kaçlarla halledilebilecek bir sorun değildir. Ancak M.Bankası yapılması gerekeni yapamamakta,  utangaç hamlelerle işi idare etmeye çalışmaktadır.

Bu ay içinde ABD’de, Trump yönetimi iş başı yapacaktır. Trump’ın ekonomi politikası, yapılan açıklamalardan izlenebildiği kadarıyla, ilk etapta inşaat ve onunla alakalı sektörlere kaynak aktarılmasını öngörmektedir. Bu parasal kaynağın bir trilyon dolar civarında olacağı söylenmektedir. Trump yönetimi ilk iki yılında bu sayede ülkede büyüme ve istihdam yaratmayı planlamaktadır. Elbette bu önlemlerle  ABD ekonomisinin bunalımı çözülmez, ancak ekonomiye etkisi bir kaç yıl sürebilecek, hatta bu sayede belki Trump’ın bir dönem daha devam etmesini temin edebilecek bir soluk aldırılabilir. Sonrasında mevcut bunalımın daha da ağırlaştığı görülecektir. Söz konusu olan, azalan kar oranları, stagnasyon,resesyon, finansallaşma ve tekrar stagnasyon ve resesyon kısır döngüsü içinde debelenen sistemin çıkmaz halidir.

Trump, eğer ekonomik önceliğini seçim kampanyası süresince sık sık dile getirdiği şekilde gerçekleştirebilirse,  “sıcak para” manyağı halinde getirilmiş Türkiye gibi ülkelerin işi daha da zorlaşır. Ancak hayli yüksek faiz ödeyerek para bulabilirler. Yetmez, ülkelerin siyasal ve toplumsal koşulları sermaye sahipleri tarafından daha fazla sorgulanmaya başlanır. Nitekim, parlamentoda başkanlık görüşmeleri sürerken döviz kurunun dramatik şekilde yukarıya doğru ivme kazanmasından sonra uluslararası sermayenin başkanlık sorununu “siyasal istikrar” adına olumlu görmediği,  bir olağanüstü hal rejimi olarak öngörülen başkanlık konusunu, kırılganlığın, çatışmanın artması olarak yorumladığı pekala iddia edilebilir.

Mevcut durumda, döviz kurundaki artış zaten enflasyonist baskılar yaratıyor. Ekonominin küçülmesi yönünde basıncı arttırıyor.  Faiz artışlarının da benzer yönde baskılar yapacağı açıktır. Yani bir bıyık/sakal açmazı söz konusudur.  Öyleyse, düşük faiz oranı, bol para, kredili satışlarla beslenen geniş yandaş kitlenin yandaşlığını sürdürebilmesi için gerekli koşulların ortadan kalkması beklenebilir. Bu koşulların ortadan kalkmış olması burjuvazinin iktidarının da ortadan kalkması anlamına gelmez elbette. Tayyip Erdoğan burjuvazinin politikacısıdır. O olmazsa, pekala burjuvazi başka birilerine iş verir. Başka bir tayyip bulur.

Son bir nokta, ya da tekrar olsun, AKP rejimi bir seçimle, referandumla gitmez. Bir seçim ya da referandum kaybı sadece onun bir darbe alması anlamına gelir. Bu rejimin yazgısı, jeo-ekonomik-politik koşullardaki gelişmelere bağlıdır. Sönme eğilimindeki emperyalist hegemonik gücün bu konumunu sürdürebilmek için neo-liberal ekonomik araçlarla hayati bir hamle yaptığı koşullarda, bu hamlenin seyri, yol açtığı, bundan sonra yol açacağı sonuçlar, rejimin yazgısının belirlenmesinde belirleyici bir rol oynayacaktır.  AKP de bunu iyi görüyor, sürekli manevra yapma ihtiyacı duyuyor. Alanı daraldıkça bu ihtiyacı daha fazla duyuyor. Hatta şimdi görüldüğü gibi, uluslararası bağlamından görece serbestleşip, boşluğa düşüyor. Yeniden o bağlamına tutunabilmek adına Trump’ı bir şans olarak değerlendirmek istiyor.

IŞİD bahane

TC devletinin Suriye krizine dahil olmasıyla birlikte zaten yalama olmuş, gevşemiş vidaları, 15 Temmuz’da tamamen boşaltıldıktan, bütün vidalarından kurtulduktan sonra ordu ABD tarafından Suriye topraklarına salındı.  ABD için asıl gerekçe, Türkiye sınırının Halep ve Rakka’nın kontrolleri bakımından önemli bir kısmını, önemli bir lojistik destek noktasını sağlama almaktı. Bundan sonra Türk ordusu ve cihatçı müttefikleri -ihtiyaca göre- Halep’e, Rakka’ya  en yakın stratejik noktalara doğru sürülebilecektir. Özcesi, ABD, Suriye topraklarında, ihtiyaca göre yönlendirebileceği TSK gibi şimdilik kontrol edilebilir bir alete sahip olmuştur. TSK’nın bu hali 15 Temmuz’la olanaklı olmuştur (1)

TSK’nın ABD tarafından çerçevesi, sınırları belirlenmiş bu işgal operasyonuna girişebilmesi için öncelikle Rusya’nın ikna edilmesi gerekiyordu. Rusya, öteden beri Türkiye ve Suriye arasındaki sınırın söz konusu bölgesindeki denetimsizlikten şikayetçi idi. Rusya’nın şikayetçi olduğu kontrol edilemeyen alan, cihatçıların başlıca ikmal merkeziydi. Türkiye’nin önce yumuşama havası yaratıp, yani zemini hazırlayıp,  sonra bir takım güvenceler vererek   Suriye sınırının 10-20 km derinliğinde konumlanması Rusya açısından kabul edilebilir bulunmuş olmalıdır.

Türkiye açısındansa, bu operasyon Halep’e doğru ilerleyen “katil Esed” in durdurulması için bir fırsat olarak görülmüş, bu arada bölgede, Türkiye aleyhinde  siyasal amaçları olan Kürt hareketinin etkisizleştirilmesi için de kullanılmak istenmiştir.

Bu olay vesilesiyle, ABD’nin hegemonik yöntemlerinin sahada nasıl işlediğini de görüyoruz. Önce kendi örtülü veya açık desteği altında IŞİD ve PYD’yi  kullanarak Türkiye’yi ürkütüyor. Aynı zamanda onun adına, Suriye’yi işgalini meşrulaştırabileceği gerekçeler yaratıyor. Türk ordusu işgale başladıktan sonra ona küçük küçük “zafer”ler bahşediliyor. İşgalci ordunun şevkini arttırmak için zaman zaman PYD ya da IŞİD tarafından tahrik amaçlı nokta vuruşları yapılıyor. Yaptırılıyor da demek mümkün. Böylece daha fazla ABD’ye dayanmasının, aynı anlama gelmek üzere, daha fazla çamura batmasının koşulları da yaratılmış oluyor. Artık Türkiye’nin nerede duracağı belli değildir. ABD’nin bu işgalle başlayan gelişmeleri ve Türkiye de dahil sahada kullandığı oyuncuları daha ne kadar kontrol edebileceğini kestirmek güçtür.

Şimdi Türkiye dış bakanının, dün, “tarihin en büyük savaşına hazırlanıyoruz” şeklindeki demeciyle kast ettiği herhalde “Güneydoğu” yu, Suriye ve hatta Irak’ı da kapsayacak bir savaştır. AKP parmağını peynirde görünce kendisini (genellikle olduğu gibi) Mandıra’da sanmaktadır. Atıp tutmaktadır.

Rusya, işlerin anlaşmayla bağlandığı şekilde gitmediğini görünce Türkiye’ye karşı sesini yükseltmektedir. Biraz ileride, Rusya ve İran’la 15 Temmuz öncesinde duruma geri dönülürse şaşırmamak gerekir. Türkiye devleti zaten kısıtlı olan aklını tamamen yitirmiş haldedir. Sürüklenmeye devam ediyor. Sürüklendikçe, “amok koşucusu” psikolojiyle davranma eğilimleri güçleniyor.

NOTLAR:

1) Emekli CIA elemanı Graham Fuller, 15 Temmuz’un hemen sonrasında, yani  sıcağı sıcağına, www.consortiumnews.com sitesinde konuyla ilgili 3 makale yazmıştı. Bu yazılardan Gülen Cemaati’nin doğrudan ABD tarafından yönlendirilmekte olduğu, darbenin ABD devleti içindeki bir takım güçler tarafından planlanmış olduğu, desteklendiği, ABD yönetiminin bu girişimden öncesinde haberdar olduğu anlaşılıyor (anlaşılıyor, çünkü söz konusu 3 yazıyı okuduktan sonra “öyle bir izlenim ediliyor” demek kifayetsiz bir ifade olurdu).

“Mutabakat”

Erdoğan ve AKP’si daha önce içeride dışarıda “mutabakat” lar yapmış, kimle “mutabakat” a varmışsa, onun başına gelmedik kalmamıştı. Şimdi dışarıyı bir yana bırakalım, mesela içeride, Baykal’la “Çengelköy mutabakatı” yapmıştı. Baykal ve CHP’nin başına gelenleri biliyoruz. Sonra general Büyükanıt’la “Dolmabahçe mutabakatı” yaparak TSK’nin dağıtılmasına kadar varan bir süreci başlamıştı. Yine mesela, Öcalan’la İmralı’da bir mutabakata varmış, çok geçmeden “Kürt savaşı” yla sonuçlanacak kanlı gelişmelerin önünü açmıştı.

Bununla beraber her mutabakatten öbür taraf büyük zararlar görmüş olsa da, Erdoğan ve AKP’si yararlanmış, böylece ömürlerini uzatmışlardı. Şimdi bu öbür taraflarda bu kadar mutabakat sevdası ya da budalalığı varken Erdoğan’ın düşmesi pek kolay olmayacak.

Peki, Erdoğan karşısında mutabakata taraf olan öbürleri neden  “mutabakat” ı bu kadar çok arzuluyorlar? Bu mevzuda asıl sorulması gereken soru budur. Çünkü mutabakatlar sadece Erdoğan’ın değil, onunla mutabakatlar marifetiyle bağlaşmış tarafların da işine geliyor. En azından onların da siyasal ömürlerini uzatıyor. Öte yandan mutabakat dinamiklerine sahip olmayan bir düzeninin sürüdürülmesi de zordur. Bunu da biliyoruz.

Şimdi de, “Yenikapı mutabakatı” çıktı. Daha çıkar çıkmaz, Erdoğan’la bağlaşmaya girenler açısından sonuçlarının farklı olmayacağı apaçık belli oldu.  Beklendiği gibi, Erdoğan bu mutabakatı da vakit kaybetmeden iktidarını içte ve dışta tahkim etmek için kullandı. Kullanıyor. Yani bu bakımdan değişen bir şey yok, olmayacak. Önceden malum oyuncular tarafından varılmış her mutabakat gibi, bu yenisi de krizlerin, kaosun derinleşmesine katkı yapacak. Erdoğan’la uzlaşanların hareket alanlarını daraltmaya, onları siyaseten edilgenleştirerek,  akli yeteneklerini köreltmeye devam edecek. Böylece onun ve tabii bu düzeninin yalanlarına ortak edecek.

Şimdi bu mutabakatlara varanlar, bu kez Erdoğan tarafından onun dışında bırakılmış oldukları için şikayetçi olanlar, aslında bu mutabakatlar olmaksızın düzenin dışına itileceklerini, böylece kurda kuşa yem olabileceklerini düşünüyorlar. Bu bakımdan, hem onların sürüleşmesini, hem de  sürüde kalmalarını temin eden bu uzlaşılara ihtiyaç duyuyorlar.

Tarihsel faşizm deneyimlerine baktığımız zaman en etkili olanlarının her zaman bu tür mutabakatlarla iktidara tırmandıklarını görüyoruz. Hatta niyetleri ayan beyan ortaya çıktığında dahi bu tür mutabakatları hâlâ anahtar gibi kullanabiliyorlar. Düzen içi rakiplerini ya da olası rakiplerini daha baştan bir tür “mutabakatlar döngüsü” ne hapsetmiş olduklarından zorlanmadan işleri çekip çeviriyorlar.

Birey katında ideolojinin şöyle bir işleyişi var: Herkesin kollektif olarak  inandığına inanmazsam kafir ilan edilebilirim, böylece kollektiften dışlanabilirim; öyleyse, saçma, yanlış olduğunu bile bile iman etmem gerekiyor. Birey bu işleyiş içinde aslında başlangıçtaki niyetinden farklı olarak giderek bu uzlaşı sayesinde toplumsal varlığının sürebileceği inancını da içselleştiriyor. Bu mutabakatların da, benzer bir işleyişinin olduğu anlaşılıyor. Neticede, onu dayatan dayatılanları sürüleştirebiliyor.

Gelgelelim, Erdoğan’ın bu mutabakatlarını artık dışta yapması hayli zor. Çok da riskli. Çünkü ABD’nin kontrolünden çıkmasının kendisine neye mal olabileceğini iyice anlamış haldedir.  Dışarıda çizmeye çalıştığı uzlaşmacı portre sürdürülebilir değildir. Suriye’ye yönelik işgal girişimi, biraz ileride yumuşama içinde girdiği Rusya, İran gibi ülkelerle tekrar restleşmesine neden olacaktır. Çünkü Erdoğan değişmemiştir. Değişemez. Fıtratı müsait değil. Devamlı yalan söylemek zorundadır. Yazılmış kimi biyografilerine baktığımızda, Erdoğan’ın ta çocukluğundan itibaren “yalan” sayesinde işleri idare ettiğine dair itiraflarına rastlıyoruz. Bu arada, din yalan söylemeyi hem kolaylaştırır hem de meşrulaştırır. Süreklilik gösteren toplumsal tarihsel etkisini bu işlevine borçludur.

Meşru Şam yönetiminin Halep’teki ilerleyişi ABD ile birlikte Erdoğan’ın da paniklemesine neden olmuştur. Çin’de, “Rusya ile antlaşmak üzereyiz” derken kast ettiği, Suriye ordusunun Halep’e doğru ilerlemesini geciktirmek, cihatçı müttefiklerine nefes aldırmak için bir “bayram ateşkesi” ilan edilmesini temin etmektir. Antlaşma dediği budur. Ancak ABD ile birlikte asıl gayeleri Halep karşında önemli bir mevziyi ( “koz” da diyebiliriz) ellerinde tutmaktır.

Perinçek çevresindeki utanmazların “Türkiye eksen değiştiriyor” derken kast ettikleri de aynı şeydir. Erdoğan’ın yalanına sahip çıkmaktır. Bu coğrafyada siyasal olarak hem Esad hem de Erdoğan artık birlikte var olamazlar.   Erdoğan, içine düşürüldüğü boşluktan çıkmak için yeniden Suriye’de yere basmak ihtiyacı duyuyor. Bunu yapabilmesi için ABD’nin onayı gerekiyor. Öteden beri kurtuluşu gibi gördüğü, “Suriye’de uçuşa yasak bölge” oluşturma arzusunu gerçekleştirmek adına ABD ile ortak, önceden yapılmış olduğu anlaşılan bir plana göre hareket ediyor. Ancak ABD’nin şu sıralarda, bu öneriyi ciddiye alamayacağı açıktır. Bunu yapabilseydi, daha önce Rusya ve İran doğrudan müdahil olmadan yapardı. Şimdi bu riski hiç alamaz.

Türkiye, Suriye’de, ahmakça, kaçınılmaz olarak kendisinin de parçalanmasıyla sonuçlanacak planların aleti oluyor. Bugün Türkiye’nin bu mevcut halini Suriye sorunundan ayrı düşünmek mümkün mü?  Suriye’nin bölünmesi talebi Suriye’de yaşayan halkların talebi değil, emperyalizmin talebidir. Bunun savaşını verenler de emperyalizmin paralı askerlerdir.  TC devleti, kendi halkına, bölge halklarına yabancılaşmış olarak emperyalistlerin, onların işbirlikçilerinin sefih çıkarlarına hizmet etmek işlevini yerine getirmektedir.

NOTLAR:

1) Kartal Mitingi bir çok bakımdan yetersiz kalmıştır. Elbette bu düzene karşı çıkan, onu protesto eden her toplantı iyidir. Bunun için düzenleyenlere teşekkür etmemiz gerekir. Ancak miting şahsen beklediğim mesajın verilmesi, beklediğim çağrının yapılması bakımından yetersiz kalmıştır.

Bakınız, bugün artık sadece protestolarla yetinemeyiz. Bir çok kişinin de farkında olup, vurguladığı gibi, bir iktidar seçeneği, ya da isterseniz, üzerine basıp sıçrama yapacağımız bir kaldıraca ihtiyacımız var. Bu kaldıraç örgüttür.  Kartal’dan bu irade çıkmamıştır. Sayılara kafayı takmamak lazım. Siyasal içerik önemlidir. Kartal’ın içeriğinde “siyasal iktidar” hedefi, “iktidar odak” ı inşası için çağrı yoktur.

Miting alanında dağıtılan bildirinin içeriğiyle hiç bir solcunun sorunu olamaz. Gelgelelim, bu bildiride iktidar hedefi anlamında “siyaset” yoktur. Daha çok demokratik kitle örgütleri tarafından hazırlanmış bildirilere benzemektedir.

Sonra, her gün çok sayıda insanın hayatını kaybetmesine, yerini yurdunu terk etmesine neden olan Kürt ulusal sorunundan (hatırladığım kadarıyla) tek cümleyle dahi söz edilmemiş olması kabul edilebilir değildir. Bu sorun karşısında hiç bir devrimci kayıtsız kalamaz. Bununla, oportünist, işbirlikçi Kürt siyasetlerinin kuyruğuna takılalım demek istemiyorum. Ancak bu sorun, onlara terk edilemeyecek kadar önemlidir, yaşamsaldır. Kürt siyaseti dışında kendi programımızda, pratiğimizde ona somut bir siyasal yer açmamız gerekir. Bu da öyle, “sosyalizm gelecek dertler bitecek” kolaycı, indirgeyici anlayışıyla olamaz.

Son olarak, bu koşullarda, söz konusu siyasal iktidar iradesinin, onun örgütsel formunun siyasal odağın inşa sürecinde ortaya çıkabileceğine inanıyorum.

2) 6-7 Eylül olayları, Türkiye’de gericiliğin tahkim edilmesinde, Türkiye ve Yunanistan’da NATO askeri darbeleri dalgalarının başlatılmasında önemli bir rol oynamıştır. Tan Olayı’ ndan farklı olarak uluslararası bir tertiptir. Bu bakımdan ayrıca büyük önemi vardır. 6-7 Eylül, bölgemizde o yıllarda ivme kazanan  anti-emperyalist sol siyasal eğilimlerin emperyalist blokta yol açtığı panik şartlarında cereyan etmiştir. Bilindiği gibi, o yıllarda Kıbrıs Cumhuriyeti’nde anti-emperyalist, bağımsızlıkçı siyasal eğilimler, özellikle de kitleselleşmiş AKEL’in tüzel kişiliğinde mevziler kazanmıştı.Bu ilerici yükseliş karşısında Ada’nın bölünmesini çare olarak gören emperyalist güçlerin tertibiyle 6-7 Eylül olayları yaratıldı.

Türkiye’de, bildiğim kadarıyla, sonradan Özel Harp Dairesi haline gelecek NATO gladyo örgütünün ilk büyük, ciddi tertibidir.  Sonraki 1964 “Kıbrıs Krizi” nin de 6-7 Eylül siyasal tertibinin devamı olarak görülmesi gerekir. Türk devletinin ülkemizdeki Rum yurttaşların ve kurumların özgürlüklerini kısıtlayıcı, bu kişi ve kurumlardan sermaye transferini öngören kararlar almasına yol açmıştır.

1974 Kıbrıs harekatı da 6-7 Eylül’den soyutlanarak ele alınamaz. Giderek ilericileşen Ada’ya darbe ihraç etmek isteyen NATO’cu Yunan cuntasına karşı yine  başını AKEL’in çektiği ilerici, anti-emperyalist güçler direniş göstermişlerdi. Emperyalistler de, genellikle olduğu gibi, yine çareyi “böl ve yönet” de bulmuşlardı. Dikkat edilecek olursa, 6-7 Eylül tertibi içinde bulunan bir çok kurum ve kişi, hatta terfi etmiş oldukları halde, 1974’de aktif olarak Kıbrıs siyasetinin içinde yer almışlardır. Bu bağlantıları, genel olarak emperyalist siyasetin tarihsel sürekliliğini ihmal etmemek gerekir.

4 Eylül’den siyasal iktidar odağı olmak iradesi çıkmalıdır

 Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk ve 15 Temmuz, ABD’nin sık sık vurgulamış olduğu, “Türklerin en önemli ihraç malı” olan TSK’nın, NATO’cu amaçlar adına,  yeniden dizayn edilmesi, hatta radikal bir şekilde  tasfiyesine yönelik olarak atılmış adımlardı. Gaye, TC devletini pasifize ederek, onu kayıtsız koşulsuz bir şekilde NATO’nun emperyalist çıkarları doğrultusunda kullanmaktı.

Zaman geçtikçe yaratılmak istenen resim netleşiyor. Suriye’ye yönelik son işgal girişimi, TC devletinin NATO isterleri doğrultusunda kayıtsız koşulsuz kullanılmaya hazır hale getirilmiş olduğunun yadsınamaz bir göstergesidir. Bu işgalin esas amacı, olası ve daha geniş kapsamlı bir NATO müdahalesi için mevzi kazanmaktır. Bundan kuşku duymamak gerekir. Bu arada, ABD’nin İran’la ve Rusya ile yapmış olduğu antlaşmaların da geçici geri adımlar olduğunu geçerken hatırlatmak isterim (1).

Güvenilmez cihatçı maşalar ve ABD tarafından nereye çekilirse oraya gitmeye hazır (yani TC devletinden bu bakımdan bir farkı olmayan) Kürt grupların sahadaki istikrarsız, kararsız, güçsüz varlıkları  olası NATO operasyonu için sağlam bir dayanak noktası oluşturamazdı. TC devleti sahaya açık bir şekilde sürülerek Suriye’nin kuzeyindeki NATO kontrolü güçlendirilmek istenmiştir.

Bu koşullarda TC devleti adına daha geniş kapsamlı bir savaşa dahil olma olasılığı yüksektir. Bu savaşın kaçınılmaz olarak ülkemizde tam bir çöküş ve  iç savaşla sonuçlanacağı ihtimalini göz ardı etmemek gerekir. Şimdiden bu öngörü doğrultusunda somut önlemler almamız zarurettir.

Önce şu saptamaları yapalım: Bugün Kürt siyaseti ve dolayısıyla onun timarı olan Türk bileşenleri anti-emperyalist değildir. Aynı TC devleti gibi, Kürt siyasetleri de emperyalizmle ittifak halindedir. Bunların sık sık “demokratik halk” ibareli birlikler kurduklarını açıkladıklarını biliyoruz. Bunlara elbette itibar etmemek gerekir. Kürt siyaseti solcu dahi değildir.

Bugün “sosyal demokrasi” diye bir şey de yoktur. Böyle bir şeyin var olup olmadığını, programına ve pratiklerine bakarak anlarsınız, bugün böyle bir şey var mı? Bir emperyalist “düzen partisi” nden söz edilebilir. HDP’nin bugün sanki dışlanmış gibi görünmesi, TC devletinin Suriye toprağını işgali için gereklidir. Merak etmeyiniz, ihtiyaç halinde yarın yine yolları birleşir.

Emperyalist siyaset altında bulundukları sürece bunların zaman zaman kontrollü bir şekilde kafa kafaya tokuşturulduklarını, bundan sonra da, gerekiyorsa, kafalarının tokuşturulacağını biliyoruz. Bu çerçevede bunların  ikisi de aynı “Kral yolu” nun yolcusudurlar.

Kürt siyasetinin timarı olan Türk siyasetlerinin, bundist kitle örgütlerinin  adlarını anmak bile züldür. Bunlara kafayı takmayalım. Hatta bunlar yokmuş gibi davranmak yanlış olmayacaktır. Öyle ya, birisi çıkıp, “Türkiye solunu Kürt halkının (seçmeninin demek istiyor) himmetiyle yeniden oluşturmak neden mümkün olamasın”  diyebiliyor. Bunu bugüne kadar PKK dahi telaffuz etmemiştir. Tıpkı bir başkasının vaktiyle çıkıp, “Haziran’ı, Öcalan’ın (meşhur)  “halka açık” mektubu mümkün kılmıştır” demesi gibi. Tabii bunları her zaman “tımar koparma”  arzusu gibi okumak lazım.

Nasıl, sağ tarafta “ihale almak” AKP icazetiyle olanaklı olabiliyorsa, söz konusu “sol” tarafta da, parsadan pay almak için PKK icazeti gerekiyor. Bunlara karşı daha açık, daha eleştirel bir mücadele içine girmek gerekir. Onların “kemikleşmemiş” (ki bizim için  gerekli olanlar onlardır) kitlelerini ancak böyle kendi yanımıza çekebiliriz.

Kürt ulusal sorununu marksist-leninist siyaset açısından sahiplenerek PKK oportünizmi karşısına devrimci sol siyaseti koymamız, devrimci sol Kürt kitlesiyle bağlaşmamız zarurettir.

CHP’ye gelince, bu parti kendi iktidarına sahip değildir. CHP, bugün itibarıyla AKP’nin konu mankenidir. AKP politikalarının destekçisidir. Bu desteği zaman zaman muhalefet ediyormuş gibi vermesi tabiidir. İşlevi budur. Yoksa, “muhalefet” olmaz. Gerektiğinde “hava yastığı”, ve/veya “hava supap” ı işlevi görmesi gerekmektedir.

Son yıllarda tanık olunan bütün NATO’cu askeri operasyonların “kayıtsız koşulsuz” destekçisidir. Şimdi de, Suriye’nin işgalini olumlarken, bu kez bunu, açıkça “milli mutabakat” belagati altında yapmaktadır. Nitekim, Kılıçdaroğlu da daha düne kadar, yine bir Amerikan enstrumanı olan Cemaat tarafından yürütülen sözde muhalefetin partideki (eğer “imam” demeyeceksek) sözcüsü gibi hareket ediyordu. Bugün yeni koşullara, “mutabakat” adı altında adapte olmuştur (2).

Elbette CHP kitlesi de, devrimcilerin hedef kitlesidir. CHP’nin emperyalist gerici siyaset adına oynamakta olduğu, “ilerici” laflarla kamufle edilmiş rolünü ısrarla deşifre ederek söz konusu kitleyi yanımıza çekmemiz gerekiyor (3)

Muhtemelen bir gladyo enstrümanı olan Vatan Partisi ile temsil edilen Tayyipçi, sözde anti-emperyalist, “orducu”,  sol demagojiyle sakladıkları burjuva milliyetçilikleriye, burjuva devletin bekasını öne koyan Ulusalcıların verdikleri resim şimdiye kadar olmadığı kadar nettir. Bunların etkisi altında bulunan kahir ekseriyeti cumhuriyetçi, laik kitleyi ihmal edemeyiz. Nitekim, bu kitlenin ne kadar dinamik olduğunu Haziran’ da görmüştük.

Peki bütün bu kesimlerle nasıl aynı siyasal safta toplanabiliriz ? Bunun için ne yapmamız lazım ? Şimdi ayak sesleri duyulan bir savaş, iç savaş ihtimali var. Böyle bir durumda, “ikili iktidar” durumu kaçınılmaz olacaktır. Artık öyle “devlet aklı” devreye girecek, veya ordu sol darbe yapacak falan hikayelerine bu kadar tecrübeden, ve özellikle son yaşananlardan sonra itibar edilmemesi gerekir. Kendi göbeğimizi kendimiz keseceğiz. Kimse bizi kurtarmayacak, biz kendi kendimizi kurtaracağız.

Şimdiden bunun olanaklarını oluşturmak, acil olarak bir inşa faaliyeti içinde olmak gerekiyor. Şimdilik bir partinin önderliğinde bu olası savaşımın götürülemeyeceği görünüyor. Bununla beraber, söz konusu iktidar odağının yaratılmasında proletarya partisinin öncü rolü oynaması mümkündür. Öyleyse, öncelikle sağlam bir proleter devrimci çekirdeğe, yani partiye şiddetle ihtiyaç vardır. İşte böyle bir parti, bu koşullarda, ancak bu sözünü ettiğim siyasal iktidar odağının inşa sürecinde ortaya çıkabilir.

Bugünkü koşullar dikkat alındığında,  bu partinin kendisi tek başına bir anda bir siyasal muhalefet odağı haline gelemez. Ancak söz konusu muhalefet odağının teşkil edilmesinde en etkin bir şekilde katılabilir, dahası,  öncü rolünü oynayabilir. Sonrasında ayağını bu platforma basarak sıçramaya çalışması şu an için daha gerçekçi görünüyor.

4 Eylül’den iktidar perspektifi olan bir siyasal muhalefet odağı talebi çıkmalıdır. Ancak bu şartla, 4 Eylül, alelade bir protesto mitingi olmaktan çıkar. Bu platformu bir cephe olarak değil, yürütme gücüne haiz, halk sınıflarını demokratik olarak temsil kabiliyeti olan bir “kurucu meclis” olarak  kurgulamak mümkün olabilir.  Bunun şekli, çerçevesi tartışılır elbette. Ancak bugünkü işbirlikçi rejimin karşısına ortak paydası  ” Türkiye demokratik halk cumhuriyeti” olan  bir iktidar odağı olarak çıkmak gerekir. Sosyalizm olmadan bu gayenin hasıl olamayacağını bu süreç içinde yaşayarak  öğreneceğiz. Bu bakımdan öz güvenimizin tam olması gerekir.

Böyle bir devrimci iktidar odağının inşası için çağrı ve girişim 4 Eylül’ün öncelikli görevi olmalıdır.

NOTLAR

1)  Bu arada, Türkiye’nin ABD’ye karşı Rusya ile ittifakı söz konusu değil. Yok böyle bir şey. Türkiye, ABD ve NATO çıkarlarına daha iyi hizmet etmek için Rusya ile yumuşadı. Bu son işgal girişimi bu iddianın yadsınamayacak dayanağını oluşturuyor. Nitekim, Rus uçağının düşürülmesi olayı da bir ABD tezgahıydı. Suriye’de kendi başına buyruk hareket etmekte direnen Türkiye’nin hareket alanını daraltmak adına yapılmıştı.

2) Tayyip daha önce üç kez mutabakat yapmıştı. Baykal CHP’siyle “Çengelköy Mutabakatı”, General Büyükanıt’la “Dolmabahçe Mutabakatı” ve Öcalan’la “İmralı Mutabakatı” . Bunların nasıl sonuçlanmış olduklarını unuttuk mu? Şimdi Kılıçdaroğlu CHP’siyle varılan mutabakatın da akıbeti farklı olmayacak.

3) CHP, hükümetin bütün emperyalist ve gerici politikalarını destekledi. Desteklemeye devam ediyor. Bunu yaparken, hükümete yönelik olarak, zaman zaman, tabanını oluşturan sol eğilimli kitlenin hoşuna gidecek eleştiriler yapıyor. Bunların hiç biri inandırıcı değildir. Uyarılarını da bu gerici düzenin daha güvenli bir ortamda sürdürülmesi adına yapıyor.

Amerikan ayarı

“Başarısız” darbe girişimi sonrası yaşanan gelişmeler, bu girişimle ABD’nin Türkiye’ye bir ayar verme gayesi gütmüş olduğunu teyit ediyor. Özellikle TSK ve müttefik cihatçı güçlerin ABD şemsiyesi altında Cerablus’a yönelik operasyonu, Türkiye’nin tekrar ama bu kez harfiyen NATO emirlerine amade hale getirilmiş olduğunu açık bir şekilde gösteriyor.

Muhtemelen Tayyip Erdoğan’ın ABD ziyaretiyle birlikte Türkiye, bu ülkeyle yeni bir teslimiyet antlaşması  yapacaktır.  Bu kez AKP yönetimi, hiç kuşkusuz, kendisine dayatılan her talebi koşulsuz kabul edecek konumda olacaktır. En azından, bundan böyle kendisine verilecek her ödevi tereddüt etmeksizin yerine getireceğini taahhüt edecektir.

Böylece, ABD açısından darbeyle ulaşmak istediği amacın da hasıl olduğu görülmektedir. AKP hükümeti, Tayyip Erdoğan, ABD’ye yönelik kaprisler yaparak ayakta duramayacağını şimdilik anlamış görünüyor. Bu anlayışın nereye kadar sürdürebileceği kestirilemez elbette. Ancak AKP’nin şu an için aykırı bir uygulamaya başvurabileceği bir hareket alanı kalmamıştır. Öte yandan,  “milii mutabakat” oyununa zorlanmıştır. Yani ABD’nin yeni talimatlarını yerine getirmek konusunda öne sürebileceği iç siyasal mazeret de kalmamıştır. O kadar ki, AKP ve Tayyip Erdoğan, aksi davranışları halinde ipleri kolayca çekilebilecek bir konuma getirilmişlerdir.

Ne ABD, ne de TC devleti, Suriye’de Esad’ın başarısını kabul edebilecek durumdadır. Esad güçlerinin Suriye’de sürekli mevzi kazanması, Türkiye devletini ve ABD’yi ciddi şekilde rahatsız etmektedir. Olası bir yeni Cenevre görüşmesi esnasında ABD masaya eli güçlü oturmayı arzulamaktadır. Bu gayenin hasıl olabilmesi için Esad’ın mümkün olduğu kadar zayıf düşürülmesi gerekiyor. Türkiye’nin ABD talebiyle Cerablus’da konumlandırılması, emperyalistlerin Esad karşıtı planları, hamleleri, olası hamleleri çerçevesinde değerlendirilmek gerekir.  Buna göre, muhtemelen TC devleti emperyalistler ihtiyaç duyduklarında, Cerablus’un ötesinde adımlar atacaktır.

Bütün bunları öncekinden farklı bir üslupla, şimdilik, Rusya ve meşru Suriye yönetimini doğrudan ve sert bir şekilde karşına almadan yapmaya çalışıyor. Yani Türkiye’den istenen, Rusya, İran ve Suriye konusunda ABD’nin adımlarına uygun adımlar atmasıdır. ABD gerçekçi davranma ihtiyacı duyuyor. Suriye topraklarında bölgesel mevziler kazanma gayesini, Suriye’nin müttefikleriyle, hatta Şam yönetimiyle işbirliği, diyalog havası yaratarak gerçekleştirmeye çalışıyor. Şu sıralarda bir restleşmeyi arzu etmemektedir.

Direniş emperyalistler aleyhine kızışıp,  Suriye ve Irak’ın  toprak bütünlüğü, idari egemenliği ve birliği talebi güçlü bir şekilde vurgulanırsa, bu samimiyetsiz yumuşama, zaman kazanma politikası sürdürülemez. Yaratılmak istenen mutabakat, uzlaşma havası dağılır. Direnişin kararlılığı Türkiye’nin almaya çalıştığı bu yeni pozu da bozacaktır.

Bir süre sonra Türkiye’nin, kendisine verilen rol gereği uygulamaya çalıştığı bu “yeni” emperyalist politikanın da sahada işe yaramadığı görülecektir.  Üstüne üstlük, bu kez, gelişmelerin olumsuz sonuçlarının etkisine daha beter şekilde açık olacaktır. İstikrarsızlığı öncelenmemiş ölçüde derinleşip, süreğen hale gelecektir.

Tıpkı emperyalistler ve işbirlikçileri tarafından içeride dayatılan “milli mutabakat” gibi, dışarıdaki mutabakat görüntüsü de samimi değildir. Sürdürülemeyeceği görülecektir.

Bu arada, Türkiye devleti, “Kürt koridoru” mitini de, özellikle ulusalcıların himmetiyle,  bu istikrarsızlığı derinleştirmek adına tepe tepe kullanmaktan kaçınmıyor.   Bakınız, Türkiye’nin “koridor” olacağı iddia edilen sınırı aşağı yukarı 1300 km’dir. Bu sınırın ABD destekli peşmerge ve YPG ile kontrol edilmesi mümkün değildir. Bunları geçelim. Bugünkü halleri ne olursa olsun, İran, Rusya, Suriye, Türkiye gibi köklü modern devletlerin bulunduğu bir coğrafyadan söz ediyoruz. Zaten ne zamandır  Türkiye devleti bile bu sınırı kontrol edememektir. Bu haliyle, uzunca bir süre daha kontrolü sağlaması olanaklı görülmemektedir. Bu uzun sınırlar çok önemli bir istikrarsızlık kaynağı olmayı sürdürecektir.

Bu noktada, yöntemsel bir uyarı yapmak isterim. Bir çoğumuz yapıyoruz, bugün yaşanan olaylara tarihsel paralellikler kurarak yaklaşıyoruz. Zihin açıcı uyarılar, fikir jimnastiği anlamında bu tür koşutluk kurmak yararlı olabilir. Günümüzde cereyan eden olaylarla geçmişte cereyan etmiş kimi olaylar arasındaki şekli benzerliklere dikkat çekmek anlaşılabilir. Ancak bunun ötesinde, koşutluktan özdeşlik üretmek her zaman yanlıştır. Her devrin kendi koşulları, dinamikleri, özgün gerçeklikleri vardır. Bunu akıldan çıkarmamak lazım.

Devam edelim.  Bugün ABD kimseye ulusal egemen devlet kurdurmaz. Tersine kurulu olanları da yıkmaya çalışır. ABD, en iyi halde, küçük küçük ama stratejik, bölgesel dayanak noktaları yaratmaya çalışıyor. Bunların territoryal olarak bütünsel, birleşik olmaları da gerekmiyor. Ancak emperyalist planlar hesabına tümleşik siyasetlerinin olması isteniyor. Hatta ABD’nin bu “bölgesel yönetimler” in sürdürülebilirliği bakımından varoluşsal anlamını desteklediği ölçüde, bu küçük vasallıkların  karşıt çıkarlarla bölünmüş olması istenilen bir durumdur.

Şu son Cerablus işgalinin dahi bölgesel Kürt siyasetini uyandırmamış olmasının izahı yoktur. Kürt siyasetinin  yapacağı en akıllı hamle, meşru Suriye yönetiminin yanında yer almak olmalıydı.  Böylece, Demokratik Kürt ulusal talepleri ve bu taleplerin meşruiyetini takviye eden ittifaklar oluşturmak bakımından kazançlı çıkacağı bir hamle yapmış olurdu.

Kürt siyasetinin kısa erimli, sürdürülmesi olanaklı olmayan kazanımlar, “vaat edilmiş topraklar”  adına ABD’nin kanatlarının altında siyaset yapmaya çalışmasının sonucu, bir kez daha  hüsran olacaktır. Hegemonik güç olarak  ABD’nin dünyada bir geleceği yoktur. Bu bölgede hiç yoktur.

Kürt ulusal siyaseti bu siyasal akılsızlıkta ısrar ederse, yani emperyal güçler tarafından mahkum edildiği depolitizasyondan kurtulamazsa, biraz ileride bölgenin bütün anti-emperyalist, ilerici, demokratik güçleri tarafından dışlanacak ve kaçınılmaz olarak düşmanlaştırılacaktır.

Türkiye’nin doğrudan sorunu “FETÖ” değil, AKP’dir

15 Temmuz darbesiyle felç edilmiş TC devleti, hâlâ durumunu gerçekçi bir şekilde değerlendirebilecek bir halde değil. Türk devleti fillen çözüldü.

Fethullah Gülen diyor ki, “Haçlı işgali o kadar da kötü bir şey olmaz”. Emin olun, bu aynı zamanda bütün dinci tayfanın düşüncesidir. Tayyip de, Müslüman Kardeşler de, IŞİD, El Nusra da böyle düşünür.  Bu dinci tayfanın hayran olduğu Osmanlı devleti de işgal koşullarında uyruklarına aynısını telkin ediyordu.

Bu bilinç hali, cemaatler halinde  ayrışmış toplum vizyonundan kaynaklanıyor. İnanç sistemleri halinde din kaçınılmaz olarak bir anakronizmdir. Elbette bu anakronizm dincinin kafasını da kat etmektedir.

Sonra, bunların hepsi aynı şekilde, aynı derecede katildir. Birisi, Berkin’i katleder,  öbürü Antep’teki bebeleri.

Gülen’in bu görüşü, aynı zamanda, işbirlikçi, gün bugündür diyen yağmadan gözü doymaz Türkiye sermayesinin de görüşüdür. Bundan da emin olmak gerekir.

Şimdi bu haldeki TC devleti, ülkenin paspas haline getirilmesiyle sonuçlanabilecek yeni bir hamleye girişti. Zaten uzun zamandır işbirliği yapmakta olduğu cihatçı katillerini Cerablus’a sokarak, orayı ele geçirmeyi planlıyor. Orada da,  darmadağın haldeki kafasını bir kez daha duvara toslayacaktır. Türkiye’nin asıl derdi, Suriye’deki meşru yönetimin Halep’te başarılı olmasına mani olmaktır. IŞİD bahane. Bu bakımdan ABD ile görüş birliği halindedir.   Rusya ile yumuşama da esasen bu amaca hizmet etmektedir. Yumuşama olmasaydı, sınırda helikopter dahi kaldıramayacaktı.

Depoliteze edilmiş TC devleti de, aynı depolitize Kürt siyaseti gibi, başkasının bastonuyla yürümeye çalışıyor. Savaş yapılır elbette, ama çıkar kendi güçlerinle, daha da önemlisi, kendi çıkarlarına göre belirlediğin siyaset adına bunu yaparsın. Bir bumerang yememek için kimle nereye kadar yürüyebileceğini iyi hesaplarsın. Müttefiklerini, mümkün olan en uzun erimli, sürdürülebilir siyasal çıkarlarını hesap ederek belirlersin. Attığın, atacağın her adımda nihai çıkarlarını  gözetirsin.

Türkiye, bir oldubittiyle Suriye’de aklınca mevzi kazanabileceğini sanıyor. Olmayacak iş! Gerçeklikten kopmuş Türkiye hâlâ bu noktaya nasıl gelmiş olduğunun fakında değil. Yanlışta direnmeye devam ediyor. TC devleti, Tayyip Erdoğan liderliğinde adeta bir “Amok Koşucusu”nun ruh halindedir.

Bakınız, eğer Türkiye devleti toparlanmak, bölgesel çıkarlarını korumak istiyorsa, hiç zaman kaybetmeden, Suriye yönetimi, İran, Irak ve Rusya gibi ülkelerle ittifak yapmalıdır. ABD’nin etkisini kırmak için ne gerekiyorsa yapmalıdır yani. Bunu AKP yapamaz. Bunu bu sermaye sınıfına hizmet eden devlet yapamaz. AKP düzeni kaçınılmaz olan sonunu ötelemeye çalışıyor. Zaman kazanma derdindedir. AKP hiç bir vaadinin, hiç bir sözünün, hiç bir antlaşmasının arkasında duramaz. Onun hiç bir ilkesi yoktur. Olamaz.

AKP’nin vizyonu, Fethullah’ın, IŞİD’in, El Nusra’nın, ÖSO’nun, M.Kardeşler’in vizyonudur. AKP sadece kendi dar çıkarlarını, yakayı kaptırmamayı düşünüyor. Paçayı kurtarmayı hesaplıyor. Onu Türkiye, bu ülke halkları, onlarını yaşamı ilgilendirmiyor. Onun en önemli derdi, Batı’daki emperyalist efendileriyle yeni bir uzlaşma sağlamak, yeni bir teslimiyet antlaşması yapmaktır.  Bu sayede, kendisinin deliğe süpürülmesine mani olmaktır. Oysa bu onun kaçınılmaz kaderidir. Emperyalist efendileri bakımından Tayyip Erdoğan ve Bin Ladin, Bağdadi, Mursi, Fethullah gibi uşakları arasında bir nitelik ve işlev farkı yoktur.

Bu koşullarda, Türkiye’nin ilerici, yani anti-emperyalist güçleri bir siyasal odak haline gelmek zorundadırlar. Bir destek noktasına ihtiyaç var. 4 Eylül’de bu çağrıyı yapmak, bunu ilerici Türkiye halklarının talebi haline getirmek gerekir. Bunu bugünkü işbirlikçi Kürt siyasetinin paçalarına tutunmuş olanlar yapamazlar. Türkiye’nin ilerici, devrimci siyasal çıkarlarını, AKP düzeniyle, emperyalistlerle her türlü işbirliğine açık mevcut Kürt siyasetinin görüş açısına uyruklaştırmak ahmaklıktır.

Şunu açık olarak ifade etmek gerekir : Bütün emperyalist, Amerikancı işbirlikçiler alçaktır. Kim bu bölgede Amerikan varlığını ve etkisini attırmayı kendi siyasal çıkarlarına uygun buluyorsa, o alçaktır. Kim ABD’ye sahada maşa olmayı kabulleniyorsa alçaktır.

Peki şimdi bu işbirlikçilerle işbirliği yapanlar da yarın,  “aldatıldık” mı diyecekler?