“Hiç Bir Şey Eskisi Gibi Olmayacak Artık”

Rusya Federasyonu’nun Ukrayna’ya askeri müdahalesi sonrasında malum medya klişelerini tekrar işitiyoruz. Bunlardan en çok dile pelesenk edileniyse, “hiç bir şey eskisi gibi olmayacak artık”. Çok geriye de gitmeye gerek yok, her şey olmasa da, bir çok şey, hem de spektaküler bir şekilde, eskisi gibi olmaya devam ediyor.

Ukrayna söz konusu olduğunda, bundan 6-7 yıl önce de uluslararası ilişkilerde benzer tartışmalar yaşanmış, sonunda Rusya Federasyonu Kırım’a yönelik bir operasyon yapmıştı. Daha geriye gidersek, Gürcistan’da da iki kez benzer restleşmeler olmuş, Rusya müdahalelerde bulunmuştu. Daha bu yakınlarda, Ermenistan NATO’yla olası bir flörtün işaretlerini vermeye başlayınca, tekrar hizaya sokulmuştu. Yani benzer şeyler olmaya devam ediyor. Devam edeceği de anlaşılıyor.

2.Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan yeni dünya düzeni 1991’de resmen sona ermişti. Daha önce bir çok kez hatırlatmış olduğum gibi, bu dönem dünyada en uzun sürmüş göreli barış dönemidir. Yanı sıra, Batı Avrupa’da en uzun sürmüş liberal demokratik dönemdir. Sonra, dünyada genel olarak, sosyal devlet anlayışının, refahçı politikaların da en uzun süre uygulanmış olduğu devirdir. Tabii bu kırk yıla yakın bir süre kesintisiz devam eden “soğuk savaş” olarak tabir edilen, görünüşte iki farklı sistem arasında cerayan eden total bir rekabetin de dönemidir.

Söz konusu dünya düzeni çöktükten sonra ABD, AB ve Japonya sac ayağı üzerinde yükselen, ABD hegemonyasının taşıyıcısı olan emperyalist Troyka zafer naraları atarak, “tarihin sonu” na ulaşıldığını, artık liberal kapitalizmin dünya egemenliği önünde bir engelin kalmadığını duyurarak, küresel “neo-liberal”, “yeni-muhafazkâr”, özcesi, postmodern bir “haçlı” seferini başlattığını ilan etmişti. Dünyaya şöyle seslenilmişti: “Ya bizden yanasınız, ya ‘ötekiler’den”. Bu “ötekiler”in içeriği yapılan hamlelerin seyrine, koşullara göre doldurulup, boşaltılıyordu.

Burada en dikkat çekici nokta, emperyalistlerin özellikle dünyanın bir bölgesine, Yakın Doğu’yu da ihtiva eder şekilde, daha önce büyük bir kısmı ya doğrudan SSCB’nin parçası olan, ya da yine bu ülkenin etki alanında bulunan Avrasya tabir edilen geniş bölgeye odaklanmış olmasıydı. SSCB tasfiye edilince, artık komünizmin işi bitmiş, iki uzlaşmaz sistem arasında cereyan ettiği görülen soğuk savaş sona ermişti. Görüntü buydu.

Amerikan “establishment” ının entelektüel olarak en itibar edilen figürlerinden Brzezinski, daha soğuk savaş devrindeki bir söyleşisinde mealen şöyle diyordu: ” Bizim için SSCB’nin komünist ya da kapitalist olmasının o kadar önemi yok. Bizim için önemli olan, bu ülkenin jeo-politik çıkarlarımıza göre hangi konumda bulunduğudur. Bu çıkarlarımızın önünde engel teşkil edip etmediğidir”.

O zaman ki SSCB liderliği bu emperyalist “jeo-politik” kavramının karşısına bilindik marksist-leninist argümanlarla çıkyordu. Bir takım savunmacı uygulamalara başvuruyordu, ama bu emperyalist jeo-politik kavramını kavramsal düzeyde karşılayabilecek bir araçtan yoksundu. Bu yüzden analizleri, karşı-hamleleri cılız kalıyor, yer yer bir bumeranga dönüşebiliyordu.

Emperyalist jeo-politik, Britanya emperyalizminin hegemonyası sırasında, daha ilk dünya savaşından önce ve söz konusu hegemonyanın sönmeye yüz tuttuğu sürecin, sürdürülebilirlik ve tabii güvenlik kaygularının yakıcı bir görünüm aldığı, belli bir aşamasında, Avrasya olarak tabir edilen coğrafyanın “eksen”” ya da “öncelikli hedef” olarak sorunsallaştırılmasıyla oluşturuldu.

Buna göre, Britanya emperyalizminin sürdürülebilirliği, yeraltı, yerüstü ve insan kaynakları ve geniş tarımsal alanları bakımından vazgeçilemez olan bu bölgenin kontrol altına alınmasıyla mümkün olabilirdi. Bu anlayışın uygulanması önünde en büyük engel, bu coğrafyanın büyük bir kısmını kontrol eden Çarlık Rusyası olarak görülüyordu. Yani baş düşman oydu. İngiltere’nin bu doktrinin mimarı ve kadim Rus düşmanı olduğunu hiç unutmayalım.

Bu öğreti, yan coğrafyalara metaztasıyla, ABD hegemonyasındaki emperyalizm devrinde de aynen benimsendi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında SSCB’ye yönelik fiziksel ve ideolojik kuşatma stratejileriyle uygulamaya konuldu. Yarı-feodal Çarlık Rusyası yerini iki devrimden sonra sosyalist SSCB’ye bırakmıştı. Yani baş düşmanın toplumsal-ekonomik sistemi ve ideolojik anlayışı uzlaşmaz şekilde değişmişti. İlk soğuk savaş, kuşatma stratejisiyle bu koşullarda başladı.

SSCB’nin bu stratejiye yanıtının ipuçları savaşın son seyrinin yarattığı koşullar içinde ortaya çıkmıştı zaten. Bunun marksist-leninist kuramda, “dünya devrimi” anlayışının tezahürü olarak görülebilecek, referansları vardı.

Geçerken, Troçki ve Troçkizmi yanlış bir bir figür ve giderek anti-komünist bir akım yapan, bizatihi bu marksist-leninist “dünya devrimi” anlayışı değil, bu devrimin gerçekleşmeyeceğinin, ve Rusya’da gerçekleşmiş devrimin, Polonya örneğinde olduğu gibi, askeri araçlarla başka ülkelere taşınmasının da mümkün olamayacağının anlaşılmasıyla, reel olarak ortaya çıkan “tek ülkede sosyalizm” uygulamasına, karşı-devrimciliğe, anti-komünizme kapı aralayarak, devrimin kazanımlarını tehdit eder şekilde karşı durmasıdır. Yoksa, “dünya devrimi” talebi marksist-leninist bir taleptir. Talebin kendisi yanlış değildir. Yanlış olan, somut durumun somut analizinin Troçki tarafından yapılamamış olmasıdıydı. Farklı nedenlerle, hem “dünya devrimi” hem de “tek ülkede sosyalizm” talepleri, tezleri marksizm-leninizme aykırı değildir. Birincisi, o güne kadar ki mevcut kuramda içkindir. İkincisi, pratik koşulların yerleşik kurama müdahalesidir. Troçki (kişisel -psikolojik sorunlarının da etkisiyle) bu diyalektiği kabullenmediği için kendi kendisini tasfiye etmiştir.

SSCB, emperyalist kuşatma stratejisine karşı “cordon sanitaire” tabir edilen tampon devletlerle etrafını çevreleyerek yanıt verdi. Emperyalistlerle SSCB arasındaki olası bir doğrudan savaşı engellemede bu uygulamanın büyük bir payı olmuştur. Ancak Hruşçov döneminde hoyratça ve stratejisiz, programsız olarak başlatılan ve Brejnev-Suslov dönemi boyunca da (inişli çıkışlı bir seyirle) programlı bir şekilde devam eden restorasyonun elbette uluslararası siyasette de yansımaları olacaktı. Nitekim, bu “cordon sanitaire” anlayışı Afganistan’da ağır bir darbe yedi. SSCB’nin sürdürebilirliği bakımından için geri sayım hızlandı.

Restorasyoncu anlayışın entelektüel sonuçları da olur. SSCB’ de, marksizm-leninizmin yaratcı şekilde ve devrimci perspektifi yitirmeden yorumlanması yerine klişelerle, içi boş hamasetle durum idare edilmeye çalışıldı. İdeolog Suslov bu restorasyoncu aklın baş temsilcisiydi. Amiyane bir anlatımla, Sovyet liderliği, gol atma derdi olmayan, gol yememeye çalışan bir oyun anlayışıyla, kendi yarı sahasında top çevirip duruyordu.

Sovyetler Birliği bir çok nedenden dolayı çöktükten sonra troyka emperyalizmi kendisini “son dünya düzeni” olarak görme kuruntusuna kapıldı. Yoksa, tarihin sonu gelmemişti. Tarihin sadece bir devresi sona ermişti. Emperyalistler bunu göremediler. Şimdi artık kapitalist olmuş (bu kapitalizmini de hukuksal altyapısı zayıf olduğu halde fütursuz bir anlayışla uygulayan) Rusya, güçlü emperyal ve rövanşist eğilimleriyle onlara bunu spektaküler şekilde gösteriyor. Göstermeye devam edecek. Bu kez Rusya emperyalist düşmanlarını bir tür restorasyona zorluyor. Bu yolda son 20 yılda epey mesafe kat ettiği de görülüyor. Emperyalizm restorasyonunu kabul etmeden yeni dünya düzeni kurulamayacaktır. Bu elbette, görüyoruz, yaşıyoruz, kanlı bir süreçtir.

Bu eksen coğrafya, jeo-politik olarak kavramsal bir çerçevede sorunsallaştırıldıktan sonra iki kez büyük, genel savaşların alanı olmuştu. Halen bu emperyalist jeo-politik kararlılıkla izlendiğine göre, bir kez daha, en az öncekiler kadar kanlı, büyük savaşı tetikleyebilir.

Bu arada, eski ve yeni soğuk savaşları başlatan ya da ilan eden ülke SSCB ve Rusya Federasyonu değildir. Avrasya odaklı jeo-politiğin programatik pratiğini gerçekleştirmeye çalışan emperyalistlerdir. Bu ikinci soğuk savaş 2002’de ABD’nin SSCB (ve sonra Rusya tabii) ile arasındaki 1972’de imzalanan SALT 1 Antlaşmasını (Stratejik Silahların Sınırlandırılması Antlaşması) tek yanlı olarak bozması ve NATO’nun daha önce Gorbaçov döneminde SSCB’ye, eski Varşova Paktı ülkelerini kapsamına almayacağına dair verdiği taahütleri yok sayarak, Rusya’yı NATO kuşatmasına almasıyla fiilen başlamıştır.

Burada SALT 1 demişken, ondan bir kaç yıl sonra imzalanan ve esas amacı ABD hegemonyasının meşruiyetini dünyaya kabul ettirmek olan ve SSCB ve bağlaşıkları tarafından imzalanan Helsinki Senedi’nin, ilk soğuk savaşı ABD’nin kazandığının en erken belgesi olduğunu da belirtmek isterim. Tekrar olsun, bu senedin altında SSCB ve diğer Varşova Paktı üyelerinin imzası vardı. Bir ayaktopu tabiriyle, Sovyet liderliğinin emperyalistlerle uluslararası ilişkileri bağlamında, kendi kalesine atmış olduğu ilk goldür. Yenen bu gol, Sovyetler Birliği’nin geleceğini emperyalistler lehine ipotek altına sokmuştur.

90’lı yıllardan itibaren NATO’nun gün bugündür deyip, adeta bir Amok Koşucusu semptomuyla Balkanlar’dan Avrasya’ya kadar önüne geleni NATO’ya dahil etmesi ya da dahil etmeye çalışması, onun stratejik aklının ne denli köreldiğinin en somut göstergesidir. Bunun bir bumeranga dönüşmekte olduğunu görememektedir.

NATO’nun artık 16 yerine 30 üyesi vardır. Bu ülkelerin farklı jeo-ekonomi-politik kaygularının olduğu açıktır. 30 üyenin birlikte karar alıp, ortak hareket etmesi nasıl mümkün olacaktır? Nitekim, bugün Rusya karşıtı açıklamalarına rağmen NATO’nun Avrupalı üyeleri etkin tavır koymaya yanaşmamaktadırlar. Balkanlardaki üyeler zaten Rusya’ya karşı bir savaşta yer almayacaklarını ilan etmişlerdir. Halen yeri göğü natolaştırmak hevesinin emperyalistler için bile akılla izahı yoktur. Avrasya odaklı jeo-politik anlayışının kuşatma stratejisi artık emperyalist Troyka bakımından bile tehlikeli bir ayak bağı halini almıştır.

Rusya’nın açık denizlere çıkışlarını kapatmak, onun nefes borusunu tıkamak demektir. Rusya böyle ölmektense, vuruşarak ölmeyi tercih edecektir. Gorbaçov-Yeltsin-Yakovlev devri ülkesi yok artık. O tarih oldu. Ancak emperyalistler kendi kendilerine ilan ettikleri şizofrenik “tarihin sonu” nda kaldılar. O sonun kurduklarını sandıkları “yeni dünya düzeni” nin de sonu olduğunu halen göremiyorlar. Ya da görmemek için direniyorlar. Neyi bekliyorlar? Putin’in “tamam arkadaşlar ben artık oynamıyorum, siz kazandınız, zaten Baltık Denizi’ni bana kapatmıştınız, şimdi Karadeniz’i de kapatın, ben gemilerimi Hazar Denizi’nde yüzdürürüm” demesini mi bekliyorlar? Ki Putin, böyle teslim olduğu halde dahi gemilerinin Hazar Deniz’inden de kovulacağını çok iyi biliyordur şüphesiz.

Ukrayna’ya gelince, daha önce burada bir çok kez yazdım. Ukrayna, iki dünya savaşının anahtar coğrafyasıdır. En şiddetli çarpışmaların alanı olmuştur. Stratejik açıdan bir kavşak noktasıdır. Söz konusu olan sadece ülkenin içerdiği ekonomik kaynaklar değil, bundan çok daha önemli olan, emperyalistler tarafından Rusya’nın kuşatılmasında, boğazının sıkılmasında coğrafi konumu itibarıyla oynayabileceği roldür. Bunu hiç akıldan çıkarmayalım.

Emperyalistlerin Yakın Doğu’da, Orta Doğu’da, Afrika kıtasında, L.Amerika’da SSCB’nin tasfiyesinden sonra neler yaptıklarını, el attıkları her yere felaket, kan, açlık, hırsızlık, her türlü baskı, korkunç bir gericilik götürmüş olduğunu görmüyor muyuz?

Yok, ne Rusya ne Çin emperyalist ülkelerdir. İkisi de kapitalist, ikisinin de emperyal, yayılmacı eğilimleri var. Ancak bugüne bakmamız gerekiyor. Bugün en öncelikli hedefimiz, emperyalizmin geriletilmesi olmalıdır. Emperyalizm hâlâ çok güçlü, çok saldırgan. Sadece devasa bir savaş makinesine ve enformasyon aygıtına değil, aynı zamanda buna olanak veren büyük ekonomik araçlara da sahip.

Sonra bu basitçe bir Rusya-Ukrayna savaşı da değil. Asıl savaş halklar üzerinden silindir gibi geçmek pahasına, onların sahip oldukları bütün kaynaklara çökmeye çalışan emperyalizm ile emekçi halklar arasındadır.

Rusya elbette öncelikli olarak kendi ulusal-kapitalist emperyal emelleri adına emperyalist Troyka ile didişiyor. Ancak, Rusya’nın bu direnişleri, müdahaleleri ilericilere, devrimcilere toparlanmaları için zaman kazandırıyor. Bu direniş, emperyalist sistemde ekonomi-politik bağlamda gedik açma olanaklarını içinde barındırıyor.

Bugün sadece emperyalist devletlerde, genel olarak burjuva siyasetinde, ülkemizi bu hale birlikte sokmuş iktidar ve muhalefette (“düzen partisi”nde) yakıcı bir liderlik sorunu yaşanmıyor, dünya devrimci sosyalist hareketi de aynı sorundan muzdariptir. Böyle bir dönemden geçiyoruz.

Bu halimizi de dikkate alarak değerlendirmeler yapmamız gerekir. Yaşamda bir işe yaramıyorsa, kendi başına teorik doğruların tekrarlanması bir işe yaramaz. Dahası, bir bumerang işlevi de görebilir. Teorik doğrular önemlidir. Ancak bunlardan pratik sorunlar karşısında isabetli talepler, taktiklerle siyasetler üretmek çok daha önemlidir. Öncü partinin de esas işlevi budur.

Not: Burada, geçmiş yıllardaki yazılarımda Ukrayna konusuna bir çok kez değinmiş olduğum için aynı şeyleri tekrar etmek istemiyorum. İlgilenenler o yazılara bakabilirler.

Zamanı daralan ABD’de başkanlık seçimi

ABD başkanlık seçimlerinde sürpriz olmaz. Amerikan “establishment” ının kime ihtiyacı varsa, o seçilir. Bu kez de öyle olacak.

ABD artık Trump’la yoluna devam edemez. Bunun nedeni, bizdeki liberal, sol liberal avenenin, genel olarak Batı’daki, özel olarak ABD’deki benzerlerine kulak vererek iddia ettikleri gibi, Trump’ın gerici olması, bu anlamda mesela, cinsiyetçi, ırkçı olması değildir. ABD’nin gerileyen, tehdit altında bulunan emperyalist hegemonyasının jeo-ekonomi politik ihtiyaçlarıdır.

Trump’ın başkanlığı sırasında ABD doğrudan askeri bir dış müdahalede bulunmadı. Doğrudan savaşmadı. Genel olarak, askeri önlemlerden kaçınma eğiliminde oldu. Elbette askeri gücünü bir tehdit unsuru olarak kullanmayı sürdürdü. Militarist eğilimlerinden vazgeçmedi. Ancak askeri çatışmalardan kaçındı. Dünyanın bir çok bölgesinde bulunan askeri güçlerini azaltma eğiliminde oldu.

Bunun yerine, rakip gördüklerine karşı ekonomik önlemler almayı, ekonomik cezalar kesmeyi tercih etti. Askeri savaşlar yerine “ticari savaşları” tercih etti. Bu süreçte bir takım ticari avantajlar elde etti. Ancak bununla yetinmesi elbette beklenemezdi.

Daha öte ticari hamlelere girişmesi de, içte ve dışta ekonomik dengeleri alt üst etme, hegemonyasını dostları nazarında dahi sorgulanır hale getirme olasılığı taşıdığı için mümkün olamadı. “Ticaret savaşları” nın sınırlarına ulaşılmıştı.

Trump’ın içeriye karşı popülist; dışarıya karşı izolasyonist söylemi ve politikaları , işin başında, ekonomik olarak dar boğazdaki Amerikalı halk sınıflarının gazını bir miktar almıştı. Gelgelelim, pandeminin de etkisiyle küçülen ekonomi, dramatik ölçüde artan işsizlik, söz konusu sınıflar nezdinde, artık lafla peynir gemisinin yürütülemeyeceğinin idrak edilmesini sağladı.

Bu popülist ve izolasyonist politikaların sürdürülebilir olmadığı Amerika’ya egemen olan oligarşiler tarafından da anlaşıldı. Emperyalizm bu geç evresinde sürekli şiddete başvurmadan yaşayamayacağını biliyor.

Zaten 1949’da resmen ilan edilen “soğuk savaş” 1989’da sona erdikten sonra emperyalizmin kısmi savunma stratejisini terk edip, birleşik saldırı stratejisine geçmiş olduğu ilan edilmişti. Bu stratejinin giderek daha fazla Avrasya ve Orta Doğu coğrafyalarına odaklandığı vak’adır.

Özellikle son otuz yıldan beri bariz şekilde gerileyen ABD hegemonyası için sürekli daralan zaman artık daha kararlı, daha doğrudan ve daha sert önlemlerin alınmasını zorunlu kılıyor. Daha önce bir çok kez yinelemiş olduğum gibi, ABD’nin zamanı yok. Çabuk hareket etmesi gerekiyor. Salt ekonomik önlemlerle sonuç alamayacağını görüyor. Askeri olanaklarıyla desteklenecek siyasal araçları kullanması gerektiğini biliyor.

Global düzeyde doğrudan bir çatışma olasılığı var. Bu olasılık, hali hazırda, ticari ve sermaye yatırımları anlamında globalleşmeyi kabul etmiş olan Çin’in halen direndiği mali globalleşmeyi de kabul etmesiyle, önemli ölçüde azalabilir. En azından bu olasılık, Çin’in dahil olmayacağı sınırlar içinde kalabilir.

Çin’in böyle bir adım atması, bugüne kadar elde ettiği bütün kazanımları yitirmesi anlamına gelecektir. Dahası, Çin’in uzun sürecek, iyice güçten düşmesine yol açacak, sınıf mücadelesinin sertleşeceği koşullarda, iç toplumsal kargaşaya maruz kalmasına neden olacaktır. Bu koşullarda Çin’e dış müdahale daha kolay hale gelecektir.

Önümüzdeki dört yıllık dönemde, ABD’nin giderek sertleşen, daha doğrudan siyasal, askeri araçlar kullanarak zamanı lehine çevirme hamlelerine tanık olacağız. Önceliğin Rusya ve İran olacağı tahmin edilebilir. Belorusya üzerinde yoğunlaşma artacaktır. Tarihsel-siyasal coğrafya okuması yapılırsa, Ukrayna’nın , Belorusya’ya ; Belorusya’nınsa, Rusya’ya açılan kapı olduğu görülecektir. Belorusya olmadan Rusya’nın kuşatılması tamamlanamaz.

Yine önümüzdeki dört yıllık dönemde, siyasal-ekonomik bir etmen olarak petrolün öneminin göreli olarak azalacağı tahmin edilebilir. O zaman Rusya ekonomisi daha da zorlanacaktır. Bunu ihmal etmemek gerekir. Unutmayalım, Sovyet ekonomisi de, Brejnev döneminin başından itibaren petrolle ilgili yanlış beklentilerden çok zarar görmüştü.

Brejnev-Suslov döneminde, hatta daha da önce, 1961’de, artık komünizm kuruculuğunun resmen başladığının iddia edildiği, 22. parti kongresinden sonra Sovyet ekonomisi fiilen Bukharinci bir çizgiyi benimsemişti. Bu bağlamda, petrol de Sovyet ekonomisi için stratejik bir ürün haline getirilmişti.

20.Kongre’den başlanarak, amiyane tabirle, “pis işler” stratejisiz Hruşçov’a gördürülmüş, 1961’den sonra adım adım ve fiilen yeni bir “utangaç” NEP dönemine girilmişti. Teknokrat Kosigin bu politikanın öne çıkan mimarı olmuştu.

Hruşçov dönemi, sıkça iddia edildiği gibi, bir karşı-devrim değil, restorasyon dönemidir. İktidardan düşürülmesi, restorasyon sürecinin hızı ve kalitesiyle ilgili kaygularla alakalıdır. Onun devrinde, Marksizm-Leninizmin teorik mevzileri terk edilmeye başlanmış olsa da, komünist siyasal anlayış halen fiili olarak geçerliydi.

Brejnev-Suslov dönemi, karşı-devrimci Gorbaçov-Yakovlev-Yeltsin döneminin habercisiydi. Bu dönemlerde SBKP’ye hakim olan siyasal anlayış fiilen komünist değildi. Bununla beraber, Deng dönemi Çin’inin kapitalizme doğru stratejik yöneliminde gördüğümüz programatik netliği, kararlılığı, SSCB’nin söz konusu dönemlerinde göremiyoruz.

Çin’deki söz konusu netliğin en önemli nedeni, ülkenin sosyalizm kuruculuğu konusunda SSCB’den henüz epey geride olmasıydı. Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin yol açtığı karmaşa ve istikrar arayışı içinde Deng yönetimi, ABD liderliği altındaki emperyalizmin büyük teşvik ve desteğini de alarak, bu durumu avantajı haline getirdi.

Geçerken, emperyalist blok için Rusya ve Çin’in komünist ideolojiye sahip olup olmamalarının kendi hegemonik gayeleri bakımından büyük bir anlamı yoktu. Bunu Brzezinski, daha Carter’ın başkanlığı döneminde, açıkça ifade etmiş, kendi bakış açılarının esas olarak jeo-ekonomi-politik içeriğe sahip olduğunu ilave etmişti.

Bugün ne Rusya ne de Çin sosyalisttir. Her ikisi de kapitalist ülkelerdir. Her ikisinde de burjuva toplumu dizayn edilmektedir. Kapitalizm, farklı gelişmişlik düzeyleri içinde uygulansa da, uygulandığı her yerde kapitalizmdir. Bunu unutmamak lazım.

Kapitalist olmalarına rağmen her iki ülkenin emperyalist blok tarafından düşmanlaştırıldığı vak’adır. Uluslararası ilişkilerde uzun süreli tarihsel bakış açısını kaybetmemek , coğrafyayı da ihmal etmemek gerekir. Coğrafya lokal ve global ölçeklerde sınıf savaşlarının alanıdır. Bu yüzden tanım itibarıyla politiktir.

Öte yandan, Çin kapitalizmi söz konusu olduğunda, sanki dünyanın başka her yerinde kapitalizm kriz içindeyken, Çin’in bundan muaf olduğu gibi bir algı yaratılmak isteniyor. Yok böyle bir şey. İçinde bulunduğumuz zamanda, kapitalizmin şu ya da bu ülkedeki krizlerinden değil, sistem olarak kapitalizmin krizinden söz ediyoruz. Kapitalizm ABD ‘de de, Çin’de, başka yerlerde de, nicelik ve tempo farklılıklarına rağmen kriz içindedir.

Kısacası, önümüzdeki dört yıllık başkanlık dönemi sönmekte olan ABD hegemonyası açısından bir dönüm noktası olacak kadar önemlidir. Bu bakımdan yarınki seçimi kapitalist emperyalizm kavramına ihtiyaç duymayan sağ ve sol eğilimleriyle liberal siyasal konum açısından değerlendirmek devrimci sosyalist bir yaklaşım olamaz.

İki partinin seçim toplantılarındaki söylemlerinden çok, dünyadaki jeo-ekonomi-politik gelişmeler içinde, Amerikan “establishment”ının zorunlu, öncelikli taleplerine odaklanmak gerekir.

Emperyalizmin komploları ve komplo teorileri I

Tarihte bir çok vak’a dolayısıyla gördüğümüz bir gerçek, ekonomik eşitsizliklerin derinleşmesiyle birlikte oluşan toplumsal sorunların salgın hastalıkları; salgın hastalıkların da ekonomik eşitsizlikleri daha da azdırmakta olduğudur.

Her yolla sermaye biriktirme hırsının bir sonucu olarak yaygınlaşan mülksüzleştirme, yoksulluk, yoksunluk, demografik hareketlikik, insan doğa ilişkilerinin giderek anormalleşmesi…

Bu ilk kez olmuyor. Halk sağlığı tarihçileri, mesela, insanın ortaya çıkışından hemen hemen 1950’lerin başlarına kadar,en fazla can kaybına yol açan nedenin sıtma salgınları olduğunu kaydediyorlar.

Bu salgınlar aslında neden değil, sonuçtur. Salgınları ortaya çıkartan nedenleri, her zaman, insanların geçimleri, bunu temin etmek için birbirleriyle ve doğayla içine girdikleri üretim ilişkilerinde aramak gerekir. Bu bakımdan kendinden menkul bir halk sağlığı sorunu ve dolayısıyla çevre sorunu ilan etmek sorunları çarpıtmak anlamına gelir.

Tekrar olsun, salgınların kendi başlarına tarihleri yazılamaz. Salgınları tetikleyen toplumsal-ekonomik etkinlikler gözardı edilerek, onların neden ve sonuçları açıklanamaz. Bununla birlikte, salgınların “vesile” işlevi gördüklerini de belirtmek gerekir.

Sıtma dahil bir çok virüse bağlı hastalık tarımsal yerleşik düzene geçişle, özellikle de ormanların tıraşlanmasıyla birlikte, sık görülmeye başlamıştır. Yine mesela, en şiddetli şekliyle, Avrupa’da 14. yüzyılın ortalarına doğru görülen ve ilk dalgası 3 yıl kadar süren (1348-1351) veba salgını, Moğol saldırıları, işgalleri esnasında ve sonrasında ilk önce Asya’da patlak vermiş, denizaşırı ticaret, periyodik iklimsel değişimler(“global soğuma” çevrimine girilmesi), yaşanan ekonomik alt üst oluş, büyük kitlesel göçler eşliğinde, en çok Avrupa anakarasında (özellikle batısında ve kuzeyinde) olmak üzere, milyonlarca insanın hayatına mal olmuştur. Sadece Avrupa’da nüfusun yüzde 31’nin bu veba salgını dolayısıyla hayatını kaybetmiş olduğu tahmin edilmektedir.

Salgın, feodal orta çağın fiilen kapanmasına vesile olmuştur. Yine mesela, salgın sırasında çok sayıda Latince diline hakim iyi yetişmiş din adamı ve din kadınının hayatlarını kaybetmesi, meslek olarak dinin sıradanlaşmasına; dinsel inancın sorgulanması, giderek dinin (din insanları da dahil olmak üzere) inananlar nezdinde itibarsızlaşmasına yol açtı. Bunların ikisi birlikte, daha sonraki Reformasyon’un ön koşullarının hazırlanmasında önemli bir rol oynadı.

Kapitalist-emperyalist dönemin tanık olduğu ilk en yaygın salgın, 1.Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru ABD’den Avrupa’ya askerler tarafından taşınmış olduğu kaydedilen “İspanyol gribi” dir. Dalgalar halinde bir kaç yıl sürmüştür. Başlı başına bir emperyalist komplo olan savaşın yol açtığı toplumsal ve ekonomik yıkım koşullarında ortaya çıkmıştır. Yıkımın eşiğine gelen emperyalist sisteme zaman kazandırmış, dolayısıyla sistemin mevcut sorunlarının birikerek ertelenmesinde de rol oynamıştır.

“İspanyol gribi”, aktif erkek nüfusun önemli ölçüde hayatını kaybetmiş olması dolayısıyla kadın emek-gücünün öncelenmemiş ölçüde yoğun olarak devreye girmesine; yanı sıra, ilk etkili “sosyal devlet” uygulamasının, sağlık alanında acilen, Bolşevik Rusya’da yaratılmasına da vesile olmuştu.

Günümüzdeki vak’aya gelince, 90’lı yılların hemen başında 1946’da kurulan dünya düzeninin çökmesiyle birlikte (Geçerken, söz konusu dünya düzeni sadece sosyalizmle değil, esas olarak onun etkisiyle, kapitalist dünyada “sosyal devlet” ya da “refah devleti” uygulamalarının yürürlüğe sokulmuş olmasıyla da karakterize edilir) emperyalizmin mutlak dünya hegemonyası için yapmış olduğu hamlelerin etaplarını biliyoruz. Bu süreçte, bugünkü salgına yol açan virüsle akraba olan virüslerin yarattığı salgınları daha kısmi bir düzeyde görmüştük (Mesela yeni versiyonlarıyla, “domuz” ve “kuş” gripleri). O zaman da, ekonomi-politik gelişmelerin, toplumsal-ekonomik krizlerin nasıl bu salgınlarla birlikte seyrettiklerine tanık olmuştuk.

Toplumsal eşitsizliklerin, bugünlerde revaç gören bir tabirle, “pik” yaptığı şartların nasıl bu tür salgınlara yol verdiğini bir kez daha hep birlikte deneyimleyerek görmekteyiz.

Çözülen hegemonik emperyalist sistem, toparlanmak için saldırgan, işgalci hamleler, ekonomi-politik komplolar, yaygınlaşan, derinleşen yoksulluk, katliamlar, kitlesel göçler… Adeta bir yasa gibi.

Hayır, ekonomik bunalımı, savaşları, yoksulluğu, toplumsal eşitsizlikleri bu maruz kaldığımız salgın yaratmadı. Tersine, salgını bu kapitalist-emperyalist şartlar yarattı. Akşamdan sabaha değil elbette, hep birlikte içinde yer aldığımız bir süreç içinde. Salgın, hali hazırda işleyen bu şartların daha da ağırlaşmasına yol açtı.

Sistemin işleyişinin yol verdiği bu koşullar, hiç kuşkusuz, daha önceden de görüldüğü gibi, aynı sistem tarafından istismar ediliyor. Şimdilik tabii. Fiilen gerçekleşmiş çöküşünün ilanını ertelemek ya da geciktirmek için ekonomi-politik olarak kullanılıyor. Bunun için her türden baskıcı araçlara, maddi ve psikolojik her türlü baskılama yöntemlerine başvuruluyor.

Kitle psikolojisidir malum, denize düşen yılana sarılır. Şimdilik böyle. Sonrası içinse, hiç bir şeyin kendi kendisine değişmeyeceğini ısrarla vurgulamak gerekiyor. Öyle kıraathane muhabbeti mesabesinde, “artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak, her şey çok iyi olacak” türü ezberlerin ötesinde, somut analizlere ihtiyaç var.

Gidişat, dünyanın, ya da isterseniz, kapitalist-emperyalist totaliterliğin giderek daha çok otoriter, saldırgan pratiklerle karakterize edileceği bir yöne doğrudur. Aşırı üretim krizi, emperyalist hegemonyanın sönüşüyle iç içe gerçekleşiyor. Sınıf savaşımının (belki de son 80 küsur yıldan beri öncelenmediği ölçüde) şiddetleneceği koşullara hızla evriliyoruz. Unutmayalım, emperyalizm sınıf savaşımlarının uluslararası ölçekte yoğunlaşmış halidir. Emperyalist savaşlar da öyle tabii.







İhvancı AKP rejimi Suriye’den çıkamaz

AKP rejimi 2011’den itibaren Suriye’de emperyalistler adına üstlendiği yükümlülükler sayesinde emperyalist siyasal bağlam içindeki hareket alanını genişletme olanağı bulmuştu. Hem iç bağlamını hem de emperyalist dış bağlamını Suriye üzerinden birbirine bağladı. Giderek iç içe geçmelerini sağladı.

Suriye, Türkiye’nin iç meselesi haline getirildi. Suriye’den çekilmek zorunda kalmak demek, veyahut, Suriye’den sürülmek AKP rejiminin çökmesi demektir. Nitekim, bu rejimin fiilen gerçekleşmiş çöküşü pek yakında Suriye sahasında ilan edilecektir.

Başka bir ifadeyle, Esad yönetimindeki Suriye Cumhuriyeti’nin zaferi Türkiye’deki rejimin göçüp gitmesi anlamına gelmektedir. Türkiye’deki ihvancı rejim, Suriye’deki vekalet savaşının Türkiye’ye taşınmış olmasından sonra ortaya çıkan Gezi direnişinden itibaren çözülmeye başlamıştı zaten.

Aşağı yukarı aynı sıralarda, sadece Türkiye’deki siyasal yapının değil, emperyalizmin vekalet savaşına dahil olmuş diğer bölge rejimlerinin de çözüldüklerine tanık olmadık mı? Bu süreç halen devam ediyor.

Moskova’da bir silah bırakışması kararı alınmadı. Bir süre “ateş” kesildi. Bir “teneffüs” arası da denilebilir. Silahlar bırakılmadı yani. Mevcut hal içinde bırakılması da mümkün değil. Meşru Suriye devleti ülkesinin büyük bir kısmını kontrol ediyor olsa da, halen işgal altında bulunan bölgeler var.

Suriye sorunu, sahada ve diplomasi masasında, farklı şartların, silahlı veya silahsız farklı çatışma biçimlerinin karakterize ettiği farklı etaplardan geçerek epey bir zaman daha sürecektir.

Sürece bakıldığı zaman, sahadaki oyuncular arasında diğerleri aleyhine sürekli mevzi kazanan Suriye devleti ve bağlaşıklarıdır. Türk devleti olası yakın etaplardan birisinde Suriye sahasında tasfiyeye uğrayacaktır.

Suriye devletinin her kazanımı bölgemizde ve ülkemizde ilerici güçlerin önünü açmak gibi bir işleve sahiptir. Türkiye’deki gerici otokrasinin düşmesi, bölgemizdeki anti-emperyalist mücadeleye bir momentum kazandıracaktır. Hiç şüphesiz, ilerici güçler için değerli siyasal olanaklar yaratacaktır.

Suriye devleti ve bağlaşıklarının sahada ve masada izledikleri yol, Türkiye rejimi ve bağlaşığı cihatçı grupların kuzeye, Türkiye sınırlarına doğru sürülerek tasfiye edilmesi yönündedir. Cihatçılar söz konusu olduğunda, artık giderek netleşiyor, emperyalistlerin de göz yumacağı, bir toptan imha planlanmaktadır.

Şimdi Moskova Mutabakatı’yla, bir kez daha, Türk devletine sahada başarması mümkün olmayan roller dikte edilmiştir. Artık bu rol dikte etme inisiyatifi, ABD’nin sahada ve diplomasi masasında geriletilmesi, Rus uçağının düşürülmesi ve Rus büyük elçisinin öldürülmesinden sonra tamamen Rusya’nın eline geçmiştir.

Son antlaşmayla İhvancı rejimin “TSK”sı, Suriye devleti, ama daha çok da, önemli bir kısmı dar bir alana sıkışmış müttefiki cihatçılar açısından, lojistik ve ekonomik getirileriyle olmazsa olmaz öneme sahip stratejik bir coğrafyanın “çatışmasızlık” alanı olarak kalmasını temin etme yükümlülüğü altına girmiştir.

Namluların doğrultulduğu, ellerin tetikte olduğu çatışan taraflar için vazgeçilmez olan bir sahada çatışmazlık halini sürdürmek mümkün değildir. Sahada bulunan herkesin bunun farkında olduğundan da şüphe duymamak gerekir.

Bugün Suriye’deki ihvancı Türk rejimi, Suriye’den “barışçıl” bir şekilde geri çekilemez. Türk devleti bugünkü Suriye tablosunun oluşmasında ta başından önemli roller oynamıştı. Bunu yaparken de kendisini hep daha fazla bu soruna bağlamıştı. Şimdi de, kendi adına Suriye’den pay kapmak için kendi başına askeri hamlelere başvuruyor. Sahadaki gelişmeler ve oyuncular üzerinde dolaysız etkilerde bulunmaya çalışıyor. Bunu da, Türkiye içindeki muktedir konumunu sürdürebilmek bakımından zorunlu görüyor.

İhvancı AKP rejiminin Türkiye’deki muktedir konumu, Suriye’deki macerasına; Suriye’deki macerası, Türkiye’deki egemen konumuna bağlanmıştır. Artık bu ikisinin kılıç marifeti olmadan birbirlerinden kopartılması olanaklı görünmüyor. Bu kopuş Türkiye’deki rejimin de sonu olacaktır. Türkiye’deki rejim barış için geç kalmıştır. AKP rejiminin çökmesi bölge barışının ön şartı haline gelmiştir.

Rus diplomasisi

Suriye konusunda Rusya Türkiye’yi süründürme diplomasisi izliyor. Aslında Türkiye’nin Soçi Mutabakatı’na uymayacağını en başından biliyordu. İnanıyormuş gibi davranıp, Türkiye’nin mutabakatın gereklerini yerine getirmesi için sırtını sıvazlıyordu. Türkiye yapması gerekeni yapmayıp, oyalamalara başvurunca, yine alttan alıp, süre veriyor. Bu sırada da, bir yandan, Türkiye ile kendisi için çok avantajlı ekonomik işler çeviriyor; diğer yandan da, Suriye ordusuyla İdlip’e ortak bir harekat için hazırlık yapıyordu.

Zamanı geldiğine inandığında düğmeye bastı. Suriye ordusu İdlip üzerine yürüyüşüne tekrar başladı. Son bombalama olayıyla da, hem ekonomik olarak hem de askeri olarak ağır bir fatura mukabilinde, İdlip’te Türkiye’nin ve desteğindeki cihatçıların direncini kırmış oldu.

Bu yüzdendir ki, vak’a öncesinde yüksek perdeden atıp tutan AKP başı, Batılı kadim dostlarından da (iktidarın bekası için çok ciddi sonuçları olabilecek mülteci kartına rağmen) umduğu desteği alamayınca, ihtiyacı olan soluğu tekrar Rusya’da almak için harekete geçti.Daha Türkiye’nin beklenen askeri atağı öncesinde, Rusya dörtlü zirve konusunda isteksizliğini hissettirmişti zaten. Zirve suya düştü. “Dostum” Putin’den “pekiy haydi gel bakalım” vizesi çıktı. İş, tekrar baş başa görüşmeye kaldı.

Şimdi Rusya’dan muhtemelen, “şerefli” bir geri çekilme için zemin yaratması talep edilecek. Rusya da, kendisi ve Suriye yönetimi için en uygun koşullarla yeni bir plan önerecek. Buna göre Türkiye ve cihatçıları için tahminen, daha kuzeye, yani Afrin ve havalisine doğru, Türkiye sınırına çok yakın yatay bir hat boyunca konuşlanma söz konusu olacak. İdlip de, sessiz sedasız, daha fazla hır gür çıkarmadan boşaltılacak. Tabii bu içeriye, hep olduğu gibi, “Reis”in kestiği yeni bir “racon” olarak parlatılıp, sunulacak.

Ancak gerçeklik algısını çoktan yitirmiş AKP rejiminin sözlerini, taahhütlerini yerine getirmesi mümkün değildir. Biraz daha ileride, Türk devletinden son olarak tutunmaya çalıştığı o yerleri de terk etmesi istenecektir. Artık bir kere daha “seferberlik, sevkiyat” vs söz konusu olur mu, olabilir mi, bilemeyiz. Ancak böyle bir olasılığın gerçekleştirilmesi gündeme geldiğinde, hem ekonomi hem askeriye hem de, en ucuzundan da olsa, zafere muhtaç malum ahali için “kabak tadı” vereceği öngörülebilir. Üstelik o zamana kadar Türkiye devleti her tarafından akan defolarıyla daha da takatsiz bir görünüm sergileyecektir.

Rus uçağının düşürülmesi sonrasındaki gelişmelere baktığımızda, arkasında kaliteli bir askeri organizasyon bulunan Rus diplomasisi, Türkiye’yi süründürmeye devam ediyor. En cömert davrandığı halde dahi sadece zaman veriyor, başka bir şey vermiyor. Buna mukabil ekonomik olarak, askeri olarak, diplomatik olarak devamlı alıyor. Sürekli mevzi kazanıyor. Kazanmış olduğu mevzileri tahkim ediyor.

Bazıları, Suriye’deki son kifayetsizliği “kurmay aklı” eksikliğinden muzdarip askeriye; ve “monşerler” den mahrum kalan hariciye ile izah ediyorlar. Yani “eski Türk devleti” ni özlediklerini ima ediyorlar. Bugünle geçmiş arasındaki sürekliliği görmüyorlar. Bugünümüzün o kurmay ve monşerlerin vaktiyle sarf ettikleri efor olmaksızın anlaşılamayacağını kabul etmiyorlar. Onların emperyalistlere ve NATO’ya sadakatlerinin bu ülkeye, bu ülkenin emekçi halklarına, ilerici aydınlarına nelere mal olduğunu görmek istemiyorlar.

Bir eski genel kurmay başkanı, (herhalde) NATO talimatıyla tıkıldığı hapisten çıkar çıkmaz, kanal kanal dolaşarak neden 2-3 yıl içeride tutulmuş olduğunu bir türlü anlayamadığını anlatıyordu. Oysa istenilen en kritik işleri bile yapmıştı. Bir başka general geçenlerde, “ABD ve Rusya niçin Suriye’de iseler, biz de onun için oradayız” vecizesiyle “kurmay aklı”nın en parlak örneklerinden birisine delalet eder şekilde, adeta devletin Suriye hamlesine, lafzen de olsa, siyasal ve askeri bir momentum kazandırmıştı.

TC devleti söz konusu olduğunda, askeri ve sivil kadrolarıyla, “FETÖ’cü olan” ve “FETÖ’cü olmayan ayrımı” anlamsızlaşıyor. İpleri aynı merkezin ellerinde olunca…

Son olarak, Tayyip Erdoğan’ın hakkını da teslim edelim. Daha önce sık sık yaptığına tanık olduğumuz söylemsel çıkışlarıyla, hem dincilere hem millicilere, (Türk ve Kürt) ulusalcılara hem de “demokrat” liberallere, “işte bu ya; beklediğimiz adam bu ya!” dedirtecek kadar ileri gittiği halde, adeta onların yüreklerinin yağını eritmiş olduğunu biliyoruz.

Şimdi de, İdlip savaşı etrafında yaptığı konuşmalarla aralarında muhalefetin, muhaliflerin de bulunduğu kesimlerde yaratmış olduğu heyecan, dini ve milli duygusal kabarış, takviye edilmiş “milli birlik” hissiyatı her türlü takdirin ötesinde.

Sevk ve İdare

Devrimler, yönetici sınıfın artık yönetme kapasitesini kaybetmiş olduğu koşullarda halk kitlelerinin acil bir talebi olarak ortaya çıkıyor. O zamana kadar egemen olan devlet kendi olanaklarıyla tıkanmışlığın üstesinden gelemiyor.

Kendi bekalarının derdine düşmüş yönetici sınıf bloğu halk sınıflarının taleplerini daha şiddetli şekillerde bastırıyor. Sürekli olarak kendi kurduğu hukuksal çerçevenin yetersizliğinden yakınarak, her seferinde içinde yer aldığı siyasal, hukuksal alanı giderek daha fazla daraltmak pahasına, bizzat yapıcısı olduğu hukuksal kodifikasyonları sürekli ihlal etme ihtiyacı duyuyor. Kendi hukukunu dahi tanımıyor.

Mafyatik örgütlerin bile kuralları vardır. Bugün Türkiye’deki mevcut devletin kurumları çökmüş olduğu için kuralları da yoktur.

Sistem tamamen kilitlenmiştir. Sürekli daralan bir alanda dönüp duruyor. Çıkış için kendisini uluslararası bağlamından kopartacak hamlelere başvuruyor.

Hiç kuşkusuz, her devrimci kalkışma yeni bir eşitlikçi, adil düzen, onun formu olarak, demokratik bir rejim talebinin spektaküler dışa vurumudur.

Devrimler yönetim sorunundan doğarlar. Yeni demokratik bir yönetim talebini yükseltirler.

Bugün Türkiye’de devrim en güncel sorundur. Mevcut düzen yapısının, onun jeo-ekonomi-politik kapasitesinin köreldiği, sürekli kendi içine doğru çekildiği halde daralan kamusal meşruiyet alanında, her geçen gün ulusal ve uluslararası çerçevede, sorunları ağırlaştırmak pahasına ayakta kalması kabil değildir.

Türkiye devleti ulusal ve uluslararası bağlamını, dolayısıyla meşruiyetini fiilen yitirmiştir. Ulusal ve uluslararası baskılar, saldırganlıklar yitmiş olanı geri getiremez. Bugüne kadar hiç bir yerde de tersi olmamıştır.

Bu çürümüş yapının içinden sanki yeni imiş gibi çıkacak, kendisine kolayca kol kanat gerecek emperyalist uluslararası bağlamla güven tazeleyecek bir hamleye izin vermemek devrimci bir görevdir.

Devrimci güçlerin, etnik ve dinsel ulusal saplantılarından kurtularak işçi sınıfı siyaseti etrafında olası devrimi sevk ve idare edecek merkezi ve yerel organlar; olası “ikili iktidar” koşullarında atılacak adımlar konusunda süratle kafa yorması, ön hazırlık yapması zarurettir. Bu bakımdan devrimci bir diyaloga ihtiyacımız var.

En son, Mısır ve Sudan örnekleri ortadadır. Aynı yanlışları yapmamak gerekiyor. Devrimi çaldıran devrimciler, en az çalanlar kadar sorumludur. Unutmayalım.

Uzatma dakikalarında son ataklar

Türkiye’deki mevcut rejim emperyalist BOP senaryosunun oyuncularından birisi olarak kurgulanmıştı. Buna göre, Orta Doğu’da emperyalist siyasetin planladığı doğrudan ve dolaylı savaşlarda, esas olarak, lojistik roller üstlendi. Kısacası, bu rejim emperyalist savaş planlarının parçası olarak yükseldi.

Söz konusu savaşın evreleri, etapları, ileri/geri hamleleri içinde zaman zaman yeni ayarlara maruz kaldı. Yine bu kararsız koşulların yarattığı boş alanlarda bazen kendi başına buyruk hareket edebileceği manevra olanakları buldu.

BOP stratejisinin Suriye’de tıkanması, alt edilmesi güç bir direnişle karşılaşması, bir yandan emperyalistlerin hesaplarını alt üst ederken; diğer yandan, akılcı hareket etme kapasitesi iyice körelmiş Türk devletinin sahadaki rakip güçler açısından giderek kontrolden çıkmasını da teşvik etti.

İdlip, Türk devleti için uzatma dakikalarının oynandığı saha haline geldi. Buna karşın, o hâlâ kendisinin bu senaryodaki rolünün tamamlanmış olduğunu kabullenemiyor. Kendisi için bir senaryo yazarak yeni bir oyun kurmak istiyor. Bu kez, güreşe doymayan mağlup pehlivan rolündedir.

Daha önce de bir çok kez belirtmiş olduğum gibi, bu tür emperyalist proje rejimleri, proje duvara toslayınca ya da çökünce son hamlelerini yaparak, sahneden çekilmek zorunda kalıyorlar. Bugün aynısı, AKP ve Erdoğan rejiminin başına gelmektedir.

Şimdi bir yandan Suriye sahasındaki ABD müttefiki Kürt gruplarla temas ederek; diğer yandan, NATO ve ABD’yi harekete geçirerek, kendi çabasıyla yarattığı, giderek kendisini yuttuğunu da hissettiği girdaptan çıkmaya çalışıyor. Ne var ki, ortada bırakılmış olduğunu göremiyor.

Artık ne ABD-AB-S.Arabistan ve İsrail; ne de Rusya, İran ve Suriye Tayyip Erdoğan sonrasını sorunsallaştırıyor. Hepsinin nazarında Erdoğan için çok geçtir. Erdoğan sonrası hepsi için mevcut Türkiye siyasal yapısının sunduğu manzara içinde giderek netleşiyor. Bu netleşen tablo da hiç birisini (şimdilik) rahatsız etmiyor. Abdullah Gül’ün mesajının böyle bir okunuşu da mümkündür.

Gelgelelim, çarşı, pazar hesabının evdeki hesaba göre şaşabileceğini de ihmal etmemek lazım. Uzatmaları oynayan sadece Türkiye’deki rejim değil, 1946’da soluk almaya başlamış ama 1991’de soluğu tükenmiş, o zamandan beri sunni teneffüsle yaşatılmaya çalışılan dünya düzenidir.

Türkiye’deki mevcut rejimin bu şekilde, öngörüldüğü gibi, devre dışı kalması, ülkedeki halk kitlelerinin önündeki bir siyasal engelin aşılması ama daha çetin olanının yerine geçmesi anlamına gelir. Bu senaryoya göre gidene evet, ama gelene de hayır demek zarurettir.

Bugün AKP’nin maruz kaldığı bu sefil tablo, her şeyden önce, Gezi’nin ilanı gecikmiş zaferi olarak görülmek gerekir. Hiç bir ilerici toplumsal mücadele boşa gitmez. Gezi de boşa gitmemiştir.

Gezi daha bitmemiştir. Dünyaya baktığımızda, Gezi yönteminin giderek daha global düzeyde kabul görerek, yeni bir etaba girmiş olduğunu söyleyebiliriz. Artık kapitalizmin, onun düzen siyaset ve siyasetçilerin halk sınıflarının en temel taleplerini karşılama kapasitesini süreğen bir hal olarak kaybetmiş olduğu bir devredeyiz.

Mesela, en gelişmiş kapitalist ülkelerde bile sistem, vasıflı olanlar da dahil, neredeyse çalışanların büyük çoğunluğu için -açık ya da örtük- bir “asgari veya düşük ücret kapitalizmi” haline dönüşmüş olmasına, bir çok aktüel vak’ada gözlemlendiği gibi, hemen hemen 19.yy çalışma koşullarını dayatmasına rağmen öznelerinin en temel “iş” taleplerini yanıtlayamıyor.

Bugün dünyanın en kalabalık ordusu, “yedek iş gücü” ordusudur. Bu orduya önderlik ederek dünyayı fethetmek en güncel devrimci sorundur.

Sınıf siyaseti

Son zamanlarda devrimci sosyalistlere de sirayet etmeye başladığını gözlemlediğim çok yanlış bir değerlendirme var. Yer yer Kemal Tahir’in gerici söylemini çağrıştırıyor. Buna göre, halkın büyük bir bölümü akılsız, zeka seviyesi gayet düşük. Ahlaksız, iki yüzlü, avantacı. Hatta lumpen proletarya karakteri taşıyor. Bu yığından bir şey olmaz. Bu akılsız, cahil halkla devrim falan olmaz deniliyor.

Önce şunu söyleyeyim: Devrim en akıl dışı siyasal toplumsal olayların başında gelir. Dolayısıyla büyük çoğunluğu akıllı, akılcı insanlardan oluşan toplumlarda devrim olmaz. Tarihsel devrim coğrafyalarına bakınız. Hepsinde, geri toplumsal ilişkiler içinde yaşayan, kahir ekseriyeti cahil ya da yarı cahil olan, dinselliğin ağır baskısı altında bulunan insanların nüfusun büyük kısmını teşkil ettiğini görürsünüz.

Yani akıllı, akılcı insanların nüfusun ağırlıklı kısmını oluşturduğu, akılcı, esnek toplumsal örgütlenme biçimlerini kurmuş oldukları yerlerde devrim olmuyor. Bütün büyük tarihsel devrimler bu saptamayı ampirik olarak doğrulamıyor mu? En azından bu da bir izah biçimdir.

Olup bitenden halkı sorumlu tutmanın, böylece onu “akıllı, aydın, ahlaklı” olanlarla; “akılsız, cahil, ahlaksız” olanlar şeklinde iki büyük bölüme ayırmanın hangi siyasal çizgi adına yapılıyor olursa olsun, hiç bir olumlu siyasal getirisi olamaz. Sadece bir takım tuzu kurular için tatmin aracı olur. Devrimci, ilerici hareketlerin hevesini kırmak gibi bir rolü olur. Aslında bu anlayış, malum liberal- kültüralist yaklaşımların negatif görünümlerinden birisidir.

Komünistler bu tür toplumsal tasniflere şiddetle karşı çıkarlar. Komünistler toplumları sınıfsal katmanlar halinde görürler. Sınıf öznelerinin geri konumlarını da yine sınıf konumuyla, sınıf ilişkileriyle açıklarlar. Emekçiler sınıfı için geri konumlardan kurtuluşun da ancak devrimci bir çaba ve kamusalcı bir toplumsal dönüşümle mümkün olabileceğini belirtirler.

Ekim Devrimi öncesinde ve sırasında Rusya halklarının yüzde 97’si okur yazar değildi. Cahildi. Ağır dinsel baskılar altında sorunlarının kaynağını ve çıkış yolunu doğru şekilde değerlendirebilecekleri kapasiteye sahip değillerdi. Nüfusun geniş kesimleri içinde ahlaki çöküş (dinin ağırlığının da katkısıyla) bir vak’a idi. Bu geniş kitleler her türlü akılcı toplumsal organizasyon olanağının, hava supaplarının ortadan kaldırıldığı, katı, baskıcı, adaletsiz bir rejimin taşıyıcıları haline getirilmişlerdi. O kadar ki, kendilerine ateş edilmesi için emir veren Çar’ın fotoğrafı önünde dahi yerlere eğiliyorlardı.

Sosyal bakımdan ne denli kötürüm olduğu malum olan Kemalist devrim bile miras aldığı son derecede geri toplumsal yapılara, zihniyete rağmen cumhuriyetin ilanını izleyen beş on yıl içinde ne kadar mesafe kat etmişti.

Bu örnekleri Çin’le, Küba’yla, Vietnam’la çoğaltmak mümkündür. Burada dikkat çekilecek nokta bu örneklerin hepsinde söz konusu geri yapıların, zihniyetin sosyalist ya da demokratik devrimci araçlar sayesinde tasfiye edilebilmiş olduğudur.

Devrimci sosyalistler olarak görevimiz halkların kendilerini sınıfsallık esasında akıl yürüten, sınıf mücadelesine dayanan bir siyasal metodolojiden hareket eden bütünlükler olarak görmelerini sağlamaktır. Onları kendileri için tek gerçek ve siyasal olarak anlamlı toplumsal bölünmenin ancak sınıf esasında olabileceğine ikna etmektir.

Tabii bunun için önce kendi kendimizi ikna etmeliyiz. Öncelikle söz konusu metodu kendimiz benimsemeliyiz. Lafla değil, uygulamayla. Şimdi okuyoruz, görüyoruz. Solun geniş bir kesiminde yine Kürt ve Alevi sorunu etrafında siyasal birliklerden, cephelerden söz ediliyor.

Daha doğrusu, sol örgütler kitleselleşme ihtiyaçlarını bu şekilde kolayca temin etmenin hesabını yapmaya devam ediyorlar. Şeklen ulusal sorun olarak nitelendirebileceğimiz bir sorundan da muzdarip olan Kürt ve Alevi kitleleri söz konusu ulusal sorunların temel sorunlar olduklarını öne sürerek yanlarına çekmeye çalışıyorlar. Bir yanda Kürtler ve Aleviler; diğer yanda Kürt ve Alevi olmayanlar algısına hizmet edebilecek bu yaklaşımı kabul edemeyiz.

Devrimci sosyalist hareket bir Kürt ve Alevi hareketi değildir. Olamaz. Hiç bir etnisiteye ve dinsel gruba imtiyaz atfetmez. Biz sınıf hareketiyiz. İçerdiği öznelerin etnik kökeni, dini, ırkı ne olursa olsun biz emekçiler sınıfı adına hareket ederiz. Onların şeklen ulusal olan sorunlarına elbette kayıtsız kalmayız, ancak o sorunların siyasal olarak hareketimizi belirlemesine de izin veremeyiz.

Kürt halkının haklı talepleri değil ama işbirlikçi Kürt siyaseti Türkiye devrimci sol hareketine çok zararlar vermiştir. Devrimci sol hareketi etnik bir sorunun arabasına koşturmuş, Türkiye nüfusundan koparmıştır. Kürt bundizmi neredeyse bütün demokratik kitle platformlarını kat etmiştir. Bundizm işçi hareketinin ölümcül bir düşmanıdır.

Öte yandan, işbirlikçi Kürt ulusalcılığı, cumhuriyetin en başından itibaren hakim ideoloji olan işbirlikçi Türk-İslam milliyetçi ideolojisini azdırmıştır. Emekçi kitleleri, gençlik hareketlerini Türk-İslam milliyetçiliğinin ve onun bir varyantı gibi işleyen “ulusalcı” tabir edilen sol tandanslı popülist milliyetçiliğin manipülasyonlarına açık hale getirmiştir.

Aynı şekilde, yine kitleselleşme gayesiyle, solun diğer bir kesiminin Atatürkçülük edebiyatına başvuruyor olması da kabul edilemez. Atatürk cumhuriyeti Osmanlı monarşisine karşı büyük bir demokratik adımdı. Ömrünü tamamlamış feodal otokrasi yerine bir burjuva cumhuriyeti kurulmuştu. Değerli bir ilerici atılımdır. Ancak bir komünistin çıkıp “Atatürk seni çok özledik” mealinde laflar etmesini de anlayamayız. Kabul edemeyiz.

Sosyalist bloğun çöküşünden sonra burjuva tarih yazıcılarının, bazı vak’alarda, sol eğilimli görünerek tarihi revize ettiklerini görüyoruz. Daha doğrusu zaten var olan bir eğilime ivme kazandırmaya çalıştıklarına tanık oluyoruz. Bu bizde de oluyor.

TKP tarihi anlatılırken mesela, onun meşruti monarşist İttihat ve Terakki’nin bir uzantısı ya da devamı olduğu ima ediliyor. Böyle bir tarihsel revizyonu kabul edemeyiz. TKP kurucularının bir kısmının siyasal hayatlarının bir evresinde İttihatçı hareketin içinde bulunmuş olmaları böyle bir sonuç çıkartılmasını meşrulaştırmaz. İttihatçılığın başlangıçta otokrasi muhalifleri için bir tür çatı partisi ya da hareketi işlevi görmüş olduğu malumdur.

Bu tür siyasal vak’aların örnekleri çoktur. Mesela Rusya’da, RSDİP de işin başlarında benzer bir rol oynamıştı. Bir başka örnek bizdeki ilk TİP deneyimidir.

Buradan hareketle sonradan komünist harekete dahil olan özneleri, “bunlar vaktiyle İttihatçıydı diyerek” komünist hareketi onun devamı gibi göstermek açık bir revizyonist yaklaşımdır. Bırakınız komünistleri, benzer bir mantığı Kemalistler için dahi yürütemezsiniz. İttihatçılığı şöyle dursun, 1919 Mayıs öncesinin meşruti monarşi içinde kendisine yer arayan Mustafa Kemal’i ile 19 Mayıs sonrası Kemal Atatürk’ü siyasal olarak aynı kefeye koyamazsınız. 19 Mayıs’tan itibaren siyasal geçmişinden kopmuş burjuva cumhuriyetçi Atatürk devreye giriyor.

Aynı revizyon çabasını birinci TİP tarihi konusunda da görüyoruz. TİP’in “özgürlükçü Kürtler” ve “eşitlikçi Aleviler” in de hareketi olduğu algısı yaratılmak isteniyor. Kaş yapayım derken göz çıkarmamak lazım. Bunlara gerek yok. Bu yoldan kitleselleşme çabası sağlıklı değil.

Şimdi bakınız, leninist bir öncü çekirdeğe, partiye şiddetle ihtiyaç var. En öncelikli siyasal hedef bu çekirdeğin oluşturulmasıdır. Böyle bir parti kitleselleşmekten partiye üye kaydetmeyi anlamaz. Toplu üye kabul törenleri düzenleyip, yeni üyelere rozet takma ayinleri gerçekleştirmez.

Parti sadece bir program ve tüzük sorununa da indirgenemez. Parti merkezi bir önderlik etrafındaki örgütsel ve ideolojik birliği ve bağlarıyla, birleşik taktikleriyle tanımlanır. Bunlar bilinen şeyler.

Yine leninizmin bize öğretmiş olduğu gibi, parti kitleden değil, öncü savaşçılardan oluşur. Öncüyle kitleleri birbirine karıştırmamak gerekir. Parti derken her şeyden önce bir nicelikten değil, bir nitelikten söz ediyoruz. Öyle değil mi? Partilerde üye kayıt masaları oluşturmak, bu başarılı olduğunda, çok geçmeden partinin kitle içinde erimesine yol açacaktır. Böylece parti kitlelerin eğilimine göre yön tayin eder hale gelecektir. Öncülük yeteneği körelip, yok olacaktır. “Avrupa komünizmi” deneyimini unutmayalım.

Leninist partinin hedefi, geniş kitleleri üye kaydedip, partiyi kuru bir insan kalabalığı haline getirerek öncülükten feragat etmek değil, öncülükte ısrar edip geniş kitleleri yönlendirebilmektir. Esas olan ne miktarda üyenizin olduğu değil, ne miktarda kitleyi yönlendirmekte olduğunuzdur.

Öyleyse kitleyi örgütlemekten vazgeçip, kitle içinde örgütlenmeye bakalım. Leninist yöntem bunu gerektiriyor. Bu bakımdan odaklanılması gereken konu, sınıf ve kitle örgütleri içinde örgütlenmek, buralarda yer alan kitleleri yönlendirme kapasitesine sahip olmaktır.

Sabırlı olmak, sabırla çalışmak lazım. Kolaycılık devrimci bir tavır değil. Hem geç emperyalizme has bir ideolojik söylem olan liberal, relativist kültüralizme karşı çıkıyoruz. Hem de kitleselleşme gayesiyle etnik, mezhepsel mesajlar veriyoruz. Olmuyor.

Bildiğimiz dünyanın sonu

Ulusal ölçekteki toplumsal tarihsel gelişmelere, bir takım yöntemsel sorunlara neden olsa da, uzun süreli bir tarihsel perspektiften bakmak zihin açıcı oluyor. Bunu yaparken içinde yer alınan uluslararası bağlamdan kopmamak ve belli koşullar altında uluslararası bağlamın imtiyazlı roller oynayabileceğini ihmal etmemek gerekiyor.

Böyle uzun süreli bir bakıştan hareketle süreklilik arz eden bir takım genel siyasal eğilimleri dönemler halinde tespit etmek veya ayırt etmek mümkün olabiliyor. Genel bir siyasal eğilimin başlangıcı olarak tespit edilen bir olayın özellikleri bir siyasal kültür halini alarak izleyen bir çok benzer tarihsel olayı tetiklemekle kalmıyor, onlar için paradigmatik bir anlam da kazanıyor. Bu sayede kendisinden çok sonra dahi cereyan eden siyasal olayları içinden kat’ediyor.

Örnek vermek gerekirse, Türkiye’de, üç aşağı beş yukarı, 1839-1939 yılları arasında kalan zamanı, çelişkileriyle, ileriye sıçrayış, geriye kaçış veya nispi denge halleri içinde, genel olarak, bir toplumsal ilerleme, veya devrimci kabarmalar dönemi olarak tespit edebiliriz. Söz konusu dönem boyunca bir başlangıç noktası olarak işaretlenebilecek Tanzimat olayı paradigmatik bir rol oynuyor. Benzer girişim veya kalkışmaların izledikleri siyasal metodoloji haline geliyor. Şöyle demek de meşrudur: Türkiye’de 1839 başlayan Tanzimat dönemi 1939’da tamamlanmıştır.

Türkiye’de Tanzimat hareketi, sağ ve sol versiyonlarıyla, sonraki bütün monarşist ve cumhuriyetçi reform ve devrim kalkışmaları üzerinde maddi ve manevi etkileriyle yaşayan başat bir siyasal kültür işlevi görmüştür. Osmanlı Tanzimatı’na her ne kadar Mısır’daki reformist gelişmeler vesile olmuşsa da, asıl itki Rusya ile rekabetten kaynaklanmıştır.

Bizdeki Tanzimat (çünkü benzerleri biraz daha sonra Japonya, Rusya ve İran gibi ülkelerde de görülecekti) genel bir uygarlık değiştirme programı olarak sunulur. Britanya-Fransa himayesinde ve kılavuzluğunda, devlet bürokrasisi önderliğinde kapitalist modernleşmeyi gerçekleştirme programıdır. Sonuçlarına bakarak bunun, işbirlikçi bir kapitalist düzen oluşturma programı olduğunu belirtmek gerekir.

Aynı şeyleri sağ ve sol kanatlarıyla izleyen diğer meşruti monarşist ve cumhuriyetçi programlar için de söyleyebiliriz. Kapitalist dünya ekonomisine, farklı görünümler içinde, (ama hepsinde) onun çevresinde yer alacak surette entegre olma programlarıydı.

Farklı kanatlarıyla birlikte her üçü de (Tanzimat, 2.Meşrutiyet ve Cumhuriyet) , bu ereği gerçekleştirmek için kültürel dönüşümleri öne çıkartıp, sosyal dönüşümü tedrici sorun olarak görüyorlardı. Yöntemsel olarak kültürel bir radikalizme öncelik atfediliyordu.

Bu üç deneyim içinde, hedeflenen amaçlar ve elde edilen sonuçlar bakımından en başarılı olanı elbette cumhuriyetti. Bu başarıyı sadece önderliğin kafasının netliği ve kararlılığıyla izah etmek eksik olur. İçinde bulunan dünya ve bölge koşulları, önderliğin bu netlik ve kararlılığının ortaya çıkmasını mümkün kılan zemini hazırlamıştır.

İttihatçılar ve itilafçılar kendilerini içinde buldukları dünya koşullarında, büyük bir savaş selinin önüne katıp süreklediği kadrolar haline geldiler. O karambolde sürüklenip, yitip gittiler. Cumhuriyetçiler savaş selinin geri çekildiği koşullarda, selden geri kalanlar üzerinde yükseldiler.

1923, uluslararası bağlamı itibarıyla, Lozan’dan önce Paris Konferansı’nın çocuğudur. Paris ( ya da Versailles) olmazsa, Lozan da olamazdı. Bu bakımdan, Kemalistlerin dolaylı şekilde de olsa savaş halinde bulunduğu İngiltere-Fransa ittifakına yakın olmaları bir paradoks olarak görülemez. Uzun süreli bir tarihsel perspektiften baktığınızda, Türkiye Tanzimat’tan beri o ittifaka ya dahildir. Ya da dahil olmak istemiştir. Yani kendisini hep o dış bağlama ait görmüştür.

Paris’te kurulmuş dünya düzeni 1939’da fillen sona ermişti. 1940’da söz konusu konferansın yapıldığı şehrin Nazi Almanyası’na teslim olmasıyla hukuken de sona erdi .

Paris’te ortaya çıkan dünya düzeninin sürdürlemeyeceğinin işaretleri zaten daha erken bir zamandan itibaren geliyordu. Kemalistler de savaşın soluğunu 30’ların başlarında hissetmeye başlamışlardı. Savaşın olası tarafları da aynı sıralarda hemen hemen belli olmuştu. Nazi Almanya, İngiltere-Fransa ittifakı ayrı ayrı, 30’lu yılların ikinci yarısında, cazip kredi vaatleriyle Ankara’yı yanlarına çekmek için yarış halindeydiler. Sovyetler de, yaklaşan savaş öncesinde, etrafını sıkıca tahkim etmek için mevcut iyi ilişkileri konsolide etmek gayretindeydi.

Kısacası, Ankara’da diplomatik trafik hızlanmış, Ankara’nın pazarlık kabiliyeti de artmıştı. Artık kendisini yalnız görmüyordu. SSCB ile ilişkiler ekonomik olarak memnuniyet verici olsa da, siyasal dolayımları Ankara tarafından yük ya da engel addediliyordu. Sovyetler’e artık 20’lerde, 30’lu yılların ilk yarısında bakıldığı gibi olumlu bakılmıyordu.

İleride 1946’dan itibaren izlenecek yol, daha Atatürk’ün sağlığında, bizzat onun önderliğinde döşeniyordu. Celal Bayar tercihi yeni ulusal ve uluslararası siyaset ihtiyacından doğmuştu. Ankara emperyalist Batı’yla entegrasyon çabasındaydı. Öyleyse, Bayar tercihini restorasyon döneminin başlangıcı olarak okumak da mümkündür.

Bayar’ın başbakanlığı SSCB’yi rahatsız etmişti. İnönü cumhurbaşkanı seçilince, Meclis’te oylama oturumunu izleyen diplomatik sıralarda abartılı sevinç gösterisinde bulunanlar sadece Sovyet temsilcileriydi. En karamsar olanlar ise Alman, İngiliz ve Fransız temsilcilerdi. Yani o zaman, İnönü Sovyetler’e yakın biri olarak görülüyordu.

Burada, İnönü’nün seçilmesi sonrasında Komünist Enternasyonal dergisindeki bir yazıdan küçük bir alıntıyı aktarmak istiyorum : “İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra Alman faşizmini huzursuz kılan olaylar oldu. Birincisi, Bayar hükümetine son verildi. İkincisi, CHP yönetiminden sağcı ve faşist dostu unsurlar uzaklaştırıldı. Üçüncüsü, yeni meclis seçiminde bu sağcı ve faşist ajanlar milletvekili seçilemediler. Dördüncüsü, belli bir basın özgürlüğü sağlandı ve Bayar’la eski İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın yandaşları devlet örgütünden uzaklaştırıldı” (Yakın tarihimiz, Milliyet Gazetesi Tarih ve Kültür Eki, Fasikül 4: 1980: sayfa 69)

Bu noktada küçük bir not olsun : İsmet Paşa’nın başbakanlıktan alınmasında önemli bir rolü bulunan SSCB ile “dostluk” ilişkilerinin ve Bayar devrindeki “soğukluk” döneminin de mimarı sayılan dış bakan Tevfik Rüştü Aras, onun cumhurbaşkanı seçilmemesi için de çok çalışmış olan bir figürdü. İstenen restorasyonun veya entegrasyonun onun liderliğinde gerçekleştirilemeyeceğini öngörüyordu. Muhtemelen Atatürk de farklı düşünmüyordu.

Uzatmayalım. 1923’de kurulan “Atatürk Cumhuriyeti” fiilen 1939’da dönüşüm geçirecekti. Artık emperyalist Batı’yla hep arzu ettiği ama bir türlü uygun fırsatı bulup da gerçekleştiremediği entegrasyonu gerçekleştirmek isteyen bir “yeni” bir cumhuriyet arayışı vardı. Arayışın lideri biraz daha erken bir zamandan itibaren bizzat Atatürk idi. Cumhuriyet devriminin restorasyonu Atatürk’ün sağlığında, Bayar’ın başbakan olarak atanmasıyla başlar. Dünya kapitalizmine entegrasyon için restorasyon zorunluydu. Türkiye’nin 2.D.Savaşı’ndaki sözde tarafsızlığını bu yeni siyasal açılımla birlikte düşünmek gerekir.

Yani İnönü Atatürk’ün 1937’den itibaren bariz hale gelen anti-Sovyet ama Britanya-Fransa yanlısı dış politikasını sürdürecekti. Zaten başka türlü de iktidarı tutamazdı. Savaş başladığında, Sovyetler’le dayanışma, taahhüt edilen hilafına, gerçekleşmedi. Tarafsızlık şiarı altında tam tersi yapıldı. Geçerken, savaş sonrası SSCB’nin Türkiye’ye Boğazların statüsü konusunda kendi lehine düzeltmeler yapılması için baskı yapmasını bu çerçevede okumak gerekir.

1945 yılında, 1919’da Paris’te ( ya daVersailles’da) aksak doğmuş dünya düzeni, bu kez Yalta’da, gözden geçirilerek yenilendi. Bizim 1946’daki 2.Cumhuriyet Yalta Konferansından çıktı. Türkiye, Anglo-Amerikan emperyalizmine entegrasyon yoluyla yeni kurulan dünya düzenine adapte oldu.

Şimdi deniliyor ki, “Tayyip Erdoğan 1923’te kurulan Atatürk Cumhuriyet’ini yıktı”. Onu bile buna inandırdılar. Adam kendisinde öyle bir keramet görmeye başladı. Oysa, Tayyip Erdoğan türü ne bir şey yıkabilir ne de bir şeyi kurabilir. Erdoğan ne 23’ü ne de 46’yı yıktı. İkincisi zaten birincisinin inkârından çıkmıştı. 1946’daki 2.Cumhuriyet, Yalta nizamının çökmesiyle birlikte çözüldü ve çöktü. Tayyip Erdoğan onun siyasal enkazı içinden çıktı.

Tayyip Erdoğan yıkmadı. Zaten yıkılmış olanı ganimet haline getirip, yağmaladı. Deniliyor ki, “yıktı, ama yerine yeni bir şey kuramadı”. Kuramaz. Yeni bir dünya kurulmadan, Türkiye’nin ne olacağını kestiremiyoruz. Çünkü böyle bir düzenin kurulmasında, bugünkü haliyle Türkiye senaryo yazabilecek, senaryo yazımına katkıda bulunabilecek konumda değildir.

Tekrar olsun, Erdoğan 45′ te tesis edilmiş olan dünya düzenin yıkıntılarından yükseldi. Bugüne kadar süren hareket kabiliyetini de, bu düzensizliğin neden olduğu manevra alanına borçludur.

Bu arada, reformist solcuların “Türkiye, 1950’den itibaren DP hükümetleriyle birlikte gericileşti” iddiası eksiktir. 1949’daki Türkiye, 1950’dekinden daha az gerici değildir. 1960 darbesinden sonra Türk devletinin ilericileştiği iddiası da doğru değildir.

Darbeden sonra kurulan İnönü hükümetleri, Menderes’siz, Bayar’sız DP kabineleri gibidir (Tıpkı 12 Mart ve 12 Eylül’den sonra kurulan hükümetlerin Demirel’siz AP hükümetleri olması gibi) . Dahası, devletin emperyalistlerin ve işbirlikçi sermaye sınıfının talepleri doğrultusunda, gericiliğinin tereddüde yer bırakmayacak şekilde konsolide edilmesi için yeniden örgütlenmesi NATO’nun 27 Mayıs darbesi sayesinde olmuştur. Devletin en stratejik kurumlarında büyük tasfiyeler, bazı ilerici kurumların işlevsizleştirilmesi bu sayede gerçekleştirilmiştir.

27 Mayıs’ın öteki NATO darbelerinden farklı olarak ilerici bir görüntü vermesinin en önemli nedeni şudur: Menderes-Bayar’ın izledikleri ekonomik ve kültürel politikalar, kentli işçi ve kentli orta sınıfın demokratik tepkilerine yol açmıştı. Kentli işçiler, aralarında, asker-sivil memurların, öğretim elemanları ve öğrencilerin, serbest meslek sahiplerinin, gazetecilerin de bulunduğu kentli orta katmanların demokratik taleplerle başkaldırıları, protestoları, hükümetin düşmesini isteyen büyük sermaye sınıfının bu enerjik kesimlerle geçici bir ittifakını gerekli kılmıştı. Bu yüzden darbeden hemen sonra bu kesimlerin bir kısım ilerici talepleri yerine getirilmişti. Aksi halde darbe, büyük çoğunluğu kırsal olan ve DP’yi destekleyen nüfus karşısında gayet dar bir toplumsal tabana dayanmak zorunda kalacaktı. NATO ve yerli büyük sermaye sınıfı bu riski göze alamazlardı.

Ancak bu kenti işçi ve orta katmanların şikayet ve taleplerinin darbenin nedeni olarak görülmemesi gerekir. Nedeni değil ama, etkileriyle ya da bir etken olarak, vesilesi olmuştur. Darbenin birbirine bağlı ya da iç içe iki nedeni vardı: (1) Menderes-Bayar’ın izledikleri popülist ekonomik politikanın sürdürülür olmaktan çıkıp iflas etmesi, hükümetin büyük bir devalüasyon ve moratoryum ilanıyla işbirlikçi finans-kapitali zarara uğratması. Kentli kitleleri yoksullaştırması. Hükümetin rasyonel ekonomik politikalar uygulama kapasitesini yitirmesiyle oluşan ekonomi-politik güven bunalımı. (2) Ekonomi-politik bakımdan kırılganlaşmış Türk devletinin İran’da, Doğu Akdeniz’de ve genel olarak Arap coğrafyasında, Afrika’da ilerici hareketlerin mevzi kazanmaya başlamalarıyla kritik bir evresine girmiş olan soğuk savaşta, DP hükümeti yönetiminde, emperyalist siyasal talepleri yerine getirebilme yeteneğini kaybetmiş olmasıdır. Hükümetin bu durumunu kabullenmeyerek kontrolden çıkması, kendi başına hareket etme eğilimleri göstermesidir. Emperyalistlerin, o koşullarda, bu tür davranışları tolere etmeleri kabil değildi.

1939’dan itibaren girilen dönem en uzun gericilik dönemi olarak- artık yıkıntılar içinde de olsa- halen devam etmektedir. Sorun, Yalta’da kurulan dünya düzeninin 1991’de çökmesiyle birlikte, 1919-1939 arası dönemdekine benzer aksak, sürdürülmesi olanaklı olmayan, kararsız, tekinsiz, kaotik bir “ara dönem” den geçiyor olmamızla alakalıdır.

Türkiye içinde yer aldığı her dünya düzeni söz konusu olduğunda, “TSK partisi” de dahil, her zaman tek bir “düzen partisi” tarafından yönetildi. 1923’ten sonra da, 1946’dan sonra da, halen de…

Dünyadaki uzun süreli büyük dönüşümler tek vuruşta gerçekleşmiyor. Reel koşulların dayattığı doğrusal olmayan etaplardan geçiyor. Şimdi de yeni bir dünya düzenine ihtiyaç var. Dayatıyor. Etapları katediliyor. Bölgesel savaşlar, yaygınlaşmış terör, ticaret savaşları, ekonomik yaptırımlar, ambargolar, yeni Bretton Woods taleplerini yükselten BRICS gibi ittifaklar, renkli devrimler, rejim ihraçları, askeri darbeler. Sürekli derinleşen toplumsal eşitsizliklerin ve meşruiyet erozyonunun teşvik ettiği, bütün coğrafyaları kat’etme eğiliminde olan büyük kitlesel ayaklanmalar. Bu koşullarda oluşan kontrol dışı alanlar, kontrol edilemeyen bölgeler. Vekiller marifetiyle zaman kazanma… İşler giderek daha da karmaşık şekilde düğümleniyor. Kılıca ihtiyaç olacak mı, şimdi soru budur.

Yuvaya dönüş

Daha önce bir kaç kez Türkiye’nin 15 Temmuz kalkışması sonrasında Rusya-Suriye-İran eksenine meyletmesinin geçici taktik bir zaman kazanma hamlesi olduğunu belirtmiştim. Bugün gelinen noktaya baktığımızda, Türkiye için artık stratejik olarak ait olduğu kampa geri dönüş vaktinin geldiğini anlıyoruz.

Son günlerde ABD’deTürkiye’ye yaptırımlar uygulanması için yapılan girişimlerin muhtemelen sınırlı ama Türkiye’den yeni tavizler koparmaya yönelik sonuçları olacaktır. ABD, Türk devleti ve Erdoğan’ı özdeşleştirmez. Erdoğan’ı feda edebilir ama Türk devletiyle iplerini koparmak istemez. Türkiye sermaye sınıfı aksi bir olasılığı dahi büyük bir infialle karşılar.

“Barış Pınarı” harekatı, Rusya ve ABD’nin belli rezervler ve tabii belli ödünler karşılığında onay vermesinden sonra gerçekleştirildi. Rusya ve Suriye en kârlı ülkeler oldular. Özellikle “kadim düşman” Rusya Türkiye’nin, Kürtlerin de hak iddia ettikleri coğrafyayı içeren, en uzun güney sınırlarına yerleşmiş oluyor. Böylece Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’deki konumunu takviye ediyor.

Geçerken küçük bir not olsun. Rusya’nın Batı emperyalizminin militarist, işgalci, bölge halkları için hiç bir ekonomik gelecek vaat etmeyen, tersine onların yaşam koşullarını sürekli ağırlaştıran, istikrarsızlaştıran hegemonik yöntemleri karşısında, güvenlik ve istikrarı gözeten hamleleri, Batı emperyalizminin geriletilmesiyle başarılabilecek Çin’in emperyal planları bakımından da büyük önem arz etmektedir. Çin’în devasa ekonomik projelerinin uygulanabilmesi açısından (mesela büyük sermaye ihracının taşınacağı hat da olacak İpek Yolu Projesi) Rusya’nın şimdiye kadar sahada başarıyla test edilen askeri kabiliyeti giderek daha büyük bir önem kazanıyor. Batı emperyalizmi karşısında, onun kendi sistemi içinden, en azından erken evresinde, “kollektif ” olarak yaftalanabilecek, yeni türden kapitalist emperyalist bir odak (Çin-Rusya) doğmaya çalışıyor. Mevcut emperyalist sistem bu doğumun gerçekleşmesinde ebe rolü oynamayı sürdürüyor.

Kapitalist-emperyalist sistemin, operasyon bölgelerinde, zor araçları, askeri yöntemler kullanarak yoksunlaştırılmış insanları ait oldukları topraklardan, köklerinden koparması, onları Avrupa gibi çekici bir alana doğru başı boş insan sürüleri gibi sürmesinin daha radikal sonuçları olacaktır. Bunu 16 yy’da, feodalizmin gün batımından itibaren yoksunlaştırılmışların ait oldukları topraklardan başı boş sürüler halinde sürülmesiyle kıyaslamak mümkündür. Ancak bu kez süreç daha global bir ölçekte, mevcut kapitalist emperyalist sisteme tehdit oluşturacak surette, daha hızlı işliyor.

Tekrar “barış pınarı” na dönelim. ABD de istediklerini büyük ölçüde aldı. Yüksek bir maliyetle kontrol etmeye çalıştığı coğrafyanın feda edilebilir olduğunu hesapladığı kısımlarını terk edip, hem ekonomik hem de stratejik açıdan daha kıymetli gördüğü bir alandaki varlığını takviye etmiş oldu. Kürt güçlerle ilişkisini ya da stratejik ortaklığını , daha dar bir sahada da olsa, yenilemiş oldu. Gereksiz gördüğü yüklerden kurtuldu.

Türkiye de küçük denebilecek bir “teselli ikramiyesi” ile yetinmek zorunda kaldı. Bugünkü Türkiye rejimi özellikle dış siyasetinde neye, nereye elini atsa, bir bumerang haline dönüştürüyor. Suriye’de de aynısı oluyor. Her hareketi, harekatı kendi hareket alanını daraltıyor. Elinin kolunun daha sıkı bağlanmasına yol açıyor.

Bütün bunlar olurken, cihatçı maşalarından öyle kolay kolay feragat etmeyecek olan ABD, İŞID’i, farklı format içinde de olsa, yeniden yapılandırmak için harekete geçti. İddia edilenin aksine, Türkiye’nin bilgisi ve yardımları dahilinde, örgütün lideri El Bağdadi’yi, Türkiye’nin büyük ölçüde kontrolü altında, Türkiye sınırına çok yakın bir yerde, üstelik de Türkiye’ye geçmek üzereyken intihara zorladı. Bu olayı Türkiye’nin el-Bağdadi’yi ABD’ye teslim etmesi şeklinde okumak da mümkündür.

Zaten bu olayı izleyen saatler ve günlerde, Bağdadi’nin yakın adamlarının, aile mensuplarının Türk güvenlik güçleri tarafından arka arkaya yapılan operasyonlarla, bir çoğu Türkiye’de olmak üzere, ele geçirildiğini medyadan izledik. İzlemeye de devam ediyoruz. Türk devleti, adeta eliyle koymuş gibi, “eşkiyayı inlerinde” yakalıyor. Erdoğan’ın ABD ziyareti öncesinde bu tür operasyonların hız kesmeyeceği tahmin edilebilir.

Kısacası, ABD ve müttefikleri tarafından yaratılmış olan El Kaide’nin içinden yine aynı güçler tarafından çıkartılmış olan İŞID’ in, NATO emperyalizmi için yerine getirdiği misyon tamamlanmıştır. Yerini yine aynı cihatçı havuzundan derlenecek başkaları alacaktır. Türk devleti de buna uygun hareket etmeye çalışıyor.

Türkiye’nin Suriye’de, iddiasının hilafına, sürekli mevzi kaybettiğini göreceğiz. ABD çıkarlarıyla daha uyumlu hale gelecektir. Genel olarak Suriye sorunu etrafında, “Astana Süreci”; özel olarak İdlip sorunu etrafında, “Soçi Mutabakatı” en azından fiili olarak işlerliğini yitirecektir. Zaten “barış pınarı” vesilesiyle ittire ittire yürütüldüğünü gördük. Türkiye’nin Suriye topraklarında, kendisiyle Suriye arasında tampon teşkil edecek bir cihatçı ülkesi yaratması mümkün değildir. Suriye ordusunun yakında başlaması muhtemel İdlip harekatıyla Türkiye sınırına yığılması beklenen cihatçıların sınırın Suriye tarafında yerleştirilme planları gerçeklikle uyuşmamaktadır. Öte yandan, bu cihatçıların Avrupa’ya geçmemesi için de Türkiye’ye her türlü baskı yapılacaktır. İhalenin Türkiye’ye kalması güçlü bir olasılıktır.

İşbirlikçi Türkiye devletinin sürekli derinleşen ekonomik ve siyasal krizi, bu krizden ayrı düşünülemeyecek, devleti idare edenlerin isimleriyle anılan yolsuzluk iddiaları, devletin emperyalist baskılar ve yönlendirmeler karşısında kırılganlığını iyice arttırmıştır. Rejimin daha fazla teslimiyetçi davranması kaçınılmazdır. Ekonomiyi çevirmek için her ay 25 milyar dolardan fazla bir meblağa ihtiyaç olduğu söylenmektedir. Türkiye’ye bu meblağı, dayatacağı ekonomi-politik şartlarla, ancak IMF temin edebilir.

Dünya kapitalizminin ve onun bir bileşeni olarak Türkiye’nin içinde bulunduğu derinleşen kriz , sadece bir ekonomik kriz olarak değil, global ölçekte, içeride ve dışarıda giderek güçlenen toplumsal-siyasal meşruiyet bunalımları olarak da görülmek gerekir. Bu şartlarda uygulamaya konulan ve konulmak istenen bilindik acil reçetelerin toplumsal protesto ve ayaklanmalara yol açması kaçınılmazdır.

Türkiye’de sürekli erozyona uğradığını gören mevcut rejim, toplumsal tabanını yeniden toparlamak için bir yandan, “beka” naraları atmakta, Suriye’nin toprak bütünlüğüne kast eden girişimlerini sürdüreceğini ilan etmekte; diğer yandan, başından beri birlikte olduğu eski ortağı Gülen çevresiyle ilişkilerini restore etmek istemektedir. Bu çevrenin medyadaki tetikçilerinden bir kısmının tahliyeleri bu sava destek teşkil etmektedir.

Gülen çevresine her zaman Tayyip Erdoğan’dan daha yakın olmuş Abdullah Gül ve A.Davutoğlu gibi figürlerin AKP’nin dışında siyasal oluşumlar yaratma girişimleri hayli zayıflamış Erdoğan’ın böyle bir restorasyondan medet ummasında etken olmuştur. Bu ve benzeri hamlelerin devamının geleceği tahmin edilebilir.