Pakistan’ın Taliban’ı; Türkiye’nin HTŞ’si

Son 45 yılda Pakistan’ın yaşadığı her siyasal, askeri, ekonomik olay, hiç kuşkusuz, emperyalizmin Afganistan ve dolayısıyla Sovyet Bloku ile ilgili hedeflerinden, operasyonlarından ayrı düşünülemez.

Afganistan’da 1977 yılına kadar Türkiye’dekine benzer bir demokrasi, görece laik bir cumhuriyet rejimi vardı. Emperyalistler için bu kadarı bile çok fazlaydı. Ulusal egemen, laik-demokratik devlet yapıları, ABD’nin yeşil kuşak stratejisiyle bağdaşmıyordu. Tasfiyeleri gerekiyordu. Pakistan ve ardından Türkiye’de, Amerika’ya daha yakın, yani ABD tarafından daha kolay kullanılabilir rejimlerin yaratılması gerekiyordu. Ulusal egemen laik-demokratik devlet yapılarının çözülmesi için emperyalizm işbirlikçisi dinsel ve etnik çözücüler devreye sokuldu.

Emperyalizm ne kadar daraldıysa, bu söz konusu ihtiyacı da o kadar yakıcı, o kadar doymak bilmez bir hal aldı.

ABD’nin Pakistan’daki söz konusu hamlesine SSCB Afganistan’da devrimci, ilerici bir rejim oluşturarak yanıt vermek istedi. Hesabı tutmadı. Bumeranga dönüştü. SSCB’nin de çözülmesine ivme kazandıran bir süreci başlattı.

Pakistan iç (Burada, “Doğu Pakistan” ın yitirilmesinin yarattığı psikolojiyi dikkate almak gerekir) ve dış politik emelleriyle emperyalistlerin Afganistan’a yönelik saldırılarında önemli bir rol üstlendi. Emperyalist saldırının yanında yer alan diğer ülkelerin, bu arada Şii İran’ın da, hesaplarını bertaraf edebilmek için kendi cihatçılarını organize etmeye girişti. Zaten sahada şekillenmeye başlamış Taliban’ın arkasında durdu. Ona hamilik etti. Eğitti, para ve silah verdi. Yönlendirmeye çalıştı.

Pakistan’ın, Afganistan’da kendi başına ABD’den rol çalmasına, SSCB havlu atana, Irak-İran savaşının sona ermekte olduğu görülünceye kadar, emperyalistler açık ve sert tepki vermediler. “Tepkilerini ertelemişlerdi” demek de mümkündür. SSCB ve İran’ın artık kendi iç sorunlarına odaklandıkları bir sırada ABD’nin bölgeyi kendi hedefleri doğrultusunda yeniden şekillendirme eğilimi güçlendi. Pakistan’ın tek adamı Ziya bu şartlarda patlatıldı.

Artık sadece Afganistan değil, ABD’nin müttefiki Pakistan da ekonomi-politik bir enkaz haline dönüşerek, halen süren istikrarsızlığına mahkum edildi. Bir anlamda, Dimyat’a pirince gitmek arzusundaki Pakistan, elindeki bulgurdan da olmuştu. Halen Afganistan’daki “geçici yönetim” Pakistan’ın istikrarına olanak tanımayan ve tanımayacak olan bir etken olarak görülmelidir.

Suriye ve Türkiye arasındaki paralel gelişmelere daha önce bir çok kez değinmiş olduğum için yinelemeyeceğim. Sadece Suriye’deki rejimin “sürpriz” bir şekilde yıkılmasını anlamak bakımından önemli olduğunu düşündüğüm, İngilizce yayın yapan Center for Counter-Hegemonic Studies sitesinde, Roberta Rivolta imzasıyla, 4 Aralık 2024’te yayınlanan, “The Economic war against Syria” başlıklı uzun makalenin geniş bir özetini vermekle yetineceğim.

Yazar öncelikle Suriye’ye yönelik ekonomik yaptırımların 2011’de değil, 1979’da başlamış olduğunu ve bu tarihten itibaren kesintisiz sürdüğünü hatırlatıyor. Bilindiği gibi Suriye, her zaman anti-siyonist Filistin direnişine etkin destek verdi. Bu doğrultuda, İran devrimi ve onunla müttefik Hizbullah gibi siyasal yapılarla ittifak kurdu.

ABD’nin özellikle 2011’de, BM’yi kullanarak, Suriye’ye karşı uyguladığı ekonomik önlemler, çok detaylı ve istismara açık olabilecek surette karmaşık. Hemen hemen en temel ihtiyaç maddelerinden, petrol ve (askeri/sivil) diğer stratejik ürünlere kadar çok geniş bir listeyi kapsıyor.

BM’nin belirlediği bir çok muafiyetin sahada işlemediği, kimi AB kuruluşlarının ve STK’ların şikayetleri üzerine ortaya çıktı. Buna rağmen hiç bir yeni düzenleme yapılmadığı gibi, hukuksal engeller daha da arttırıldı. Olası ihlallere karşı ağır para cezaları getirildi. Böylece, en meşru muafiyet alanlarında bile Suriye ile iş yapan veya yapmayı düşünen kuruluş ve firmalar üzerinde caydırıcı bir etki yaratıldı.

Yetmedi, 2020’de başkan Trump’ın imzasıyla Suriye yönelik yaptırımları daha da genişletip, sıkılaştıran Sezar Suriye Sivil Koruma Yasası devreye sokularak, adeta Suriye’nin dış dünyayla bağı kopartıldı. Bu yasa o kadar ağır maddeler içeriyordu ki, daha önce, 2016’da, ABD Senatosu onu onaylamamıştı. Trump’ın ilk devrinde, 2019’da onaylandı.

Çünkü, Suriye’deki durum 2016’dan itibaren meşru yönetim lehine değişmeye başlamıştı. 2016’da, Halep; 2017’de Palmira ve Deyrizor kurtarılmış, 2018’de Şam kırsalı, belli bir ölçüde, emperyalist işgallerden ve terörist etkinliklerden arındırılmıştı.

Suriye yönetimi hemen Suriye’nin yeniden imarı için bir program başlattı. Yabancı ülkelerden firmalar ülkeye davet edildi. Halep’te bazı yerel sanayi kuruluşları tekrar üretime başladılar. Bu arada, ülkeye komşu Arap ülkeleri birbiri ardına Suriye ile yeniden ilişki kurmaya başladılar. Suriye’yi kendi uluslararası platformlarına davet ettiler. Suriye, 2011’de, askıya alınan Arap Birliği üyeliğine yeniden kabul edildi. İşte, Trump’ın Sezar Yasası tüm gelişmeleri engellemek için yasallaştırıldı(2019) .

2018’de önemli bir gelişme daha olmuştu. Suriye ekonomisiyle güçleri bağları bulunan Lübnan ekonomisi ağır bir bunalıma girmişti. Suriye’ye yönelik emperyalist saldırı ve onunla koşut sürdürülen ekonomik yaptırımlar Lübnan ekonomisini de etkileyecekti tabii. Ancak, sadece o kadar değil. Bu ülkede bulunan Hizbullah’a karşı ABD ve Sünni Arap rejimleri tarafından uygulanan yaptırımların giderek ağırlaştırılması, Lübnan banka ve şirketlerini felç etti.

Özcesi, Suriye’nin hali Lübnan’ı; Lübnan’ın hali de Suriye’yi çok olumsuz etkiledi. Suriye, kendisine uygulanan yaptırımları Lübnan üzerinden bir ölçüde aşabiliyordu. En azından aşmaya çalışıyordu. Hatta Suriye sermayesinin 40 ila 60 milyar dolar kadarı Lübnan bankalarının hesaplarında bulunmaktaydı. Lübnan’ın da yaptırımlarla hedef alınmasıyla birlikte Suriye bu olanağını da yitirdi. Lübnan bankalarındaki paralarını kullanamaz oldu.

Unutmayalım, Suriye’nin bir diğer en önemli partneri olan İran da ağır uluslararası ekonomik yaptırımlar altındaydı.

Yanı sıra İdlip’in fiilen Suriye’den koparılmış olması ve tabii ülkenin kuzey doğusnun ABD himayesinde oluşturulmuş Kürt güçleri; kuzey batısının Türkiye güçleri tarafından işgali, Ülkenin en önemli, daha doğrusu, yaşamsal ekonomik kaynaklarından yoksun kalmasına yol açtı.

Oysa savaştan önce, bütün Batı Asya’da gıda üretimi bakımından kendi kendine yeterli tek ülke Suriye idi. Oğul Esad’ın yönetime gelmesinden sonra başlayan ve dört yıl süren kuraklığa kadar Suriye, bölgesinde tarımsal ürün ihracatçısı olarak biliniyordu.

Kuraklığın etkileriyle başa çıkmak için hükümet, özellikle sübvansiyonlar yoluyla tüm vatandaşlara uygun fiyatlarla gıda sağlamak için bir dizi politika oluşturmuştu. BM Özel Raportörü’nün gıda konusunda 2011 yılında hazırladığı bir rapora göre, devlete ait mağazalar temel ürünleri düşük kâr marjıyla veya sübvansiyonlu fiyatlarla satıyordu. Ekmek, üretim maliyetinin yarısına satıldı ve kayıtlı tüm hanelere her ay pirinç ve şeker dağıtmak için bir kupon sistemi getirildi. Hükümet özel sektörü de aynı temel emtialardaki kâr marjlarını düşürmeye ikna etmişti.

Aynı rapor, Suriye hükümetinin kuraklıktan en çok etkilenen bölgelerde gerçekleştirdiği işlerden övgüyle söz ediyor. Hükümetin yalnızca gıda yardımlarıyla değil, aynı zamanda, sübvansiyonlu tohum dağıtımı, çiftçilere ve çobanlara tanınan vergi indirimleri, düşük faizli krediler ve yatırımı teşvik eden önlemleriyle Suriye ekonomisini, genel olarak, bölgedeki en güçlü ve en kamusal ekonomilerden birisi haline getirdiğini vurguluyordu.

2010’da BM tarafından yayınlanan Bin Yıllık Kalkınma Hedefleri programı kapsamında, Suriye’nin kalkınmacı anlayıştaki kararlılığı, devam eden bazı zorluklara rağmen “aşırı yoksulluğun azaltılması, okula kayıt oranlarının iyileştirilmesi ve anne ve çocuk sağlığı konularında” elde ettiği başarılar, çocuk sağlığı, sıtma ve HIV/AIDS ile mücadelenin yanı sıra temiz su kaynaklarına ve sağlık olanaklarına erişimin genişletilmesine yönelik planlarında kat ettiği mesafe övülüyordu.

Suriye ekonomisi genel olarak bölgedeki en güçlü ekonomilerden biriydi; 2.500 milyon varilden fazla petrol ve 8,5 milyar metreküp doğal gaz rezervine sahipti. IMF’ye göre, 2008 küresel mali krizinin etkisi orta düzeydeydi ve yalnızca dış ortaklarla yakından bağlantılı sektörlerle sınırlıydı. 2009 yılında GSYİH büyümesi yalnızca yüzde 1 puan yavaşlamıştı. İmalat, inşaat ve hizmet sektörlerindeki kısmi yavaşlama, tarımdaki ılımlı toparlanma ve petrol üretimindeki küçük artışla kısmen dengelendi. IMF’nin gelecek iki yıla (2009-2011 yılları) ilişkin tahminleri, tarımsal üretimin daha eksiksiz bir şekilde yeniden başlaması sayesinde daha fazla büyüme öngörüyordu.

Hükümetin bütçe harcamaları, esas olarak kamu yatırımlarındaki artışa bağlı olarak yaklaşık yüzde 5 oranında büyümüştü. IMF tahminine göre kamu borcunun yönetilebilir seviyelerde kalmaya devam etmesi bekleniyordu.

DSÖ’nün 2010 yılındaki bir raporu, önceki otuz yıla kıyasla sağlık göstergelerinde çarpıcı bir iyileşme kaydetti: “Doğumda beklenen yaşam süresi 1970’te 56 yıldan 2006’da 72 yıla çıktı; bebek ölüm oranı 1970’te 1000 canlı doğumda 123’ten 2006’da 1000 canlı doğumda 18’e düştü; beş yaş altı ölüm oranı önemli ölçüde düşerek 1000 canlı doğumda 22’ye düştü; ve anne ölüm oranı 1970’de 100.000 canlı doğumda 482’den 2006’da 58’e düştü”. 1980’li yıllardan itibaren sağlık hizmetlerine erişim artmıştı. Kentsel ve kırsal kesim arasındaki fark daralıyordu. Bir hekime düşen hasta sayısı 2006 yılında 677 idi ve kamu sağlık sektörüne yapılan yatırımlar 1980’de toplam hükümet harcamalarının %1,1’inden %4,17’sine yükselmişti.

Aynı DSÖ raporunda, Suriye’nin “tüm vatandaşlarına ücretsiz sağlık hizmeti sunduğu ve ilaç endüstrisinin ülkenin talebinin %85 ila %91’ini karşıladığı, Suriye ilaç endüstrisinin uluslararası standartlara göre kaliteli ilaç ürettiği, temel ilaç listesine göre güvenli ve etkili ilaçların üretildiği, hükümetin genel olarak başarılı bir kalite kontrolü sağladığı” belirtiliyor.

15 yaşına kadar eğitim zorunlu, üniversiteler parasızdı. Savaşın başında Suriye, yaygın, zorunlu ve ücretsiz ilköğretim sağlamayı başaran az sayıda Arap ülkesinden biriydi. Dünya Bankası’na göre, 2009 yılında hükümetin kamu eğitimine yaptığı harcama GSYİH’nın %19,2’si kadardı (ABD’de %12,7, Fransa ve Almanya’da sırasıyla %8,9 ve %9,2). 15- 24 yaş arası gençlerde okuryazarlık düzeyi yüzde 92,4 olarak gerçekleşti. Öğrencilere ücretsiz ders kitapları ve sembolik bir fiyata toplu taşıma garanti edildi. Üniversite kayıt ücretleri çok düşüktü.

IMF verilerine göre, Suriye’nin kamu borcu son 20 yılın en düşük seviyesindeydi; 1990’da GSYİH’nin %190’ından 2010’da %30’a düşmüştü. 1 Mayıs 2010’da dönemin Maliye Bakanı Muhammed el-Hüseyin, Bulgaristan ile son bir anlaşma imzaladıktan sonra Suriye’nin yabancı ülkelere olan tüm borçlarını kapattığını duyurdu.

Geçtiğimiz yıl, ülkenin ilk borsası olan Şam Menkul Kıymetler Borsası, Suriye’nin mali sistemini iyileştirmek ve yabancı yatırımı teşvik etmek amacıyla, 40 yıllık bir aranın ardından, yeniden açılmıştı.

Ülkenin ihracatı 2000’de 7,19 milyar dolardan 2010’da 19,92 milyar dolara yükselirken, ithalat GSYİH’nin yalnızca %29,2’sinden %31,8’e yükseldi (Dünya Bankası verileri). Dolar, 47 Suriye Lirası değerindeydi (2010) ; bu, dünyanın dolar karşısında en düşük ulusal para birimleri arasında Suriye lirasının 40.sırada yer aldığını gösteriyordu. Bununla birlikte bu kur seviyesi, Batı sömürgeciliğinin yoksullaştırdığı ülke paraları arasında en yüksek değere sahip ulusal paralardan biriydi. Resmi döviz kuru ile karaborsa kuru arasındaki fark bile neredeyse ortadan kalkmıştı.

Turizm de 2010’da, Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın Suriye’nin tarihi ve sanatsal mirasını geliştirmeye yönelik diplomatik girişimleri, hükümetin turistik tesislere yaptığı yatırımlar ve özellikle komşu ülkelerden turizmi teşvik eden politikalar sayesinde önceki yıla göre %40 oranında büyümüştü. O arada, Şubat 2010’da varılan ikili anlaşmayla İran vatandaşlarına yönelik vize zorunluluğunun kaldırılması, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın öfkesini artırdı. Suriye, 2010 yılında elde ettiği 8,4 milyar dolarlık geliriyle 8,5 milyon turist ağırlamıştı; ve bir sonraki yıl için 10 milyonun üzerinde ziyaretçi bekleniyordu.

Şimdi gelelim çöküşe.

Cumhurbaşkanı Esad, 31 Ekim 2019 tarihli bir röportajında, savaş sırasında Suriye hükümetinin yerel para biriminin çöküşünü önlemek için gizli önlemler aldığını söyledi. Aslında Suriye lirası uzun yıllar boyunca nispeten iyi bir performans sergilemişti. Temmuz 2016’da beş yıldır piyasaya doğrudan müdahale eden Merkez Bankası, döviz rezervlerinin çok düşük bir düzeye inmesi üzerine müdahale etmeme politikasına yönelmek zorunda kaldı. 2017 yılında dolar ilk dramatik yükselişini yaşadı. Lübnan mali krizi nedeniyle 2019’da ikinci keskin artış yaşandı; ve üçüncüsü 2021’de Sezar Yasası’nın uygulanmasından sonra gerçekleşti.

Suriye bankacılık sektörünün Batılı toplum tarafından empoze edilerek uluslararası finans sisteminden izole edilmesi, Suriye’nin döviz piyasalarına erişimini kesti. Savaş nedeniyle Suriye’nin ihracatı azalıp ithalatı artarken, temel malların ithalatını finanse etmek için döviz ihtiyacı ABD dolarına olan talebi artırdı ve Suriye lirasının hızlı düşüşüne katkıda bulundu.

2010 yılında 47 lira olan 1 dolar, bugün 13.100 Suriye lirası değerine ulaştı. 2018’de Şam kırsalının özgürleştirilmesinin ardından devam eden askeri operasyonlar bir çıkmaza girerken, ekonomik kuşatma ekonomik yıkım sürecini hızlandırdı. Bugün ülke, yıkılan altyapısını, sosyal dokusunu ve ekonomisini yeniden inşa etmek için dış kaynaklara ihtiyaç duyacak halde.

Başkan Esad’ın İtalyan gazeteci Monica Maggioni’ye (Kasım 2019) açıkladığı gibi: “Suriye’nin parası olmadığını söylüyoruz… hayır, aslında Suriyelilerin çok parası var; Dünyanın her yerindeki Suriyelilerin çok parası var ve gidip ülkelerini kurmak istiyorlar. Çünkü ülkeyi inşa etmekten bahsettiğinizde, bu insanların bize para vermelerini istemiyoruz. Onlara para kazanma fırsatları sunuyoruz; bu bir iştir. Yani sadece Suriyeliler değil pek çok insan Suriye’de iş yapmak istiyor. Bu yeniden yapılanma için fonları yatırımcılar temin edecekler, ama sorun, bu yaptırımların yatırımcıların veya şirketlerin Suriye ‘ye gelip çalışmasını engellemesidir.” Suriye’ye gitmek veya geri dönmek isteyen yatırımcılar, yaptırımlar yüzünden caydırılıyor.

Yurtdışındaki Suriyelilerin ülkeye döviz göndermeleri engelleniyor. Suriyeli girişimcilerin sermayeleri yabancı bankalarda bloke edilmiş durumda. Tekrar açılan yerel fabrikalar, üretim tesisleri planlı bir şekilde saldırılara uğramaya devam ediyor. Elektrik ve diğer enerji kaynaklarına ulaşıma işgal nedeniyle izin verilmiyor. Bu koşullarda, çalışmak isteyen üretim tesislerinin maliyetleri çok artıyor. İhtiyaç duyulan ithal girdiler temin edilemiyor. Nakliye, ulaşım, seyahat, kargo olanakları ve bunlarla ilgili sigortalama etkinlikleri neredeyse ortadan kaldırılmış halde.

Gaz ve petrole gelince, ana sahalar şu anda ABD’nin kontrol ettiği bölgelerde bulunuyor. 2011’den önce Suriye petrol ve elektriği ihraç ediyordu (Bilindiği gibi, Türkiye de kendisine uygulanan ambargo sırasında, 70’lerde, Suriye’den elektrik ve petrol alıyordu). Artık (işgaller yüzünden) ithal etmesi gerekiyor.

GSYİH 2010’da 252,52 milyar dolardan (Bu arada, GSYİH’nın dörte biri ülkenin petrol gelirlerine dayanıyordu. O zaman ki üretim günlük 385 bin varil civarındaydı) 2021’de 8,97 milyar dolara düştü. Döviz rezervleri tükendi. 2010 yılında %8,6 olan işsizlik oranı, 2020 yılında %15,30 ile tüm zamanların en yüksek seviyesine ulaştı.

2000 ile 2009 yılları arasında ortalama %4,4 olan enflasyon oranı da 2021’de %188 ile zirveye ulaştı. Kamu borcu 2017’de GSYH’nin %94,8’ine ulaştı, 2022’de ise %130,6 ‘una yükselmesi bekleniyordu.

28 Eylül 2020’de Suriye hükümeti 2021 bütçesini sundu. Kamu harcamaları son 10 yılda yüzde 70 oranında azalarak savaşın başından bu yana en düşük seviyesine geriledi. Suriye hükümetinin gelirleri %83 oranında azaldı.

ABD’nin ve Kürtçü maşalarının işgal ettiği bölgelerdeki gaz ve petrol kuyularının çalınması nedeniyle vergi dışı gelirler yüzde 90 oranında düşmüştü. Zorunlu olarak vatandaşlara düşen geri kalan kısım da aynı şekilde yoksullaşma nedeniyle azaldı (Dünya Bankası’nın bir raporuna göre, 2022’de Suriye vatandaşlarının %69’u yoksulluk sınırının altında yaşıyordu. Çatışmadan önce neredeyse yok olan aşırı yoksulluk da bundan etkilendi tabii. Bugün nüfusun yarı yarıya düşmesiyle, (21,4 milyondan 11,7 milyona) her dört Suriyeliden birinden fazlası yoksul kategorisinde. Bugün hükümet esas olarak orantısız bir şekilde büyüyen dış borca dayanıyor.

Hızla artan yaşam maliyeti göz önüne alındığında, bütçenin çoğu sosyal destek programlarına ayrıldı: En büyük pay gıda ve yakıt sübvansiyonlarına gitti, ikinci en büyük pay ise kamu sağlık sektörünün rehabilitasyonuna ayrıldı. Sosyal güvenlik ve emeklilik üçüncü sırada yer aldı; Bunu elektrik enerjisi hizmetleri takip etmektedir.

Yeniden inşa projeleri için Dünya Bankası’nın 2017’de gerekli gördüğü 200 milyar dolara karşılık ( (BM Batı Asya Ekonomik ve Sosyal Komisyonu’nun 2018’de Beyrut’ta yaptığı toplantıda bu rakam 388 milyar dolara yükseltilmişti) elde yalnızca 66 milyon dolar vardı.

Hükümetin 2024 yılı için onayladığı bütçede bir önceki yıla göre yüzde 44 oranında azalma, vergi ve işletme hizmet ücretleri gelirlerinde ise biraz artış görüldü. Kamu sübvansiyonları ve diğer destek programlarına yapılan harcamaların payı ise 2023’teki %30’a kıyasla %18 oldu. Abluka altında, genel bütçe açığının sürekli büyüdüğünü gören Suriye hükümeti, son yıllarda bütçeyi güçlendirme umuduyla sübvansiyonları kesmek zorunda kaldı.

BM hiçbir zaman Suriye hükümetine yönelik, bu güncel kapsamında bir yaptırımı onaylamadı. Birleşmiş Milletler tarafından oylanan son yaptırımlar da esas olarak Suriye’de savaşan terörist grupları hedef alıyor. Bu bakımdan “zorlayıcı ekonomik önlemler” yasadışıydı.

Uzun süreli elektrik kesintileri ve yetersiz elektrik tedariki; yemek pişirmek ve elektrik jeneratörleri için yakıt eksikliği; temiz su kıtlığı koşullarında, 2022 yılında, Suriyeliler, ısınma olanağının olmadığı, şimdiye kadar bildikleri en sert kışlardan biriyle karşı karşıya kaldı.

Benzin karneye bağlanıyor ve benzin istasyonlarının önünde kilometrelerce araba kuyruğu uzanıyordu. Okul servisleri de dahil olmak üzere pek çok toplu taşıma aracı artık çalışmıyor, bu da özellikle en uzak mahallerde, varoşlarda yaşayan pek çok çocuğun okullarına ulaşamaması anlamına geliyordu.

İlaç bulmak zor ve çoğu insanın parası artık olanlara da yetmiyor. Hastaneler, elektrik kesintileri, azalan yakıt kaynakları, arızalı ekipmanlar ve aşırı ilaç ve sağlık personeli sıkıntısı nedeniyle kapasitelerinin çok altında çalışıyor.

Savaşın başında yaklaşık 10 Suriye lirası olan 1 kg ekmeğin maliyeti, 2022’de yaklaşık 1.400 Suriye lirası oldu. Mart 2024’te referans gıda sepetinin maliyeti bir önceki yıla göre %87 oranında artış gösterdi.

Birleşmiş Milletler Şartı’nın VII. Bölümünün 39, 41 ve 49. maddeleri, Güvenlik Konseyi’nin “barışa yönelik bir tehdidin, barışın ihlalinin veya bir saldırı eyleminin varlığını” tespit etmesi durumunda yaptırımların uygulanmasını öngörmektedir.

Dahası, BM Genel Kurulunun 24 Ekim 1970 tarihinde kabul ettiği 2625 sayılı kararına göre, “siyasal, ekonomik ve sosyal sistemlerine bakılmaksızın uluslar arasında dostane ilişkiler geliştirmek” amacıyla “tek tek uluslar, devletler, uluslararası ilişkilerinde, herhangi bir Devletin siyasi bağımsızlığına veya toprak bütünlüğüne karşı askeri, siyasi, ekonomik veya diğer herhangi bir zorlamadan kaçınmak zorundadırlar”. BM Genel Kurulu tarafından 1974 yılında kabul edilen Devletlerin Ekonomik Hakları ve Görevleri Şartı’nın (Helsinki Sözleşmesi) 32. maddesi şöyle diyor: “Hiçbir Devlet, başka bir Devleti ekonomik, siyasi veya başka türdeki tedbirlerle egemenlik haklarını kullanmasından yoksun bırakamaz”.

Yaptırımların yasal olabilmesi için BM Güvenlik Konseyi tarafından onaylanması gerekiyor ve uluslararası hukuk, tek tek devletlerin yaptırım uygulama yetkisini tanımıyor. “Tek taraflı zorlayıcı tedbirler”, Birleşmiş Milletlerin kuruluşunu belirleyen üye devletler arasındaki dostluk ve işbirliği ilkesine aykırıdır. Üstelik egemen bir devlette belirli politikaları dayatmak, hatta rejim değişikliği yapmak amacıyla her türlü baskıyı uygulamak uluslararası hukuka göre yasa dışıdır.

1960 yılında, Küba’ya uygulanan ambargoya atıfta bulunarak, ABD’nin Amerikalararası ilişkilerden sorumlu dışişleri bakanı yardımcısı Lester Mallory şöyle yazmıştı: “Kübalıların çoğunluğu Castro’yu desteklediğinden… İç desteği yabancılaştırmanın öngörülebilir tek yolu, ekonomik tatminsizlik ve zorluklar. … Küba’nın ekonomik yaşamını zayıflatmak ve ‘açlığa, umutsuzluğa ve hükümetin devrilmesine yol açmak’ için mümkün olan her türlü yola derhal başvurulmalıdır.”

1970 yılında Nixon, herkesin bildiği gibi, CIA’yı Şili’de “Allende’nin iktidara gelmesini engellemek veya onu koltuğundan etmek için ekonomik önlemlere abanmayı” teşvik etmişti.

2018’de Pompeo, İran liderliğinin anti-siyonist direnişi desteklemeye devam etmesi halinde İran’ı aç bırakmakla tehdit etmişti: “Liderlik, halkının beslenmesini istiyor mu istemiyor mu, bir karar vermek zorunda, eğer İran liderliği aynı kafada devam ederse, İran halkının tavrının ne şekilde olacağını tahmin etmem zor değil. Sonuçtan eminim” demişti.

Haziran 2020’de ABD’nin eski Suriye elçisi James Jeffrey, “Suriye para biriminin çöküşü bizim prosedürlerimizden kaynaklanıyor” diye övündükten sonra “Dürzi bölgelerinde silahlı protestolar görmeye başladık. Bu rejime muhalefet anlamına geliyor. Dürziler genel olarak Esad’ı destekliyorlar, ama bir yere kadar, artık protestoları var, bunu da çok açık bir şekilde ortaya koyuyorlar” diyordu.

2018’de, Obama döneminde Beyaz Saray’da” yaptırımların mimarı” olarak çalışmış Richard Nephew, Yaptırım Sanatı adlı tüyler ürpertici başlığı olan kitabını yayınladı.

Nephew’in “sanatı” acı temasına odaklanıyor. Kitabının başında, kitabının konusundan söz ederken, “yaptırımların nasıl bir acıya yol açtığı”, “acının tenlerde somut olarak nasıl işlediği”, ve sonunda “acı çekenlerin nasıl eyleme geçtiği” ile ilgili olduğunu söylüyor.

Nephew, İran’a karşı bizzat tasarladığı ambargoyu “çarpıcı bir başarı” olarak nitelendiriyor çünkü bu ambargo, “ülkenin para birimini ve ekonomisini mahvetti, enflasyona ve kitlesel işsizliğe neden oldu” diyor.

Mesela, 2012-2013’te İran’ı ilaç ve tıbbi cihaz sıkıntısıyla karşı karşıya bıraktıklarını memnuniyetle belirtiyor. “İlaç ticaretini yasakladığımız için değil, daha çok, yarattığımız ilaç kıtlığı ve İran para biriminin de değer kaybetmesiyle ilacın ortalama İranlı için çok pahalıya mal olmasını sağladığımızdan başarılı olduk” diyor. Devamla, “yabancı menşeli lüks malların İran’a girişini engellemedik, bunların fiyatlarını, doların değerinin İran para birimi karşısında çok yükselmesini temin ederek, fahiş hale getirdik. Böylece büyük kârlar elde ettik” diye ilave ediyor.

Lüks mallar söz konusu olmuşken, Ekim 2020’de yerel bir telefon firması Şam’da fiyatı ortalamanın çok üzerinde olan (4 milyon Suriye lirası), çok pahalı iPhone’un son modelinin satışını duyurduğunda Suriye’yi bir öfke dalgası kasıp kavurmuştu. Telefon, Apple’ın ABD’de piyasaya sürülmesinden sadece 10 gün sonra Suriye’de de satışa çıkmıştı ve bütün Batı Asya ülkeleri arasında piyasa ilk sürüldüğü ülke de Suriye olmuştu.

Bu telefon, Suriye’de satılabilmesi için ABD hükümetinin onayıyla bir süreliğine muafiyet kapsamına alındı, böylece yaptırımın aşılması temin edildi. ABD hükümeti bunun gerekçesini de şöyle ifade ediyordu: “İnsanlar ekonomik olarak zor durumdalar, birbirleriyle iletişim kurmak gibi insani bir ihtiyaçları var. Dikkate alınması gerekir.

Öte yandan, yasa dışı işgal edilen Doğu ve Kuzeydoğu Suriye vilayetleri yalnızca petrol açısından zengin değil, aynı zamanda, tüm bölgenin en verimli toprakları olan Bereketli Hilal’in de bir parçasıdır. Suriye’nin sulanabilir topraklarının %50’sini, enerji kaynaklarının %70’ini ve su potansiyelinin %95’ini kapsıyorlar.

Geçerken, Mayıs 2020’de, ABD’nin çevrimiçi gazetesi International Business Times, Başkan Trump’ın, 20 hektarlık buğday mahsulünü yakmak için Suriye’nin Haseke vilayetindeki tarlalara termal balonların fırlatılması emrini verdiğini doğrulayan bir rapor yayınladığını da hatırlayalım.

Son olarak, Suriye bu kanlı savaşın henüz sonunu göremediyse (bu yazı Aralık başında yazılmış, 4 Aralık da yayınlanmış) bu, yalnızca Batı toplumunun İdlib ve diğer limanlarda barikat kuran teröristlere hâlâ verdiği destekten ve yabancı orduların, yani ABD ve Türkiye’nin Suriye’nin topraklarındaki yasa dışı varlığını sürdürmesinden kaynaklanmaktadır.

Cumhurbaşkanlığı tarafından firar suçları ve terör eylemleri (cinayetler hariç) için alınan af kararı ve mültecilerin geri dönüşünü kolaylaştırmak için atılan tüm adımlar, yalnızca yeniden inşacı iradeyi değil, aynı zamanda istikrarlı bir toplumsal barışın yeniden tesis edilebileceğini de göstermektedir. Ancak, böyle olmaması halinde bile, Suriye’nin içişlerine karışmak hiçbir zaman “uluslararası toplum” un yetkisinde değildir ve olmamıştır.

NOT:

Yazarın orijinal metinde 99 referansı var.