Yalancı “Arap Baharı” sahnelenip, Kaddafi düşürülürken, Suriye’ye saldırılırken, Mısır İhvan’a teslim edilirken, devrim oluyor, “devrimci komünler”, “devrimci konseyler” kuruluyor, “yaşasın devrim, yaşasın özgürlük savaşçıları”, “kahrolsun dikta rejimleri” naraları atanlar, Suriye cihatçılara teslim edilirken yine aynı nidalarla sahneye çıktılar.
“Diktatör Esad”, “Kahrolsun Baas Rejimi”…
Oysa Esad, 13 yıl boyunca dünyanın bütün ilericileri, bu arada, proletarya için de emperyalizme, siyonizme direniyordu. Bizler, devrimciler onu yalnız bıraktığımız için sadece ABD hegemonyasına direnen kapitalist Rusya ve İran’a daha fazla dayanmak ihtiyacı duydu.
Öncesinde, Kaddafi’nin düşürülmesini de öylece izlemiştik. O zaman da, şimdi olduğu gibi, aramızda sevinenler, devrim olduğunu düşünenler oldu.
Şimdi Esad düşerken dejavu olduk. Esad yiğitçe direndi. Biz onu yalnız bıraktık. Esad’ın bu direnişi dolayıyla utanacak birşeyi yok. O gücü yettiği kadar onuruyla mücadele etti. Biz ona omuz veremedik. Utanmalıyız!
Obamaları, Clintonları, Merkelleri, Sarkozyleri, Berlusconileri, Melonileri, Trumpları, Netanyahuları, Erdoğanları, Öcalanları, Kılıçdaroğluları, Özelleri, Kaddafi’ye, Esad’a tercih ettik.
Lenin, Avrupalı Marksistlerden bir şey çıkmayacağını anlamış, Baku’da Doğu’nun bir çoğu feodal ya da yarı-feodal olan anti-kolonyalistlerini, anti-emperyalistlerini bir araya toplamış onlarla dayanışmıştı. Bu dayanışma sadece emperyalizme karşı değil, onların hizmetine girmiş, Batı’nın “demokratik sosyalist” revizyonist ve oportünistlerine de karşıydı. O sayededir ki, “Doğu” da marksizm-leninizm geniş bir alan, geniş bir kitlesel taban bulabilmişti.
Leninizm, Suphilerin Ankara tarafından öldürülmesine rağmen Ankara’daki yönetimin arkasında durmuştu. Aslolan, enternasyonalist proletarya siyasetinin emperyalizmi geriletmesi, kendisine alan açmasıydı. Bu bakımdan, emperyalizme direnen Ankara’nın marksist-leninist olmaması önem taşımıyordu. Lenin ormanı kurtarmaya çalışıyordu.
Emperyalistler, işçi sınıfı hareketi içindeki, son 30 yılda iyice palazlanmış, revizyonizm ve oportünizm sayesinde, emperyalist medyayı da kullanarak dünya solunun, işçi sınıfı hareketinin büyük kesimini Kaddafi’nin ve Esad’ın “demokrasi ve insan hakları düşmanı” diktatörler olduğuna ikna ettiler. “Devrimci iç savaşlar” yalanını servis ettiler, “halkların kurtuluşu” gerçekleşiyor dediler. İkna ettiler. Şimdilik başardılar.
Unuttukları, mücadelenin, savaşın sürdüğü, süreceği. Bir muharebe kaybetmek, çoğu zaman bütün savaşın kaybedildiği anlamına gelmez. Bugün de bu anlamı taşımıyor.
Şimdi muharebeyi Esad kaybetti. Biz de onunla birlikte kaybettik. Yok, biz biraz daha önce kaybetmiştik. O bize rağmen direndi, bizim için de direndi. Biz başından beri sadece izlediğimiz için, çoğumuz “yalancı bahar” larla kendimizi aldatırken, aslında ondan çok daha önce kaybetmiştik. Halen bu gerçekle yüzleşmekten kaçınıyoruz.
Emperyalizm, bölgemizden başlattığı “fetih savaşı” nı, ülkemizde de yaptığı gibi, İslamcı-mezhepçi ve etnik proksilerini devreye sokarak yürüttü. Bugün de aynısını yapmaya devam ediyor.
İslamcı-mezhepçilerin, Türkçü-İslamcıların, NATOcu Kürtçülerin “komünarlar”, “özgürlük ve demokrasi savaşçıları” olarak pazarlanmalarını öylece izledik. İzlemeye de devam ediyoruz. Oysa onlar hep birlikte, ittifak halinde, bize karşı bir muhabereyi kazandılar.
Revizyonizmle, oportünizmle mücadeleyi bıraktık. “Aman kimseyi incitmeyelim!”, neme lazım, sonra orta sınıfı ürkütür, bir daha onlara kendimizi beğendiremeyiz.
Kavgayı bıraktık, bizi büyük kentlerin bir iki semtine itip, oralara tıkıştırmalarını kabullendik.
Nasıl olsa, Kürt siyaseti ve CHP bizim adımıza gerekenleri yapıyor.
Onların Truva Atları olduklarını hâlâ bir çoğumuz göremiyor. Çok yazık!
Bizi içten de yıktılar. Bizi içten yıkmakta kullandıkları proksileri bu ikisi. Artık bu gerçeği net olarak görelim.