Hiçbir dünya savaşı belli bir günde, belli bir olayın vesile olmasıyla, ya da tetiklemesiyle başlamaz. Hiç unutmam, bir Amerikalı tanıdığımla Berlin Duvarı’nın yıkıldığı sıralarda söyleşirken, “eyvah, 3.Dünya Savaşı geliyor” demişti.
Yani dünya savaşları ( modern zamanlardaki dünya savaşlarının, iki protipi olarak görülebilecek, Napolyon Savaşları ve Kırım Savaşı da dahil olmak üzere, 1.Dünya Savaşı, 2.Dünya Savaşı’nın cereyan ettiği merkezi coğrafya Avrupa idi. Çünkü sermaye yoğunlaşmasını, merkezileşmesini kontrol eden büyük rakip güçlerin yer aldıkları coğrafya burasıydı) bir süreç içinde, rakip güçlerin kararlı olmayan ittifaklarıyla, ileri ve geri adımlarının eşlik ettiği, o arada bir takım mevzilerin kazanılıp yitirildiği farklı etaplardan geçerek olgunlaşır, ve belli bir anda, ufak bir kıvılcımla dahi patlak verir.
Bu çerçevede, mesela, siyasal olaylar bağlamında, 1.Dünya Savaşı’nın erken etaplarını, kabaca, 1870 Fransa-Prusya savaşı, 93 Harbi, 1878’te Osmanlı İmparatorluğu’nun Rumeli ya da Balkan toprakları üzerindeki egemenliğinin erozyona uğratıldığı Berlin Konferansı, onun önünü açtığı 1912 Balkan Savaşı olarak kabaca işaret edebliriz. Tabii arada, bu anılan olaylara göre daha az önem taşıyan, 1904-5 Rus-Japon Savaşı’nı, 1906 1.Fas Krizi’ni, 1911 Agadir Krizi’ni (ya da 2.Fas Krizi) ilave edebiliriz.
Ancak bütün bu siyasal krizleri yaratan Britanya İmparatorluğu’nun kapitalist- emperyalist bir karakter kazanmış hegemonyasının, esas olarak, Almanya gibi yükselen yeni kapitalist-emperyalist bir gücün de meydan okuması nedeniyle sönme sürecinin ivme kazanmış olmasıydı. Bütün bu gelişmeler, bugün de olduğu gibi, kapitalizmin aşırı üretim, azalan kâr oranları yasasının devreye girmesinin, yani genel olarak kapitalizmin bunalımının siyasal görünümleriydi.
Bu açıdan bir değerlendirme yapıldığında, halen 3.Dünya savaşının bir süreç olarak başlamış olduğunu, devam ettiğini, koşulların farklı tempoda da olsa, sürekli olarak bu süreci olgunlaştırdığını söyleyebiliriz. Bugün için bu sürecin durdurulmasının ya da anlamlı ölçüde ötelenmesinin halen mümkün olabileceğine dair bir inancı seslendirenler var.
Bu kişi ve çevrelerin, son zamanlarda, sunabildikleri birbiriyle bağlantı iki argüman var: Nükleer silahların kullanılmasının kaçınılmaz olacağı böyle bir savaşın göze alınamayacağı, ve Trump gibi bir başkanın da bunun bilincinde olarak barışçıl bir politika vaat etmesi.
Önce şunu hatırlatmak isterim, 2.Dünya Savaşı da nükleer bir savaştı. ABD, hiç gereği yok iken, savaşın sonunda, daha çok SSCB’ye gözdağı vermek için Japonya’ya iki nükleer saldırı gerçekleştirmişti(1). Muhtemelen, eğer SSCB hidrojen bombasını üretmemiş olmasaydı, ona karşı da nükleer bir saldırı gerçekleştirilecekti.
Emperyalistlerin sadece şu son Ukrayna ve Suriye’de, Filistin’de yaptıklarına bakarak, hem geçmişte yaptıklarını hem de gelecekte yapabileceklerini daha iyi kavramak olanaklıdır.
Beşar Esad 2017’de, bir ABD haber kanalına verdiği mülakatta, ABD’de başkanların siyasal kararlarda belirleyici bir konumlarının olmadığını, başarılarının Amerikan devleti için ölçütünün Amerikan derin devletinin önlerine koyduğu politikaları uygulama kapasiteleri ya da performansları olduğunu söylüyordu. Yani Esad, ha Trump ha bir başkası fark etmez demek istiyordu. Bu arada Esad, “ABD derin devletinin müttefiki, müttefikleri yoktur. Olamaz. Onun sadece uyduları, maşaları, kuklaları vardır” diyerek, gayet önemli bir şey daha söylüyordu.
Trump, Kasım ayında seçimi kazanır kazanmaz, ABD derin devletinin hizmetindeki “çekirdekten yetişme” Biden onun kucağına, barışçı bir bir biçimde yaklaşacağını tekrar tekrar duyurduğu Ukrayna sorununu daha da tırmandıracak bombalar bıraktı.
Bilindiği gibi, bu tırmandırma hamlesi karşısında, Putin de, Oreshnik Füze sistemini Ukrayna üzerinde başarıyla deneyerek caydırma hamlesini gerçekleştirdi. Bu Oreshnik füzeleri sesten on kat hızlı, adeta bir meteroid etkisi yaparak hedefine çapıyor. Şu an itibarıyla, bu füzeyi hedefine ulaşmadan imha edebilecek bir füzesavar sistemi kimsenin elinde yok. Üstelik, konvansiyel silah kategorisinde de değil, nükleer savaş başlıkları da taşıyabiliyor.
Yani nükleer caydırıcılığın belli bir aşamada (Son Putin doktrinine göre Rusya’nın egemenliği bir askeri ittifak -NATO olarak okunmalıdır- tarafından hedef alındığında, tereddüt edilmeden taktik nükleer silahlar kullanılması seçenekler arasında olacaktır) işlevsiz kalabileceği artık telaffuz edilebiliyor.
Gelgelelim, beklenen savaşın patlak vermesini önleyecek ya da daha da öteleyecek bir eğilimin rakip güçler arasında güçlenmekte olduğunu iddia etmemizi meşrulaştıracak bir takım gelişmeler de oluyor.
Önce, Trump Ukrayna’da “acil ateşkes” çağrısında halen direniyor. Sonra, Rusya’nın konvansiyel olmayan çok etkili orta menzilli bir füzeyi ilk kez Ukrayna’da kullanması, ardından Suriye’nin feda edilmesi, rakip güçlerin, en azından bir süreliğine, kendi dar bölgesel etki alanlarına odaklanacakları izlenimini yaratıyor.
Trump, ülkesinin toparlanmak için bir süre kendi coğrafyasına çekilmesi anlamına gelen açıklamalar yapmıştı. Çin, zaten son ekonomik gelişmelere bakıldığında, bölgesine daha fazla odaklanmayı hedefliyor. Özellikle ÇKP Politbürosunun 15 yıldır kararlılıkla uyguladığı sıkı para politikasını gevşetme, faizleri düşürme kararlarıyla, iç pazarın, kamu harcamalarını da arttırarak canlandırılması gibi sonuçlar doğurması öngörülmektedir.
Öte yandan, Çin zaten kendi bölgesinde artık hemen hemen hegemonik bir güç haline gelmiştir. Sadece bölgesinin devasa ekonomik potansiyeli dahi Çin ekonomisinin, eski oranlarında olmasa da, büyümesini sürdürmesini temin edecek düzeydedir.
Bir de, BRICS var tabii. Bu yapı büyük ve reel bir ekonomik olanağa tekabül ediyor. Çok büyük bir parçası Asya’da konumlanmış (Trump bunu ekonomik araçlarla nasıl çalışamaz hale getirebilir? ).
Sonra, anti-hegemonyacı güçlerin başını çeken Çin ve Rusya (son Suriye olayı örneğinde olduğu gibi) jeo-politik bir mevzi yitirirken, aralarındaki ticareti, ve dünya ile ticaretlerini de tabii, ABD hegemonyasının reel kontrolü dışındaki çok daha ekonomik bir ulaşım yolu olan-Rusya ve Çin arasındaki deniz ulaşımı mesafesi yaklaşık 2 hafta kısalıyor- Arktik Denizi üzerinden, hiç mola vermeksizin, ilk kez hiç hız kesmeksizin gerçekleştirdiler. yani ticaret yolları söz konusu olduğunda kendilerine alternatif bir alan açtılar. Bu da çok önemli bir jeo-ekonomi-politik kazanımdır.
Rusya ve İran’ın Suriye’den çekilmeleri de içlerine daha fazla odaklanma eğilimlerinin bir işareti olarak görülmelidir. Şu an için görünüm, sanki Trump ABD’si ve rakipleri karşılıklı olarak stratejik bir denge halini kendi alanlarına çekilerek gerçekleştirmek istiyorlar. Eğer böyle bir durum gerçekleşirse, bunun ne kadar sürdürülebilir olduğunu tahmin edemeyiz tabii.
Bu açıdan bakıldığında, Rusya ve İran için çok önemli bir jeo-politik kayıp olarak görünse de, Suriye bu rekabet içinde sadece kaybedilmiş bir muharebe olarak görülmek gerekir. Bizim için elbette çok önemli sonuçları olacak gibi görünmektedir. Ancak ben genel tabloya, bu anti-hegemonya mücadelesinin asli taraflarının karşılıklı konumları açısından bakmaya çalışıyorum.
Daha çok mevziler, Suriyeler, kazanılıp kaybedilecektir(2). Belli mi olur, bir bakarsınız, Rusya, Akdeniz’de başka, çok daha önemli “Tartus’lar” bulmuş… (3)
Yalnız, şunu bileceğiz, emperyalizm varsa, savaşlar, dünya savaşları kaçınılmazdır. Altta yatan temel sorun, kapitalizmin aşırı üretim, azalan kâr oranları belasına yazgılı olmasıdır. Emperyalizm bu yazgıyı hızlandırmak gibi bir işlev görmektedir. Emperyalizm kapitalizmin en yüksek aşamasıdır demek, onun kötü kaderinin de artık en yüksek aşamasına erişmiş olduğu anlamına geliyor.
NOTLAR:
(1) Bir an için bu bombaları Stalin’in SSCB’sinin atmış olduğunu düşünelim. Emperyalist anti-komünist propaganda bunu nasıl kullanırdı? Söz konusu ABD olunca, herşeyi yapması mübah oluyor. Çünkü ne yaparsa, “insan hakları” ve “demokrasi”, “uluslararası toplum” için yapıyor. Sahte yalan belgelerle SSCB’nin Ukrayna’da, şurada burada kitlesel halde katlettiği insanlardan söz edenler, ABD’nin nükleer silahı ilk kullanan ülke olduğunun lafını bie etmiyorlar. Aynı şekilde, Gulag’da -R.Medvedev’e göre 60 milyon; Solzenitsin’e göre 110 milyon kişinin öldürülmüş olduğu yalanını yayanlar, halen ABD’nin Küba adasındaki Guantanamo esir kampında nelerin olup bittiğini, orasının nasıl cihatçı terörist eğitim merkezi olarak kullanıldığının sözünü dahi etmiyorlar.
Ha Gulag’a gelince (Gulag, zorunlu çalışma kamp ve kolonilerinden oluşan bir hapishaneler,daha doğrusu, bir cezalandırma sisteminin adıdır), şimdi Rusya’daki anti-Sovyet Putin yönetimi, Rusça wikipediada arşiv belgelerine dayanarak, yıl yıl mahkum ve ölü sayılarını yıllar önce yayınlamıştı. 1918-1960 yılları arasında ölen mahkumların sayısı yaklaşık 1,6 milyondur. Bunların kahir ekseriyeti adi mahkum ( mesela, 1951’de toplam mahkum nüfusu yaklaşık 2,6 milyon kadar, bunların 580 bine yakını politik mahkum) ve aklımda kaldığı kadarıyla, yarıya yakını Sovyet halklarının da kurbanı olduğu salgın hastalıklardan dolayı ölüyor. Mesela otuzlu yılların başındaki tifüs salgınında. Bir de tabii savaş koşullarının tüm Sovyet halkları için yarattığı beslenme sorunları vardı.
Bu arada, en az 15 ülkeden oluşan emperyalist koalisyonun yaklaşık yüz bin askerle müdahil olduğu iç savaşta öldürülen milyonlarca Sovyet yurttaşından, yine emperyalist 2.Dünya Savaşı’nda öldürülen 27 milyon Sovyet yurttaşından söz edilmez.
(2) Suriye’de bir “iç savaş” yoktu. Esad yönetimine karşı halk hiç bir zaman ayaklanmadı. Esad halkıyla savaşmadı. Türkiye’nin “liberalleşmiş” solcuları, komünistleri ısrarla, Batı liberal medyasının etkisi altında “iç savaş” demekte ısrar ediyorlar. Suriye’ye karşı emperyalist bir saldırı vardı. Madem “iç savaş” vardı, o savaşın arkasındaki halk nerede? Güya çoğu Esad yönetiminden kaçmış Türkiye’deki sığınmacılar dahi dönmüyorlar. Dönmeyecekler.
İkinci bir konu, Esad Suriyesi’nin diktatörlük olduğu. Elbette genel olarak her burjuva düzeni bir diktatörlüktür. Bu anlamda, Amerika, Fransa, Almanya, Rusya vs hepsi diktatörlük. Esad Suriyesi, Arap dünyasının en demokratik devletiydi. Hep söylüyorum, “demokratik”, “demokrasi” ye indirgenemez. Demokrasi, siyasal yapının, alanın demokratikleşmesi demektir. Demokratik olmak, halkın, kamunun ülkesinin yönetimi, ülkesinin kaderinin belirlenmesi konusunda, sınıfsal, etnik, dinsel, cinsel vb dışlanmalar söz konusu olmadan söz sahibi olabilmesidir. Egemenlik hakkını kullanabilmesidir. Bu manada, “cumhuriyet”, “laiklik” , “kadın hakları”, “işçi hakları”, “sosyal haklar” büyük demokratik adımlardır. Pekala, bir ülkede çok partili bir siyasal yapı olabilir, ama ülke bu demokratik haklardan mahrum da olabilir. Ya da demokratik haklar sadece kağıt üzerinde kalmış olabilir. Mesela, bugün Türkiye’nin geldiği yer burasıdır. Cumhuriyetle birlikte adım adım kazanılmış, demokratik haklar sürekli budanmaktadır.
Sonra, baba Esad devrinde sürekli olarak kadın hakları, laiklik gibi demokratik haklar alanında geliştirmeler yapılmak istendi. Bunlar her zaman İhvancı muhalefetin direnişleriyle karşılaştı. İşi, bölgedeki gerici Arap rejimlerinin ve İsrail ve değişmez müttefiki Türkiye’nin katkılarıyla şiddete kadar vardırdılar.
(3) ABD dışişleri bakanlığı adına politika üreten kuruluşlardan birisi olan Suriye Çalışma Grubu’nun eşbaşkanı Dana Stroul, 2019 yılında, yaptığı bir konuşmada, ülkesinin Suriye topraklarının üçte birini kontrol ettiğini, buradan çıkmayı düşünmediğini, kontrol ettikleri toprakların Suriye’nin kuzeydoğusunda yer alan ekonomik bakımdan en değerli coğrafyayı içerdiğini (Suriye’nin petrol ve en verimli tarım arazilerinin, su kaynaklarının olduğu bölge), Suriye’nin gerisinin zaten kendilerini ekonomik olarak ilgilendirmediğini açıkça söylüyordu. Ve ilave ediyordu: Esad yönetimine ekonomik değeri olmayan moloz yığınını bıraktık (Silinmemişse, halen o açıklamasının videosu youtube bulunabilir). Yani Esad yönetiminin ekonomik can damarlarını ABD ve o sahadaki maşası PYD-PKK kesmişlerdi. Esad, ülke ekonomisi yaptırımlarla, işgallerle felç edildiği için ayakta duramadı.
Cihatçılar Halep’e girdiklerinde, ilk yapılan iş, günde 2 saat elektrik verilen kente 24 saat elektrik vermeleri oldu. Bunu Türkiye temin etti. Propaganda amacıyla tabii. Halep halkı psikolojik olarak iyi şeylerin olacağına ikna edilmek istendi. Bunu da bir not olarak belirteyim.
Elbette, Irak’ta, Libya’da gördüğümüz gibi, ABD,İsrail,Türkiye ve sahadaki maşaları Suriye’de kurulu her şeyi yıkacaklar. Ülkenin zenginliklerini, varlıklarını yağmalayacaklar. Geride, birbirlerini boğazlamakla meşgul her geçen gün vahşileşecek bir güruh bıracaklar. Pek yakında!