Kim kazandı, kim kaybetti?

Suriye üzerine yapılan son tartışmalar, Suriye’deki bu gelişmeden kimin kazançlı, kimin zararlı çıktığı konusunda yoğunlaşıyor.

Öncelikle kaybeden net olarak bellidir: Suriye ve bölge halkları. Gerisi, şu ya da bu ülkenin kayıpları bu asıl kaybeden yanında önemsizdir.

Elbette emperyalist-kapitalizmin saldırganlığının, iniş-çıkışlarla da olsa, sürdüğü koşullarda, her “zafer” ya da her “yenilgi” kalıcı, ya da göründüğü şekliyle kalıcı olamaz. Mücadeleler alanından söz ediyoruz, nasıl dünün galipleri bugünün mağlupları olabiliyorsa, bugünün galipleri de yarının mağlupları olabiliyorlar.

Revizyonistler, oportünistler, genellikle sermaye sınıfının ya da emperyalizmin konjonktürel, geçici kazanımlarına dayanarak, marksizm-leninizmin, anti-emperyalizmin yenildiğini, artık ömrünü tamamladığını, veyahut “revize” edilmesi gerektiğini iddia ederler.

İşte, ekonomide göreli bir refah dönemine girilmişse, politik ve askeri olarak emperyalizm bazı geçici mevziler kazanmışsa, hemen devreye girip, diyalektik ve tarihsel materyalizmin bu gelişmeleri öngöremediği için yanlışlandığını, artık kapitalist gönencin insanlığın genelini kucakladığını, aşırı üretim krizleri iddiasının boşa düştüğünü, marksist değer kuramının kapitalizmin kat ettiği son gelişmelerle çeliştiğini, emperyalizmin askeri gücünün yenilemez olduğunu öne sürerler. Tabii bu durumda da, artık sınıf mücadeleleri, emek ve sermaye arasındaki politik savaşım ve ondan ayrı düşünülemeyecek anti-emperyalist mücadele anlamsız olmaktadır.

Şimdi de, “Suriye’nin düşmesi” teması etrafında benzer iddiaların gündeme getirildiğini görüyoruz, göreceğiz.

Elbette, bugün itibarıyla, bölgede ABD’nin, İsrail’in ve Türkiye’nin, sahada kontrol edebildikleri maşaları aracılığıyla elleri güçlenmiştir. Ancak, bu halin sürekli derinleşen bir kaos ortamında ne kadar sürebileceğini kestirmek güçtür. Ne olursa olsun, bu hakim görünen güçlerin farklı çıkarları, öncelikleri çatışmalara yol açacaktır. En önemlisi, bölgenin mevcut ve potansiyel anti-emperyalist direniş güçleri olup biteni kabullenmeyeceklerdir. Pek yakında, işlerin öyle “galipler”in iddia ettikleri gibi pürüzsüz yürümeyeceğine tanık olacağız.

Bu derinleşecek kaostan bütün bölge ülkelerini kat eden uzun süreli siyasal istikrarsızlık çıkacaktır. Bu kaostan ve istikrarsızlıktan bilindik yollarla, düzen içinde kalarak çıkmak olanaklı olmayacaktır.

O bakımdan, erkenden sevinmek veya üzülmek doğru değildir. Son gülenin kim olacağı önemlidir. Emekçi halklar mahkum edildikleri bu uzun ve genel gericilik dönemini aşmak ihtiyacını, bu son gelişmeler ve onları izleyecek daha beter olaylar karşısında siyasal bir tepki vermek zorunluluğunu yakıcı bir biçimde hissedeceklerdir.

Kimse kazandım, bitti bu iş, malı götüreceğiz diye sevinmesin. Sermayeci bir anlayışla, bu kadar farklı çıkarı temsil eden güçlerin birlikteliği çok uzun sürmeyecektir.

“Halklar”, “insan hakları”, “demokrasi” , “demokratik toplum”, “ulusların kaderlerini belirleme hakkı” vb kavramlar, sadece emperyalistlerin işlerini görürken kullanma ihtiyacı duydukları ideolojik malzemedir. Emperyalizm, kendi merkezleri dışında, ulusal olan her yapıyı yıkmaya çalışır. Bunu yaparken de, dinsel ideolojiyi, cihatçı terörünü kullanır. Dinselleştirerek, laiklik olmadan oluşturamayacağınız ulusal zemini ayağınızın altından çeker. Sizi dini, etnik-dini cemaatler olarak saflaştırır.

Türkiye’ye gelince, bugün itibariyle en uzun sınırını oluşturan Suriye’de, ABD kontrolündeki PYD-PKK; daha çok kendi kontrolünde olduğunu sandığı HTŞ ve tabii Suriye’nin kendisi için stratejik noktalarını ele geçirmiş İsrail ile komşu olmuştur. Ha bu arada, Suriye’nin çöl kısmında, ABD himayesinde varlığını sürdüren IŞİD’ı da ihmal etmeyelim. Suriye’nin kıyı bölgelerinde yaşayan heteredoks şiilerin Hizbullah’la bağlantıları da henüz kopartılamamıştır.

Bu çerçevede dikkat çekilmesi gereken bir başka mesele de, bölgedeki sınırların giderek daha belirgin şekilde belirsizleşeceğidir. Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün, Türkiye sınırları üzerinde kontrol giderek olanaksızlaşacaktır. Bu da mevcut istikrarsızlığı daha da derinleştirmek gibi bir rol oynayacaktır.

Bugün Türkiye’den Suriye’ye ters bir göç olacağı beklentisi vardır. Gerçekçi görünmüyor. Gidenler olabilir, vardır da, ancak, çok daha kalabalıklaşmış olarak geri gelmeleri kaçınılmaz görünmektedir.

Hani derler ya, “durmuş saat bile günde bir kez doğru zamanı gösterirmiş”, Tayyip Erdoğan da demagojik olarak, öyle (Erdoğan tipi popülist liderlerin genel olarak sık yaptıkları gibi) düşünmeden ağızdan çıkarılan laf anlamında, “İsrail bize saldırabilir” öngörüsü (!) birlikte Suriye’ye saldırmalarıyla gerçekleşmiş görünüyor. Çünkü İsrail’in Suriye’ye saldırması gerçekte Türkiye’ye de saldırması anlamına geliyor.

Erdoğan için de, Netanyahu için de bu durum sürdürülebilir değildir (1)

NOTLAR:

1) Şimdilerde bir çok yorumcu Erdoğan’ın yeni bir seçim zaferine hazırlandığını iddia ediyor. “Suriye fatihi” olmak Erdoğan’a yeni bir seçim zaferi getiremez. Vaktiyle, Ecevit de “Kıbrıs fatihi” olmuştu. Girdiği erken seçimi kaybetti. Ya da beklediği gibi, partisi tek başına iktidar olamadı. Tersine, ülkede derin bir siyasal kriz başgösterdi.

Öte yandan, Erdoğan’ın seçim kazanmak için Suriye’ye ihtiyacı yok ki. CHP, ve muhtemelen tekrar, DEM parti var.