Suriye feda edilirse ne olur?

Daha en erken Suriye yazılarında, Esad yönetiminin Suriye’de sadece kendi ülkesi için değil, Filistin, Lübnan, Türkiye, Irak ve İran için de direnmekte olduğunu belirtmiştim.

Buna göre, onun kaybetmesi, bu adı geçen ülkelerin de kaybetmesi anlamına gelecektir. Böylece, Anglo-Amerikanlar bir kez daha ellerinde cetvelle sahaya inme olanağına kavuşacaklardır. Bu arada, bölgedeki süreğen kaosun boyutları daha da genişletilecek, istikrarsızlık olağanlaştırılacaktır.

Esad yönetimi, şu ya da bu biçimde, teslim alınırsa, önce Hizbullah ve Hamas’ın defteri dürülecek, Irak’taki kaos hali daha da derinleştirilecek, petrol monarşilerine, özellikle S.Arabistan’a yeni bir ayar verilecektir.

İran’da, muhtemelen, kansız bir rejim değişikliği gerçekleşecek, Türkiye’de de, herhalde, artık karizması çizilmiş Erdoğan gidip, İmamoğlu, ya da benzeri bir figür, Erdoğan’sız AKP rejiminin yeni Erdoğan’ı olacaktır.

İrak’tan sonra İran, Türkiye, Suriye’de de Kürt coğrafyaları siyasal özerklik kazanma olanaklarına kavuşacaklardır. Bir ihtimal, Hatay’ın statüsü de yeniden tartışmaya açılacaktır.

NATO’nun kurulması, AB’nin temellerinin atılmasıyla, soğuk savaş yeni bir aşamaya evrilmişti. Müttefiklerini denetleyebilmek için NATO müttefik ülkelerin devlet yapılarının derinliklerine yerleştirildi. Onların “devlet aklı” haline geldi. Bölgemizdeki ulusal-egemen yapıları kontrol edebilmek için de, gerektiğinde kullanmak amacıyla, etnik ve dinsel faylara yatırım yaptı.

Sovyet bloğunun çökertilmesinden sonra BOP adı altında başlatılan saldırı stratejisi, bölgemizde iki siyasal yapıyı, etnik Kürtçülüğü ve sünni İslamcılığı (Türkiye söz konusu olduğunda, bunu Türkçü-sünni İslamcı olarak okumak gerekir) solvent işlevi görecek surette daha fazla kullanmaya başladı.

Müslüman Kardeşler örgütü, kurulduktan bir süre sonra Britanya emperyalizminin himayesine girdi. Bu durum bugün de sürüyor. Türkiye, NATO’ya girdikten sonra, özellikle de, 27 Mayıs darbesinden sonra bu örgütü sürekli olarak gözetti. Her askeri darbeyle birlikte Türkiye hem M.Kardeşler örgütünü daha fazla kolladı, hem de Türkiye’yi M.Kardeşler siyasal-ideolojik modeline göre yeniden biçimlendirmek için efor sarfetti.

İran ve Afganistan’daki devrimlerden sonra gerçekleşen 12 Eylül darbesini bir Müslüman Kardeşler darbesi olarak da görmek mümkündür. Nitekim, o yıllarda, Türkiye üzerinden Suriye’deki laik, cumhuriyetçi anti-M.Kardeşler yönetimine karşı komplolar hazırlandı. Uygulamaya kondu. Suriye üzerine erken yazılarda bundan söz etmiştim. İstanbul, M.Kardeşler’in siyasal karargâhı haline getirildi.

Hafız Esad bunun üzerine, PKK, Dev-Sol, TKEP gibi örgütlere kapılarını açmıştı. Bunları bilelim. Elbette, Türkiye bunu ABD ve İsrail gibi müttefiklerinin talebi üzerinde yapıyordu. Yani ülkemizdeki bu İhvan hikayesi, bugün ya da AKP devrinde zuhur etmiş değil. Soğuk savaşın başlarına kadar giden bir geçmişi var. Tıpkı AKP rejiminin kendisi gibi.

Tabii, bugün için Anglo-Amerikan emperyalizminin kazanacağı mevziler ne olursa olsun, kalıcı ya da uzun süreli olamayacaktır. Hegemonya kavgası şiddetlenmektedir.

Bu kavga, esas olarak, kapitalist güçler, emperyalistler ve emperyalistleşme ihtiyacının baskısı altındaki devletler arasındadır.

Şimdi, Çin’in kapitalist restorasyon sonrasında, emperyalistlerin himayesinde gerçekleştirdiği “ileri doğru büyük atılım” la birlikte, Çin dışındaki Maocu siyaset ikiye bölündü. Bölünmenin bir tarafında, “kültür devrimi” maoculuğuna sadık kalanlar, Çin’in Maoizme ihanet edip, kapitalist bir yola girdiğini iddia ederek farklı siyasal mecralara yöneldiler. Diğer taraf, Çin’deki yönetimle uzlaşarak, Çin’in Maocu çizgisinden sapmadığını, tersine Maoizm siyasal yöntemini, Mao’nun kendisinden bile daha başarılı bir biçimde uygularak sosyalizm kuruculuğunda mesafe kat ettiğini iddia ettiler (Mesela, bunların en yetkin figürlerinden birisi, aklımda yanlış kalmamışsa, 1964’te, Togliatti’nin ölümünden sonra İKP’den, Maocu İtalyan partisine geçen, çok kıymetli çalışmalara imza atmış olan D.Losurdo’dur)

“Sosyalizm kuruculuğu” hikayesi bir yana bırakılmak koşuluyla, bu ikinci çizgi, Maoizmi kavramak bakımından birincisinden çok daha başarılı, ve tabii haklıydı. Daha önceki yazılarda değinmiştim. Burada tekrar ayrıntılara girmeyeceğim. Yalnız, şunu bir kez daha hatırlatmakla yetineceğim: Maoist siyasal yöntemin bütün şifrelerinin anahtarı, “önemli olan kedinin rengi değil, ciğeri tutmasıdır” vecizesidir.

Tekrar olsun, Maoizm marksist-leninist değil, maocudur. Marksizm-leninizm ihtiyaç duyulduğu zamanda, ihtiyaç duyulduğu kadar onun ideolojik formasyonunda etkinleştirilmiştir.

Burada sorun şu, Çin’in ekonomik yükselişiye birlikte bu yükselmenin dayattığı ekonomi-politik ihtiyaçlar nedeniyle, ABD hegemonyasına karşı çıkması, Çin’in “sosyalist” olduğu iddiasını desteklemek için kullanılmaktadır (Losurdo’nun ölümünden biraz önce yazdığı iki makale ve mülâkatları, söyleşileri bu çabanın en yetkin örnekleri arasındadır). Artık ABD hegemonyasına karşı, Çin başı çeken esas muhalif odak ya da rakip güç olarak, anti-emperyalist, sosyalist bir güç olarak sunulmaktadır.

Bu konuma, yine Maoist siyasal anlayışla yakın ilişki içinde (“üç dünya teorisi”) oluşmuş 3.Dünyacı siyasal anlayışlar da eklemlenmişler, sonuç olarak, marksizm-leninizm, 3.Dünyacılık ve Kültür Devrimi sonrası Maoculuğuyla ( yani bugünkü Çin’in siyasal metoduyla) bütünleşmiş bir siyasal yöntem olarak görülmeye başlanmıştır. Halen bu siyasal anlayışın, marksizm-leninizmi bu biçimde sunma anlayışı, sosyalist çevrelerde güç kazanmaktadır. Marksizm-leninizmin bu kendisini çarpıtan anlayış karşısında savunulması zarurettir.

Biliyoruz, Maocu yöntemin önemli karakteristiklerinden birisi, bir yanılsama ve haklı çıkarma bağlamında, ideolojiye aşırı abanmasıdır.

Şimdi aklıma geldi, Türkiye’de, demin değindiğim 3.Dünyacı anlayışın önemli bir versiyonu, özellikle Doğan Avcıoğlu ve müritleri tarafından parlatılmış olan kemalizm anlayışıdır. Türkiye’deki marksist solcuların zihninin bulandırılmasında ve bölünmesinde önemli bir rol oynamıştır. Bir çok vakada görüldüğü gibi, onların marksist-leninist düşünme sistematiğinden, yönteminden kopmasına yol açmıştır. Sosyalist TİP’e karşı muhalefetinin devlet içindeki “zinde güçler” gölgesi altında yürütülmüş olduğundan da kuşku duymamak gerekir.

Onun bazı kerameti kendinden menkul tilmizlerinin çıkıp, bilgiçle “kemalizmden daha geriye gidemeyiz” ya da “kemalizmin gerisine düşemeyiz” tekerlemelerini reddetmeliyiz. Zaten onu dile getiren profesör de, hiç bir zaman ciddi olarak o kemalizmin ilerisine gitmemişti.

Yıllar önce bir kaç kez tekrar etmiş olmalıyım, Ekim Devrimi düştü, ardından 1793 de düştü. 1793, ancak daha ileri mevzilerden savunulabilirdi. O mevziler, Ekim Devrimi ve onun önlerini açtığı mevzilerdi. Eğer meram cumhuriyetin demokratik kazanımlarını korumak, geliştirmek ise bunun ancak sosyalizm koşullarında yapılabilir olduğunu şimdiye kadar kavramak gerekirdi. Nitekim, 1917 düşürülünce, 1923 de düştü.

Yok, hattı ileride, sosyalizmde kuracağız. Arkamızı ancak öyle sağlama alabiliriz.