CHP sadece Cumhuriyet’in kurucu partisi olarak görülemez. CHP, Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne, yani Cumhuriyet’in çöküşüne kadar, ülkemizin kat ettiği bütün kritik etaplarda belirleyici bir rol oynamıştır.
1946’daki “çok partili” döneme geçişte; 27 Mayıs’taki “balans ayarı”nda; 12 Mart sayesinde “ortanın solu” nun, “aşırı” solu kontrol etmek bakımından işlevselleştirilmesinde; 12 Eylül öncesinde, sol “umudun tükenişi” nde; 2-3 parça halinde dönüşerek neo-liberal 12 Eylül düzeninin süreğenleştirilmesinde; 28 Şubat sonrası Ecevit’li geçiş sürecinin başlatılıp, sona erdirilmesinde; ve sonrasında otokrat AKP rejiminin inşasında hep CHP’nin belirleyici siyasal müdahaleleri var.
Özcesi, CHP’nin rolünü dikkate almadan ülkedeki düzenin tarihsel hallerini kavrayamayız.
CHP, 1946’daki geçiş süreci (Demokrat Parti’yi iktidar için hazırlama dönemi de denebilir) sonrasında, kendisi için bir “muhalefet” partisi rolünü uygun görmüştü (Bu zorunlu tercihte dış dinamiğinin rolü üzerinde durmayacağım).
27 Mayıs darbesini izleyen kısa ömürlü İnönü hükümetleri, Bayar’sız, Menderes’siz DP hükümetleriydi. Ayar verilmiş haliyle yeni DP, AP tabelası altında hazırlanana kadar, İnönü işleri idare etmişti. 70’li yıllardaki yine kısa ömürlü Ecevit hükümetleri dünya çapında sürekli itibarı artan sol siyaset ve ideolojiyi itibarsızlaştırma misyonunu üstlenmişlerdi. 28 Şubat sonrası yine bir geçiş dönemi, yine Ecevit…
CHP, “çok partili” denilen düzenin “devlet aklı” nı temsil eden, devletin “ayar verici” muhalefeti rolünü üstlenmiştir. Bugün ortada o eski Cumhuriyet devletinden pek bir şey kalmasa da, halen inşasında ve tahkim edilmesinde eşsiz katkılarda bulunduğu yeni devlete sadakâtle hizmetini sürdürmektedir.
Emperyalist BOP’un ihtiyaçlarından doğmuş AKP rejiminin inşası ve tahkimi sürecinde geçirdiği dönüşümler, bu arada kadro değişiklikleri de tabii, söz konusu sürecin sağlıklı bir biçimde işlemesi içindi. Tıpkı bayrak yarışlarında olduğu gibi, malum, yeni etaplara yeni atletlerle girilir.
Kısacası, AKP rejiminin yerleşmesine ya da devletleşmesine koşut olarak CHP de bu sürecin selameti açısından gereğini yerine getirmiştir. Getirmeye de devam etmektedir. Bu bakımdan, mevcut siyasal düzenin iki kurucu aktörünün birisi AKP ise diğeri CHP’dir.
Dahası, AKP ne denli fütursuzlaşma ihtiyacı duymuşsa, CHP liderlikleri de, uyum sağlamak için, o ölçüde fütursuzlaşmıştır.
Bilindiği gibi, iktidar olmak ve hükümet olmak farklı anlamlara sahiptirler. İktidar olmak, kendi muhalefetinizi yaratıp, kontrol etmekle olanaklı olabiliyor. Yani “rakip” ilan ettiklerinizin siyasal davranışlarını etkileme gücünüz yoksa iktidar değilsiniz.
Kılıçdaroğlu’nun liderliği, başka faktörlerin yanı sıra, esas olarak, rejimin kendisi için ciddi bir tehlike gibi gördüğü (sonradan daha geniş ve daha kararlı ifadesini Gezi direnişinde bulacak olan) “bayrak mitingleri” protestosundan sonra o mitinglere katılan kitleler üzerinde kontrol sağlama ihtiyacından doğmuştu.
Baykal bilindik CHP kitlesi üzerindeki (zaten hayli zayıf olan) güvenirliğini, inandırıcılığını tamamen yitirmişti. Yerine rejimin bir komplosuyla Cemaat’in kefil olduğu, Soros Vakfı kurucu üyesi Kılıçdaroğlu atandı.
BOP’un, bölgemizde, “Arap baharı” dalgasıyla yeni bir saldırı aşamasına geçtiği koşullarda, AKP, elbette BOP’un isterleri doğrultusunda, “eski rejimi” tamamen yıkmak için yeni siyasal hamleler yapmalıydı. Kılıçdaroğlu, “muhalefet” olarak AKP’in hamleleriyle uygun adım yürünmesini sağlayacaktı. Bu rolünü hakkını vererek yerine getirdi.
Kılıçdaroğlu CHP’si, emperyalizmin ve rejimin ihtiyaçları doğrultusunda ne gerekiyorsa yaptı. İktidarın izlediği neo-liberal ekonomi politikasının onun için de alternatifi yoktu. Laiklik “özgürlükçü” değil, baskıcıydı. Selefi emperyalist tezkereyi (henüz partisi gerekli dönüşümü geçirip, hazırlanmamış olduğu için- aynısı bir ölçüde o günkü AKP için de geçerliydi) “hayır” demek zorunda kalmıştı. Halef, bütün benzer tezkerelere “evet” diyecekti.
Ülkede çok bariz bir şekilde doğru dürüst seçim yapılmadığı, “atı alanın Üsküdar’ı geçtiği” durumda, “çatışma ortamı yaratmayalım” diyerek iktidara yönelik tepkiler karşısında paratoner işlevi görüyor, iktidar partisinin kurumları, kuralları yok sayan baskıcı politikaları karşısında hiç bir somut alternatif politika geliştirmiyor, dokunulmazlıkların kaldırılıp, kayyım yönteminin yaygınlaştırılmasına gerektiğinde el kaldırarak, gerektiğinde susarak onay veriyor. Muhalif kitlelerin artan gaz basıncının hafifletilmesi için supap işlevi görüyor.
Son cumhurbaşkanlığı seçiminin göz göre göre kaybedilmesini, hem seçimin öncesindeki hem sonrasındaki davranışlarıyla temin ediyor. Bu adam devleti için daha ne yapsın? Vicdan sahibi olan herkes onun gerçekten haksızlığa maruz kaldığını kabul edecektir.
Ha az kalsın unutuyordum, amiyane tabirle, bir başka kıyağı da, Özel gibi, gerçekten çok “özel” bir halef yetiştirmiş olmasıdır.
Şimdilerde, popülist kasaba politikacıları için “aldatıldım” mazereti arkasına sığınmak pek revaçta. Siyasal bir figür yanlış kararlar alabilir, hatalı tercihlerde bulunabilir. Siyaseten bedelini ödeyeceğini söyler, veya yeterli deneyiminin olmadığını kabul eder. Yani hesabı kendisine keser. Kenara çekilmesi, siyasetten çekilmesi anlamına gelmeyebilir. Bunlar anlaşılabilir. Ancak, bir siyasetçi çıkıp, ülkesi için yaşamsal önemi haiz karar veya tercihleri konusunda aldatıldığını iddia ediyorsa, ondan siyasal yaşamını sona erdirmesi beklenir. Aldatılmış olan dönmemek üzere gider. Gitmelidir.
Bir retrospektifle partinin liderlerine bakalım : Atatürk, İnönü, Ecevit, Baykal, Kılıçdaroğlu ve Özel, bu adamların kaliteleri aslında Cumhuriyet’in kalitatif açıdan izlediği seyrin de ifadesi değil mi? Emperyalizme entegrasyon düzeyinin artmasıyla ters orantılı olarak giderek düşen bir kalite…
Bu arada tabii, bu son üç lider figürü “kasaba politikacısı” betimlemesine tamamen uyuyor. Kılıçdaroğlu bu kadar hizmet ettiği rejimin şimdi kendisini bir kenara atmış olmasını, o kasaba kültürünün ağır etkisi altında, kabullenemiyor. Bu muameleyi hak etmediğine inanıyor. O da tıpkı Tayyip Erdoğan gibi, ölene kadar makamını işgal etmesi gerektiğini düşünüyor.
Malum, bu memlekette meşruiyetini yitiren siyasal figürler, birçok durumda görüldüğü gibi, sol vicdana hitap edip, ona sığınmak isterler. Kılıçdaroğlu da aynısını yapıyor. “Denizler, Yusuflar, Hüseyinler” üfürüyor. Eskilerin tabiriyle, “hem nalına hem mıhına” . Sağ, sol, devrimci, ülkücü, laik, islamcı, alevi, sünni… Kim varsa kapsama alanında. Eh, “helalleşme” şiarına sarılan birinden daha farklı bir şey beklenemez. Popülist söylem de böyle bir şeydir zaten. Suyla ateşi bile aynı kaba koymak mümkün olabiliyor. Laf olsun torba dolsun!
Hatırlarsanız, partisinin başına atanmadan önce de, hem Seyit Rıza hem Atatürk diyordu. Şimdi bu noktada aklıma geldi. Alevi oldukları izlenimi veren kimi yazarlar, haklı olarak bugünkü rejimin Sünni mezhepçiliğine tepki gösteriyorlar. Ancak bu tepkinin kanalize edileceği mecra başka bir mezhepçi hat olmamalıdır. İyi, ilerici din olmaz. Dolayısıyla dinciliğin, mezhepçiliğin her türlüsü kötüdür. Ortaçağa, feodal kültüre aittir.
Seyit Rıza, tıpkı Şeyh Said gibi, eski feodal rejime geri dönülmesini talep eden laik Cumhuriyet’e geri bir tarihsel siyasal konumdan saldıran figürdü. Said gibi, o da gericiydi yani. Birinin Alevi diğerinin Sünni olması bu gerçeği değiştirmemelidir. Olmaz! Onlar etrafında biçimlenen isyanları bastırma biçimi farklı bir konudur.
Fransız Devrimi katolik Vendee Ayaklanması’nı çok kanlı bir biçimde bastırmıştı. Çoluk çocuk, kuru ve yaş, çok büyük bir katliam yapıldı. Ancak, liberal muhafazakâr Victor Hugo’nun da o muhteşem 1793’ünde kabul ettiği gibi, devrim için kaçınılmazdı. Hem Devrim hem Vendee olmaz. Ya biri ya diğeri!
“Valla ben Kılıçdaroğlu hayranı değilim ama” diye başlayan cümleler kurmak ilericilere, hele devrimci olduklarını söyleyenlerin ağzına hiç yakışmıyor. Kılıçdaroğlu yanlış bir adam. İlerici değil. Entelektüel olarak da, ne liberal Cumhuriyet kültüründen, yani “Atatürkçülük’ten, ne de sol kültürden nasibini almış. Dahası, hayli geri kalmış birisi (Seçim kampanyası sırasında laik cumhuriyetin kurucusu olan partinin lideri olarak çıkıp, gerekçesi ne tür bir kışkırtma olursa olsun, “evet, ben Aleviyim” demesi, en başta, Alevilere saygısızlık, hatta hakarettir. Olumsuz anlamda, tarihimizde başka bir örneği yoktur) .
“Kıbrıs, Ege gidecek” se kendisi de baş sorumlularındandır. Onun bu rejimin ya da siyasal düzenin oturtulmasında eşsiz katkılarının olduğunu görmemek, veyahut görüp de önemsememek onunla aynı saflara düşmek demektir. Amasız, fakatsız!
Kimsenin adaletsizliğe maruz bırakılmasını istemeyiz. Bu ayrı bir konu. Ama buradan hareketle onun siyaseten ihya edilmesini de kabul edemeyiz. Kaldı ki, bugün tekrar eski konumunu iade etseniz, geçmişte yaptıklarını yapmaya devam edecektir. Hiç şüpheniz olmasın!
Devleti, onu ihtiyaç duyduğu sürece, elbette onun da rızasıyla, kullanmış, son kullanma tarihi dolduğunda, her yerde ve hep yapıldığı gibi, bir kenara atmıştır. (Şimdiki genel başkan için de aynı süreç işleyecek. Onu MİT de kurtaramayacak)
Kılıçdaroğlu şimdiki eylemleri ve söylemleriyle bir zaman seve seve hizmet ettiği düzen karşısında haddini bilmez “nankör” konumundadır. Kılıçdaroğlu da devleti kendisine ihanet etmekle suçlamaktadır. Ancak, bu onun, hizmet ettiği devletiyle arasında, kişisel sorunudur.
İlerici, devrimcilerin en büyük hatası, ilericilik adına tarihsel misyonunu çoktan tamamlamış bir partiden halen medet ummaktır. Oysa, onlar için çözümü ivdelik arz eden sorun, bu rejim karşısında gerçekten muhalif, yani devrimci sosyalist siyasal bir alan açmaktır.
Siyasal ve ideolojik olarak CHP’den, “amasız, fakatsız”, kopmadan bu alan açılamaz.