Amerikalı pragmatist, liberal felsefeci Richard Rorty ‘nin (1931-2007), 1997’de, bir Amerikan üniversitesinde verdiği üç dersi içeren, 1998’de yayınlanmış Achieving Our Country, Leftist Thought in Twentieth-Century America, Harvard University Press (Ülkemizi Kazanmak, 20.yy Amerikası’nda Sol Düşünce ) adlı kitabı, yayınlandığı sıralarda pek ilgi görmemiş, sonra da unutulmuştu.
Rorty, ebeveynin Amerikan Komünist Partisi üyesi olduğu bir ailede dünyaya geliyor. Aile sonradan Trotskist oluyor. Hatta anılarında, ölene kadar kendisini en çok etkileyen düşünür olan John Dewey’nin Moskova Mahkemeleri tarafından mahkum edilen Trotski’yi aklamak için Batı’da, Dewey tarafından kurulan komisyonun verdiği hüküm sonrasında yazmış olduğu, Trotski Davası, Hüküm: Suçsuzdur! adlı kitabın evlerinde İncil gibi bir muamele gördüğünü anlatır (1)
Rorty yıllar içinde sert bir anti-marksist ve anti-komünist oluyor. Ancak yine de, Demokrat Parti’de ifadesini bulan, her türlü marksist, komünist kavram ve imadan arındırılmış “reformist sol” bir siyasal çizgiyi savunuyor (O kadar öyle ki, marksizmi, komünizmi çağrıştıran, örnekse, “ideoloji”, “metalaşma” vb kavramların solun dilinden atılmasını istiyor) Yani kuşağının diğer çok sayıda entelektüeli gibi yeni-muhafazakârlığa savrulmuyor.
Kitapta özetle, Amerika’da 20.yy’da kronolojik olarak iki farklı sol anlayışın egemen olduğunu söylüyor. Yüzyıl başından 60’lı yılların ortasına kadar egemen olan reformist veya politik sol ve o tarihten günümüze kadar etkili olan kültürel sol.
Rorty’e göre, bu iki farklı sol anlayışı ayıran ilkesel konumları değil, izledikleri taktiklerdir. Ancak, bu taktiksel farklılıkların büyük sonuçlar doğurmuş olduğunu da vurgular.
Reformist soldan anladığı, anayasal demokrasi içinde kalarak, zayıfı güçlü karşısında korumak siyasetidir. Reformist sol sisteme, anayasal demokratik düzene inanır, ve onu yıkarak değil, içinden iyileştirmeye çalışır.
Nitekim, her zaman politik pratiğe öncelik vererek, yani hep politikanın içinde kalarak modern refah devletinin temellerini onlar atmışlardır. Rorty, bu sol hareketin kesinlikle devrimci bir çağrısının olmadığını sıkça vurguluyor. Bununla birlikte bu hareketin adeta bir çatı örgütü görünüme sahip olarak merkezci Demokratlardan komünistlere kadar bir çok kişi ve grubu içerdiğini belirtir. Fakat hepsinin orada bulunmasının nedeni mevcut sistemi yıkmak değil, zayıflar lehine iyileştirmektir.
Bu doğrultuda, reformist solcuların Roosevelt, Truman, Kennedy ve Johnson dönemlerindeki hükümetlerin sosyal reformist programlarına hem oluşturulmaları hem de uygulanmaları sırasında etkin destek verdiklerini de hatırlatıyor.
Rorty’e göre bu anlayışın en takdire değer yanı, sol ve sağ arasındaki temel ayrımın, devletin toplumsal işlevlerine bakıştan kaynaklandığını çok doğru olarak saptamış olmasıydı. Reformistlere göre devlet ahlaken sosyal bir role sahip olmalı, zenginliğin dağıtımında zayıfları kollamalıydı. Sağ ise devletin böyle bir işlevinin olmasını kabul etmiyordu.
Reformist sol, kardeşlik ve ulusal dayanışma retoriğini, bireyi fetişleştiren, bencilliği bir erdem gibi gören bireysel haklar retoriğine karşı çıkarıyordu. Böylece yurttaşların kendilerini kuşaklararası süreklilik hareketinin katılımcıları olarak algılamalarını sağlamaya çalışıyordu. Birbileri için fedakârlık yapmaya hazır yurttaşlık bilincinin Amerika’ya en yakışan toplumsal ahlak anlayışı olacağını, bunun da ancak bu sol düşünceyle mümkün olabileceğini geniş toplumsal kesimlere, ikna edici biçimde anlatmayı başarmışlardı.
Rorty’nin reformist solu, tekrar olsun, toplumsal eşitsizliklerin anayasal demokratik kurumlar kullanılarak giderilebileceğini öngörüyor. Ancak, bunu temin edebilmek için de bu kurumlar üzerinde kontrol kurmanın, bunun için de pratik siyasete etkin olarak dahil olmanın gerekliliğini vurguluyordu. Yani sadece iktidara, halka hakikati anlatmak yetmez, iktidar olmak gerekir anlayışındaydı.
İktidar olmak için sizinle aynı demokratik ilkeleri paylaşmayan grupları ikna etmeniz ve bu yolla onlarla ittifaklar, koalisyonlar kurmanız gerekebiliyordu. Yani ilkelerinizden yer yer ödünler verebiliyordunuz. Söz konusu solun bunda da çok başarılı olduğunu söyleyen Rorty, Amerika’nın büyük günahlarının en önemli kaynağının da bu siyasal gereklilik olduğunu vurguluyor. Mesela Roosevelt’in New Deal ittifakıyla ilerici sosyal ve sendikal haklar elde edilmişti. Ancak, ırk ayrımcılığı konusunda hiç bir girişimde bulunulmamıştı. Irk ayrımcılığı siyaseti eskisi gibi (onun tabiriyle, “utanç verici biçimde”) savunulmaya devam etmişti.
Rorty’e göre, bu pragmatizm ruhu Amerikan solunu 1960’lara kadar bir arada tuttu. Odak noktası, seçimleri kazanarak ve ulusal gurura hitap ederek Amerikalıların maddi koşullarını iyileştirmekti. Ekonomik adalet, sosyal adaletin öncüsü olarak görülüyordu. Eğer sistem herkes için çalışır hale getirilebilirse, daha fazla insanı yoksulluktan kurtarabilirseniz, sosyo-kültürel ilerleme de doğal olarak gerçekleşecekti (Kitabın, reformist solu ele alan 40-71 sayfaları arasındaki bölümünün özeti bu) (2).
Kitabın ikinci bölümünde Rorty, bu kez, “kültürel sol” dan söz ediyor.
Öncelikle, reformist solun etkili olduğu dönemde çok önemli işleri başarmış olduğunu belirtiyor. Ancak, bütün bu başarılı işlerde kazançlı çıkanların her zaman ülkedeki beyaz erkekler olduğunu da ilave ediyor. Mesela, bu beyaz erkeklerin kadınların oy hakkını tanıdıklarını, ama ondan sonra kırk yıl boyunca kadınları bir daha hatırlamadıklarını, yani onlar için kayda değer kazanımlar sağlamadıklarını vurguluyor.
Yine mesela, ülkenin güney eyaletlerindeki beyaz seçmenleri yabancılaştırmamak için Demokrat Parti’nin, örneğin Roosevelt devrinde ırksal baskıları, önyargıları azaltmak için pek bir şey yapmadığını söylüyor. Altmış küsur yıllık dönem boyunca sürekli güçlenen sendikaların reformist solcu liderlerinin de farklı davranmadıklarını hatırlatıyor.
Kadınların ve siyahilerin maruz kaldıkları sadistçe davranışlar karşısında ciddi bir tavır alınmamasının nedeninin, reformist solun onları ekonomik adaletsizliğin yan ürünü olarak görmesi olduğunu iddia ediyor. Yani ekonomik adaleti, sosyal adaletin habercisi olarak görmelerinden kaynaklandığını söylüyor. Buna göre 60-öncesi sol, sadece ekonomik eşitsizlik, bireyci bencillik azaldıkça, sosyal güvenlik ağının kapsamı genişledikçe bu tür sadistçe davranış ve önyargıların yavaş yavaş ortadan kalkacağına inanıyordu.
Ancak, Rorty’e göre, bu aynı sol 60’ların ortalarına doğru ekonomik determinizmin sorunları basite indirgemek anlamına geldiğini fark etti. Söz konusu sadistçe davranışların ekonomiden daha derin köklerinin olduğunu görmeye başladı.
Rorty, solun yeni yörüngesinin belirlenmesinde Vietnam Savaşı’nın belirleyici bir konumunun olduğunu söyler. Savaş, tüm sisteme, hatta Amerika’ya yönelik bir suçlamanın nedeni olmuştur. Bu yüzden, anti-komünist Soğuk Savaş, solcu aktivistler için merkezi bir fay hattı haline gelmiştir..
Büyük ölçüde öğrencilerden oluşan yeni sol, Demokratlar, sendika işçileri ve teknokratlar da dahil olmak üzere komünizme karşı çıkan herkesi düşman olarak görüyordu.Amerika giderek daha fazla başarısız bir vaat, kurtarılması mümkün olmayan kötü niyetli bir imparatorluk olarak görülüyordu. Böyle bir bağlamda reformist siyasetin ne faydası olabilirdi? Rorty, o zaman ki genç kuşakların başını çektiği isyancıların şöyle bir mantık yürüttüklerini düşünüyor:
“Eğer (size söylendiği gibi şeytani bir imparatorlukla -yani SSCB ile- savaşan bir demokrasi yerine) şeytani bir imparatorlukta yaşıyorsanız, o zaman ülkenize karşı hiçbir sorumluluğunuz kalmaz; yalnızca insanlığa karşı sorumlu olursunuz. Eğer hükümetinizin ve öğretmenlerinizin söyledikleri aynı Orwellci monologun parçasıysa, eğer Harvard Üniversitesi ile askeri-endüstriyel kompleks arasındaki ya da Lyndon Johnson ile Barry Goldwater (ABD’nin 1964’teki aşırı sağcı, kimilerine göre faşist Cumhuriyetçi başkan adayı) arasındaki farklar ihmal edilebilir düzeydeyse, o zaman bir devrim gerçekleştirme sorumluluğunuz var demektir. ” (sayfa 66).
Rorty’e göre, bu duygu ve düşüncelerin yanlış olduğu söylenemezdi; Amerika, ülkenin büyük bir kısmı için gerçekten başarısız bir vaatti. Irksal ayrımcılık bir toplum mühendisliği tasarımıydı. Vietnam’daki savaş insanlık dışı bir yalandı. Amerikan toplumunun yapısında derinden rahatsız edici bir şeyler vardı.
Rorty bunların hiçbirine itiraz etmiyor. Onun bakış açısına göre sorun, pragmatik reformun tamamen reddedilmesiydi. Böylece, Amerika’da kurtarılabilecek hiçbir şeyin, düzeltilebilecek hiçbir kurumun, çıkarmaya değer hiçbir yasanın olmadığı inancı, geleneksel reformist sol siyasetin tamamen terk edilmesine yol açtı. Artık politik-pratik bir çaba olarak ikna etmenin yerini kendini ifade etme; reformun yerini de suçlama almıştı.
Uzatmayalım, Rorty ekonomiden “farklılık siyasetine”, “kimlik”e ya da “tanınmaya” doğru bir geçiş yaşandığını söylüyor. 60’lar öncesi solculuğun entelektüel odağı sosyal bilimlerdi. Yükselen “yeni sol”unki, edebiyat ve felsefe oldu saptamasını yapıyor. Devamla, Freud, Marks’ın yerine ikame edildi. Ve odak noktası artık piyasa ekonomisine alternatiflerin geliştirilmesi ya da siyasi özgürlük ile ekonomik liberalizm arasında uygun bir dengenin kurulması değil, geleneksel olarak ötekileştirilmiş grupların kültürel statüsüydü diyor.
Rorty için bu, yine de, bazı bakımlardan iyi bir şeydi. Çünkü 60 öncesi solun ekonomik determinizmi utanç verici derecede miyoptu. Solun 20. yüzyılın başlarında ve ortalarında elde ettiği kazanımların çoğu beyaz erkeklerin hanesine yazılmıştı. Reformist sol için Afrikalı Amerikalıların durumu mesela, sadece üzüntü vericiydi, ağırlıklı olarak beyaz erkek olan reformist sol tarafından bu durumun değiştirilmesi için ciddi bir şey yapılmamıştı. Azınlıkların, eşcinsel Amerikalıların ve diğer ezilen grupların içinde bulunduğu kötü durum geç fark edilebilmişti. Bu ahlaki başarısızlık artık kültürel solun düzeltmeye çalışacağı bir meseleydi. Ve bunu da Amerikalılara “ötekiliği” tanıtarak yapacaktı.
Şimdiki adıyla çokkültürlülük, ötekiliği, farklılıklarımızı korumakla ilgiliydi; hiç bir şey bizi bu farklılıkları fark etmekten vazgeçmeye zorlamamalıydı. Rorty, bunda ahlaken sakıncalı hiçbir şey yoktu diyor. Ona göre, bu kültürel sol konum, politik bir strateji olarak sorunludur. Mesela, mezhep ve kimlik dürtülerini güçlendiriyor ve böylece ittifak ve koalisyon inşasını zayıflatıyor.
Politikadan kültüre doğru kayma, kadın ve toplumsal cinsiyet çalışmaları, Afro-Amerikan çalışmaları, Hispanik-Amerikan çalışmaları, LGBTQ çalışmaları ve benzeri akademik alanları doğurdu. Bu disiplinler ciddi akademik çalışmalar da yapıyorlar. Ancak, somut pratik siyasal amaçlara hizmet etmiyorlar. Amaçları, bu grupların maruz kaldığı aşağılanma ve nefret konusunda insanları bilinçlendirmek ve bu tür kültürel kimliklere nefret duyanları yabancılaştırmaktı.
Rorty bu tür çabalarla bir sorununun olmadığını vurguluyor. Hatta kültürel solun bu çabalarıyla, Amerika’yı daha yaşanılabilir, daha ileri, daha uygar bir ülke haline getirmiş olduğunu ilave ediyor. Ancak bu başarı için ödenen bedele itiraz ediyor.
“Altmışlı yıllar sonrası kültürel Sol hakkında anlattığım başarı öyküsünün karanlık bir tarafı da var” diye yazıyor Rorty. “Toplumsal olarak kanıksanmış sadizmin azaldığı aynı dönemde, ekonomik eşitsizlik ve ekonomik güvensizlik giderek arttı. Sanki Amerikan Solu aynı anda birden fazla siyasal girişimi yapabilme yeteneğine sahip olamazmış gibi; sanki zorunlu olarak ya para adına utancı görmezden gelmesi; ya da yine zorunlu olarak tam tersini yapması gerekiyor. Ya biri ya diğeri” (sayfa 83).
Rorty, solun kültürel meselelere odaklanması, ırksal önyargıları ve ekonomik kaygıyı istismar ederek beyaz işçi sınıfını harekete geçiren Pat Buchanan (Amerikalı paleo-muhafazakâr tabir edilen, 1938 doğumlu eski Cumhuriyetçi senatör. Oğul Bush’un yerine partisinin başkan adayı olmak istemiş, partisinin aday belirleme kurultayında yenilmişti. Batı’nın Ölümü ve Bir Süpergücün İntiharı, Amerika 2025 yılına kadar yaşayacak mı? adını taşıyan hayli karamsar, popüler kitapları var.) ve Donald Trump gibi insanlar için, yani popülist sağ için bir açılım yarattı diyor. Rorty bunu şöyle açıklıyor:
“Beyaz proletaryanın İkinci Dünya Savaşı’ndan başlayarak Vietnam Savaşı’na kadar devam eden burjuvalaşmasına sırtını dönmüş (reformist) solun siyasal egemenliğine son verimesiyle, süreç tersine döndü. Amerika’da şu anda burjuvazinin proleterleşleştirilmesi söz konusudur. Ve bu süreç muhtemelen [Pat] Buchanan’ın kışkırtmayı umduğu türden aşağıdan yukarıya bir isyanla sonuçlanacaktır. ( sayfa, 83)
Irksal düşmanlık Amerika’nın kuruluş genlerinde var; sol ne yaparsa yapsın onu yok etmesi çok zor. Rorty bunun bilincinde olarak yeni kültürel solun, sınıf ve işçi meselelerinden uzaklaşarak ekonomik gündemini gözden kaçırdığını ve sağı güçlendiren bir kültür savaşı başlattığını, ve böylece aslında tam da savunmaya çalıştığı insanların maddi yaşam koşullarını iyileştirmek için çok az şey yaptığına dikkat çekiyor.
Rorty, böyle bir stratejiden kimin yararlandığına dikkat edilmemiş olduğunun altını çiziyor. Bu yüzden, süper zenginler, ekonomik kararlar onların ayrıcalığı olduğundan, hem Sol hem de Sağ siyasetçileri kültürel konularda uzmanlaşmaya, onlarla meşgul olmaya teşvik edeceklerdi diye ilave ediyor..
Amaç, proleterlerin aklını kültürel konularla meşgul etmek, Amerikalıların en alttaki yüzde 75’ini ve dünya nüfusunun en alttaki yüzde 95’ini etnik, dini düşmanlıklarla, savaşlarla ve cinsiyetçi önyargılarla, geleneklerle ilgili tartışmalar içinde darmadağın etmektir. “Medyanın yarattığı sahte olaylarla (ve dünyalarla) proleterlerin dikkatleri kendi umutsuzluklarından uzaklaştırılabilirse… süper zenginlerin korkacak pek bir şeyi kalmayacak” diyor. (sayfa 88)
Rorty, kültür savaşlarından en çok büyük şirketlerin yararlandığına dikkat çekiyor. “Sol ve sağ din, ırk ya da eşcinsel evlilik konusunda tartışıyorsa, hem o sorunları hem de zenginliğin konsantrasyonunu etkileyen hiçbir şey değişmeyecek demektir” diye ilave ediyor.
Bu arada, özellikle eski demokrat başkanlar Jimmy Carter ve Bill Clinton’a karşı sert eleştiriler yöneltiyor. Her ikisini de “zenginliklerin yeniden dağıtımdan söz etmekten kaçınmakla” ve sağ oyları almak adına, emek örgütlerinden uzaklaşarak, “merkez adı verilen steril bir boşluğa girmekle” suçluyor. Onların benimsediği modelde artık “servetin yeniden adil dağıtımından” söz edilemezdi. Artık, Demokrat Parti, yeniden dağıtımcı ekonomiden korkmaya başlamış ve bu tür bir söylemin zengin muhitlerdeki oyları kaçıracağına inanır olmuştu.
Sonuç olarak diyor Rorty, “Büyük partiler arasındaki seçim yarışı sinik yalanlar ile dehşete düşmüş sessizlik arasındaki bir seçime indirgendi.” (sayfa 87) Elbette Rorty’nin kaygısı, yeni solun ırk ayrımcılığını çok fazla önemsemesi değildi (bunları önemsemesi gerekirdi); daha çok liberal demokratik siyasetin, (kendi tabiriyle) “adil ölçülerde” sistemin sürdürülebilirliği açısından yapması zorunlu işlerini yapmayı bırakmasıydı.. Solun akademiye hapsolmasından, teoriye ağırlık vererek somuttan uzaklaşmasından kaygulanıyor. Dahası, bunun siyasal açıdan bir felakete yol açacağından endişe ediyordu. Bu noktada Rorty şunları söylüyor:
“Gerçekleşmesi çok muhtemel olan şey, siyah ve kahverengi (yani Asyalı, L.Amerikalı ) Amerikalıların ve eşcinsellerin son kırk yılda elde ettiği kazanımların silinecek olmasıdır. Kadınlara yönelik sarkastik aşağılamalar tekrar moda olacak. İşyerlerinde ‘zenci’ (nigger) ve ‘çıfıt’ (kike) kelimeleri yeniden duyulacak. Akademik Sol’un kabul edilemez ilan ettiği tüm (ırkçı, şovenist, cinsiyetçi) sadizm geri dönecek. Kötü eğitimli Amerikalıların, kendilerine nasıl davranmaları konusunda telkinde bulunan (iyi eğitimli) üniversite mezunlarına duydukları öfke elbette bir (siyasal) çıkış yolu bulacaktır.”(sayfa 90)
En sonunda da Rorty, bir siyasal kehanette bulunuyor: “İşçi sendikası üyeleri, emekçiler, örgütlenmemiş vasıfsız işçiler, er ya da geç, hükümetlerin ücretlerin düşmesini ya da çalışanların işlerini yitirmelerini engellemeye çalışmadığını anlayacaklardır. Aynı sıralarda, toplumsal konumlarının erozyona uğramasından çok korkan gönençli banliyölerin beyaz yakalı işçilerinin, başkalarına sosyal yardım sağlamak için kendilerinden vergi alınmasını kabul etmeyeceklerini görecekler. O noktada işte bir şeyler çatlayacak. Gönençli muhitler dışındaki seçmenler sistemin başarısız olduğuna ikna olarak oylarını vermek için (seçildikten sonra) kendini beğenmiş bürokratların, üçkağıtçı avukatların, çok kazanan tahvil satıcılarının ve postmodernist profesörlerin artık kararları vermeyeceklerine dair kendilerine güvence verecek güçlü bir adamı aramaya başlayacaklar.” (sayfa 89)
Rorty bu minvalde öngörülerini dile getirmeyi sürdürür: Hem sadizmin yenilendiği hem de bireysel bencilliğin katmerlendiği, tabii solun da ortadan kaybolduğu koşullarda, “seçimi kazanan o güçlü adam, tıpkı Hitler’in yaptığı gibi, öncelikle ve hızla, ulusal ve uluslararası süper zenginlerle ittifak kuracak, kısa sürecek bir refah dönemiyle birlikte Körfez Savaşı’nın o ‘şanlı’ anısını yeniden canlandırmak için harekete geçecektir.” (sayfa 91).
Rorty, bunun gerçekleşmesi halinde ülke ve dünya için bir felaket olacağını da sözlerine ekliyor. Ve devam ediyor, insanlar bunun nasıl olduğunu ve solun bunu neden durduramadığını elbette merak edeceklerdir. Solun neden “yeni mülksüzleştirilmişlerin artan öfkesini kanalize edemediğini” ve “küreselleşmenin sonuçları” hakkında, Pat Buchanan kadar bile, daha doğrudan konuşamadığını anlayamayacaklardır. Sonunda sol siyasetin ölü de olsa diri de olsa, “artık ulusal siyasetle meşgul olmadığı ve olamayacağı” sonucuna varacaklardır.
Ülke davranışları öngörülemez güçlü bir adamın ellerine terk edilmiştir artık. Rorty, kültürel solcu akademisyenlerin en sık referans verdikleri, Freud, Heidegger, Foucault, Lacan, Derrida teorileriyle, onların marksizmle melezlenmiş daha iddialı versiyonlarıyla bu çöküşten çıkılamayacağını ironik bir biçimde dile getiriyor.
“Çağdaş akademik sol, soyutlama düzeyiniz ne kadar yüksek olursa, yerleşik düzen için o kadar yıkıcı olabileceğinizi düşünüyor gibi görünüyor….Siyasal oyuncuları farklı öznellik oyunlarına ya da Lacan’ın imkansız arzu nesnesinin arayışlarına yönelik siyasi girişimlere dönüştüren Sol kuramcılar kurulu düzenin bu şekilde yıkılabileceğini, böyle bir yıkımın ‘bilindik kavramların sorunsallaştırılmasıyla’ başarılabileceğini söylüyorlar” (sayfa 93).
Rorty’nin ülkemiz için de önemli ölçüde geçerli öngörüleri bir bir gerçekleşti. Rorty’nin bu konuşmaları sırasında zaten Amerika’da birçok entelektüel benzer bir karamsar tablo çiziyordu. Mesela, E.Luttwak, daha da ileri giderek Amerika’nın geleceğinin faşizm olduğunu her platformda dile getiriyordu (Bkz. Edward Luttwak: The Endangered American Dream, (Amerikan Rüyası Tehlikede) Simon&Schuster:1993).
Luttwak, Amerika’nın giderek sanayisizleştirildiğini, çalışanların ücretlerinin sürekli düştüğünü, bu bakımdan bir üçüncü dünya ülkesi haline dönüşmekte olduğunu öncelikle vurguluyor. Sonra da, sosyal-ekonomik konularda yazan bir çok yazar gibi, eski sanayi demokrasilerinin, popülist hareketlerin anayasal hükümetleri devireceği Weimar benzeri bir döneme girmekte olduğunu iddia ediyor.
Yazı hayli uzadı. Bu yüzden Trump kısmını uzatmayacağım. Öncelikle Trump konusunda şunu söylemek gerekiyor: Trump, geleneksel sağ politikacı figürüne nazaran oldukça aykırı bir tip. Bilindiği gibi, geleneksel tip, geçmişi yüceltir. Hatta geçmişte altın çağ/çağlar görür. Bugün de o “muhteşem” geçmişteki kadar olmasa da, benzer bir başarının elde edilebileceğini iddia eder. Solun sosyal adalet talebini ise, israf ve ütopik bir saflık olarak değerlendirir. Solun gerçekçi olmadığını, geleceğe yönelik olarak umut sattığını vurgular.
Yani geleneksel sağcı siyasetçi nostalji yapar. Geçmişle övünür. Geçmişe bakılmasını, onun bugün için model alınması gerektiğini savunur. Kısacası, retrospektif ve seyirsel bir konumu vardır. Şimdi Trump, “MAGA” (“Amerika’yı yeniden büyük yapalım”) sloganıyla nostaljik olandan hareket ediyor. Ancak, aynı zamanda, Amerika’nın bir çok yanlış iş yaptığını, katliamlara yol açtığını, teröristleri besleyip, harekete geçirdiğini, bir çok kötülüğün nedeni olduğunu da sıkça dile getiriyor.
Bu bakımdan Trump, geleneksel sağa göre bir aykırılık olarak görülmelidir. Yani Trump’ı aykırı yapan, konuşma tarzı değil, tüm sistemi olumsuzlamaya kadar varan inkârcılığıdır. Durum böyle olunca, ne yapacağının kestirilmesi kolay olmuyor tabii.
Bakan ve üst düzey bürokrat olarak atanacaklara bakıldığında, Trump’ın -aslında sadece Rusya için geçerli olacağını belirttiği- barış söylemiyle bile çelişen tercihleri olduğu görülüyor. Atamalar için adı geçen bakanların hemen hepsi “şahin”. Savaş tellalı, neo-con. O kadar öyle ki, kampanyalar sırasındaki ve öncesindeki söylemlerine bakıldığında, Venezuela’dan, Meksika ve Küba’ya; İran’dan, Suriye’ye; Rusya’dan Çin’e kadar çok geniş bir coğrafyada yer alan cephelerde savaşa girilmesini, hatta dış bakan adayı hızını alamayıp, Venezuela, Küba, İran’a derhal askeri harekat yapılmasını talep ediyor.
Bu aynı zat, Florida senatörü Rubio, Meksika’nın göçü kışkırttığını, uyuşturucu tacirlerini Amerika’ya soktuğunu iddia ediyor. Oysa, daha çok yakın bir zamanda, siyasal olarak himaye ettiği kayınbiraderinin 15 milyon dolar değerindeki Meksika kokainini bizzat ABD’ ye sokmakla suçlandığını, bu arada, ABD medyasının kokain işinin sadece kayınbiraderin değil, ailenin işi olduğunu belgeleriyle yayınladığını da, yine medyadan öğreniyoruz. Bu adam dış işleri bakanı olacak.
Savunma bakanlığı için aday gösterdiği Hegeth, eski ulusal muhafız subayı, halen Fox TV programcısı. Bilindiği gibi, Fox medyası kampanya sırasında açıkça Trump’ı desteklemişti. Hegeth, kampanya sırasında, “Batı uygarlığı demek, ‘Amerikanizm’ ve ‘siyonizm’ demektir” demişti. Bu ikisine karşı olanları düşman ilan etmişti.
Özcesi yeni başkanın bütün bakan ve bürokrat adayları, biri dışında, Çin, Rusya ve İran düşmanı. O biri de, Tulsi Gabbard, Samoa asıllı siyasal kariyerinin başından 2021’e kadar Meclis’te, Demokrat partiden Hawai temsilcisiydi. Öncesinde, yarbay rütbesiyle Ulusal Muhafız Gücü’nden emekli olmuş bir askerdi. Askerken, sonradan eleştirdiği, Körfez Savaşı’nda yer almış. Trump’ın ilk döneminde, Kasım Sülyemani’yi öldürtmesine de şiddetle karşı çıkmış, bunun illegal ve uluslararası hukuka aykırı bir eylem olduğunu açıkça belirtmişti. Bu hanım, bu son seçim öncesinde Cumhuriyetçi Parti’ye katıldı. Trump’ı destekledi. Zaten öncesinde Demokrat Parti’de istenmeyen kişi olarak ilan edilmişti. Nedeni, Amerika’nın Rusya, İran, Çin, Suriye politikalarına karşı çıkması, Biden ve Harris’i açıkça ve sert bir şekilde eleştirmesiydi. Açıkça, ülkesinin Putin, Esad, Xi gibi liderlerle antlaşmaya çalışmasını istemişti. Amerika’nın Ukrayna’ya parasal destek sağlayarak ülkede 20-25 civarında “biyolojik laboratuvar” açılmasını sağladığını söylemişti. Dahası, Amerika Kongre üyesi olarak Suriye’ye gidip, Esad’la görüştü. Onu desteklediğini açıkladı. Elbette bir anda ülkesinde eleştirilerin hedefi oldu. ABD güvenlik örgütleri, tabii en başta CIA, onu Amerikan ulusal güvenliği bakımdan tehlikeli kişiler listesine dahil etmişti.
Trump onu, devletle alay eder gibi, CIA de dahil, askeri ve sivil, iç ve dış, toplam 18 istihbarat örgütünün (Director of National Intelligence) başına geçireceği aday olarak ilan etti.
Yalnız şunu da hep aklımızda tutalım, ABD’deki liberal demokratik siyasal yapı içinde etkinlik gösteren siyasetçiler sermaye sınıfının, belli sermaye grup ya da fraksiyonlarının parasal desteği olmadan siyaset yapamazlar. Tulsi Gabbard da bu bakımdan bir istisna oluşturmuyor. Evet, İran, Suriye, Rusya lehine çıkışlar yapmıştı. Ama aynı zamanda, İsrail’i de güçlü bir biçimde destekliyor. İsrail’den vazgeçilemeyeceğine iman etmiş bir isim. Ortadoğu söz konusu olduğunda, “önce İsrail” diyenlerden.
Trump, çoğu neo-con olan figürlerle bir savaş kabinesi kuruyor ama kervanı yolda düzecekmiş gibi de bir izlenim veriyor. Bekleyip, görmek lazım. Bu arada, Trump’ın başkan yardımcısı olan Vance de askeriye kökenli. Bununla birlikte, bir neo-con değil. Kendisini “post-liberal” olarak tanımlayan Katolik bir muhafazakâr. Demokrat Parti’yle organik bağı olmasa da, 2016 seçimlerinde Trump’a karşı H.Clinton için destek çağrısında bulunmuştu. Trump’a şiddetle karşıydı. Sonradan “Trumpcı” oldu. Gabbard kadar olmasa da, özellikle Ukrayna sorunuyla ilgili olarak barışçıl bir figür imajı çiziyor.
Gerçekçi olmak gerekirse, Trump’ın Putin’i, amiyane tabirle “ver Çin’i ve Suriye’yi, al Doğu Ukrayna’yı” teklifiyle ikna etmesi olanaklı değil. Klişe bir tabirle, tarihin akışı, şimdilik, Rusya’dan, Çin’den yana. Ödün vermesi gereken Atlantik Bloku. Ya ödün vererek (açık ya da örtük bir şekilde) uzlaşacak ya da savaşı göze alacak. Gelişmenin doğrultusunu, bu akışı geriye doğru çevirmek mümkün değil.
Trump kabinesindeki bu olası isimleri duyduktan sonra, önceki yazıda dile getirdiğim, “ABD stratejik denge siyasetini benimseyebilir” düşüncemin gerçekleşme olasılığının azaldığını kabul ediyorum.
NOTLAR:
1) Bkz. R.Rorty: Philosophy and Hope, Penguin, 1999. John Dewey 20’li-30’lu yıllarda Avrupa’da da hayli popüler olmuş (Hatta eğitim ve öğretim sisteminin örgütlenmesi konusunda incelemelerde ve tavsiyelerde bulunması için 1924’te ülkemize de davet ediliyor. Devrin hükümetine yapılması gerekenler konusunda bir rapor sunuyor) ahlakçı vurguları güçlü pragmatist bir eğitim felsefecisi.
Moskova Mahkemeleri’nin kararlarına karşı emperyalistlerin 1937’de, Trotski’nin şahsında, onun “adil” yargılanması şiarı ile düzenledikleri, başında Dewey’in bulunduğu, batılı aydınlardan oluşan uluslararası komisyon tarafından alınan -tamamen kurmaca- “suçsuz” hükmünün hiç bir gerçek ve hukuksal dayanağının olmadığı Grover Furr’ün çalışmalarıyla bir kez daha belgeleriyle gözler önüne serildi (Bkz,Trotsky’s Amalgams: Trotsky’s Lies, The Moscow Trials as Evidence, The Dewey Commission – Trotsky’s Conspiracies of the 1930s, Aakar Books, 2022) .
Geçen yıl Delga’dan çıkan, yazarları Burgio,Leoni ve Sidoni olan Le Vol de Piatakov, La collaboration tactique entre Trotsky et les nazis adlı belgelere dayanan kitapta Piatakov vakası incelenir. Bilindiği gibi, hem Moskova’daki mahkemede hem de Dewey (aklama) Komisyonu’nda ele alınan Trotski’ye yöneltilen suçlamalardan birisi de Piatakov vakasıydı.
Piatakov da Trotski gibi Ukraynalıydı. Trotski’nin partiden atılmasından sonra Trotski ve onun yönettiği “Sol Blok” (Malum, Trotski “bloklar” kurmakta ustadır. Devrimden önce de, Bolşeviklere nazire yaparcasına, kendi çapında, kerameti kendinden menkul bir “Ağustos Bloğu” oluşturmuştu) ile bağlantısını keseceğine dair söz verince partiye tekrar kabul edildi. Sanayi Bakan yardımcısı yapıldı.
Naziler iktidar olmadan önce Sovyet hükümeti Almanya’dan silah ve askeri malzeme satın almak için devrin hükümetiyle antlaşma yapmıştır. Naziler 1933’te iktidar olunca, bir kısmının parası ödenmiş olmasına rağmen teslim edilmeyen siparişin yazgısı hakkında görüşmeler yapması için Piatakov başkanlığında bir bakanlık heyeti Nazi Almanyası’na gönderiliyor.
Almanya’da iki hükümet yetkilileri arasındaki temaslar sürerken, Piatakov, bir ara, 24 saat boyunca ortadan kayboluyor. Kendisinden haber alınamayınca, paniğe kapılan Sovyet heyeti ve elçiliği durumu Moskova’ya bildiriyorlar. Naziler’in Piatakov’a bir zarar vermiş olabilecekleri tahmin ediliyor. Tüm bunlar olurken Trotski Norveç’tedir.
Moskova, Alman hükümeti nezdinde girişimlerde bulunuyor. Alman hükümeti bir bilgisi olmadığını belirtiyor. Bunun üzerine Moskova, Almanya ve Avrupa’daki tüm istihbarat bağlantılarını harekete geçiriyor. Norveç’te sürekli Trotski’yi izleyen Sovyet istihbarat bağlantıları onun Oslo’da Piatakov’la buluşup görüştüğünü saptıyorlar.
Sovyet hükümetinin Nazi Almanyası ve Norveç hükümetleri nezdinde yürüttüğü soruşturmada her iki hükümet de, Piatakov’un Almanya’dan ayrılmadığını ve Norveç’e uçmadığını resmen bildiriyorlar. Sovyet hükümetinin aksi yöndeki kanıtlarını inkâr ediyorlar. Belirtilen gün ve saatte Almanya’dan Norveç’e uçmuş bir uçakla ilgili kaydın bulunmadığını belgesiyle Sovyetlere iletiyorlar. Devrin bazı Norveçli gazetecileri de Alman ve Norveç hükümetlerinin iddialarını destekleyen yayınlar yapıyorlar.
Ancak Sovyet istihbaratı emindir. Nitekim, Piatakov da mahkemede hiç direnmeden itiraf etmiştir. Trotski kendisini aklamak için emperyalistlerin girişimleriyle kurulmuş, başını pragmatist-ahlakçı Dewey’in çektiği, Dewey Komisyonu’nda, o tarihlerde Norveç’te bir kayak merkezinde, kayak yaparak tatilini geçirdiğini, söz konusu görüşmeyi yapmamış olduğunu her zaman ki gayri ciddi, sarkastik tavrıyla söyler. Komisyon, beklendiği gibi kendisini aklar.
Yakın bir zaman önce, Norveçli bağımsız bir gazeteci konuyu araştırmış, söz konusu tarih ve saatte Almanya’dan kalkıp Oslo’ya inen bir Alman uçağına kayıtlarda rastlanmadığını, bununla birlikte, Norveç’ten kalkıp Almanya’ya inen, oradan yolcusunu aldıktan hemen sonra tekrar Oslo’ya inen bir Norveç uçağının olduğunu tespit etmişti. Oslo havaalanından da Norveç devletine ait bir otomobil Piatakov’u alıp Trotski’yle buluşacakları yere götürüyor. Nitekim, Piatakov da, sorgusunda olayı böyle anlatmıştı.
2) Tabii, bu bölümün bir çok yerinde marksist solu, Sovyetler’i hedef tahtası haline getirdiğini belirtmeme gerek yok herhalde.
Daha önce, özellikle “Trump mı Harris mi?” başlıklı yazıların sonuncusunda bunu yapmanın Rorty türünden entelektüeller için görev olarak addedildiğini, nedenlerine de değinerek söylemiştim. Tekrar etmeyeceğim. Yalnız şu kadarını hatırlatayım: 50’li yılların sonlarından itibaren, yani MacCarthycilik’in tasfiyesinden sonra Amerika’da entelektüel (veyahut kültürel) bir dönüşüm yaşandı. Bu dönüşümün öznesi ABD devleti ve Rockefeller, Ford Foundation gibi finans-kapital çevreleriydi. Rorty’nin de entelektüel formasyonu bu söz konusu dönüşüm süreci içinde biçimlendi.
Buna göre, solla artık onun içinden mücadele edilecekti. Bölünmeler teşvik edilecek, marksizm-leninizm veya “Sovyet Marksizmi” soldan hedef alınacaktı. Nitekim, 2.Dünya Savaşı sonrasında, sadece ABD’de değil, her ülkede, hemen hemen bütün sol hareketlerin aralarında ve kendi içlerinde bölünmelerine yeni bir ivme kazandırıldı. Bunu biliyoruz.
ABD’de, MacCarthyciliğin kaba yöntemleri yerine daha etkili, daha ince, entelektüel araçlar kullanılacaktı. Mesela, Brzezinski’nin genel olarak marksizmi hedef alan hiç bir yazısını hatırlamıyorum. Tersine, bir çok sol tandanslı açıklamaları bulunabilir. Ancak, “Sovyet Marksizmi” söz konusu olduğunda, lafını esirgemez.
Bu arada, Batı’da emperyalist devletlerin eşsiz teşvik ve katkılarıyla yaratılan “sentetik sol” un (eğer en önemlisi değilse) en önemli referansları arasında bulunan Frankfurt Okulu’nun en politik figürü olan H. Marcuse, o ünlü Sovyet Marksizmi kitabını, diğer arkadaşları gibi, ta OSS’dan başlayarak, yani kuruluşundan itibaren hizmet ettiği CIA’nın siparişi üzerine yazmıştı.
Şunu da ilave edeyim: ABD’deki entelektüel dönüşümü devlet teşviki ve katkısıyla gerçekleştiren figürlerin hemen hepsi eski komünist, sonra Troçkist yahudi entelektüellerdi. Bu bakımdan, ABD’ye Yahudi sermayesinin egemen olduğu iddiasını (ki doğru değildir) sıkça dile getirenler, Yahudilerin sadece ABD’de değil, özellikle de genel olarak emperyalist dünyada, kültürel sermayeyi ya da kültür alanını kontrol ettiklerini görmezden geliyorlar. Emperyalist kültürel hegemonyanın kurulmasında, Yahudi entelegensiyasının çok ayrıcalıklı bir yerinin olduğunu vurgulamak isterim. Halen ABD’de, eğer Yahudi aydınları bir kenara atacak olursanız, entelektüel yaşamın çölleşmesine neden olursunuz. Benzer bir olguyu, aynı ölçüde olmasa da, Çarlık Rusyası’nda ve SSCB’de saptamak mümkündü. Mesela, Ekim devrimden hemen sonra Rusya nüfusu içinde yahudiler yüzde üçlük bir oranı temsil ediyorlarken, Bolşevik Partisi’nin üst kadrosu arasındaki yahudi kökenliler yüzde elliye yakın bir oranda yer alıyorlardı.
Burada soru şudur: Ne oldu da, 2.Dünya Savaşı sonuna değin, bilimden sanata bir çok alanda faaliyet gösteren ve çoğunluğu marksist olan yahudi aydınlar, reformist ve daha çok liberal, yeni-muhafazakâr gericiler haline geldiler?
Elbette, sadece figüratif anlamda yahudi aydınlardan söz etmiyorum, daha çok, emperyalistlerin teşvikiyle, onlar tarafından yaratılmış ve etkilenmekte olan bir kültürel ortamdan (ya da isterseniz, endüstriden) söz ediyorum.
Yakında gerçekleşen bir olaydan hareketle bir örnek vereyim. Yahudi kökenli değerli marksist-leninist G.Lukacs’ın (Bilindiği gibi, Isaac Deutscher’le başlayan “yeni Trotskist” akımın önde gelen figürlerinden Perry Anderson, Batı Marksizmi Üzerine İncelemeler adlı kurgusal kitabında bir hokus pokusla G.Lukacs’ı da “Batı Marksisti” ilan etmişti. D. Losurdo o kitaba karşı yazdığı, Il Marxismo Occidentale, Editori Laterza, 2017 adlı kitabında, Anderson’ın iddialarını ve isnatlarını çürütmüştü) Aklın Yıkımı adlı kitabı (bu kitabın bir Türkçe tercümesi var, Payel’den çıkmıştı) batılı “kültürel marksistler”i çok rahatsız etmiştir. Özellikle de kitabın Epilog bölümüyle (Epilogunda Lukacs, Nazi Almanyası ile ABD ve Batı Avrupa emperyalizmleri arasındaki sürekliliğe, dolayısıyla bu ikincilerin ikiyüzlü sahtekârlıklarına çok çarpıcı bir biçimde işaret etmişti. Çok önemli saptama ve öngörüleriyle -bu arada, bugün Avrupa’da olup biteni anlayabilmek açısından da- Lukacs’ın bu Sonsöz’ü çok değerli bir yazıdır).
Batı’da Lukacs’dan söz edilirken o başyapıtına referans verilmez veya sınırlı bir gönderme yapılır. Uzunca bir zamandır Merlin Press’ten çıkmış olan İngilizce edisyonu mevcut değildi. “Yeni troçkistler” in Verso Books’u aynı kitabı, gerici, yani anti-komünist (= anti-Sovyet), “Trotski sempatizanı”, yahudi kökenli İtalyan Enzo Traverso’ nun giriş yazısıyla yayınladı. Bu yazının hedefi, sentetik “Batı Marksizmi” şablonuna uymayan marksist-leninist Lukacs’tır. Yazıyla ona, amiyane tabirle, bir ayar verilmek istenmiştir. Kast ettiğim, işte bu endüstridir.
Bu arada, Aklın Yıkımı’nın Fransızca bir tercümesi komünist yayınevi Delga tarafından, D. Losurdo’nun değerli önsözüyle üç cilt halinde yayınlandı. Losurdo’nun Önsöz’ü son ciltte yer alıyor.