Yarın ABD’de yapılacak başkanlık seçiminin, 70’li yılların sonlarından itibaren sosyalist ve anti-emperyalist dünya güçlerine karşı uygulamaya konmuş, ileri ve geri adımlarıyla, sürekli ivmelenerek bugüne ulaşmış emperyalist saldırı stratejisinin seyriyle ilgili çok önemli sonuçları olacaktır.
Kamuoyu yoklamalarının geneline göre, ortada, başa baş giden bir mücadele var. Bununla birlikte, ABD sokaklarında egemen olan eğilimin Kamala Harris’ten yana olduğunu söylemek yanlış olmaz. Harris’in, “beyaz Amerikalı” olmaması, sahip olduğu etnik özellikler dolayısıyla “mağdur” u oynaması, onun popülerliğini arttırdı.
Tabii, ABD’de oyların çoğunu almanız, başkan seçilmeniz için yeterli olmayabiliyor. Electoral College denilen bir seçiciler kurulundaki sandalye sayınızın da yeterli olması gerekiyor. Mesela, aklımda yanlış kalmadıysa, 2016’daki seçimde, Trump’ın rakibi olan Hilary Clinton ondan aşağı yukarı 3 milyon civarında fazla oy almıştı. Ancak başkan olması için yeterli olmadı. Yani daha çok oy almış olmak, kazanmak anlamına gelmeyebiliyor.
Öncelikle şunu söyleyeyim. Kim kazanırsa kazansın, dünyaya barış gelmeyecek. Çünkü emperyalizm orta yerde dururken, barış gelmez.
Bununla birlikte, halen devam eden ve daha kapsamlı savaşlara evrilme potansiyelini anlamlı ölçüde taşıyan çatışmalar, örnekse, Ukrayna ve Batı Asya’daki çatışmalar ve olası çatışmalar, askıya alınabilir. O arada, şu ya da bu kadar bir süre için diplomasiyle top çevrilebilir.
Böyle bir olasılığın Trump’ın kazanması durumunda gerçekleşeceği bizzat Trump tarafından sürekli olarak ifade edildi.
Buna göre, Trump kazanırsa, ABD, halen başında bulunduğu stratejik saldırı konumundan, içeride ve dışarıda, stratejik denge konumuna geçebilir.
Trump’ın kitlesel destekçileri arasında sürekli yoksullaşan, işlerini kaybeden, sosyal güvenceden yoksun olan ve yoksunlaştırılan emekçiler, önceki toplumsal yaşam standartlarının gerisine düşen ve bu bakımdan sürekli bir gerileme korkusu içinde yaşamlarını sürdüren (kırsal ve kentsel) orta katmanların, küçük ve orta boy sermaye gruplarının ve tabii sanayi sermayesinin çok ağırlıklı bir yeri var. Bu kesimler, daha çok, kendi lehlerine “ekonomik barış” anlamına gelen içeride barışa özlem duyuyorlar. Trump’ın bunu temin edebileceğine inanıyorlar.
Ancak, böyle bir olası “iç barış” için “dış barış”a ihtiyaç var.
Trump’ın Ukrayna Savaşı’nda bir ateşkes sağlaması herkesin beklentisi. Bununla birlikte, “Ukrayna sorunu” nun, bu saatten sonra bu dünya düzeni içinde çözüme kavuşturulması olanaklı değildir. Rusya elinde tuttuğu Doğu Ukrayna topraklarını elinde tutmayı sürdürecek. Buna karşın, Ukrayna da hiç bir zaman bu durumu kabullenmeyecek.
Harris kazanırsa, stratejik saldırı konumu yeni bir aşamaya geçebilir. Bunu gördüğü için olsa gerek Rusya KDHC askerlerini Ukrayna sınırında konuşlandırdı. Ukrayna da ülkesindeki altmış yaşın altındaki asker kaçaklarına karşı büyük bir operasyon başlattı. Eşzamanlı olarak, Almanya ve Polonya gibi çok sayıda Ukraynalı sığınmacıyı barındıran ülkeler, sınır giriş çıkışlarındaki denetimlerini arttırdılar. Polonya iltica başvurularını işleme koymayacağını ilan etti.
Silah çok önemli tabii ama asker olmadan da savaş kazanılmaz. Hem Rusya’nın hem Ukrayna’nın bu bakımdan sıkıntıları var. Artık özellikle bu tür savaşlarda yurttaşları orduya katılmaları için ikna etmek zorlaştı. Avrupa ülkeleri için neredeyse olanaksız. Bir Alman, bir Fransız, bir Hollandalı reel olarak var olmayan bir “Avrupa devleti” veya AB için savaşmaz.
ABD yönetimi de şimdiye kadar bu savaşı Avrupa’da, dışına taşmayacak şekilde, tutmaya çalışıyor. Faturayı da emperyalizmin maşası haline getirilmiş Ukrayna halkı ödüyor tabii.
Trump dün Gazze’de de ateşkesi ancak kendisinin sağlayabileceğini söyledi. Ne kadar ciddiye alınabilir, bilmiyoruz. Çünkü daha önce bu duruşuyla çelişen açıklamalar da yapmıştı. Trump, aslında bir politikacı olmadığı için bu tutarsız durumlara sık düşüyor.
Harris’in, Ukrayna sorununda olduğu gibi, Filistin konusunda da The Blob‘ın ( Türkçeye “Leke” olarak tercüme edilebilir. Daha çok Demokrat Parti etrafında örgütlenmiş, ABD establishmentıyla bağları ve onun üzerinde etkileri olan dış politikayla ilgili bir tür think-tank yapısı. Onu “derin devlet” olarak tanımlayanlar da var. Gayesi, Amerikan hegemonyasının sürdürülebilmesi için fikirler ve politikalar üretmek ve onların uygulanmasını denetlemektir ) halen yürürlükte olan politikalarını izlemeyi sürdürmesi bekleniyor.
Yalnız Trump kazandığında, Çin konusunda önceki döneminde tanık olunan “çevreleme” stratejisine yeni bir ivme kazandırabilir. Zaten Çin’in çevrelenmesi stratejisini somut olarak ilk kez o uygulamaya koymuştu.
Biden, Trump’ın esas olarak ekonomik kısıtlama ve yaptırımlara dayanan Çin politikasına askeri bir boyut da ilave etti. En son, Tayvan’ın güvenliği sorunu etrafında adanın silahlandırılacağını açıkladı.
Harris kazandığında, Blob‘ın vizyonuna göre Ukrayna, Tayvan ve Batı Asya’da aynı sırada saldırı stratejisini nasıl ilerletecek?
Sonra, bu “düşünce kuruluşu” nun henüz sahaya taşımadığı ama yakında taşıyacağına dair işaretler gönderdiği bir başka sorun başlığı da Arktik Okyanusu sorunu. Zaten İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği aslında bu konuyla ilişkili olarak talep edilmişti.
Arktik Okyanusu’na en uzun kıyısı olan ülke Rusya, sonra Kanada, ABD, Norveç, İsveç, Finlandiya, bir de, Danimarka’ya ait yüzde sekseninden fazlası buzlarla kaplı Grönland adası var tabii. Dikkat edilirse, bu ülkelerden Rusya dışında hepsi NATO üyesi. Bu Okyanusu bir “NATO okyanusu” haline getirilmesi niyeti çok açık.
Atlas ve Pasifik okyanuslarının kuzey bölümleri arasındaki bağlantı yollarını kapsayan (Rusya ve Çin için İpek Yolu projesine benzer bir projenin gerçekleştirlebileceği, ticaret filoları için yeni kestirme, maliyeti görece düşük ulaşım olanaklarına sahip bir bölge burası), Baltık ve Kuzey denizlerinin kontrolü, Rusya’nın Baltık Denizi’ndeki tek toprağı olan Kaliningrad’ın ve dolayısıyla Belorusya’nun güvenlikleri için büyük önem taşıyan bu okyanus üzerindeki kıta sahanlıklarının pek yakında ABD tarafından sorunsallaştırılmasını beklemeliyiz. Kıta sahanlıkları konusu özellikle Arktik denizi kıyısında, halen önemli bir bölümü Rusya’nın denetiminde olan enerji kaynakları bakımından önem taşıyor.
Blob esasında, bilindik Anglo-Sakson jeopolitik iddiaların ve önerilerin sözcülüğünü yapıyor. Buna göre Avrasya eksen coğrafyadır. Rusya’nın aşılması coğrafyanın kontrolü için olmazsa olmaz önemdedir. Ve tabii Çin asıl ulaşılmak istenen hedeftir. Britanya, Fransa ve sonra ABD, 19yy’daki Afyon Savaşlarıyla (1) başlayan süreçte Çin’i yarı-sömürge ülke haline getirdiler. Ülke, bütün dış ticareti ve limanları üzerindeki kontrolünü kaybetti. Bu arada, en önemli liman kent olan Hong Kong’a Britanya çöktü.
Yani Avrasya söz konusu olduğunda, Rusya aşılması gereken bir geçit; Çin ulaşılacak bir hedef olarak sorunsallaştırılmıştı. Böylece Britanya’nın sömürgesi olan bütün bir Hint alt kıtasının güvenliği de teminat altına alınabilecekti.
Yarınki seçim sonucuna göre ABD ve müttefikleri, ya stratejik saldırıyı daha da ivmelendirerek yeni savaşlar olasılığını güçlendirecekler. Ya da, bir stratejik denge durumuna geçmeyi tercih edecekler. İkincisinin gerçekleşme olasılığı Trump’ın başkan olduğu koşullarda daha yüksek görünüyor.
Son olarak, Batı dünyasının siyasal aklı köreliyor. Bir tür körleşmeden söz edilebilir. Saldırdıkça, karşısında yer alan (halen) stratejik savunma halindeki cephenin genişlediğini, direnişin güçlendiğini, saldırısının rakiplerinin zihinsel cevvaliyetini, ekonomi-politik yaratıcılığını takviye ettiğini, onları oyun kurucular olmak için cesaretlendirdiğini göremiyor.
Öte yandan, daha büyük savaşları tetikleyebilecek aşamaya vardırılmış bu saldırı stratejisiyle, Avrupa ve Asya’daki müttefiklerinin ekonomik olanaklarını zorlayarak, onların kendi içlerindeki nispi toplumsal barışın da altını oyuyor. Bu gidişle, halklarının protestolarına dayanamayan müttefik devletler de ona kazan kaldıracaklardır.
NOTLAR
(1) İlk Afyon savaşı 1839’da başlatılıyor. İlginçtir, bizim Tanzimat Fermanı da, Britanya ve Fransa’nın teşvikiyle, aynı yıl ilan ediliyor. Bu savaş 1842’de sona erdi. İkinci Afyon savaşı ise hemen Kırım Savaşı’ndan sonra yine Britanya ve Fransa tarafından 1856’da başlatılıyor. 1860’da sona eriyor. Bizdeki ve dünyadaki bütün bu gelişmeleri birlikte okumanın zihin açıcı sonuçlarının olabileceğini düşünüyorum.