Tiyatro

AKP rejimi 2007’den beri farklı şeyler yaparak değil, hep aynı oyunu tekrar tekrar sahneleyerek yoluna devam ediyor. Zaman zaman oyuncuları ayak uydurma yeteneklerini yitirdikleri veya yeni yüzlere duyulan gereksinim dolayısıyla değiştiriyor. Hepsi bu.

Buna göre, bir yandan “özgürlük ve demokrasi” adımları atıyor, diğer yandan kaşıkla verdiğini pratikte kepçeyle geri alıyor. Hep aynı döngü. Daraldığı zaman, “demokrasi, açılım” çağrıları yapıyor. Hemen ardından da yargı ve/veya polis terörünü deus ex machina işlevi görecek surette sahneye indiriyor.

Bunu nasıl bu kadar kolay yapabiliyor peki?

Muhalefeti figüranları haline getirerek. Bir kere, kimin “muhalif” rolü oynayacağını kendisi belirliyor. Yani, isterseniz, muhalefeti tayin ediyor.

Siyaset söz konusu olduğunda, Türkiye’de de asıl sorun, “muhalefet” tir. Bu sorun tanılanmadan bu oyunu bozamayız.

Şimdi bu saptamanın komploculuk olduğunu iddia edenler olabilir. Ancak, iktidar olarak Tayyip Erdoğan’ın yükselişini, muhalefetin veya muhalefetinin siyasal davranışlarıyla birlikte açıklamak gerekiyor.

Soru şudur: Muhalefetin, haydi diğerlerini bir yana bırakalım, CHP ve DEM’in önce Tayyip Erdoğan’ın yükselmesinde, iktidar olmasındaki rolü, sonra giderek devlet haline gelip, bu halini pekiştirmesindeki payı nedir? Bu soruya dürüstçe yanıt verilmeden bugün ülkeye egemen olan siyasal durum anlaşılamaz. Buradan çıkış olanaklı olamaz.

Tekrar tekrar söylüyorum, 2007’den beri ülkemizde yapılmış bütün seçimler şaibelidir. Rejimin bekası bakımından çok önem taşıyan bazı kritik seçim ve referandumlarda, “şaibeli” sıfatı anlamsızlaşıyor. Çünkü bu oylamaların öncesindeki ve sonrasındaki hileler gayet açıktır. Hatta bazısı tescil edilmiştir.

Peki muhalefetin tavrı ne olmuştur?

Bir başka konu, yasa ve anayasa ihlalleridir. Halen rejimin anayasal dayanağı yoktur. Rejimin bütün üyelerini atamış olduğu anayasa mahkemesi dahi bu hali, en azından belli süreler için, resmen ilan etmiştir. Yani bu rejimin kendi yapmış olduğu yasalar önünde dahi bir meşruiyeti yoktur.

Peki muhalefetin tavrı nedir?

Muhalefetin tavrı bellidir: “helalleşme” (meali, rejim hilelidir ama helali hoş olsun), “yumuşama” (meali, seçimleri kazandık ama sorun değil, siz bildiğiniz gibi devam edin, rejimin bekası için ne lazımsa yaparız), “barış” veya “analar ağlamasın” (meali, sen bizim etnik gündemimize uygun bir kaç şey yap, Öcalan’ı da gözet, bak artık hendek de kazmıyoruz, ondan sonra ne yaparsan yap, çal çırp, yak, yık, feda olsun!)

Muhalefet bu gayri meşru rejime payanda olurken, dolayısıyla onun hemen hepsi suç olan uygulamaları için paratoner veya hava yastığı işlevini hakkını vererek yerine getirirken, iktidarla birlikte suç işliyor. Bunlar suç ortaklarıdır.

Bunu görmeden buradan çıkamayız.

Bize tekrar tekrar aynı oyunu, zaman zaman değiştirilen ya da atanan yeni oyuncularla izlettiriyorlar. Özgür Özel de tıpkı Kılıçdaroğlu gibi (Özel onun daha genç ve gıtlağı yırtılacakmış gibi bağıran bir versiyonudur) “ana muhalefet” liderliğine AKP rejimi tarafından atanmıştır.

Buradan çıkışın önkoşulu bu paratonerleri söküp atmak veya bu hava yastıklarını patlatmaktır.

Bu tabloda en açık sözlü olan Erdoğan’dır. O kadar öyle ki, hizmetinde olanlara teşekkürü ihmal etmiyor.

Dün CHP’nin Kürt kökenli bir belediye başkanı görevinden alınıyor. Kendisine “terör” suçu isnat ediliyor ki, AKP’ye çalışacak bir kayyum atanabilsin(1)

Bu manzara karşısında DEM parti hâlâ çıkıp “açılım”, “barış” diyebiliyor. “Pes” demek lazım.

DEM Parti’nin sorunu bir siyasal kişilik haline gelememiş olmasıdır. Öcalan ve Kandil arasında vekaleten siyaset yapıyor.

Türkiye’deki Kürt siyasetinin temel sorunu, özerk bir sivil siyasal odağın oluşturulamamış olmasıdır. Öcalan ve Kandil gölgesi altında etkili olunamaz. Bu ikisini kendi siyasetinizin araçları haline getirebilirseniz, yani onlar sizin kontrolünüzde olursa, etki yaratırsınız.

Öcalan ve Kandil şimdiki konumlarıyla, Kürt sorununun çözümü önünde ayak bağıdırlar. Zaten her ikisinin reel değil, atfedilmiş siyasal güçleri var. Dolayısıyla hem bugünkü rejim hem de onun içinde yer aldığı uluslararası bağlam tarafından kolayca kullanılabiliyorlar. Örnek olsun, Kandil yönetiminin bilgisi dışında (çünkü Kandil üst yöneticileri ilk refleks olarak eylemi kabul etmediler) PKK militanlarına Ankara’da eylem yaptırılabiliyor.

Bu koşullarda ne yapılmalı? En ivedilik arz eden iş, AKP rejimi karşısında konumlanan bir siyasal odak oluşturmak, ya da odak haline gelmektir. CHP’de en az üç hizip olduğu açık. Bunlar arasından, odak oluşturmak anlamında, ilk hamleyi yapan avantajlı konuma geçer. Şu an itibariyle buna en yakın isim İmamoğlu. Eğer korkmadan, kararlılıkla stratejisini oluşturarak kendisini AKP rejimi karşısında siyasal odak haline getirebilirse, önü açılır. Yargılama sürecini, olası bir mahkumiyet kararını boşa düşürür. İktidarın ona karşı kullandığı her araç bir bumeranga dönüşür.

Dün itibarıyle partisinin fiili lideri görüntüsü vermiştir. Bu hali pekiştirecek, netleştirecek adımlar atması, hamleler yapması gerekir. Özel’in atanmış bir devlet görevlisi olduğunu ihmal etmeden ama partisini de bölmeden çıkışlarını sürdürmesi rejimin paniğini arttırır. Sokakta liderini, önderini arayan geniş bir kitle var. O kitelelere ulaşabilen işi götürür.

O her kimse ya da hangi heyetse, DEM Parti ile Öcalan ve Kandil dolayımı, vurgusu olmadan ittifak kurmalıdır.

DEM Parti Kürt sorununun ancak demokratik koşullarda konuşulabileceğini ve çözülebileceğini pratik olarak unutuyor. AKP rejimiyle hiç bir sorun çözülemez. Tersine, onun attığı, atacağı her adım sorun yaratıyor. Yaratacaktır. Bu rejim demokratik olmadığı gibi, demokratikleşmesi de mümkün değildir.

Bütün mesele, bu AKP-MHP tiyatrosunun tekrar tekrar figüranı olmamakta.

NOTLAR:

1) Popülist rejim böyle işler. Her şey kağıt üzerinde yasaya uygun. Klasik liberal kurumları, kuralları hemen hemen yerinde durur ama içleri boşaltılmış olarak.

Neo-liberal koşullarda klasik liberal devlet ve klasik faşist devlet olmaz. Liberal devlet görüntüsü altında faşist devlet işlevi görecek bir yapı oluşturulur. Neo-liberal kapitalizm krizden doğar, çok geçmeden kendisi de krizi derinleştirir, popülist olarak tabir ettiğim rejim de krizin boyutuyla doğru orantılı olarak gelişir. Veyahut evrim geçirir.

Artık klasik faşizm beklememek gerekir. Her şeyden önce o faşizm çok açıktı ve uygulaması da siyaseten pahalıydı.

Popülist rejim onun işlevini en sinsi biçimlerde, üstelik zihinleri de fethederek gerçekleştirir. Ne Mussolini’nin, ne de Hitler’in, zihinleri faşistleştirme olanakları vardı. Siyasal davranışları, ideolojileri ve tabii o zaman ki enformasyon teknolojileri de onlara bu olanağı tanımıyordu. Yani bedenler üzerinde yapabildiklerini zihinler söz konusu olduğunda yapamadılar.

Daha önceki klasik faşizmler, kriz şartlarında, liberal devletten, liberal demokrasiden, “liberal liberten” ideolojilerden evrilmişlerdir. Evet, devrilme değil, evrilme söz konudur. Şimdiki neo-liberalizmin ana ideolojisi de, paradoksal olarak, klasik faşizmin eleştirisi olmak iddiasındaki, “libidinal enerji” leri, “arzu”yu tam anlamıyla serbestleştirmek derdindeki freudo-marksizmdir.

Bütün bu kapitalist devlet biçimleri, yani esas olarak, klasik liberal devlet, klasik faşist devlet ve neo-liberal popülist devlet, kapitalist üretim tarzının ve onun ihtiyaç duyduğu tüketim tarzlarının evrimine göre (genel olarak) döngüsel görünüm içinde hareket ederler.