Hangi barış?

Ülkemizdeki siyasal gelişmeleri değerlendirirken, bölgemiz ve dünya konjonktürünü ihmal etmemek gerekir. Zaten bu ikisi arasında her zaman belli bir ilişki vardır.

Bölgemiz deyince, Karadenizdeki ve Doğu Akdeniz ya da daha genel olarak Batı Asya’daki gelişmeler gözümüzün önünde cereyan ediyor. Türkiye, ikisi arasında, bağımlı olduğu emperyalist uluslararası bağlam içinde, emperyalist hamlelerin giderek sertleştirdiği koşullarda, kendisi için tanımlanmış esneklik çerçevesinde, kuzeyde ve güneyde, ekonomi-politik koridor işlevini yerine getiriyor.

Tabii bu pürüzsüz bir süreç değil. Hamle yapıyor, belli bir momentum elde ediyor, durmaya, bazen geri adım atmaya zorlanıyor. Kuzeyde hareket alanı dar, güneyde görece daha geniş.

Devletin kurumlarını çökertmiş, kuralsızlığı egemen kılmış bu popülist tek adam rejimi, genel olarak, hem içerideki işbirlikçi tekelci sermayenin hem de emperyalist merkezin işine geliyor. İçte ve dışta bu koşullarda ihtiyaç duyulan esnekliği ya da kıvraklığı temin ediyor. Zaman zaman U-dönüşleri talep ediliyor. Gereği yapılıyor. Örnekleri çok. Biliyoruz.

Bu kuralsız esneklik halinin devamı için gerekli olan muhalefet de hazırlanmış zaten. O hazırlanmadan bu mesafeler alınamazdı.

Aslında, BOP stratejisinin devreye sokulmasıyla birlikte ( 1990’daki ilk emperyalist Körfez Harekatı’na kadar giden bir geçmişi olan stratejidir bu. Hatırlayınız, o zaman işgalin hemen öncesinde Irak’ta hem kuzeydeki Kürtler hem de güneydeki İslamcılar birlikte ayaklandırılmışlardı) Türkiye’de siyasetin emperyalist taleplere uygun hareket etme potansiyeli en yüksek olan iki siyasal gücün koalisyonu eliyle yürütülmesi öngörülmüştü. Bu iki güç, İhvancı siyasal İslam ve Kürt siyaseti idi. Bugün de bu emperyalist talep değişmedi.

Elbette, evdeki hesap ve çarşı arasında kaçınılmaz uyuşmazlıklar olacaktı. Ancak bu iki siyasal oyuncu, aralarında ne geçerse geçsin, hedeflerine ulaşmak için birbirlerine muhtaç olduklarını iyi biliyorlar.

Bu yüzdendir ki, son Kürt Savaşı’nda 7500 civarında insanın yaşamını yitirmiş olmasına, yüzbinlerce insanın yerini yurdunu terk etmesine, çok sayıda Kürt siyasal figürün hapsedilmesine rağmen bu ikisi arasındaki bağlantı hiç kesilmedi. Yeniden birlikte çalışma olanaklarının araştırılması, “masayı tekrar kurma” çağrıları, temennileri sürekli yinelendi.

Daha önce bir çok kez, Kürt siyaseti ve ülkemizdeki siyasal İslamcı rejimin “doğal müttefik” olduklarını dile getirmiştim. İkisi de hedeflerine ulaşmak için TC’nin yıkılmasını gerekli görüyorlardı. Yıkım gerçekleşti.

AKP, yani siyonist İhvancı rejim, sanılanın tersine, yeni bir şey kurmak istemiyor. AKP rejiminin en büyük korkusu düzendir. Yeni bir düzenin kurum ve kuralları içinde, bütün esnekliğini, ekonomi-politik kazanımlarını yitireceğini, emperyalist-siyonist patronları için anlam ve önemini yitireceğini biliyor. Bütün derdi, yağmanın sürekliliğini temin eden mevcut koşulları daha da derinleştirerek devam ettirmektir. Düzenin olduğu yerde yağma olanakları daralır tabii. Özcesi, AKP iktidarını daha da sağlama alarak sürdürmek istiyor(1)

Elbette, bu sadece AKP’nin talebi değil. Onu ta başından kendi siyasal emellerine ulaşmak bakımından bir şans, fiili bir müttefik gibi gören bu mevcut siyonist Kürt siyaseti, bu arada, diğer düzen muhalefeti de bazı rezervleriyle onun bu talebine yeşil ışık yakıyorlar. Elbette bu rezervler sermaye ve emperyalist güçlerin inkarını öngörmüyor.

Kürt siyaseti, mevcut konjonktürde, toprakları Türkiye, İran, Irak ve Suriye’yi kat eden bağımsız bir devleti, ABD ve İsrail’in hamiliğinde kurabileceğini düşünüyor. Bunun için popülist AKP rejiminin kurumsuzlaştırma ve kuralsızlaştırma siyasetinin gerekli zemini temin edeceğine inanıyor. Ondan vazgeçemiyor.

MHP, elbette bir NATO prodüksiyonudur. Tek oyun kurucu olmak için yaptığı hamle boşa düşürülen Cemaat’in boşalttığı alanı doldurması için oyuna dahil edilince, yapısı, kompozisyonu, ulusal ve uluslararası dayanakları itibarıyla teslim alınması zor olmadı. Bu yeni “barış süreci” nin startını ona verdirdiler.

Daha önce söylediğim gibi, İsrail’in bölgedeki varlığı gibi, eylemleri de, her zaman, emperyalizmin direktifleri doğrultusundadır. Elbette bu “proksi” araçlar, zaman zaman kontroldan çıkıp taşkınlıklar yapabiliyorlar. Nerede duracaklarını kestiremeyebiliyorlar. Oluyor böyle şeyler. Ancak, her zaman patron ABD’dir. Tersi doğru değildir. Bunu bilelim.

Anlaşılıyor ki, Rusya, Ukrayna ile meşgulken, İran’da palazlanan ve kentli burjuva ve küçük burjuva sınıflarla fiili olarak bağlaşmış finans-kapitalin “reform” için tazyikini arttırdığı, ülkenin nereye doğru evrileceğinin halen belirli olmadığı koşullarda (2) Suriye’de, ABD-İsrail ve Türkiye’nin koruma şemsiyesi altındaki Kürt ve cihatçı proksilerin öne sürülmesiyle kalıcı mevziler kazanılması ve bu sayede İran ve Rusya’nın gardının kısmen de olsa düşürülmesi planlanıyor.

Türkiye’deki rejim, hem İran’ın hem de Suriye’nin zayıflatılacağı bu planın dışında kalamayacağını, dahası kalmaması gerektiğinin bilincinde olarak hareket ediyor. Yani içerideki bu yeni “Kürt açılımı” nın sır olmayan böyle bir dış bağlamı var.

Ancak bu da öyle pürüzsüz uygulanabilecek bir plan değil. Bir kere daha evdeki hesap çarşıya uymayacak.

Her şeyden önce, bugünkü rejimin halklar nezdinde hiçbir itibarı ve inandırıcılığı yok. Üst seviyede bir güvensizlik var. Hem AKP-MHP hem de DEM Parti önceki “açılım” dönemindeki toplumsal desteklerine sahip değiller. Toplumsal tabanları reel olarak daraldı. Halkın AKP-MHP’nin bu kuralsızlık, düzensizlik halinde iktidarı sürdürme arzusuna daha fazla tahammül etmesi zor görünüyor. Toplumdan gelen tepkilerle sürece dahil olan oyuncular arasında ortaya çıkacak görüş ayrılıkları süreci belki de başlamadan bitirecek ya da zayıf bir başlangıç için zorlayacaktır.

Dış bağlama gelince, ABD ve İsrail, dünyada ve özellikle bölgemizde, inandırıcılıklarını, meşruiyetlerini kaybediyorlar (3) Bölge halkları, İran, Suriye, Lübnan’da özellikle, güçlü bir biçimde direnişlerine devam edecekler. Ne ABD ne de İsrail bir kara harekatını göze alamazlar. İsrail 10 milyon nüfusuyla bu kadar geniş bir alanda savaşamaz.

Daha önce de denendi. Bu iş Kürt ve cihatçı proksilerle de olmadı. Olmuyor.

Özcesi, ne popülist AKP rejimiyle ne de İsrail ve ABD ile barış yapılabilir. Düzensizliği ve kaosu öngören bu dünya ve ülke konjonktüründe, içte ve dışta, bir barış olmaz. Olabilmesi için içte bu rejimin çökmesi; dışta, ABD ve İsrail’in geriletilmesi gerekir. Çin ve Rusya’yı devre dışı bırakan, dahası onlara karşı yapılan hiçbir barış girişimi gerçekçi değildir. Tersini uman (bir kere daha) hüsrana uğrar.

NOTLAR:

1) Hiçbir rejim havada, boşlukta durmaz. Duramaz. Türkiye’deki popülist rejim (Bu rejimden ne anladığıma önceki yazılarda değinmiştim) de, özellikle son on yılda, giderek daralan toplumsal dayanaklara sahip. Bu dayanaklar arasında, tabii, İslamcı ve Kürtçü ittifakını da olanaklı kılan, esas olarak TİT ekonomisi tabir edilen, devlet teşvikleriyle palazlanan, Tekstil-İnşaat-Turizm alanında (bir çok durumda her üç alanda da) faaliyet gösteren, bu söz konusu ekonomi üzerinde yükselen, A.Gunder Frank’ın vaktiyle “lümpen sermaye” olarak adlandırdığı (Türkiye söz konusu olduğunda bunların yer yer devletle iç içe geçmiş ulusal ve uluslararası mafyatik eğilim ve bağlantılarının olduğunu da belirtmek gerekir) sermaye grubuyla benzerlikler arz eden, ilkesiz, ideolojisiz, her türlü işbirliğine açık, kesinlikle gayri-milli, ya da AKP-MHP gibi “milli ve yerli” sermaye grupları da var.

Bu sermaye bugünkü ulusal ve uluslararası düzensizlik ortamından nemalanıyor. Kurum, kural ve düzen istemiyor. Bu bakımdan bugün Türkiye’deki rejime dayanak oluşturuyor. Bu sermaye grubu ağırlıklı olarak “dinci” görünümlü Türk, ve yanı sıra Kürt kökenli ailelerden oluşuyor. Bunu tespit etmek lazım.

2) Bununla birlikte, İsrail’in saldırganlığı İran’da toplumun genelinin rejimin etrafında toplanmasını sağladı. “Normalleşme” düşüncesindeki yeni yönetimin bu düşüncesini uygulamayı ertelemiş olduğu tahmin edilebilir. Nitekim yeni cbaşkanı Pezeşkiyan Aşkabat’ta Putin’le buluştu. İki ülke arasındaki işbirliğinin geliştirilmesi kararı alındı. Bilindiği gibi, İran artık BRICS’in tam üyesi. Pek yakında Rusya’nın MIR Ödeme Sistemi’ne de dahil olacak. Böylece halen 4,5 milyar dolar civarında olan ticaret hacminin daha da artacağı öngörülüyor. Medyadan öğrendiğimize göre, Putin, Pezeşkiyan’a İsrail’in olası saldırısı karşısında soğukkanlı davranmalarını telkin etmiş. Artık hareket ederken, Rusya ve Çin gibi stratejik ortaklarının konumlarını da dikkate almalarını ima etmiş.

ABD, İsrail’i İran’ın petrol tesislerini vurmaması için uyarmıştı. Bu uyarı samimiyse, İsrail vuramaz. Vurursa, İran’ın yanıtının da sert olabileceğini öngörmek gerekir.

Bu arada,sanıyorum bu ay sonundan önce Rusya’da bir BRICS zirvesi olacak. Orada herhalde bu konular daha etraflıca ele alınacaktır.

(3) Bir ABD’li gazeteci geçen yıl Nikaragua’yı ziyaret ettiğinde, bir çok konut ve işyerinde Nikaragua bayrağı ve siyasal sembollerinden sonra en çok İsrail bayraklarına ve sembollerine rastladığını söylüyor. Şimdi Nikaragua devlet başkanı D.Ortega’nın İsrail’i tanımama kararı almasına, Netanyahu’yu Hitler’e benzetmesine şaşırdığını belirtiyor. Yani Nikaragua’nın bile İsrail’in saldırganlığına tahammül edemediğini söylüyor.

Doğrudur. Nikaragua anayasasında laiklik ilkesi bulunmayan bir ülke. Sandinista hareketi, içinde komünist öğeler bulunsa da, marksist-leninist bir anlayışa sahip değildi. Hatta bir ara Polonya’daki karşı-devrimci Solidarnosc hareketiyle dirsek teması dahi kurmuştu. Ağırlıklı olarak küçük-burjuva katolik, görece liberal dayanışmacı bir anlayışı temsil ediyordu (Bu dayanışmacılığın bizde de benzer ama laik bir örneği vardı). Ülkenin sosyalist başkanı ve aynı zamanda başkanın eşi de olan başkan yardımcısı koyu Katolik. Zaten Daniel Ortega çocukluğundan itibaren dini eğitim almış. Karı koca her ikisi de dindar ve bir çok bakımdan oldukça muhafazkâr sayılabilirler. Mesela, her ikisi de kürtajın yasalaşmasına karşı çıkmışlardı.

Halkın yaklaşık yüzde 45’i katolik, yüzde 38’i evanjelist (protestant) hristiyan. Yani muhtemelen o İsrail bayrak ve sembollerini asanlar bu ikinci grupta yer alanlardır.

İsrail’e karşı tavır Ortega yönetiminin, her ne kadar ülkede halen (Çin’deki gibi) karma ekonomik bir kapitalist model uygulanıyorsa da, güçlü bir anti-emperyalist, sosyalist damarının olduğunun göstergesidir.