Roller değişirken…

Medyadan öğrendiğimize göre, Çin, Türkiye ve AB’yi, üyesi olduğu WTO’ya, Çin’den ithal edilen elektrikli ve hibrid otomobillerle ilgili olarak koydukları gümrük vergisi için şikayet etmiş. Haklı olarak bu kısıtlamanın serbest ticaret anlayışıyla bağdaşmadığını belirtmiş.

Tersinin olması çoğu kimseyi hiç şaşırtmazdı herhalde. Ama şimdi rollerin değiştiği görülüyor. Neo-liberal teolojiye göre, serbest ticaretin, serbest para akışının kısıtlanması, engellenmesi, isterseniz, müdahalecilik, ekonomik işleyiş bakımından düşünülebilecek en olumsuz gelişmedir. Şimdi bu iddianın sahipleri tutarlı davranmayıp, rakip gördükleri Çin’i kısıtlamaya çalışıyorlar. Biliyoruz, bu kısıtlamalar, yaptırımlar yeni değil, arkası da gelecek.

Demek ki, emperyalist ülkeler için bütün dava, hegemonik sistemin sürdürülmesidir (1). Bunun için ne kadarı gerekliyse, neo-liberalizm (“globalleşme”) ; ne kadar lazımsa, korumacılık mübah görülüyor. Bunların yetmediği yerde de, şiddet, terör, askeri önlemler…

Aynısını liberalizmin şampiyonluğunu yaptığı fikir ve ifade özgürlüğü gibi başlıklar için de söylemek gerekiyor. Globalleşmeyle birlikte sadece malların, paranın değil, fikirlerin de serbestçe dünya üzerinde hareket edeceği, ulusların ortadan kalkacağı, ulusötesi yapıların, şirketlerin böyle bir sonucu sağlamakta araç işlevi görecekleri söylenmişti.

2008’de patlak veren krizle birlikte, emperyalizmin dünya hegemonyasını yenilemek, en azından, onarmak için uygulamaya koyduğu globalleşme programının sürdürülemezliği ortaya çıktı. Bugün gelinen noktada, emperyalist globalleşme ideolojisinin en iddialı olduğu iletişim ve bilişimde veya daha genel olarak lojistik alanda havlu attığını Ukrayna ve Gazze savaşları dolayısıyla net olarak gördük.

Son olarak kendi alanında ulusötesi şirketlere örnek oluşturan Telegram’ın Fransız yurttaşlığı da bulunan sahibinin Paris’te göz altına alınması, liberal globalleşme ideolojisinin emperyalistlerin ellerinde patladığına bir kez daha tanıklık etmemizi sağladı.

Artık emperyalistler ve onlar karşısında kendi yaşam alanlarını korumak veya genişletmek isteyen uluslar arasındaki kapışmanın şiddetlendiği bir zamandayız. “Ulusötesi” olmak iddiası taşıyan firmaların kendileri için güvenilir liman işlevi görecek bir “ulus” u seçme dayatmasıyla karşı karşıya olduklarını görüyoruz. Yani aslında hiç bir zaman reel olarak uzaklaşmadığımız ulusal olana geri dönüyoruz.

Önceki soğuk savaş zamanında, mesela, SSCB’nin kimi gazeteci, yazar vb figürleri emperyalizmin hizmetkârları oldukları iddiasıyla gözaltına almasını “totalitaryanizmin şiddeti” olarak “hür dünya”nın değerleri adına mahkum edenlerin maskeleri SSCB’nin çöküşüyle düştü. Görüldüğü gibi, SSCB’nin çöküşünden sonra emperyalistlerin hiç bir hesabı tutmuyor. Neyse.

Şimdi bu yukarıdaki haberin başka önemli dolayımları var. Ancak burası onlara ayrıntılı olarak değinmenin yeri değil. Yalnız şu kadarını söylemekle yetineceğim: AB, özellikle onun motor gücü olan Alman ekonomisi ciddi zorluklar içinde bulunuyor. Büyüme kapasitesini daraltmış durumda. Ukrayna’daki savaşa dahil edilmesi, genel olarak AB ekonomisinin, ve özellikle de Alman ekonomisinin hemen hemen bütün avantajlarını erozyona uğrattı. Bu arada, Çin, Tayvan, ABD gibi ülkelerin son yıllarda çip, sanal zeka gibi alanlardaki teknolojik hamleleri, bu hamlelere yanıt vermekte zorlanan Almanya’nın teknolojik ürünlerinin rekabet olanaklarını zayıflatıyor. Buna bir de daralan, yavaşlayan dünya ekonomik koşullarını ilave edersek, Almanya’nın ABD karşısındaki şu an ki teslimiyetçi tavrını sürdürmesi halinde “makus talihi” ni (bir kez daha) yenememesi olasılığı güçlenecek. Tekrar Çin’e dönelim.

BRICS üyesi Çin, aynı zamanda, geç emperyalist sistemin temel kurumlarından birisi olan, WTO’nun da üyesi. Çin jeo-ekonomi-politik açıdan hegemonik sistemin içeriden yükselen mezar kazıcısı gibi görünüyor. Çin, meydan okuyor, kuralların oyuna dahil herkes için eşit şekilde geçerli olması gerektiğini hatırlatıyor, kural ihlallerine itiraz ediyor, ama sistemin dışına da çıkmıyor. Oyunu kurallarıyla oynamaya özen gösteriyor. Sorun, bunu daha ne kadar sürdürebileceğinde. Bu sürdürülebilirlik sorununun iki tarafının olduğunu ihmal etmeyelim.

Almanya da 19yy’ın sonlarından itibaren benzer bir yola girmişti. Fark, Almanya’nın o zaman ki mevcut hegemonik sistemi yıkıp, kendi hegemonyasını ilan etmek arzusuna sahip olmasıydı. Bugünkü Çin’de böyle bir eğilim – en azından ilan edilmiş haliyle- açıkça görülmüyor. Bu durum, Çin’in emperyalist bir devlet olarak görülemeyeceği hakkında önemli bir karine işlevi görüyor.

Bununla birlikte, Çin’in sosyalist bir ülke olduğunu ya da sosyalizme geçiş programı uyguladığını iddia edenlerin de bu iddiayı destekleyen somut, olgusal kanıtlar sunmaları gerekiyor.

Mesela, SSCB deneyimine baktığımızda, geçiş programı uygulandığında (NEP dönemi, 1921-28) dahi sermaye düzeni aleyhine toplumsal önlemler alındığını, sosyalizm inşası için adımlar atıldığını saptıyoruz. Süratle de, sosyalizm inşasına girişiliyor. Kollektivist tarımsal ve sınai devrimler gerçekleştiriyor. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet büyük ölçüde tasfiye ediliyor. Piyasa ekonomisi iyice daraltılıyor. Meta üretimi, genel olarak, Kolhoz’lardaki tarımsal üretimle sınırlandırılıyor. 1933-4’ten itibaren ekonomik ve toplumsal olarak gayet başarılı sonuçlar alınmaya başlanıyor.

SSCB çöktüğü güne kadar, en azından, en gelişmiş haliyle bir sosyal devletti. İşsizlik sorununu, konut sorununu, eğitim ve sağlık sorunlarını büyük ölçüde çözmüştü. Sosyalistliğini kabul etmeyenler dahi onun bir “refah devleti” olduğunu belirtiyorlardı.

Sadece bu kazanımların bile insanlığın, neo-liberal kapitalizm tarafından, son otuz yılda giderek artan ölçüde maruz bırakıldığı açlık, yoksulluk, yoksunluk koşullarında ne denli değerli olduklarını söylememe gerek yoktur sanırım. Yani yitirilenlerin öyle burun kıvrılacak kazanımlar olmadıkları, herhalde, bugün her zamankinden daha iyi anlaşılıyordur.

Sosyalizmin inşası söz konusu olduğunda, marksist-leninistlerin referansı halen, tereddütsüz, Sovyet deneyimidir. Bugünkü Çin de kariyerine bu deneyimin bir versiyonu olarak, onu veri alarak başlamıştı. Bunu vurgulayalım. SSCB’de piyasa ekonomisi, açık ve örtük görünümleriyle, olgusal olarak belli bir ölçüde vardı. Mesela, tarımda, kollektif çiftliklerde planlama denetiminde meta üretimi yapılıyordu. Ancak, hiçbir zaman bütün ekonomiye egemen olmadı. Üretim araçları üzerindeki kamu mülkiyeti de hem sanayide hem (kollektif çiftlikler dahil olmak üzere) tarımda devam ediyordu.

Stalin, Sovyet ekonomisi hakkındaki 1952 tarihli çalışmasında, tarımda, meta üretimi yapan Kolhozların, yani kollektif çiftliklerin, sosyalist bir kollektif mülkiyet türü olmasına rağmen, üretim ilişkileriyle üretici güçlerin gelişimi arasında çelişki oluşturduğunu, üretici güçlerin gelişimini engellediğini, bu yüzden onun da tedricen kamusal (ya da ulusal) mülkiyete dahil edilmesi gerektiğini yazıyordu.

Sonra, SSCB’nin soğuk savaşın cephe ülkesi olduğunu unutuyoruz. Kaynaklarını buna göre kullanmak zorundaydı. O soğuk savaş, sıcak savaşların hepsinden daha uzun ve yıpratıcı bir süreçti. Üstelik Çin o savaşın belli bir evresinde, emperyalistlerle bağlaşarak, SSCB karşıtı cephede yer almıştı. Bu arada tabii, hep yaptığı bir şeyi bir kez daha yaparak, pratiğini aklama işlevi gören ideolojiyi “teori” gibi sunarak SSCB’yi “sosyal emperyalist” veya “süper emperyalist” olarak ilan etmişti.

Her şeye rağmen SSCB dünyadaki ilerici, devrimci hareketleri, oluşumları ekonomik, askeri, siyasal ve kültürel olarak destekliyordu Mesela, eski Habeşistan’da, Angola’da, Mozambik’te, Filistin’de, Şili’de, Afganistan’da, SSCB ilerici, devrimci hareketlerin yanındayken, Çin gerici, emperyalist cephede yer alıyordu. Çin Halk Cumhuriyeti yukarıda adını andığım ülkelerin hepsinde ilerici, ulusal demokrat, anti-kolonyalist, sosyalist güçlerin mücadele ettikleri gerici güçlere destek oldu. Hatta Angola’daki devrimci mücadeleyi alt etmek için ABD ve ırkçı G.Afrika rejimiyle birlikte askeri müdahalede bulunmuştu. Karşı-devrimci UNITA’nın en önemli destekçisi Çin idi. İran’da Şahlık rejimini destekliyordu. Bu durum Maoucu Halkın Mücahidleri örgütünün halk üzerindeki siyasal etkisini olumsuz etkilemiştir. Güncelliği dolayısıyla hatırlatayım, SSCB Filistin’de FKÖ’nün yanında yer alırken, Çin Halk Cumhuriyeti siyonist, işgalci İsrail rejimiyle birlikte hareket ediyordu.

Yani Mao devrindeki ve sonrasındaki Çin’in emperyalist siyaset açısından ikili bir işlevselliği vardı. Sovyet sosyalist bloğunu inkar ederek dünya devrimci hareketini bölmek ve böylece dünyadaki bütün (ulusal, anti-kolonyal, sosyalist) ilerici, devrimci hareketlere karşı olmak.

SBKP’ye revizyonist demek doğruydu. Onu dünya sosyalist, ilerici hareketini bölecek biçimde inkâr etmek yanlıştı. Unutmayalım ki, ÇKP de bu çizgisine revizyonist dönüşümünden sonra geldi.

Konfüçyüsçü geleneğin etkileri altındaki ÇKP liderlikleri (“Mao Zedung Düşüncesi”, “Deng Xiaoping Düşüncesi”, “Zyang Zemin Düşüncesi”, şimdi “Xi Jinping Düşüncesi” ) “özeleştiri” ritüeline değer verirler. Henüz bu doğrultuda bir açıklama duymadık.

Çin devrimci geleneğinde teori yoktur. İdeoloji vardır. Onun işlevi de pratiği haklı çıkarmaktır. ÇKP, özellikle de devrimden sonraki pratiğiyle marksist-leninist bir parti değildi. Maocuydu. Marksizm-leninizm Mao Zedung ve onu izleyen “düşünceler” silsilesi için belli bir ideolojik referanstır. Aslolan yukarıda adı geçen ve aslında pratik etkinliklere göre değişen pragmatik düşünceler silsilesidir. Bu teorisizlik de, “Çin karakteristikleri taşıyan sosyalizm (veya marksizm)” söylemiyle telafi edilmek istenir.

Bu arada, bugün Mao adı kurucu figür ihtiyacı anlamında, içeriği yeniden formatlanmış, bir tür toplumsal çimento işlevi görmektedir. Mao ve aşırılıklara yol veren “düşüncesi”, Deng Xiaoping zamanında, “dörtlü çete” adı altında dolaylı olarak yargılanıp, mahkum edilmişti.

Yani Sovyet revizyonistleri Stalin’i açıkça, üstelik de yargılamadan, mahkum etmişlerdi. Çin revizyonistleri Mao’yu adını vermeden, örtük olarak ama yargılayarak ( “Dörtlü Çete ve Lin Biao Yargılamaları” ) mahkum ettiler.

Aklıma geldi, Sovyet yardımları demişken, SSCB yıkıldığında, sadece on milyon nüfuslu Küba’nın ona borcu (o zaman ki parayla) 30 milyar dolardı. Putin, Küba ziyareti sırasında bu borcu sildiklerini açıklamıştı. Bütün o olumsuzluklara rağmen SSCB söz konusu desteklerden, sosyal politikalardan, sosyalist kazanımlardan vazgeçmemişti. Bunları ihmal ediyoruz.

Sosyalizm deneyimi SSCB ile başarılı olduğu için emperyalist Nazi Almanyası ve bağlaşıkları yenilgiye uğratıldı. Bugün “global güney” olarak tabir edilen dünyadaki ulusal kurtuluş savaşları, anti-kolonyal direnişler, sosyalist devrimler, hatta Batı’daki sosyal demokratik reformlar, refah devleti SSCB olmasaydı, başarılabilir miydi? SSCB’yi toptan başarısız ilan etmek, emperyalist propagandaya, ideolojiye teslim olmak anlamına gelir. SSCB’nin yanlışları ayrı bir konu. Ancak o deneyim dünyaya sosyalizmin bir ütopya olmadığını, reel olarak yapılabilir olduğunu gösterdi. En büyük başarısı da bence budur.

Hayatta öyle başlangıçlar vardır. Bir işe başlarsınız, zorlukları aşarsınız, epey yol alırsınız, bazı yanlışlar yaparsınız, yaptıklarınızı kaybedersiniz. Ama aslında kaybettiğiniz sadece bir başlangıçtır. Başka bir başlangıç, öncekinde elde etmiş olduğunuz deneyimlerin kazandırdığı özgüvenle daha sağlam yol almanızı sağlar. Kaybettiğiniz bir başlangıç, bu kez kazanacağınız başlangıcın (ya da başlangıçların) anahtarı olur. Nitekim, SSCB çöktüğünde, şimdi kim olduğunu hatırlayamadığım Sovyet liderliğine muhalif yabancı bir komünist, “sadece bir başlangıç sona erdi” mealinde bir açıklama yapmıştı.

Bugünkü Çin’in geçmişte SSCB’nin maruz kalmış olduğuna benzer bir izolasyonist saldırı altında olduğu iddia edilemez. Var olduğu kadarıyla, devrimci, ilerici hareketleri de açıkça, somut olarak desteklediğini de söyleyemeyiz. İçeride ve dışarıda önerdiği, uyguladığı karma bir politika, neo-liberal iktisadın yürürlükteki olanaklarını da kullanmayı ihmal etmeyen Keynesçi bir iktisat politikasıdır. Bu bakımdan günümüzdeki kapitalist Çin ile sosyalist SSCB’yi kıyaslamak doğru değildir (Çin’in “piyasa sosyalizmi”iddiasının revizyonizm olduğuna daha önceki yazılarda bir çok kez değinmiştim).

Marksist-leninistlerin değerlendirme yaparlarken, bütün bu gerçekleri dikkate almaları beklenir. “Dün dündür” anlayışı bizim yöntemimiz olamaz. Tersine, ÇKP’nin dünü, bugün söylediklerine ikna olmamamız için karine oluşturuyor.

Bu arada, Çin’in sosyalist olmaması onun emperyalist olduğu anlamına gelmez. Sadece “Çin karakteristikleriyle” kapitalist olduğu anlamına gelir. Kapitalist olması da, sosyalist ya da emperyalist olamayacağı anlamına gelmez.

Evet doğrudur, sosyalistlerin asgari, azami programları olduğu gibi, sıkça ihmal edilen, bir geçiş programları da vardır. Bunu görmemek küçük-burjuva “acilci” bir tavır olur. Ancak, bu geçiş programı nerede başlıyor, nerede bitecek? Sosyalizme yöneleceği garanti mi? Sonra, atılan her kapitalist adımı “geçiş programı” olarak sunarsak, işin içinden çıkamayız. Üstelik üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin halen anlamlı ölçüde yürürlükte olduğu koşullarda.

NOTLAR:

(1) Önceki soğuk savaş döneminde, “kollektif emperyalizm” kavramı etrafında, emperyalist ülkeler arasındaki çıkar çatışmalarının askıya alındığı, “Sovyet tehdidi” karşısında ortak bir anlayış birliğiyle hareket edildiği iddia ediliyordu. Bu doğru değildi. Emperyalizmin hegemonik boyutu ihmal edilmemelidir. 2.D.Savaşı’ndan çıkıldıktan sonra önemli ölçüde çökmüş Batı Avrupa’yı tekrar ayağa kaldırmak için Amerikan emperyalizmi siyasal hegemonik emelleriyle bağdaşan özel bir rol oynadı. Sovyet sistemi karşısında Avrupa’nın güvenliğinin sağlanmasının, ekonomik temellerinin yeniden, ama bu kez kendi çıkarları doğrultusunda, oluşturulmasının teminatı oldu. Mesela, NATO’nun, AB’nin temellerini attı. Marshall Yardımı adı altında, bugünkü hesaplamayla, ağırlıklı olarak Batı Avrupa’ya 320 milyar dolara yakın para yatırdı. Batı Avrupa ve Japonya’ya ABD ile ekonomik ilişkilerinde çok değerli ayrıcalıklar tanındı. Güvenlikleri de ABD tarafından üstlenildi. Savaş sonrası Atlantik sistemi bu şekilde oluşturuldu.

Yani bu koşullarda kendi içindeki çelişkilerini askıya almış bir “kollektif emperyalizm” den söz edilemezdi. Hegemonya tarafından boyunduruk altına alınma söz konusuydu. Batı Avrupa ülkeleri o koşullarda ancak vasallaşabilirlerdi. Öyle de oldu.

Bugün artık Batı Avrupa ve ABD arasındaki jeo-ekonomi-politik Atlantik sisteminin işleyişini çok daha net olarak görüyoruz. Savaş olasılığının güçlendiği koşullarda, Batı ve tabii sonra ona eklenen Doğu Avrupa’nın ne derecede uydulaştırılmış olduğu, mesela maruz kaldığı çok büyük ekonomik zararlara rağmen AB ülkeleri ve özellikle Almanya’nın teslim alınmış görünümlerinden anlaşılıyor. Japonya’nın durumu da farklı değil. Orada zaten ABD aleyhine düşünmeye dahi cesaret edemeyecek bir siyasal akıl yaratılmıştı.

Hiç kuşkusuz Avrupa, Japonya ve ABD’nin çıkarları arasında çelişkiler var. Olmaması mümkün değil. Ancak bu çelişkilerin siyaseten sorunsallaştırılması hegemonik güç tarafından engelleniyor. Gerektiğinde şiddete başvurulabileceğinin (mesela son olarak Alman-Rus boru hattının ABD tarafından vurulması örneğinde olduğu gibi) işaretleri gönderiliyor. Bu ülkelerin sadece dış güvenlik örgütleri değil, iç güvenlik yapıları da NATO ya da ABD’nin denetimindedir. Ekonomileri halen ABD’nin onlara açtığı alanda işlemektedir.

Yeni yükselen rakip kapitalist güçlerin bastırmasıyla bu Atlantik yapısı içinde siyasal çatlakların oluşmaması da olanaklı değildir. Zayıflayan ekonomik hegemonyasıyla ABD, şimdi bu savaş hali koşullarını canlı tutmak ihtiyacı duyuyor. Bu çatlaklar ya da olası yarılmalar derinleşme eğilimi gösterirse, savaş olasılığını güçlendirmek gibi bir rol oynayabilir. Bu arada, Türkiye’nin konumunu bu açıdan da düşünmek gerekir.