“Siyasal İslam”

Bir kere siyasal olmayan din yoktur. Daha doğrusu siyaseti arkasına almayan bir din yaşayamaz. Ancak, bu ayrı bir tartışma konusudur.

Bugünkü bağlamı içinde “siyasal İslam”ın tarihi, Britanya kolonyalist sisteminin Hindistan ve diğer müslüman nüfuslu coğrafyaları sömürgeleştirmesi ve yarı-sömürgeleştirmesiyle başlar.

Kemalist Türkiye’nin ulusal egemenliğini laiklikle bağlantılı bir biçimde elde ederek diğer müslüman nüfuslu ülkeler için model oluşturması, Sovyet sosyalizminin yine bu müslüman nüfuslu ülkelere sosyalist bir ulusal kurtuluş programı önermesi gibi tarihsel gelişmeler, sözü edilen siyasal islamın, emperyalistler tarafından, yeni bir anlayışla müslüman dünyaya empoze edilmesine neden oldu.

İkinci Dünya Savaşı sonrası sosyalizmin, anti-kolonyal siyasal hareketlerin mevzi kazanması ve elbette İsrael’in yaratılmasıyla jeo-stratejik bir anlam kazandı.

Şii-Sünni kavgası İslamın tarihi kadar eskidir. Şii dünyanın tarihsel lideri İran’dır. Osmanlı devleti yıkıldıktan ve sömürgeciliğin de sona ermesinden sonra Sünni İslamın lideri S.Arabistan’dır. Amiyane tabirle, Sünni dünyada raconu S.Arabistan keser.

S.Arabistan Sünniliğin Hanbeli kolunun, Suud ailesinin çıkarları doğrultusunda yorumlanan Vehhabilik anlayışını savunur. Bu anlayış sınıfsal olarak feodaldir. Ülkenin Suud ailesi denetiminde feodal mutlak monarşik yapısını temel alır. Modern toplumsal ilişkileri söz konusu feodal yapı bakımından çözücü ya da yıkıcı görür. Hatta “serbest piyasa ekonomisi” denilen kapitalist ilişkileri de ideolojik olarak tehditten sayar. Aynı ideolojik perspektiften, batılı modern değerleri ve tabii Batı’yı da aşağılar.

Katı yasaklarla, feodal dinsel değerlere referans veren kısıtlamalarla toplumsal yaşamı düzenler. Tabii burada en merkezi konu kadının konumudur. Kadının bir kabile organizasyonu olan topluluk yaşamı içinde kısıtlanmış konumu düzenin bekası bakımından ideolojik-sembolik olmanın ötesinde, siyasal varoluşsal bir önem taşır.

Bununla birlikte, S.Arabistan emperyalizmin ve siyonizmin dostluğuna önem verir. Onlarla siyasal kader birliği içinde varlığını sürdürebileceğinin idrakindedir. Amerikancılığı, erken yazılarda değinmiştim, Kral Adbul Aziz’in, 1945 Şubatında, ABD başkanı Roosevelt ile Süveyş Kanalı üzerinde bulunan ABD’nin USS Quincy Kruvazöründe buluşmasıyla tescillenir. ABD, S.Arabistan’ın güvenliğini temin edecek, buna karşılık, S.Arabistan’ da ABD’nin petrol gereksinimlerini öncelikli olarak karşılayacak, Suudi petrolü üzerindeki belli tasarruflarına itiraz etmeyecekti.

İlerleyen zaman içinde, soğuk savaşın şiddetlendiği koşullarda, bu işbirliği pekişti. Yeni görünümler kazandı. “Petro-dolar” jeo- ekonomi-politiği oluşturuldu.

S.Arabistan bölgesindeki her ulusal, laik, sosyalist, kısacası ilerici hareket ve oluşumu kendisine yönelik bir tehdit olarak algılayarak, önlemeye çalıştı. Önleyemediği durumlarda, para gücüyle etkisizleştirmeye çalıştı. Ancak, bütün Sünni islam dünyasında en gerici İslamcı ideolojik kampanyalara destek oldu. Kontrol ettiği okullarda, derneklerde kendi anlayışına uygun islamcı kadrolar oluşturmaktan geri durmadı.

Elbette S.Arabistan’ın bu çabalarıyla ABD’nin “yeşil kuşak” stratejisi arasında uygunluk vardı. S.Arabistan güvenliği için ABD ve İsrail’in varlığının vazgeçilemez bir önem sahip olduğunun bilincindeydi. Bugün de böyle. Nitekim, Trump’ın başkanlığı sırasında, S.Arabistan’ın telkiniyle, İsrail ve bazı Arap ülkeleri arasında, 2020’de, İsrail’in egemenliğni onaylayan “İbrahim Antlaşması” imzalandı. BAE, Fas, S.Arabistan tarafından fiilen işgal edilmiş, Bahreyn, Sudan imzacı Arap devletleri arasındaydı.

S.Arabistan için en büyük rakip güç elbette şii İran idi. Ortadoğu’nun hemen bütün Sünni devletleri içinde değişen ağırlıklarda bir Şii nüfus vardı. Bu bakımdan İran nüfuzunun bölgede kırılması gerekiyordu. Bunun bilincinde olan ABD ve İsrail, bölgenin bu karmaşık etnik ve dinsel kompozisyonunu kendi siyasal çıkarları için elbette değerlendireceklerdi. S.Arabistan açısından da, İsrail, İran karşısında bir müttefik gibi görülecekti. Bu tablo bugün de değişmedi.

S.Arabistan’ın resmi Vehhabi ideolojisi, bölgenin modern bir yaşam özlemi duyan Sünni halkları üzerinde nüfuz kuramadı. Bunun farkında olan S.Arabistan güvenliği için (çoğu mensubu Batı ülkelerine göç etmiş yoksul Arap ailelerin köksüzleştirilmiş çocukları arasından devşiirilmiş) cihatçı paramiliter gruplar inşa etti. Özellikle 70’lerin sonunda başlayan Afganistan savaşı onun bu girişimini Batı dünyasında ve İslam dünyasında da meşrulaştırmak gibi bir işlev gördü. Bu silahlı cihatçı gruplar sonraki yıllarda emperyalizm-siyonizm-vehhabizmin siyasal çıkarları için ihtiyaç duyulan her yerde, sahada savaşan “proxy”ler olarak kullanıldılar. Halen de kullanılıyorlar.

Elbette Anglo-Amerikan emperyalistleri Sünni siyasal İslam alanını tek başına S.Arabistan’ın etkisine bırakmayacak kadar akıllıydılar. Orada da “böl-yönet” anlayışını uygulamaya sokarak müdahale ettiler. Müslüman Kardeşler’in özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD kontrolünde gelişme kaydetmesini bu açıdan değerlendirmek gerekir.

Müslüman Kardeşler de Sünni idi. Ancak, Vehhabiliği düşman görüyorlardı. Monarşilere, hatta feodal sınıfsal yapılara sıcak bakmıyorlardı. Serbest piyasacılığı, modern devlet anlayışını benimsiyorlar, dinsel kurallar ve Sünni değerlerle birlikte modern yaşamın gereklerine uyulmasını savunuyorlardı. Batı düşmanlığı yapmıyorlardı. Batı’yla siyasal ve ticari işbirliğinin önemini sıklıkla vurguluyorlardı. Kısacası, daha esnek, kısmen modernist bir anlayışın sözcülüğünü yapıyorlardı.

İsrail konusunda da yumuşak bir tavra sahiptiler. FKÖ’nün etkin olduğu yıllarda, Hamas’ın siyasal davranışlarını hatırlayalım. Sonra, M.Kardeşlerin ABD tarafından organize edilen bir renkli devrimle Mısır’da iktidarı gasp ettikten sonra Morsi’nin hemen İsrail’e gidip, Şimon Perez’le kadeh kaldırmasını hatırlayalım.

Bu arada, Vehhabilerin sahip olamadıkları bir güce M.Kardeşler tam anlamıyla sahipler: Toplumsal güç. Bir çok Arap ülkesinde M.Kardeşlerin başından beri yoksul ya da kendisini dışlanmış hisseden muhalif halk kesimleri arasında örgütlendiği biliniyor. Belli konjonktürlerde bu kesimleri siyasal olarak harekete geçirdiklerini gördük, ülkemizde de tanık olduk. Halen oluyoruz. Yani kitleler arasında değişen genişlikte bir tabanları var. Devlet bürokrasisi içinde kadrolaşma eğilimleri de genel olarak himaye gördü (1).

Özcesi, emperyalist siyasetin çıkarları adına hareket eden iki siyasal İslamcı anlayış var: Vehhabizm ve İhvanizm (M.Kardeşler ideolojisi). Emperyalizm, ilkini sert, “proxy” müdahalelerinde kullanıyor. Sahada, El Kaide, IŞİD, Taliban vb gibi savaşçılara ihtiyaç duyduğunda devreye sokuyor. İkincisini, “yumuşak güç” olarak, Arap Baharı vakasında tanık olunduğu gibi, renkli devrimler yapacağı sırada kullanmayı tercih ediyor.

Bu bakımdan bu ikisi birlikte emperyalizmin çıkarlarına hizmette yarışsalar da, birbirlerini düşman olarak görürüler. Karşılıklı olarak birbirlerinin etkisini kırmak için mücadele ederler. Hatta M.Kardeşler’in zaman zaman S.Arabistan’la mücadelesinde İran’a yanaştığını da biliyoruz.

Bugün İhvan’ın iktidarda bulunduğu ülkeler Katar ve Türkiye. Türkiye’de İhvan’a yapılan yatırım, tıpkı genel olarak dinciliğe yapılan yatırım gibi, popülist AKP rejimiyle başlamaz. Bu konuda ta soğuk savaşın erken evrelerine kadar giden bir süreçten söz etmek gerekir. 12 Eylül faşizmi sırasında da özel bir himaye görmüştür. Elbette Türkiye gibi bir NATO ülkesinden söz ediyoruz. Bunlar anlaşılır şeyler.

Şimdi, bu iki siyasal İslami akımın ABD siyasal yapısı içinde farklı konumları var. S.Arabistan, ABD’nin silah sattığı en yağlı müşterisi. Bu bakımdan, tahmin edileceği gibi, Amerikan askeri-sanayi tekellerinin incisidir diyelim. Bu tekellerin siyasal olarak (geneli itibarıyla) Cumhuriyetçi Parti’de temsil edildiklerini biliyoruz. Dolayısıyla, genellikle bu parti ve S.Arabistan arasındaki ilişkiler iyidir.

Mesela, Kaşıkçı Cinayeti sonrasında Trump, şantajcı bir üslupla, S.Arabistan veliaht prensini bu cinayetten sorumlu tutmuş, elbette S.Arabistan da mesajı alarak, ABD’den 5 milyar dolar civarında bir silah alımı yapmıştı. Böylece iş de tatlıya bağlanmış oldu.

S.Arabistan’ın Demokrat Parti ile ilişkisi de hep sorunlu olmuştur. Demokratlar, bilindiği gibi, petrol tekellerine ya da finans sermayesini de içerir biçimde, “petro-dolar” gruplarına görece daha yakın olduğu için S.Arabistan’a soğuk davranır. Mesela, Obama bu ülkeye silah satışına kısıtlama getirmişti. Demokratların bu ülkeye yönelik eleştirileri onların modern yaşam tarzlarına karşı olması, saygı duymaması etrafında yoğunlaşır. Ama iş bu ülkeyi ve vehhabizmi siyaseten kullanmaya gelince, bu eleştirler askıya alınır.

Müslüman Kardeşler ise bir “ılımlı İslam” modeli olarak her zaman Demokratların himayesinde olmuşlardır. Zaman zaman ABD tarafından “terörist” ilan edilseler de, gerçekte bunu iki taraf da ciddiye almaz. Zaten ihtiyaç duyulduğunda bu yafta emperyalistler tarafından örgütün üzerinden hemen kaldırılır. Bir anda “özgürlük savaşçılarına” dönüşürler.

Vehhabi anlayış Amerikan askeri-sanayi kompleksine yakındır dedik. İhvan anlayışıysa, CIA’ye. CIA zaten genellikle Demokrat Parti iktidarlarında, daha akılcı hareket etmesi anlamında, daha işlevseldir. CIA, sanılanın aksine ve askeri-sanayi kompleksinin tersine, ABD establishment’ının görece yumuşak gücünü temsil eder. Entelektüel seviyesi çok daha yüksektir. Tarihsel olarak, Ford Foundation, Rockefeller, J.P Morgan vb Doğu Yakası ya da “New England” establishment’ıyla daha yakın bir teması vardır.

NOTLAR:

(1) Müslüman Kardeşler’in sünni islamcı ideolojisi ülkeden ülkeye farklılıklar gösterebiliyor. Ancak hepsinde ortak olan yan, görece modernist, laik ve ulusalcı olmayan bir bağlamda, batıcı olmalarıdır. İhvancılık islamcı ideolojisinden çok, siyasal davranışlarıyla kendisini ayrıştırır. Türkiye’de esas olarak Said-i Nursi adı etrafında oluşturulmuş (Nakşiliğin belli bir yorumunu esas alan) yapılar İhvan anlayışıyla uyumludur.

Bu arada, Gülen Cemaati, bilindik M.Kardeşler örgütlenmesi dışında kendine ait uluslararası iddiası da olan bir “İhvan” cılık oluşturmak gayreti içindeydi. Başaramadı.