Trump mı Harris mi? 3

Ayşenur Ezgi Eygi ve Narin’ e

Üçüncü Bölüm

Popülist tabir edilen siyasal rejimleri, olağanüstü hal rejimleri olarak, bonapartizm ya da faşizm gibi değerlendiremeyeceğimizi önceki yazılarda bir çok kez belirtmiştim.

Bununla birlikte popülist rejimlerin, kapitalist sistemin işleyişinin sağlanması, yönetici sınıfın çıkarlarının korunması bakımından bonapartist ve tarihsel faşist rejimlerin yerine getirdiği gibi bir işlev gördüğünü de belirtmek gerekir.

Neoliberal kapitalist programın dünya çapında uygulamaya konulmasıyla bütün sosyal devletçi, refahçı toplumsal yapılar, örgütler hedef alındı. Bu saldırıyla birlikte, sosyal-ekonomik kazanımlarının çoğunu ve dolayısıyla uzun mücadelelerle elde edilmiş refahını yitiren halk sınıflarının öfkesinin, düzen için tehdit oluşturmayacak şekilde kontrol altına alınması gibi bir siyasal ihtiyaç ortaya çıktı.

Sistemin sürdürülebilmesi için otoriter, faşizan önlemler almaktan da kaçınmayan, burjuva demokratik içeriği boşaltılmış, oy çokluğuna eşitlenmiş “milli irade” ideolojisi aracılığıyla rıza üretme anlayışının egemen olması için mağdur halk sınıflarının önüne, bir yandan, mağduriyetlerinden sorumlu, içeriği muğlak, imgesel bir “sorumlu” olarak “malum elitler” atılıyor.

Diğer yandan da, bu elitlerle mağdurlar adına savaşacak, elitler düzenini temsil eden bütün kurum ve kuralların üzerinde bir güce sahip, ama bunun için (mağdur kitlelere sürekli şikayet etse de) liberal devlet formunun ortadan kaldırılmasına ihtiyaç duymayacak, kahraman figürü olarak “karizma” yaratılıyor.

Tekrar edeyim, karizma haline getirilmiş lider figürü yasalar, anayasalar, (sık) seçim ve referandumlar aracılığıyla, liberal devlet formu tasfiye edilmeden, devlet kurumları üzerinde duran otorite görünümüne kavuşturuluyor.

Böyle bir rejim, mesela önceki faşizmlerle kıyaslandığında, asli olarak, ırksal, etnik, dinsel vb günah keçilerine ihtiyaç duymuyor. Bu tür konular, “mülteci karşıtlığı” olgusunda görüldüğü gibi, kullanıldığında da ikincil, yan malzeme işlevi görüyor. Örgütsüz, zayıf, mağdur kitlelerin gözünde mağduriyetlerine neden olanlar, o tamamen imgesel olarak kurgulanmış “elitler” dir. Bu arada, her mağdur onları görmek istediği gibi resmetmek hakkına da sahiptir.

Yalnız dikkat edilsin, hissedilen mağduriyet esas olarak maddi olmasına rağmen elitlerin sorumluluğu öncelikle onlara atfedilen olumsuz manevi yaklaşımlara indirgenir. Veyahut, mağduriyetin temel nedeni, “mazlum halkın en kutsal manevi değerleri” ne saldırıdır. Dolayısıyla, maddi olan dikkatten kaçırılır. Bu belagat her toplumsal, ekonomik soruna mükemmelen uygulanabilen bir ideolojik şablon haline dönüştürülür (Mesela, şu son Narin kız olayı bağlamında bunun örneklerini gördük).

Özcesi, bugünkü popülist rejimler kapitalist düzene, egemen sermaye sınıfına rağmen değil, tersine, onun kendi çıkarlarına uygun talebi olarak, isterseniz, onun davetiyle, dünya çapında uygulanmaktadır. Bu bakımdan, 19.yy’daki bonapartizm ve 20.yy’daki faşizmler gibi popülizm de, kahir ekseriyeti alt ve alt orta sınıflara mensup halk kitlelerinin siyasal hareketi olarak görülemez..

Popülist rejim, tarihsel faşizmler gibi, tekelci finans-kapitalin kendi önderliği altında, tekelci kapitalist sistemi sürdürebilmesi için bu söz konusu sınıflarla kurduğu siyasal ittifaka dayanır (Bonapartizm de, bir 19 yy siyasal olgusu olarak, kapitalizmin serbest rekabetçi evresindeki sermaye sınıfının, 3.Napolyon ve Bismarck örneklerinde görüldüğü gibi, halk sınıflarıyla ittifak kurarak rakipleriyle siyasal egemenlik mücadelesine girmesinden çıkmıştı).

Aynı faşizm gibi, popülizm de ideolojik karakteristiklerine, söylemine indirgenemez. Onlardan hareketle tanımlanamaz. Siyasal rejim olarak popülizm, elbette, popülist bir ideolojik söyleme sahiptir. Ancak her popülist söylem, popülist bir siyasal rejimin varlığına delalet etmez.

Popülist rejimler, faşist rejimler gibi olağanüstü hal rejimleri değildir. Liberal burjuva devleti tasfiye etmezler, veyahut, onu askıya almazlar. En çok, Türkiye’de gördüğümüz gibi, şu ya da bu ölçüde, onun içini boşaltarak iktidarlarını sürdürmek isterler. Tarihsel faşizmle arasındaki temel fark budur.

Şunu da ekleyeyim: Pekâlâ popülist rejimler de, faşist rejimler kadar, hatta ondan daha fazla brütal olabilirler. Bu açıdan, kafamızdaki tarihsel faşizm imajından hareketle, “hiç bir rejim faşizm kadar kötü, zalim olamaz” diye düşünmek doğru olmaz.

Benzer yanları dolayısıyla, bu üç farklı siyasal olguyu öncelikle bir “halk hareketi” gibi sunmak, sermaye sınıfının da arzuladığı, teşvik ettiği bir çarpıtmadır. Bu üç olgu da, işlevsel benzerlikleriyle, sermaye sınıfının önderliğinde, onun tarafından, onun ekonomi-politik çıkarları için yaratılmıştır. Bununla birlikte, üçü aynı şey değildir. Aralarında, zamana değgin farklı görünümleriyle, bir süreklilik de yoktur.

Neoliberal program, emekçi halk sınıflarını öfkelendirecekti. Bu öngörülmüştü. Mesele, bu öfkenin siyasal olarak nasıl kanalize edileceğiydi. Popülizm bu bağlamda işlevseldi.

Popülizm, öfkeli kitleler için yer yer bilim-kurgusal ya da doğa-üstü nitelikler de atfedilen karizmatik liderin varlığıyla olanaklı kılınan bir ideolojik hava supabı işi görüyor (Karizmatik lider merkezi figürdür. Onunla belli tarihsel kahramanlar arasında kurulan benzerliklerde dahi, o benzeyen değil, benzetilendir). Aynı zamanda, öfkeyi sınıfsal olarak adı konmamış, paratoner işlevi görecek şekilde oluşturulmuş, esas olarak, “milletin kutsal ya da manevi değerlerini” aşağısayan soyut, muğlak bir “elitler” algısına yönlendirerek, egemen sermaye sınıfıyla bu “mağdur” kitleler arasında bir tür hava yastığı görevini de yerine getiriyor.

Sol popülizm de benzer araçları farklı ya da çoğul söylemlerle kullanarak, “elitler” algısına daha somut (sınıfsal, cinsel, çevreci vs) bir içerik kazandırarak, ama Fransa’da, akıl hocalığını Chantal Mouffe’un yaptığı Melenchon vakasında olduğu gibi, kapitalizmle özsel bir sorunu olmayan, sadece onun “demokratik” veya “güler yüzlü” hale gelmesini talep eden gevşek, anarşizan (dolayısıyla neoliberal) bir siyasal anlayışla birbirlerine tutturulmuş değişik toplumsal sorunsallar etrafında kümelenmiş radikal grupların taleplerini seslendirir.

Gerek sağ gerekse de sol popülizmler sisteme değil, sistemin işleyiş şekline karşıdırlar.

Nasıl faşizmle faşizan birbirine karıştırılıyorsa, popülizmle popülist için de aynısı yapılıyor. Nasıl rejim olarak faşizm, faşist önlem ve söylemlere indirgenemezse; popülizm de, bir rejim olarak bir kısım önlemlerine ve söylemlerine indirgenemez.

Şimdi, Trump’ın popülizm yaptığı söyleniyor. Doğrudur. Söylemleri ve vaat ettiği kimi önlemlerine bakılırsa, öyledir. Gelgelelim, Trump popülist bir rejim kurmak derdinde değil.

Amerika, Türkiye, İtalya, Fransa vs gibi bir devlet değil. Dünyanın en güçlü emperyalist devleti olarak küresel çapta ekonomi-politik ve ideolojik bir misyon yüklenmiş. Hali hazırda, finansal kapitalizmi ve liberal ideolojiyi küresel düzeyde egemen kılmaya çalışıyor. Yani mevcut konumuyla, ancak böyle bir atmosfer içinde var olabileceğinin bilincinde olarak davranıyor. Bu devletin en önemli birleştirici karakteri liberal olmasıdır. Sadece ideolojik olarak değil, devlet örgütlenmesi olarak da öyle. Bütün oligarşik yapıları bir arada tutan bu örgütlenmedir. Onun tasfiyesi şöyle dursun, içini boşaltmak bile bütün bir yapının çözülmesi anlamına gelir.

Unutmayalım, liberalizm Amerikan devlet aklı, bilinci, bilinçdışıdır. İsterseniz, bir çok siyaset bilimcinin kullandığı anlamda, Amerika’nın ruhudur diyelim.

Görünürdeki tartışmalara bakılırsa, Trump karşısında, Yankee ve Kovboy elitlerin siyasal olarak bir araya gelmesinin nedeni, Trump’ın ABD’nin bu küresel misyonuna zarar verecek dış politikalar izlemesinden duyulan endişedir.

Bence asıl, altta yatan endişe, Trump’ın politika yapma tarzından, devlete bakışından, bunların söz konusu liberal ruha verebileceği olası zararlardan kaynaklanıyor. Trump’ın önceki yönetiminde yer alan önemli figürlerin, partisinin yüksek düzeydeki elitlerinin ona karşı tavır almalarının gerekçesi bu olmalıdır.

Yoksa sorun, bazılarının iddia ettikleri gibi, onun kürtaj, cinsel tercihler, göçmen sorunu gibi konulardaki söylemleri de değildir. Onlar klişeleşmiş muhafazakâr söylemler zaten.

Öte yandan, dış politikadaki Ukrayna sorunu söz konusu olduğunda, onun “savaş karşıtlığı” da tutarlı değildir. Hatta demagojiktir. Aynısını, mesela, Le Pen ve Melenchon da yapıyorlar.

Trump’ın Ukrayna sorunu etrafındaki gerçek farkı, Rusya’ya bakışından kaynaklanıyor. Önce, Trump’ ın Çin’e karşı düşmanca “çevreleme” siyasetini ilk kez somut olarak formüle edip, uygulamaya koyan ABD başkanı olduğunu hatırlatayım.

Şimdi, Trump, Rusya’nın öncelikli olarak düşmanlaştırılmasının taktik bir yanlış olduğunu anlatmaya çalışıyor. En öncelikli olanın Çin olduğunda ısrar ediyor.

Tabii böyle bir konum alış, 2.D.Savaşı sonrasında oluşturulan (Aslında daha 20.yy’ın başlarında, kavramsal düzeyde, oluşturulmaya başlanan jeo-ekonomi-politik bir stratejidir), sonunda Sovyet Rusya’nın çökertilmesini temin eden stratejik anlayışla çelişiyor.

Trump, ABD’nin artık Rusya fobisinden kurtulmasını, ona yeni dünya koşullarında daha soğuk kanlı yaklaşılmasını talep ediyor. Rusya ile ittifak yapılmadan, ya da en azından, Rusya nötralize edilmeden Çin’le mücadelenin kolay olamayacağına inanıyor. Yani Trump, bir Rusya muhibbi değil, sadece Çin’in ciddi bir rakip olarak yükseldiği koşullarda, ABD çıkarları adına ona olan kadim jeo-politik bakışın taktik açıdan gözden geçirilmesini istiyor.

Gelgelelim, SSCB karşısında elde edilmiş başarıyla başı dönmüş, kuramsal formülasyon reçetelerini oluşturanlar bağlamında, üzerinde daha çok, Yankeelerin ya da Doğu Yakası elitlerinin ağırlıklı bir etkisinin bulunduğu Amerikan devlet sistemi, daha doğrusu “establishment” ı (bundan kastedilen, liberal ve cumhuriyetçi olmak üzere iki partili federal kurumsal yapı üzerinde yükselen, liberal ve/veya neoliberal ideolojinin taşıyıcısı olan, sınıfsal olarak finans-kapitalin global çaptaki çıkarlarını kollayan hegemonik siyasal oluşumdur), Rusya’ya karşı geçmişte izlenen stratejiyi, önceliği Rusya’ya vermekle birlikte, Çin’i de bilahare onun yanına koyarak devam ettirmek düşüncesinde.

Kabaca, Trump’ın temsil ettiği Kovboylar, önce Çin sonra Rusya; Harris’in temsilcisi olduğu Yankeeler önce Rusya sonra Çin diyorlar.

Aslında, Trump’ın tezi, geçmişte Kissinger ve Brzezinski’nin düşmanı bölerek, birbirine düşürmek anlayışında olduğu gibi (Sino-Sovyet bölünmesi), ama bu kez Çin’in baş hedef olarak alındığı bir stratejiye referans veriyor. Önceki anlayışın (onu olumlu yönde etkileyen faktörlerin katkısını da ihmal etmeden) başarılı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

Trump bu tezini dillendirirken, özellikle de Avrupa’daki müttefiklerini ABD’nin sırtında yük olarak gördüğünü ifade etmekten de kaçınmıyor. Atlantik’in diğer yakasındaki müttefiklerin ülkesini ekonomi-politik açıdan istismar ettiğini vurguluyor. Rusya konusunda devam eden ABD takıntısında, Avrupalıların verdiği siyasal gazın rolüne değiniyor. Bugünkü Rusya sorununun ABD’den çok Avrupalıların sorunu olduğunu, sorunu bugünkü haline Avrupa’nın peşine takılmanın getirdiğine de zaman zaman temas ediyor.

Böylece, Yankeelerin, sadece ekonomi-politik açıdan değil, kültürel olarak da, önemli dayanaklarından birisi olan Atlantikçi anlayışa açıkça saldırıyor. Bütün bu Yankee anlayışları ve politikalarıyla, Amerikan “establishment” ının yerleşik kurumsal geleneklerine, isterseniz, siyasal kültürüne uymayan bir siyaset tarzıyla mücadele edeceğinin işaretlerini gönderiyor. İki tarafın elitlerini birlikte kaygulandıran en temel sorun budur bence.

Yalnız şunu da hemen eklemem gerekiyor : Amerikan seçmenlerinin büyük ekseriyeti açısından bu dış politik yaklaşım farklılıklarının bir önemi yoktur. Amerikan seçmeni son büyük krizden beri kendisini neoliberal politikanın mağduru olarak görüyor. Öfkeli yani. Dış politikaya bu mağduriyetine katkısı olduğuna inandığı ölçüde ilgi gösteriyor. Bu ilginin de henüz geniş halk kesimlerini kat ettiğini söylemek doğru olmayabilir.

Ancak bu kez, Avrupa’da ve Ortadoğu’da giderek yayılma ve bir dünya savaşına dönüşme olasılığını güçlü bir biçimde içinde barındıran savaşlar var. Hatta söz konusu savaşları fiilen başlamış savaşın iki cephesi olarak görenler de var. Ukrayna’nın son Kursk saldırısı, ülkenin doğusunda süren savaşı uzun menzilli Nato silahlarıyla Rusya’nın içlerine taşıma eğilimi; öte yandan, İsrail’in yaklaşık üçte birini kontrolü altına aldığı Gazze ile yetinmeyip, Batı Şeria’ya, oradan Lübnan ve Suriye’ye yönelme hesaplarının, buna karşılık Rusya, Filistin ve İran tarafından yapılan açıklamaların görece daha fazla sayıda Amerikan seçmenini ilgilendirmesi beklenebilir.

Trump’ın bu tartışmalardaki avantajlı konumu, Rusya ile ilgili olarak, alttan alan, süren savaşa karşı, nispeten barışçı ya da şahince olmayan tavırlarına dayanıyor. Ancak Filistin cephesi söz konusu olduğunda, savaş karşıtı olmadığı açıktır.

Harris ise her iki cephede de savaş yanlısı görünüyor. Rusya’nın, İran ve Filistin’in blöf yaptıklarını düşünüyor. Nitekim, Putin’in son çıkışını adeta duymazlıktan geldi. Oysa, Rusya gibi bir devlet blöf yapmaz. Bunu ABD establishment’ını çekip çevirenlerin bilmemesi mümkün değil.

Bu noktada, şunun altını çizerek belirteyim: ABD, Ukrayna için doğrudan Rusya ile bir savaşa girmez.

Benim izlenimim, Anglo-Amerikalıların çok sıkışırlarsa, Avrupa’da sınırlı tutulmaya çalışılacak görece düşük yoğunluklu, (elbette nükleer silahların kullanılmayacağı )bir çatışmayı epeydir satın almış olduğudur. Bu izlenimi ilk kez, İngiltere’nin Brexit’i sırasında edindim. O Anglo-Amerikan establishment’ının ortak kararıydı. Bugünleri o zamandan planladıkları için Avrupa’dan çekildiler. Gelgelelim, savaş ekonomik güçle sürdürülebiliyor. Avrupa’nın da giderek daralan bir ekonomisi var.

ABD bir hegemonya savaşı yapıyor. Bu yüzyılı da Amerika yüzyılı yapmak istiyor. Bu hegemonyaya meydan okuyan ve meydan okuma potansiyeli taşıyan (Avrupa ve Asya’daki) her gücü vurarak, veya kafa kafaya tokuşturarak, olmadı, nötralize ederek devre dışı bırakmak, veyahut zayıflatarak uydulaştırmak istiyor. ABD bugünkü fiili müttefiklerinin potansiyel rakip olma olasılıklarını her zaman dikkate alır.

Yaklaşan seçime dönersek, bu savaş tehditlerinin, ABD’yi daha doğrudan içine çekme olasılığının güçlenmesi, halen savaş çığırtkanlığı yapan Amerikan medyasının aksi yöndeki çabalarına rağmen Trump’ın şansını artırabilir.

Kamala Harris’e gelince, kanser uzmanı Hintli bir anne ile Jamaika asıllı sol sosyal demokrat, Stanford Üniversitesi’nde çalışmış (Jamaika’da iki üç hükümete ekonomik danışmanlık yapmış) bir iktisat profesörünün hukuk öğrenimi görmüş kızları.

Öncelikle Kamala Harris’in kendisiyle ilgili olarak verdiği biyografik bilgilerin kısmen doğru olmadığı anlaşıldı. Biyografisine eklediği “siyah olmaktan ve varsıl olmamaktan kaynaklı” mağduriyet hikayesinin de yanlış olduğu tanıklarıyla ilan edildi. Yani sıklıkla başvurduğu, “işte ezilen, horlanan o küçük kız bendim” edebiyatının doğruyu yansıtmadığı, çocukluğunda boşanmış olan ebevynlerinin her ikisinin de zengin oldukları, ABD’de, Jamaika’da ve Hindistan’da aileye ait çok sayıda varlıklarının bulunduğu anlaşıldı.

Harris’in Politikadaki yükselişi, 2014’te Yahudi asıllı bir Amerikalı ile yapmış olduğu evlilikten sonra başlıyor. Ancak, öncesinde ta üniversiteki öğrencilik yıllarından başlayan “yeni kuşak” bir siyasetçi adayı olarak hazırlanma süreci var.

Şimdi, yeni kuşak Demokrat Parti mensuplarının nasıl seçildiklerini, ABD politik sistemine nasıl entegre edildiklerini anlayabilmek için ABD’nin entelektüel dünyasında, 50’li yılların başlarında gerçekleştirilen “ideolojik devrimi” anlamak gerekiyor (Bu konuya kısmen Obama’nın adaylığı sırasında yazmış olduğum bazı yazılarda değinmiştim).

Çünkü, Bill Clinton, Obama, Kerry, Harris gibi hepsi hukuk öğrenimi görmüş figürler, bu ideolojik devrim süreci içinde yetiştiler. Demokrat Parti bu söz konusu yeni kuşak politikacılarını bu yeni ideolojik formasyona sahip kişilerden devşirdi (Hilary Clinton’ın durumu daha farklı. O, sağdan, koyu Cumhuriyetçi, Wesleyci püriten bir muhafazakârlıktan, “yeni-muhafazakâr” demokratlığa geçiş yaptı).

Özellikle erken otuzlu yıllardan İkinci Dünya Savaşı’nın hemen hemen sonuna kadar, Amerika’daki entelektüel hayatta bir sol, marksist, pro-Sovyet hegemonya vardı. Önemli yazarlar (mesela, Sinclair Lewis, Steinbeck, U.Sinclair, Dreisler, S.Bellow ), sanatçılar, eleştirmenler arasında, SSCB’ye yönelik bir sempatiye de referans veren marksizm hayli revaçtaydı.

Komünist Partisi’ne, sosyalist parti ve örgütlere büyük bir rağbet vardı. Stalin’in, “Uncle Joe” olduğu yıllardı. SSCB’nin ve Stalin’in (Avrupa-merkezci marksizm anlayışının temsilcilerinden Trotski’nin itirazlarına rağmen) ABD aydınları ve emekçi sınıfı içinde büyük bir prestiji vardı. O kadar öyle ki, çizgi Roman kahramanı olarak 1939’da ABD’de yaratılmış olan Superman için model “Steelman” idi. Superman de malum, halkın aleyhine çalışan, bu arada, halkın aleyhine kullanılacak teknolojik buluşlar da yapmaya çalışan kapitalist tipine karşıydı. İlericiydi. Dünyayı ve insanlığı bu tipin şerrinden korumak için mücadele ediyordu (1).

Savaşın sona ermesiyle bu tablo değişti. Çünkü savaş öncesinde ve sırasında, dışarıda SSCB ile içeride işçi sınıfıyla ve diğer anti faşist gruplarla yapılmış (“New Deal”) uzlaşmalara ihtiyaç kalmamıştı.

Önce kaba faşizan yöntemleriyle McCarthycilik devreye sokuldu. Solcu aydınlar, emek örgütleri mensup ve yöneticileri, anti-faşistler sindirilmek istendi. Bu yöntemle istenilen sonucun alınamadığı ve üstelik ABD’nin “liberal” imajına da zarar verildiği görülünce (McCarthy bir anda “asttığı astık kestiği kestik” korkulan figür haline gelmişti. Hatta onun tarafından sorgulanmak için çağrılan bir senatör korkudan intihar etmişti), Rockefeller ve Dulles gibi figürlerin telkiniyle, başkan Eisenhower onu buruşturup bir kenara attı (Senatör McCarthy bu durumu kabullenemediğinden kendisini alkole verdi. Sanıyorum alkole bağlı nedenlerden dolayı bir yıl sonra da öldü).

Başkan, Rockefeller Fellows, Ford Foundation gibi oligarşik örgütlerin telkini, FBI’dan farklı olarak daha çok Yankeelere yakın CIA’nin ön almasıyla komünizmle daha ince, daha entelektüel yöntemlerle mücadele edilmesi gerektiğini kabul etti.

CIA, genel olarak komünizmle mücadele yerine, önceliğin Sovyet modeli komünizmle mücadeleye verilmesinin daha doğru olacağına karar verdi. Böylece, özellikle çoğu Trotski’ye sempati duyan marksist aydınların ikna edilmesi kolaylaşmış olacaktı ( O arada, CIA’ya en büyük yardım, hiç beklemediği bir yerden SBKP liderliğinden gelecekti. 20.Kongre’deki Hruşçov’un söylemi Trotski’nin iddialarına dayanıyordu zaten).

Savaş sırasında ve sonrasında ABD’ye göç eden çoğunluğu Yahudi kökenli akademisyenler, felsefeciler, sosyologlar, psikologlar vs, sınıf mücadelesini ve kapitalist düzeni sosyalist düzenle değiştirmeyi temel alan yıkıcı “siyasal marksizm” i karalayarak, temel sorun olarak sunulan, “otoriter kişilik”, “totaliter devlet” sorunlarıyla mücadelede kullanılacak kuramsal ve yöntemsel bir araç olarak Freudcu yaklaşımla melezlenmiş, daha doğrusu freudcu anlayışa eklemlenmiş haliyle, marksizmi “kültürel marksizm” veya “yeni-sol” adı altında, tekrar olsun, CIA desteğinde pazarladılar (2)

Söz konusu oligarşik vakıf ve enstitülerin ve tabii CIA’nın büyük parasal destekleriyle çıkartılan Partisan Review (Derginin adına dikkat ediniz. Bu dergi bu adla Sovyet çizgisindeki Amerikan Komünist Partisi’nin yayını olarak ilk kez 1934’te çıkmaya başlamıştı. Sanıyorum 1950’de, sonraki anti-Sovyet çizgisine doğru dönüşüm geçirdi. Türkiye’de bir ara Amerikan Kültür’lerde ücretsiz dağıtırlardı ), Dissent, Commentary ve daha başka bir kaç derginin ciddi bir entelektüel okuyucu tabanı vardı.

Bu yayın organlarının yazarlarının tamamına yakını, çoğu ülkeye göçmen olarak gelmiş, Yahudilerdi. (Bu kadar donanımlı, parlak Yahudi aydının kendilerini yadsıyan bir tavırla, böyle bir siyasal misyon için seferber olmasının İsrail’in kuruluşuyla alakasının olabileceğini hep düşünmüşümdür). Kısmen, farklı kombinasyonlar içinde de olsa, Trotskist eğilimlerini sürdüren, “anti-sovyetizm”in (yani soğuk savaş dönemi sol anti-komünizminin) “liberal demokratik ” anlayışın ihyası üzerinden olumsuzlanmasını ana teması haline getirmiş, çoğu akademisyen olan entelektüellerdi.

Yeri gelmişken, öznel bir gözlemim, bu tür soldan entelektüel dönüşler, dönüşenlerin kalitesi ne kadar yüksekse, o kadar evreler halinde oluyor. Yani ara istasyonlara ihtiyaç duyuluyor. Elbette, bu tür istasyonların en sık uğranılanı Trotskizmdir.

Aralarında Hannah Arendt, Frankfurt Okulu üyeleri, Susan Sontag (“Sovyet marksizmi başarılı olmuş faşizmdir” başlıklı, sanıyorum New York Times Supplement’ daydı, yayınlanan bir yazısını hatırlıyorum), Daniel Bell, S.M. Lipset, N.Glazer, S.Hook, Hofstadter, ve elbette “New York Entelektüelleri” olarak adlandırılan otuzların, kırkların sıkı marksistleri, trotskistleri, L.Trilling, N. Mailer, A.Kazin, I.Howe, J.Podhoretz, D.Macdonald, I.Kristol, A.Rosenberg gibi edebiyatçı, sanat ve yazın eleştirmeni (hepsi de gerçekten kendi alanlarında yetkin olan) figürler bu yayınların sürekli yazarları arasındaydı.

Yetmişli yılların sonlarından itibaren çoğu politik olarak “yeni-muhafazakâr” olarak dönüşüm geçirdiler. Politik olarak çok daha geri konumlara savruldular.

Entelektüellere mesaj şuydu: Amerikan devletinin, onun mevcut jeo-ekonomi-politik çıkarlarının karşısında yer almamak koşuluyla “radikal”, “asi” olabilirsiniz. Bu çıkarları savunduğunuz sürece “marksist” dahi olmanızda bir sakınca yoktur.

İşte 1964 doğumlu Kamala Harris’in kafası da, önceki Demokrat başkan Obama’nın kafası gibi, böyle bir entelektüel atmosfer içinde şekillenmişti. İkisi de, babaları (3) dolayısıyla marksist sosyalist bir aile ortamına doğmuşlardı. İkisi de öğrencilik yıllarında “radikal” idiler. İkisi de, gerçek, devrimci marksizmin, yani kapitalist düzenin yıkılmasını, sosyalizmin kuruluşunu amaçlayan sınıf savaşımını öngören marksizm anlayışının olanaklı her türlü entelektüel, ideolojik araçla çarpıtıldığı, yerine sentetik bir sol anlayışın ikame edildiği o uzun süreç içinde yetiştiler. Güvenli bir gelecek, kariyer için kendilerine verilen mesaja uygun davrandılar.

NOTLAR:

(1) Sözünü ettiğim bu ideolojik dönüşüm sürecinin hem Öznesi hem de nesnesi olmuş Brzezinski’nin bizde pek bilinmeyen benim önemsediğim bir kitabı var: Between Two Ages: America’s Role in the Technetronic Era (1970, Viking Press). Bu kitabında, özetle artık endüstriyel çağdan çıkılmakta olunduğunu, teknoloji ve elektroniğin ilkesel belirleyiciler oldukları bir çağa girildiğini öngörüyor. Böylece Silikon Vadisi’nin habercisi oluyor. Bugün Silikon Vadisi’nde yetişmiş sermaye sahipleri, dünyanın en büyük servetlerini kontrol ediyorlar. Bu yüzden de siyasal olarak tekelci sermayenin en gerici, en gözükara, en terörist kesimini temsil ediyorlar.

(2) Buradaki “pazarlama” terimini kasıtlı kullanıyorum. Çünkü “kültürel marksizm” ya da “yeni sol” tabelası altında çalışanlar, aynı zamanda, pazar için “tüketim ürünü” üretiyorlar. Çalışmaları belli bir tüketici kesimi hedef olarak öngörüyor. Yine, bu küçük burjuva “sentetik sol” etkinlik, muhtemelen bu çalışmaları yönlendiren, teşvik ve koordine eden, elbette büyük parasal destek de temin eden, CIA gibi, ilgili emperyalist kurum ve kuruluşların planlamadıkları bir şeyi daha yaptı. Emperyalist ülkelerde, anlam ve işlev olarak aynı ülkelerdeki işçi aristokrasisine benzer, bir “entelektüel aristokrasi” nin doğmasını sağladı.

(3) Bir süre önce internette bir Amerikalı psikologun yazmış olduğu kısa bir yazıyı okudum. O yazıda konu olarak, Clinton, oğul Bush, Obama, Trump ve şimdi de aday Harris’in, aynı şekilde çözüme kavuşturulmamış bir “kayıp” ya da “eksik” baba sorununun yol açtığı bir travmadan muzdarip oldukları işleniyordu.