İkinci Bölüm
Şu halde, Kasım ayındaki seçim öncesinde Demokrat Parti’deki “İlericiler” denilen, Avrupa’daki sosyal-demokratların muadili olarak görülebilecek kanat etkisizleştirilmiş, hatta Bernie Sanders gibi birçok önemli figürü saf dışı edilmiştir. Bu grubun epeydir parti politikaları üzerinde bir etkisi kalmamıştır. Bu bakımdan, partide bir bölünmeden değil, ama partiye egemen olan elitlerin, Biden ya da Harris olsun, başkan adayı etrafında kenetlendikleri bir durum vardır. Yani söz konusu bu elitler için Biden ve Harris, Sanders gibi, farklı, aykırı bir siyasal çizgiyi temsil etmiyorlar.
Biden ve Harris tercihleriyle ilgili tartışma, daha çok iki adayın yetenek ve kapasiteleriyle ilişkilidir. Öyleyse, Demokrat Parti’nin adayı etrafında “tek vücut” olduğunu söylemek mümkündür.
Gelgelelim, aynı şeyi Cumhuriyetçi Parti için söyleyemeyiz. Daha Trump aday olacağını açıklamadan önce partinin en üst düzeydeki elitleri itirazlarını yükselttiler. Trump’ın, Cumhuriyetçi Parti’nin bilindik siyasetini değil, o siyasetten sapışı temsi ettiğini iddia ettiler. Parti adına adaylığını kabul etmeyeceklerini, aday olduğu takdirde başkan olması için oy vermeyeceklerini, hatta rakip partinin adayını destekleyeceklerini açıkça ilan ettiler.
Trump’ın başkan yardımcısı Mark Pence, Trump tarafından Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak atandıktan bir süre sonra yine Trump tarafından görevden alınan, ABD “establishment” ının önde gelen şahinlerinden John Bolton (Venezüela’da ve 2019’da, Bolivya’daki darbe girişimlerini planlamış, Kasım Süleymani suikastini organize etmiş, Çin’e karşı daha sert bir kuşatma stratejisi izlenmesini telkin etmişti), Trump’ın Pentagon’un başına genelkurmay başkanı olarak atamış olduğu emekli general Mark Milley, Trump’ın savunma bakanı Mark Esper, (Trump’a karşı girişilen suikast sonrası kısmen tavrını yumuşatmış görünse de) Trump’ın dış bakanı Pompeo, dahası, “şahinler şahini”, BOP’un ve öncesinde ABD ve dünyada yaratılan terör havasının mimarlarından, El Kaide ve IŞİD gibi cihatçı terör örgütlerinin oluşturulmasında önemli rol üstlenmiş Dick Cheney dahil “kovboy elitler” bir biri ardına Trump’ı desteklemeyeceklerini, Harris’in kazanması için çalışacaklarını ilan ettiler.
Kısacası, Cumhuriyetçi Parti’de, Demokrat Parti’de olduğu gibi, bir “tek vücut” hali yok. Tersine, derin bir yarılma var. Ancak, Trump’ın geniş halk kesimlerinin desteğine sahip olduğu da açık. Partinin halktan onun kadar destek alabilecek bir aday çıkartması olanaklı olsaydı, muhtemelen Trump aday yapılmazdı.
Trump’ın başkanlığı döneminde pandeminin başlaması ve yayılması, sermaye sınıfı söz konusu olduğunda, görece büyük olmayan, orta ve küçük sermaye gruplarının, örnekse imalat ve perakende sektörünün, büyük zarar görmesine neden oldu. Trump’ın kaybetmesinde pandeminin yol açtığı sorunlar ve onlarla mücadelede gösterilen beceriksizlikler etkili oldu.
Trump, ilk başkanlık döneminde, dış politikada vaat ettiklerinin bir çoğunu yapamadı. Ancak yeni bir savaş da başlatmadı. Ortadoğu, Afganistan gibi yerlerdeki ABD askerlerini kademeli olarak çekmeye başladı. NATO’nun genişlemesi konusunda heveskâr davranmadı. NATO’nun finansmanı konusunda AB ülkelerinin katkılarını artırmalarını talep etti. Rusya ve K.Kore ile iyi ilişkiler kurmak için çalıştı. Belli bir ölçüde başarılı da oldu.
Bununla birlikte, Çin’e karşı açık “containment” politikasını en kararlı biçimde o başlattı. Çin’e karşı bir tür ticari savaş yürüttü. Çin’e yaptığı kadar olmasa da, AB ülkelerine, ama özellikle Almanya’ya karşı da korumacı ekonomik önlemler aldı. Ortadoğu’da İsrail’i açıkça ve güçlü bir biçimde destekledi. İran’la, Bolton’un Süleymani oldu bittisine kadar, sürtüşmekten kaçındı.
İşin ilginç tarafı, Demokratlar, Trump’ın başkan seçildiği seçim kampanyaları sırasında onun bu dış politika programına karşı çıkmış olmalarına rağmen kendileri yönetime geldiklerinde asker çekme konusunda, İsrail’in saldırgan davranışlarının desteklenmesinde, özellikle de, Çin’in kuşatılması stratejisinin uygulanmasında Trump’tan daha ileri gittiler (Hatırlanacağı gibi, onlar Çin’e karşı “containment” değil, “engagement” ın politikaları olacağını vaat etmişlerdi) .
İktidar olunca, iktidara gelen, kendisini her zaman farklı nesnel koşullar içinde bulmuyor. Hatta çoğu zaman, kendi seçtiği ekibiyle işe başlasa da, çok geçmeden, farklı öznel koşullar içinde olduğunu idrak ediyor. Bu bakımdan, böyle durumlarda, genellikle söylenen, “hükümet iktidar olunca devleti tanıdı” yerine, devlete yön veren, onun aklının oluşturulmasında, uygulanmasında rol oynayan öznelerin gücünü kavradı demek daha isabetli olur.
Vaktiyle Trump’ın övünçle takdim ederek göreve getirdiği yukarıda adı geçen figürlerin Trump’a karşı aldıkları bugünkü tavrı, onların söz konusu devlet anlayışının oluşmasında ve işlemesinde ta kariyerlerinin başından itibaren aldıkları rollerle ilişkilendirmek doğru olur.
Trump kazandığı takdirde, elbette geçmiş deneyimini dikkate alacaktır. Ancak, bir çok politika bilimcisinin haklı olarak vurguladıkları gibi, yine iktidarın “öznel koşulları” söz konusu olduğunda, hareket alanı öncekinden daha geniş olmayacaktır. Özellikle içinde bulunulan uluslararası konjonktürde.
Bu bakımdan, ne kadar Rusya konusunda, barışçıl konuşmalar yapsa da, bu saatten sonra Ukrayna sorununu, ABD’nin ve Rusya’nın beklentilerini karşılayacak biçimde çözüme kavuşturması olanaklı değildir. Çok çok ateşkesler temin edebilir. Savaş halinde, Avrupa’yı ve Japonya’yı işin içine daha fazla iter. ABD’nin üzerindeki, bu savaştan kaynaklanan, parasal baskıyı, Avrupa ve Japonya’nın paylarını artırarak azaltabilir.
Rusya’nın bu savaştaki ana hedefleri, Kırım ve malum dört oblasttır. Yani Ukrayna’nın doğusudur. Bunlardan taviz veremez. O coğrafyayı tarihsel olarak Rusya’dan ayrı düşünmek Ruslar açısından mümkün değildir. Rusya için varoluşsaldır.
Sonra, hatırlayalım, Rusya’ya tarihi boyunca Batı’dan gelen askeri saldırıların girizgâh işlevi gören coğrafyası da burasıdır (Ukrayna, Kırım, Belorusya).
Bunun içindir ki, Rusya jeo-ekonomi-politik tarihini iyi bilen batılı uzmanlar, Rusya’nın bu coğrafyadan feragat etmemek için nükleer silaha başvurmaktan kaçınmayacağı konusunda sürekli uyarıda bulunuyorlar.
Bir de, bu savaşı 2.Dünya Savaşı’ndaki Nazi Almanyası ve SSCB savaşı gibi düşünmemek gerekir. Rusya’nın gayesi, Ukrayna’yı fethedip, kesin bir yenilgiye uğratmak değildir. SSCB çözüldüğüne göre, tarihsel olarak kendisine ait olduğu halde idari olarak Sovyet Devrim’inden sonra oluşturulan Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne dahil edilmiş tarihsel-toplumsal coğrafyasını yeniden elde etmektir. Bunu zaten Rus yöneticiler de ifade ediyorlar.
Öte yandan, Ukrayna’nın bunlardan feragat etmeyi kabullenmesi, Nato üyeleri arasında, ABD’ye ve NATO’ya olan inancı zedeler. Müttefikleri arasında ABD’nin boyun eğdikleri “liberal hegemonyası”nı tartışılır hale getirir.
Yine de, Trump’ın, en azından, Nato’nun genişlemesi için istekli davranmayarak, Ukrayna’yı son zamanlarda Biden yönetimin yaptığı gibi, Rusya topraklarını vurması için ittirmeye sıcak bakmayacağı düşünülebilir. Dahası, Ukrayna’nın giderek artacağı izlenimi edinilen barış masası kurulması talebine yeşil ışık yakabilir.
Yeri gelmişken, Ukrayna’yı Kursk’u işgal etmesi için yönlendirmek (inkâr edilse de, kesinlikle bir Nato kararıyla olmuştur), son derece ahmakçaydı. Ukrayna’nın, hava üstünlüğü, silah üstünlüğü, insan gücü üstünlüğü bariz olan bir askeri güce karşı böyle bir harekata girişmesinin askeri açıdan izahı yoktur.
Medyadan izlediğim kadarıyla, Ukrayna ordusu, Doğu’daki en seçme on bin civarında savaşçı ve Batı’nın kendisine verdiği büyük miktardaki en gelişmiş silahlarla bu harekata girişmiş, savaşçıların yarısına yakını, silahların da tamamına yakını Rus savunması tarafından imha edilmiştir.
Bu arada, bu saldırı için çok sayıda seçme savaşçının ve büyük miktarlarda gelişmiş silahın Doğu’dan çekilmesi, ABD’li askeri uzmanlara göre, Rus ordusunun kontrol ettiği alanlarda görece rahatlamasını temin edecektir.
Ayrıca, Kursk sembolik olarak 2. Dünya Savaşı’nın sonucunun, 1943’de, fiilen belli olduğu o uzun ve şiddetli muharebelerin cereyan ettiği yerdir. Ukrayna ordusunun, Kursk’un, insan yerleşiminin seyrek olduğu bir bölümüne saldırması, savaşı sadece Ukrayna’nın doğusunda, görece rölanti halinde sürdüren Rusya’nın silkelenmesine neden olmuştur.
Artık Ukrayna’nın bütününde ve Avrupa’daki müttefikleri üzerindeki Rusya baskısının artacağı öngörülebilir. Ukrayna’nın bu tür saldırılarının sürmesi halinde Rusya’nın Ukrayna’nın sadece doğusunu değil, bütününü, ve bu arada Avrupa’daki NATO üyesi müttefiklerini de vurması sürpriz olmayacaktır. Trump’ın kazanması halinde muhtemelen işin buraya varmasına izin verilmez.
Bununla birlikte, kimsenin Trump kazandığında, Ukrayna’da durumun savaş öncesindeki haline döneceğini beklememesi gerekir. Kalıcı bir barışı öngörmek de isabetli olmaz. En iyi durumda, sorunlar dondurulur.
Öte yandan, Trump’ın Çin’e karşı tavrı da değişmeyecektir. Zaten Trump yönetimi Çin’in, ABD hegemonyasının sürdürülebilirliği bakımından, en önemli ve en tehlikeli rakip olduğunu resmen kabul ederek ona karşı düşman muamelesi yapan somut bir stratejiyi ilk kez açık, kararlı politikalar halinde uygulayan ilk Amerikan yönetimiydi. Trump, o zaman (2017 yılında), gerçekçi bir değerlendirme yaparak, 1991’den itibaren oluşan “tek kutuplu” (ara) dünya düzeninin, Çin’in kat ettiği mesafe sonrasında sona erdiğini resmen kabul etti. Derhal Çin’i çevreleme (“containment”) politikasını uygulamaya soktu.
Öncesinde de zaten, bilindiği gibi, ABD hegemonyasının sürekli gerilemesi karşısında, en azından öngörülebilir bir erimde, Çin’in artık önlenemez bir yükseliş içinde olacağı saptanmıştı. Bu arada, Çin’in ekonomik başarısını çok geçmeden askeri alanda da gösterebileceği anlaşılmıştı.
Çin’in askeri gücünü artırması, çoğu Çin’le etkin ekonomik bağlara sahip, Çinli azınlık nüfus barındıran ülkeler başta olmak üzere, bölgesindeki ülkeler üzerinde denetim kurmasına yol açar. Bunu tahmin etmek zor değil.
ABD önümüzdeki dönemde Çin’e karşı tüm kozlarını oyanamak isteyecektir. Trump bu bakımdan daha kararlı olacağını ilan etti.
ABD tek başına veya sadece (işler sarpa sardıkça ne kadar ABD’ye itaat edeceği tartışılır olan) Japonya’nın desteğiyle Çin’le uğraşamaz. Orada en kritik öneme sahip ülke Hindistan’dır. Hindistan’ın da, tıpkı Çin gibi, bölgesinde ekonomik ve kültürel bağlarla bağlantılı ve üzerinde etkili olduğu bir nüfus derinliği vardır (Nepal,Bhutan, Bangladeş, Sri Lanka gibi). Hindistan’la ittifak, ABD’nin, Çin için çok hassas bir coğrafyada yer alan, söz konusu derinlikten de istifade etmesi anlamına gelecektir. Öte yandan, Çin ve Hindistan arasında, Himalayalar bölgesindeki, iki ülke arasında çatışmalara neden olan, sınır sorunları, bu iki ülke arasında bir yakınlaşmaya bugüne kadar olanak tanımadı.
Hindistan’ı müttefik olarak kazanmak için de Rusya önem taşıyor. Çünkü Çin’le birlikte, büyük, ve aynı zamanda, hem yakın bir hammade kaynağı hem de Hint malları için pazar olan güçlü bir bölge ülkesi olarak Rusya’yı karşısına alması, Hindistan’ın Çin karşısında zayıf düşmesi anlamına gelir. Çin’den sonra Rusya’yı da ABD lehine düşmanlaştırmak, Hindistan’ın istikrarını çok olumsuz etkiler. Yani ABD ile arası iyi bir Rusya, ABD için (eğer deyim uygunsa) Hindistan’ın anahtarı gibi bir işlev görebilir.
Son olarak, Trump’ın Ortadoğu konusundaki siyasal vaadiyle Demokrat Harris’in aynı konudaki vaadi arasında anlamlı bir fark yoktur. Dahası, iki taraf arasında, İsrail’e destek bakımından, adeta bir yarışma vardır. Yine de, Demokratların İsrail’in kontrolü konusunda Trump’a göre daha istekli davranacaklarını öngörmek yanlış olmaz.
Kamala Harris’i yazının üçüncü bölümüne bırakalım.