Trump mı Harris mi ? 1

Birinci Bölüm

Daha önce yazmış olduğum gibi, dünya çapında akıl, akılcılık (özellikle burjuva akılcılığı) erozyona uğradı. Dünya çapında, emek örgütlerine, toplumların en dinamik entelektüel yapılarına, bilindik burjuva standartlarında dahi olsa, kurumsal akla karşı özellikle neo-liberal emperyalizmin son 40 yılında ivme kazandırılan planlı, örgütlü saldırılar, vasatlığı her düzeyde aranan bir meziyet haline getirdi.

Geçenlerde tanık olduğum bir söyleşide, ilerici olarak bilinen bir konuşmacı, “yahu birgün Demirel’i, Ecevit’i bile arayacağım hiç aklıma gelmezdi” dedi.

Aslında, tarihsel olarak bakarsanız, belli bir toplumsal formasyon içinde ekonomi-politik, ideolojik olgu ve olaylar, içerikler arasında, kırılmalara, geri dönüşlere olanak tanıdığı halde bir tür süreklilik saptamak mümkün oluyor.

Mesela, bizim Tanzimat devri boyunca süregelen toplumsal,siyasal ve ideolojik tartışmalar, Cumhuriyet devrinde de daha çok yeni koşullara ya da güncele değgin farklılıklarla devam ediyor.

Bizim cumhuriyet Tanzimat metodunun yarattığı koşullar içinde, o siyasal metodu kabullenerek yolunu açarken, tıpkı Tanzimat devrinde olduğu gibi, eski ve yeninin bir arada var olmaya devam etmesine, daha doğrusu ikili yapıların oluşmasına engel olamadı.

Dahası, çok partili düzene geçildiğinde, siyaset bu tereddüt halini istismar etti. Bu tereddüt halini sanatta, mesela, edebiyatımızda da görüyoruz. Yahya Kemal Beyatlı bu halin özgün, sahici bir temsilcisi. Tanpınar, Kemal Tahir, Atilla İlhan gibi figürlerse, politikasızlığın yol açtığı, kafa karışıklıkları içinde, söz konusu hattın revizyonist ve oportünist,isterseniz, hiç de sahici olmayan, istismarcı örnekleridir.

Elbette, bu tür siyasal, ideolojik (elbette bir doğrusallığı kastetmiyorum) süreklilikler başka ülkeleri, toplumları da kat ediyor.

ABD’ de mesela, 60’lı, 70’li yıllarda, yönetici sınıfla ilgili olarak iki ideal tip etrafında yoğunlaşan bir tartışma vardı. Buna göre bir tarafta, iç savaştan itibaren, ama özellikle de 2.Dünya Savaşı’ndan sonra, siyasal-ideolojik çerçevede daha ulusalcı, izolasyoncu, ama bununla birlikte, ülkenin geleceğini Pasifik’te gören veya görmek isteyen gelenekçi güçleri temsil eden Kovboylar vardı. Bunların karşısında, kozmopolitan, yayılmacı, ülkenin siyasal-kültürel geleceğini Avrupalı-modernist ya da Atlantikçi bir kökene dayanmakta gören Yankeeler yer alıyordu. ABD yönetici sınıfı bu iki grup arasında bölünmüştü. Elbette, bu bölünme bütün devlet kurumlarını da kat edecekti.

Bu modelleme veya yorumlama eğilimi entelektüel çevrelerde popüler olmuştu. Özellikle Caroll Quigley (1910-1977) ve ondan etkilenmiş Carl Oglesby’nin (1935-2011) kitapları, konferansları etrafında yapılan etkili tartışmalar vardı. Hatta başkan seçildiğinde, bir konuşmasında, Bill Clinton entelektüel formasyonunun oluşmasında Quigley’nin ayrıcalıklı bir yeri olduğunu söylemişti.

Bu modelde Kovboylar, daha ağırlıklı olarak, uluslararası damarı görece zayıf büyük sermayeyi, özellikle sanayi sermayesini, onunla çıkarları örtüşen tarımcı kapitalistlerle, orta ve küçük ölçekli sermaye kesimlerini temsil ediyorlardı. Yankeelerse, esas olarak, tekelci, globalist finans-sermayesine dayanıyorlardı.

Kuzeyden güneye ağırlıklı olarak orta bölgelerde güçlü olan Kovboylar ideolojik olarak görece muhafazakâr, gelenekçi, ulusalcı, yer yer ırkçı anlayışlarla anılırken, diğerleri, özellikle ülkenin en dinamik okullarının, medya dünyasının, sanat camiasının bulunduğu dışa açık Doğu ve Batı yakasında konumlanmış, söz konusu globalist finans sermayesi tarafından maddi ve manevi anlamda himaye edilen, liberal, liberten, sosyal-demokrat, “kültürel marksizm” adı altında faaliyet gösteren “yeni-solcu” ya da “radikal demokrat” çevreleri içeriyordu. Bu sonuncuların bariz bir entelektüel ya da kültürel hegemonyası, sadece ülke çapında değil, Atlantik’in karşı tarafında da söz konusuydu.

Bu modelde, kovboylar ve yankeelerin her zaman çatışma halinde oldukları iddia edilmiyor, tersine, belli konjonktürlerde bir tür uzlaşma, bunun siyasal-idari bir ifadesi olarak, koalisyonlar halinde geçinip gittikleri vurgulanıyordu. Yani zaman zaman çatışmaları şiddetlense de (Mesela Lincoln ve Kennedy suikastleri sırasında ve bu sonuncu suikastın rövanşı olarak gösterilen Watergate Olayı esnasında görüldüğü gibi), özellikle soğuk savaş döneminde, genel olarak, uzlaşmacı bir anlayışın egemen olduğu belirtiliyordu.

Tabii modele göre, bu uzlaşma dönemleri de öyle pürüzsüz işlemiyor, uzlaşmalarda zaman zaman kırılmalar, geri kaçmalar, tekrar yakınlaşmalar, saf değiştirmeler olabiliyor. Örneğin, Vietnam Savaşı ve Küba Krizi sırasında başlarda, Yankeelerin Kennedy’nin siyasetinde ifadesini bulan tereddütleri olduğu saptanıyor. Ancak, suikastten sonra bir uzlaşma hali gözlemleniyor.

Bu uzlaşma, Nixon devrinde, Vietnam Savaşı’nın da büyük katkısıyla, 1973’te patlak veren ekonomik krizin (ki, Bretton Woods gelmekte olan krizi önlemek için 1971’de alınmış bir önlemdi), askeri olarak alınan başarısız sonuçların, ABD’nin dünya toplumu ve tabii müttefikleri nezdinde uğradığı itibar erezyonunun, Yankeeleri onu bozmaya teşvik etmesine kadar sürüyor. Bu arada, modele referans veren bazı yorumcuların Vietnam Savaşı karşıtı hareketlerin önemli bir bölümüne Yankeelerin gaz verdiğine dair iddiaları olduğunu da belirteyim. O arada, malum, Watergate patlak verdi. Nixon alaşağı edildi.

Bu modelin bugün de (aşağı yukarı veya tadilatla) kullanılabilir olduğunu söylemek yanlış olmaz.

SSCB’nin çözülmesinden sonra ABD’de oluşan zafer havası fazla uzun sürmeyecekti. Daha BOP’un sahneye konulmasından kısa bir süre sonra ABD yönetici sınıfı içinde çatlak sesler, giderek yükselerek kendisini duyurdu. Ardından bu BOP hamlesinin hızlandırdığı 2008’deki kapitalizmin büyük krizi, yönetici sınıf arasındaki siyasal ve ideolojik yarılmayı net olarak ortaya çıkardı.

Hatta Çay Partisi olgusunun gösterdiği gibi, yarılma Kovboyların kendi içlerinde, biraz daha sonra da, Demokrat türden “neo-con” örneği olarak Hillary Clinton çevresinin Obama yönetiminden kısmen tasfiyesiyle, aynı zamanda, Yankeeler arasında da görüldü.

Kasım ayında yapılacak seçimlere Kovboy kanadından Trump, Yankee kanadından da Biden katılacaktı. Ancak her iki kanadın kendi içinde bu iki figürün aday yapılmaması için (farklı nedenlerle tabii) güçlü direnişler oldu. Bu arada, Demokratlar içinde sosyal-demokrat kanadı temsil eden Bernie Sanders ikinci kez (ilki, Hillary Clinton’ın Trump karşısında aday olduğu ve Trump’ın kazandığı seçim sırasında) saha dışına atıldı.

Güçlü bir dünya savaşı olasılığı vardı. ABD zayıflıyor, rakipleri güçleniyordu. Bu döneme güçlü bir uzlaşmayla girmek gerekiyordu. Ancak bu iki figürün yarışması mevcut toplumsal ve siyasal yarılmayı daha da derinleştirecek, ABD’yi zayıflatacaktı.

Demokrat Parti’deki elit, şahin Yankeeler, bir önceki seçimde baskı yaparak, kendilerinden biri olan Harris’i başkan yardımcısı yaptırdılar. Gelecek seçimde, başkanlık yapabilecek kapasiteye sahip olmadığını bilmelerine rağmen onun başkan adayı olması için uğraştılar. Ancak, parti üzerinde etkili ve partideki şahinlerin tamamının desteğini de alamadılar. Harris çok yetersizdi.

Gelgelelim, Biden’ın sağlığının giderek bozulduğunun ortaya çıkması, Trump’ın önünü iyice açıyor, onu adeta rakipsiz bırakıyordu. Bunu daha olumsuz bir sonuç gibi görüyorlardı.

Trump’a yönelik suikastın ilk anlamlı sonucu, Biden’ın adaylıktan Harris adına çekilmeye razı edilmesi oldu.