Neo-liberal emperyalist sisteme ast olarak eklemlenmiş, reel ekonomik faaliyetlerin zayıflatılmış, ekonomik istikrarın, neo-liberal finansallaşmanın gerekleri doğrultusunda, sıcak para girişlerine bağlı kılınmış olduğu aralarında Türkiye’nin de bulunduğu çok sayıda ülkede rejimlerin toplumsal temellerinin ve dolayısıyla devlet yapılarının zayıf olduğu bir gerçek.
Emperyalistler buna dayanarak kolayca bu ülkelerde “renkli devrimler” sahneleyebiliyorlar. Genellikle üniversite ve lise öğrencilerinden oluşan, memnuniyetsiz, ama ne istediklerini de bilmeyen (bu da apolitizmin bir görünümüdür), böylece kolaylıkla yönlendirilebilen çoğunluğu protestosunda veya isyanında samimi kalabalıkların bir iki hafta gösteri yapmaları, bu söz konusu rejimlerin düşürülmesi için yeterli olabiliyor.
Anglo-Amerikan emperyalizmi için stratejik önemi olan bölgelerde, ülkelerde, en son örneğini Bangladeş’te gördüğümüz gibi, rejim düşürme operasyonlarından bir iki hafta içinde sonuç alınabiliyor. Tabii emperyalistler bu uygulamalarını bir stratejik plan dahilinde gerçekleştiriyorlar.
Bangladeş’ten önce, Sri Lanka’da, Pakistan’da sokak gösterileri ve darbeler aracılığıya; yerin göğün komünist göründüğü Nepal’de ikna yoluya ABD yanlısı ya da ABD ile “iyi ilişkiler” kurmak eğiliminde olan yönetimler iktidara getiriliyor, veya iktidarda tutuluyor diyelim.
Emperyalizmle işbirliği ya da “iyi ilişkiler” her zaman pürüzsüz veya her şeye rağmen anlayışıyla gerçekleşmiyor. Bir çok durumda, ABD’yi rahatsız edecek siyasal davranışlardan kaçınılması, ya da ABD’nin dahil olduğu uluslararası ihtilaflarda tarafsız kalınması şeklinde cereyan ediyor. Bunun da ABD’nin hanesine yazılması gereken bir uluslararası ilişkiler başarısı olarak görülmesi gerekir. Çünkü taraf yapamasa da, tarafsızlaştırıyor. Tarafsızlaştırma, her zaman, siysal olarak kullanma, dahası, uydulaştırma olanaklarını içinde taşır.
Mesela Vietnam, ABD ve ona meydan okuyan Çin ve Rusya gibi ülkelerle siyasal ilişkilerinde ( alaycı bir ima ile) “bambu” olarak da tarif edilen, iki yöne de esneyebilen bir anlayışı benimsiyor. BRICS üyesi Hindistan için de aynısı söylenebilir (1).
Bu arada, tabii bu güçler arasında el ense çekmeler ittifakların yapısında, müttefiklerin konumlarında kaymalara, hat değiştirmelere neden olabiliyor. Örnekse, daha önce BRICS’e üye olmak için resmen başvurmuş olan Meksika ve Arjantin gibi ülkeler, ABD’nin baskısıyla, bu başvurularını geri çektiler. Türkiye ise daha yakında bir başvuru yaptı.
Bu kadar kolay hat değiştirmelerin önemli bir nedeni, çatışmanın ana güçleri arasında sosyo-ekonomik, ideolojik anlayışları bakımından anlamlı ya da uzlaşmaz farkların olmamasıdır. Çatışmanın iki ana ekseninde yer alan güçler, emperyalistler ve çeşitli gelişmişlik düzeyinde bulunan, farklı yapısal özelliklere sahip diğer kapitalist ülkeler, (artık sayıları bir elin parmaklarından az olan ekonomik olarak azgelişmiş) sosyalist ülkeler.
Kimse aklımızla alay etmeye kalkışmasın, kapitalizm genelleşmiş, sistemselleşmiş meta üretimi, veyahut meta üretiminin egemen olduğu üretim tarzıdır. Bu yüzden Karl Marks Kapital’ine “meta” nın analizyle başlar.
Ancak, Çin’de, Vietnam’da gördüğümüz egemen meta üretiminin siyasal ve ideolojik üstyapısı, batılı kapitalist ülkelerdekinden farklıdır. Çin’de kapitalizm, mümkün olduğu kadar planlı bir biçimde, paradoksal olarak, komünist yönetimler tarafından uygulanmaktadır. Stratejik sektörlerde, üretim, dolaşım, tüketim süreçleri, finans sektörü önemli ölçüde kamunun kontrolünde. Ekonomiyle ilgili karar süreçlerinde devletin belli bir ağırlığı var. Bu nedenle, Batı’da olduğu gibi sanayi kapitalizmi, finans kapitalizmine evrilmedi. Bununla birlikte, ulusal ekonominin yüzde elliye yakın bir bölümünü (tahminen %45 ila 47’si) özel sektör çekip çeviriyor. Öte yandan, bu ülkelerde tek tek burjuvalar bulunsa da, siyasal olarak örgütlenmesini tamamlamış bir burjuvazi bulunmuyor(2).
Bununla birlikte, ülkeyi kapitalizm lehine sosyalizm hedefinden uzaklaştırabilecek, ekonomik kaynaklar üzerinde siyasal kontrolü olan (ki bu kontrolün tekelci bir içerik kazanması her zaman olasılık dahilindedir) oligarklar var. Bunlar hem devlet hem de parti yapısı içinde örgütlü haldeler. Tartışmalarda bu çok önemli konu ihmal ediliyor.
Deng Xiaoping devrinde, çoğumuz Çin’in yeni politikasının bir tür “NEP” uygulaması olduğunu düşündük. ÇKP reddetti. Bunun “Çin tarzı sosyalizm” uygulaması olduğunu ilan etti. Ancak, bugün geldiğimiz aşamada, bunun Çin tarzı “sosyalizm” değil, Çin tarzı “kapitalizm” olarak adlandırılması gerektiğini kabul etmemiz gerekiyor. ( İran hakkında yazmış olduğum yazılardan birinde, dipnot olarak konuyu kısaca tartışmıştım)
Deng Xiaoping’in “sosyalizmi kurabilmek için endüstriyel ekonomik temelin oluşturulması zarurettir. Bu aynı zamanda üretici güçlerin geliştirilmesi demektir” yolundaki saptaması elbette doğrudur. Yanlış olan, bunun kapitalist araçların genelleşmiş kullanımıyla yapılmak istenmesidir.
Deng, Büyük İleri Atılım (1958-60) başarısızlığından hemen sonra başta Chen Yun (1905-1995) olmak üzere piyasa aracıyla ekonomik reformu savunan arkadaşlarıyla birlikte geliştirdikleri “kuş kafesi ekonomisi” (kuş pazar ekonomisi, kafes ÇKP’nin yönettiği Çin) anlayışının dahi ötesinde kapitalist açılımları öngören bir anlayışa yöneldi.
Oysa, SSCB sosyalist araçlar kullanarak 1980’e kadar dünyanın ikinci büyük endüstriyel gücü olmuştu (İronik olan, bugün Çin’in sosyalist olduğunu iddia edenler arasında, SSCB’nin “devlet kapitalisti” olduğunu iddia edenlerin de bulunmasıdır.)
Yer yer biçimsel sosyalist görünümleriyle bir kapitalizm uygulaması bugünkü Çin’i karakterize ediyor. Jeo-ekonomik-politik koşulları dayanak yaparak Çin’in sosyalist bir ülke olduğunu iddia etmek doğru olmaz. Ancak, bu aynı koşullar yüzünden Çin’in hegemonik Anglo-Amerikan emperyalizminin yayılmacı emelleri karşısında savunulması gerekir. Bu destek, küresel devrimci proletarya siyasetinin çıkarları açısından uygundur.
“Sosyalist meta ekonomisi” oksimorondur. Bu iddiayı kabul edemeyiz.
Evet, köleci toplumlarda dahi meta üretimine rastlanıyor. Sosyalist bir ülkede de belli alanlarda kısmen meta üretimi var olabilir. Oluyor. Ancak genel,egemen bir meta ekonomisi, sosyalist ekonomi veya sosyalist üretim tarzı, “sosyalist meta veya pazar ekonomisi” olarak sunulamaz.
Kapitalist devletler de, zaman zaman, dönem dönem “karma ekonomi”, “sosyal devlet” veya “refah devleti” politikalarına başvurmuşlardır. Bu uygulamaları dolayısıyla onların kapitalist kimlikleri değişmez. Bunun sistemin daha iyi işlemesi ya da mevcut bir toplumsal krizin, kriz olasılığının bertaraf edilmesi için başvurulan bir siyasal önlem, isterseniz siyasal bir taviz, olarak görülmesi gerekir.
Öte yandan, sosyalist ülkelerde ekonomideki üretim ve dolaşım sorunlarının aşılması için geçici olarak veya sınırlı ve kontrollü bir anlayışla, meta ilişkileri devreye sokulduğu oluyor. Bilindiği gibi, Sovyetlerde, NEP siyasetiyle kapitalist ilişkilere, sosyalizme geçiş öncesinde, proletarya diktatörlüğü altında ihtiyaç duyulmuştu.
Ekim Devrimi’den bir süre sonra uygulanan “Savaş Komünizmi” programı başarısız olmuştu. Lenin bu başarısızlığı açıkça ilan etmiş, geçici bir kapitalist önlem olarak NEP uygulamasını başlatılmıştı. Ama Lenin çıkıp, NEP’i “sosyalist meta veya pazar ekonomisi” olarak sunmaya tenezzül dahi etmemişti. Yani bu bakımdan, terimin olumsuz anlamında, ideolojik olmamıştı.
Çin’in bugünkü ideolojik “pazar sosyalizmi” söylemini, ÇKP’nin, 1956’da, SBKP’nin karşı-devrimin taşlarını döşeyen restorasyoncu anlayışına karşı metodolojik bir tavır olarak izlediği, ideolojiyi partinin politikalarını, her durumda, haklı çıkarmak için kullanma anlayışının yeni koşullardaki bir tezahürü gibi tanılamak gerekiyor.
Büyük Proleter Kültür Devrimi, aslında, sosyalizme gidişi sağlama almak için kalkışılmış bir ideolojik devrimdi. Gelgelelim, sosyalist yolu güçlendirmek için yola çıkılmışken, sonuç olarak, Çin karakteristikleriyle de olsa kapitalist restorasyona hizmet ettti. Bir kez daha, hızla soldan gitmek isteyenler, sağdan keskin bir dönüş yaptılar.
Gerçekten de, ideoloji ( İdeoloji derken sadece fikirleri kast etmiyorum tabii. Pratik davranışları, ahlaki tutumları da kavramın kapsamına dahil ediyorum) devrimci kuruculuk sürecinin belli uğraklarında özerk, hatta başat bir işlev görebiliyor. Veyahut, bir takım siyasal ve sosyal sonuçlara ulaşmak için böyle bir misyon atfedilerek devreye sokulabiliyor. Çin’de bu araca özellikle kültür devriminden itibaren, onun önce lanetleyip, sonra başa getirdiği Deng Xiaoping devrinde de, bugün de, nasıl abartılı işlevler yüklenmiş olduğunu şöyle basit bir retrospektifle görmek mümkün.
Aynısı, SSCB’de de olmuştu. Çok geriye gitmeyelim, Gorbaçov’un “glasnost”, “perestroyka” şiarları altında başlattığı ideolojik seferberliği hatırlatmak yeterli olur sanırım.
İdeolojiyi Marks’ın şemasında olduğu gibi bir üstyapı kurumu ya da özerk üstyapısal bir nesnel gerçeklik olarak görüyoruz. Gelgelelim, yapısalcı marksistler gibi konuşacak olursak, onun bütün bir bina yapısı içinde, bütün katları ya da düzeyleri kat eden, bina yapısının bütün gözeneklerine sızabilme yeteneğine sahip, bir tür çimento işlevi gördüğü gerçeğini de ihmal etmeyelim.
Neyse, bu yazıdaki asıl konumuz bu değil.
Kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu her ülke otomatik olarak emperyalist olarak görülemez. Tekrar edelim, bugünkü çatışmanın ana güçleri farklı kapitalizm anlayışına sahip ülkeler. Bir yanda, hegemonyacı emperyalist anlayış ve karşısında bu hegemonyacı anlayışa direnen şu ya da bu gelişmişlik aşamasındaki kapitalist ülkeler ve onlarla ittifak halindeki sosyalist ve sosyalizme evrilme hedefine sahip olduklarını ilan etmiş ülkeler (1956’dan sonraki Sovyet terminolojisinde bu tür ülkeler için “kapitalist olmayan yol” un yolcusu ülkeler deniliyordu).
Bu mücadelede devrimci proletarya siyaseti elbette emperyalizmin karşısındaki güçlerle ittifak halinde olacaktır. Yok, bunların hemen hepsi kapitalist; yok, İran örneğinde olduğu gibi, bazısı teokratik, kimi KDHC örneğindeki gibi, şeklen “monarşist” bir görünüme sahip; bazısı Venezuela gibi “sol popülist ” diyerek, bu tür mazeretlerin arkasına saklanarak emperyalizmle mücadelede gedik açacak, yapılan sol adınaysa, bizi sosyal-emperyalist siyasal konuma sürükleyecek yanlışlar yapmamamız gerekiyor.
Emperyalistlerin birleşik saldırı stratejisini uygulamaya koydukları bir zamanda, devrimci proletarya siyaseti adına “armudun sapı, üzümün çöpü” anlayışı siyaseten gaflettir.
Doğru, İran teokratik bir devlet. Kendisini sosyalist olarak gören Nikaragua da, eğer Sandinist rejimin kendi yapmış olduğu o ilk anayasa hâlâ yürürlükteyse, laik bir devlet değil. O anayasada, belleğimde kaldığı kadarıyla, devletin katolik-hıristiyan olduğu yazılıydı. Yine, Yemen’de emperyalizm hizmetindeki güçlere karşı direnen Şii-Zeydi güçleri laik olmadıkları için desteklemeyecek miyiz? Emperyalist siyaset, büyük, küresel siyasettir. Büyük siyaseti görmek, onu hedef almak lazım.
KDHC’ de bir tür “monarşi” varsa, mesela, “liberal demokratik” ABD’de de zaman zaman, daha doğrusu, istendiği zaman daniskası olmuyor mu? Roosevelt ailesi, Kennedy ailesi, Bush ailesi, Clinton ailesi (Az kalsın bu listeye Obama ailesi de katılacaktı). Sıradan bir yurttaşın başkan, hatta vekil olma olasılığından hiç söz etmeyelim. Burjuva diktatörlüklerinde siyasal yönetim “eşitlerarası” nda yapılan tercihler sorunudur. Malum, liberal kapitalizmde halk sınıfları için görünüşte her şey mübahtır, her şeye izin vardır, ama gerçekte onlar için hiç bir şey mümkün değildir. Üretimde de, tüketimde de, yönetim de aynısı…
Özcesi, bugün kim siyaseten (uygulamalı olarak) emperyalizmin karşısında duruyorsa, onu proletarya siyasetinin müttefiki olarak göreceğiz. 1920’deki Baku Konferansı’nda feodaller, yarı feodaller vardı. Sosyalizmin bağlaşığı olarak görülüyorlardı. Bizim kemalist cumhuriyetçiler kapitalist bir ulus inşa etmek istiyorlardı. Bunun için emperyalizmle mücadele ediyorlardı. Anti-kapitalist olmadıkları gibi, gözü kara anti-komünistlerdi. Yine de, SSCB ve Komünist Enternasyonal onları müttefik olarak kabul etti. Destekledi.
Ölçü, o zaman emperyalizme siyaseten karşı duruyor olmalarıydı.
Emperyalistler, malum, Ukrayna’da bir cephe açtılar. Bir başka cepheyi de Filistin’de, Ortadoğu’da, İsrail maşası aracılığıyla açmaya çalışıyorlar.
Net olacağız. Ukrayna’da Rusya’nın; Ortadoğu’da İran, Suriye, Yemen, Filistin halklarının saflarında olacağız. Filistin’de, iki devlet yalanını değil, ülkesinden sürgün edilmiş Filistinlilerin ülkelerine dönüşlerine olanak sağlayan işgale son verilmiş, tek Filistin devletini savunacağız.
Komünistler, emperyalizme karşı güçlerin siyasal dayanışmasını sadece uluslararası ölçekte değil, ulusal ölçekte de savunmalı, sağlamalıdırlar. Bu siyasal birliği sağlamada ön aldıkları ölçüde, toplumsal, ulusal, küresel ölçekte meşruiyetleri güçlenecek, etkileri artacaktır.
Uluslararası düzeyde, anti-emperyalist direniş saflarının genişlemesi ve tahkim edilmesi, bu direniş içinde yer alan ülkelerdeki ilerici, devrimci güçlerin siyaseten önlerini açmak, sosyalizm inşası olasılığını güçlendirmek gibi bir rol oynayacaktır. Mesela, Çin, Vietnam, Nepal, Küba, KDHC gibi ülkelerde komünist partilerindeki samimi komünistlerin işlerini nispeten kolaylaştıracaktır.
Emperyalistlerin renkli devrimlerinin ellerinde patladığını göreceğiz. Sonuçta, halklar kendilerine vaat edilenlerin yapılmasını bir yere kadar beklerler. Düne kadar destek verdiklerinin kendilerini aldattıklarını idrak ettiklerinde, onları tekrar aynı şekilde ikna etmek olanaklı olmayacaktır.
ABD bugün ekonomik olarak eski gücünde değil. Bu gücü sürekli erozyona uğruyor. Kendi halkının ekonomik beklentilerini karşılayacak durumda dahi değilken, renkli devrimler tezgahladığı ülkelerdeki halkların, gençlerin beklentilerini nasıl karşılayabilir? “Sıcak para” girişleriyle mi?
NOTLAR:
(1) Sri Lanka, Nepal, Bangladeş gibi ülkeler Hindistan’la stratejik ilişkileri olan ülkeler. Hindistan politikalarındaki değişimlerden şu ya bu şekilde etkileniyorlar. Yani bu ülkeler için Hindistan’ın siyasal hattı önem taşıyor.
(2) 2023 yılı itibarıyla Vietnam’da 1 milyon doların üzerinde parası olanların sayısı yaklaşık 20 bin kişi. 100 milyon dolardan fazla parası olan 58 kişi var. Dolar milyaderi sayısı 16 kişi. Çin’de, 4 milyon 150 binden fazla kişinin 1 milyon dolardan fazla parası var. 1.7 milyon kişinin 10 milyon doların üzerinde parası var. 814 kişi de dolar milyarderi (Statista.com, USA)