Trump’ın adaylığınının söz konusu olmasıyla birlikte, ABD’de kendilerini liberal ya da sosyal demokrat olarak gören çevrelerde, Trump’ın kazanması halinde ülkenin faşist bir rejimle yönetileceği iddiası epey bir taraftar buldu.
Bilindiği gibi bu “faşizm” kavramı ya da “faşist” sıfatı, dünyanın her yerinde, günlük dilde olur olmaz bir çok durumda, onun önceki tarihsel deneyimlerine referans verilerek oluşturulmuş imaj veya imajları etrafında sıkça kullanılır.
Popüler düzeyde, hatta bir çok sosyalist tarafından da, faşizm, sosyalizmin karşıtıymış gibi sunulur. Liberal ideologlar da, sıklıkla, faşizm ve sosyalizmin “düşman kardeşler” olduklarını, aralarında öyle geniş bir mesafe olmadığını iddia ederler.
Öncelikle sosyalizm, faşizmin karşıtı değil, kapitalizmin karşıtı. Sosyalizm, kapitalizm gibi bir üretim tarzıdır. Bunu hepimiz biliyoruz, ama günlük konuşmada bir çoğumuz bu gerçeği dikkate almıyoruz. Faşizm, tekelci kapitalizmin ağır bunalım koşulları altında siyasal olarak sevk ve idaresi, yani siyasal rejimidir. Ya da isterseniz, olaganüstü hal koşullarındaki devlet şeklidir diyelim.
Bu anlamında faşizm, sosyalizmin ya da proletarya diktatörlüğünün değil, ancak kapitalizmin olağan koşullardaki sevk ve idaresinin, yani liberal (demokratik) devletin karşıtı olabilir. Tarihsel örneklerine bakıldığında, tekelci koşullarda, kapitalizm genelleşmiş krizler içine girip, yönetilemez hale geldiğinde, liberal devlet ortadan kaldırılıp, yerine faşist devlet geçiriliyor (İtalya ve Almanya örneklerine baktığımızda, bu işlem liberallerin destek ve katkısıyla gerçekleşmişti).
Aslında liberal demokrasiyle faşizm arasında farka işaret etmek için bir karşıtlık kuruyorum. Yoksa, Brecht’in vurguladığı gibi, ikisi arasında bir duvar, reel bir karşıtlık yoktur. Kriz koşullarında birincisinin ikincisine evrilmesi söz konusudur.
Yönetici sınıf arasındaki finans-sermayesinin, diğer sermaye fraksiyonlarını ve onların sınıfsal bağlaşıklarını köprüleyerek sınıf yönetiminde kontrolü ele aldığı, böylece liberal devlet düzenine son verdiği siyasal oligarşik rejimdir.
Buradan hareketle, onu bir bonapartist olgu olarak görmek de yanlıştır. Bonapartizm, tarihsel örnekleri itibarıyla, kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde ya da burjuvazinin henüz palazlanmakta olduğu bir süreçte, devrimci bunalım koşullarında, burjuvazinin diğer sınıflarla olan iktidar mücadelesinde egemenlik kuracak ölçüde belli bir üstünlük sağlayamadığı bir durumda, devletin güvenlikçi kurumlarının, esas olarak, yükselen sermaye sınıfının çıkarlarını korumak ve kollamak, otoriter yöntemlerle düzeni sağlamak için ön almasıyla, krizi sermaye sınıfı adına çözmeye odaklı (karizmatik) bir siyasal liderin yönetiminde uygulanan vesayet rejimidir. Bu tür rejimler genellikle askeri ve/veya sivil darbelerle gerçekleştirilmiştir. Otoriter bir olağanüstü hal rejimi olarak bonapartizm de liberal ya da demokratik devletle bağdaşmaz.
1.Napolyon’un bonapartizmini kat eden egemen sınıf savaşımı halen feodalite ve burjuvazi arasındaydı. 3.Napolyon’un bonapartizminde, feodaliteyle savaşımında artık kendi lehine epey yol kat etmiş olan burjuvazinin kendi içinde ama daha çok büyük toprak sahipleri, küçük burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf savaşımları belirleyici rol oynamıştı. Burjuvazinin devlet iktidarını tek başına alma kapasitesine ve cesaretine sahip olmadığı koşullarda zuhur etmişti. Biraz daha sonra Almanya’da gerçekleşecek, ve Fransa’dakinin sona ermesinde araç olacak Bismarck bonapartizmi için de aynı şeyi söylemek mümkündür.
Engels, Marx’a gönderdiği 13 Nisan 1866 tarihli bir mektubunda, bonapartizmin Almanya’da, özellikle Bismarck devrinde, burjuvazinin dini haline gelmiş olduğunu, Bismarck’ın Almanya’nın 3.Napolyon’u olduğunu söyler. Bu dönemde, burjuvazinin cisminin değil, ama fikrinin iktidar olduğunu, bununla birlikte, sermaye düzeninin, burjuvaziye rağmen, önünün açıldığını ilave eder.
Hemen şunu da ilave edeyim, bonapartizmin yürütülebilmesi (meşruiyeti) için devletin sınıflar üstü, “tarafsız” görüntüsünün, yani kitleler nazarındaki mevcut bir yanılsamanın takviye edilmesi, ona abanılması gerekir.
Tarihsel örneklerinde olduğu gibi, tek adam yönetimindeki ( Toplumsal veya sınıfsal ittifaklara dayanmayan hiç bir tek adam rejimi yaşayamaz; veyahut genel olarak, hiç bir siyasal rejim kendi başına öyle yukarıda, hava boşluğunda duramaz diyelim) bonapartist rejimler burjuvazinin devlet iktidarını tek başına ya da büyük ölçüde almasıyla (şu ya bu şekilde; kanlı ya da kansız olarak ama yukarıda sözü edilen her üç örneğinde de olağan olmayan araçlarla) sona erdirilir.
Ancak, her durumunda, kapitalizmin tekelci evresinden önceki siyasal yönetimine özgü geçici bir dönemi kapsayan, gayesi, devrimci durumun sürdüğü koşullarda, halk sınıflarının devrimci taleplerini bastırıp, kapitalizmin ve burjuvazinin önünü açmak olan (mesela Napolyan savaşlarının gayesi, devrimci Fransız burjuvazisine jeo-ekonomi-politik avantajlar sağlamaktı) olağanüstü hal rejimidir. Bu bakımdan, burjuvazinin egemen sınıf olarak siyasal örgütlemesini tamamlamış olduğu koşullarda bonapartizm olmaz.
Tekrar edelim, 3.Napolyon örneği de, aynı 1.Napolyon örneğinde tanık olunduğu gibi kapitalizmin serbest rekabetçi evresinde, burjuvazinin henüz iktidarı tek başına alabilecek kudrete ve cesarete sahip olmadığı koşullarda, devrimci bunalım sürerken, devrimleri halk sınıfları aleyhine, burjuvazi lehine bastırmak için ortaya çıkmıştı.
Benzer bir durum Bismarck Almanyası için de söylenebilir. Almanya’daki devrimci durumu işçi sınıfı ve diğer halk sınıfları aleyhine ve burjuvazi lehine otoriteryanist bir anlayışla bastırmıştı.
Biçimsel benzerliklerden hareketle, özellikle de 3.Napolyon bonapartizmine referans verilerek, onun, kapitalizmin finans-kapitalin egemenliğiyle karakterize edilen tekelci (emperyalist) evresinin bunalım devirlerinde ortaya çıkabilen faşizmle bir ve aynı şey olduklarını ileri sürmek, veyahut, bu ikisi arasında her iki yöne doğru geçişler olabileceğini iddia etmek, herşeyden önce anakronizmdir. “Eski bonapartizmin yerini artık faşizm aldı” demek de, aynı ölçüde, marksizm-leninizmin yöntemiyle bağdaşmaz.
Yeri gelmişken, olağan ya da olağanüstü bütün bu devlet biçimlerinin, tarihselliklerinden ve sınıfsal içeriklerinden izole edilerek, her durumda, maymuncuk işlevi gören bir açıklama şablonu gibi sunulması kabul edilemez. Bonapartizm ve faşizm derken, zamana özgü yeniliklerle, kapitalizm sahnesinde cereyan eden doğrusal bir ardışıklıktan değil, sınıfsal-siyasal, ideolojik içerikleriyle iki farklı tarihsel olgudan söz ediyoruz. Ampirist bir anlayışla, biçimsel benzerliklere dayanılarak yapılan değerlendirmeler anti-diyalektir.
Şimdi, faşizm için tekelci burjuva sınıf diktatörlüğünün ağır bunalım dönemlerinde (bu dönemler bir toplumsal meşruiyet sorununu da beraberlerinde getirirler), liberal devleti ortadan kaldıran görünümüdür dedik. Bundan dolayı faşizm, proletarya diktatörlüğünün de karşıtı olarak görülemez.
Proletarya diktatörlüğü bir üretim tarzı olarak sosyalizmin sevk ve idaresinin sınıfsal-siyasal karakterini ifade eder. Nasıl burjuva diktatörlüğünün değişik biçimleri varsa, proletarya diktatörlüğünün de farklı görünümleri vardır. Yani onu doğrudan bir “olağanüstü hal” rejimine eşitleyemeyiz. Onun, özellikle devrim ve sosyalizmin inşası sırasında bu tür rejimle örtüşen devreleri olabilir. Ancak bu hal, sosyalist bir ülkenin genel olarak siyasal rejimi olarak görülemez.
Nitekim, SSCB’de kabaca 1930-1950 dönemimini, Çin’de yine kabaca 1950-1975 dönemini proletarya diktatörlüğünün “olağanüstü hal” devri olarak nitelendirebiliriz.
SSCB’de 1956’da; ve Çin’de 1976’da, Mao’nun ölümünden hemen sonra proletarya diktatörlüğünün demokratik biçimi olarak sunulan “tüm halkın devleti” nin kurulduğu ilan edilmişti.
Unutmayalım, bütün olağanüstü hal rejimleri sınıf mücadelelerinin keskinleştiği, ya da toplumun yönetiminin zorlaştığı koşullarda ortaya çıkarlar.
Özcesi, burjuva diktatörlüğünün de, proletarya diktatörlüğünün de olağanüstü hal devreleri vardır. Faşizm burjuva diktatörlüğünün tarihsel olağanüstü hal rejimlerinden birisidir.
Faşist rejim, finans-kapitalist oligarşi (ler) yönlendiriciliğinde, bütün anayasal demokratik kurum ve kuralları, bu arada, güçler ayrılığı prensibini yürütme erki lehine askıya alarak kendisini gerçekleştirir. Bunu da genellikle reel bir süreç içersinde yapar.
Bu gayri meşru girişimini meşrulaştırmak için bir toplumsal tabana ihtiyaç duyar. Bu tabanı da eklektik değil, ama senkretik bir ideolojik söylemle (Eklektik bir eklemlemede bileşenler arasında bariz çelişkiler görülür; senkretik olanda bileşenler arasında çelişki değil, bağdaştırmayla sağlanan bir tür uyum vardır. Dolayısıyla daha ikna edicidir), nedeni kapitalizm olan bunalım koşullarını istismar ederek, esas olarak alt orta katmanlar, küçük çiftçiler, küçük üreticiler, esnaf ve zanaatkarlar arasında etkili olarak yaratır. Böylece alt orta katmanlarla, açık ya da örtük, sınıfsal bir ittifak kurar.
Söz konusu ideolojik söylemler, kapitalist-emperyalist bunalım dönemlerinde ekonomik olarak hüsrana uğramış, siyasal olarak horlanmış küçük burjuvazinin bağrında ortaya çıkabilir, ancak onun bir maddi güç haline gelmesi, yani iktidar olabilmesi için finans-kapitalin müdahalesi, yönlendirmesi, siyasal çağrı haline getirmesi gerekir.
Demek ki, sadece bu söz konusu alt orta katmanlardan gelen toplumsal taleple faşizm kurulamaz. Finans-kapitalin siyasal inisiyatifi, yönlendirmesi veya önderliği olmadan faşizm gerçekleştirilemez. Faşizmin sınıfsal karakteri söz konusu olduğunda finans-kapital bağlayan, küçük burjuvazi bağlanan konumlarındadır. İlki yönlendiren, sonraki yönlendirilendir. Bunu akıldan çıkarmamak gerekir.
Yeri gelmişken bir kez daha yineleyeyim, ABD finans-kapitalinin CIA’yı kontrol eden oligarşileri (örnekse, Ford, Rockefeller grubu) tarafından himaye edilen Frankfurt Okulu, Partisan Review çevresi, Fransa’dan çok ABD’de etkin olan, Nietzsche ve Heidegger etkisi altında oluşturulan Fransız Kuramı (“French Theory”), I. Deutscher’in “yeni Troçkizm”inden esinlenen Yeni Sol (New Left) gibi “sentetik sol” akımların ideolojik ve siyasal olarak üzerine çullandıkları bu aynı reel sosyalizmlerdir.
Hatta o soğuk savaş yıllarında, yeni solcu, marksist, maoist, troçkist olmak Anglo-Amerikan çıkarlarına hizmet ettiği sürece teşvik dahi ediliyordu. Yeter ki, “Sovyet sosyalizmi” ne muhalefet etsinler. Çünkü sovyet sistemi çökünce, ona olan karşıtlıklarıyla kendilerini tanımlamakta olan bu söz konusu akımlar da boşa düşeceklerdi. Nitekim, öyle de oldu.
Tekrar esas konumuza dönelim. Yukarıda sözünü ettiğim modelin bizdeki ilk ve en açık örneği 12 Eylül faşist rejimidir. Bu örnek tarihsel faşizmlerle örtüşen çok sayıda sınıfsal, siyasal ve ideolojik özelliği içinde barındırır. Zaten tarihsel faşizmlere referans vermeyen bir faşizm tanımlaması olamaz.
Ancak, Türkiye gibi modern siyaset sahnesine gecikerek dahil olmuş, dolayısıyla “ast” konumunda emperyalist sisteme entegre edilmiş, “siyasal uydu” işlevi gören emperyalist vesayet altındaki ülkelerde, sözünü ettiğimiz faşizm modeli, merkez emperyalist ülkelerde görüldüğü gibi, bir görünüm ve işleyişe sahip değildir. Buna ileride değiniriz.
Konuyla ilgili bir diğer sorun da, “faşist” ve “faşizan” arasındaki farkın ihmal edilmesidir. En liberal demokratik devlette de faşist uygulamalara benzeyen, hatta faşist uygulama tanımına uyan siyasal davranışlar görülebilir. Tarihsel faşist deneyimlerde rastlanılan araç veya araçlara başvurulabilir. Bu tür uygulamalar, liberal devletin “faşist devlet” olarak tanımlanmasını haklı çıkarmaz. Liberal devletin “faşizan” uygulamaları olarak etiketlenebilir. Devletin faşist olması değil, yer yer faşist gibi davranması söz konusudur. Bilindiği gibi, bu türden davranışlar her zaman liberal (demokratik) devletleri kat ederler.
Faşist devlet, özellikle de erken evresinde, baskıcı aygıtlarına daha fazla abanabilir, ancak ideolojik işleyişi, tanımsal olarak, çok daha işlevseldir. Bu bakımdan, bir çok incelemede faşizm ideolojisiyle açıklanmaya, tanımlanmaya çalışılır. Bu yolla onun sınıfsal-siyasal karakteri gizlenmek istenir, veyahut ihmale uğrar. Faşist devlet için ideoloji çok önemlidir; ancak, ideolojisine indirgenemez. İdeoloji, siyasal bir işlevin yerine getirilmesinde kullanılan bir araçtır.
Bu arada, faşizmin öyle rehber işlevi gören felsefesi falan yoktur. Faşist felsefeler, faşizm olarak kabul edilebilecek fikri konumlar, faşist flozoflar, olabilir (örnekse, Julius Evola, Ezra Pound, G.Gentile, Martin Heidegger, Ernest Junger, Alfred Rosenberg, Paul de Man, daha yakın zamana geldiğimizde, Alain de Benoist vbleri), bununla birlikte, tarihsel örneklerine baktığımızda, faşizmin sadece toplumsal tabanının değil, üst düzeydeki siyasal kadrolarının da bu felsefe veya fikirler hakkında bilgileri ve onlarla ilgileri hemen hemen yoktu.
Faşist yönetimin ideolojik söylemi içerisinde onların kimi fikirlerine dolaylı olarak referans verilmiş olsa da, söz konusu felsefeler hiç bir zaman bir “eylem kılavuzu” işlevi görmemişlerdir. Alfred Rosenberg’in Nürmberg’de yargılanıp, idam cezasına çarptırılması tamamen Nazi Partisi ve yürütme gücü içinde üst düzeyde üstlenmiş olduğu bürokratik rolle alakalıdır. Yoksa, fikirlerinden dolayı mahkum edilmemiştir.
Tarihsel faşizmlerin hepsi ideolojik alanda da pragmatisttirler. Örneğin, Mussolini faşist kariyerinin başlarında ateist bir cumhuriyetçidir. Biraz sonrasında katolik monarşist bir konum alır. Hatta kralı, tabii kendisi onun üstünde olmak şartıyle, imparator ilan eder. Bilindiği gibi, 1943’de siyasal olarak iyice zayıflayınca, imparator onu azleder. Ancak, onun için Nazilerin İtalya’nın kuzeyi ile merkezi bölgelerinde kurdurduğu İtalyan Sosyal Cumhuriyeti’nde (yani SALO’da), jakoben cumhuriyetçi bir siyasal ideolojiyi seslendirir.
Faşist olarak bilinen felsefelerin hemen hemen hepsi gelenekçidir. Modernizme karşıdır. Tek-tanrılı dinlere mesafelidir. Anti-klerikaldir. Hatta bu dinler karşısında, açık ya da örtük olarak, paganizmi (ama daha çok “seçkin” bir etnik kökenle bağlantılı olarak) yüceltirler.
Oysa tarihsel faşizm deneyimleri, Nazizm örneğinde görüldüğü gibi yer yer paganizmi yüceltseler de, kiliseye karşı genel olarak açık tavır almamışlardır. Mesela İspanya’da, Franco’nun falanjist faşizmi katı katolikti. Özcesi, bu faşizmlerin öyle monolitik bir ideolojik söylem ve uygulamaları yoktu.
Sonra bırakınız gelenekçi olmalarını, İtalyan ve Nazi örnekleri teknolojiye taparlar, hatta modernizm söz konusu olduğunda yer yer fütüristik eğilimler gösterirler.
Etnik milliyetçilik, ırkçılık, anti-elitizm, yabancı düşmanlığı, anti-entelektüalizm, aydınlanma karşıtlığı ve tabii anti-komünizm (1) dışarıdan gelen tehdit olarak değerlendirildikleri için hepsinin ortak hedefiydi. Yahudiler, sanılanın aksine, daha çok iç düşman muamelesi görmüşlerdir. Bu yüzden kolayca günah keçisi haline getirilebildiler. En çok da, tabii, Nazi Almanyası’nda.
Hem Franco hem de Mussolini Yahudiler konusunu görece alttan almışlardır. Mussolini’nin yakın çevresinde, akıl hocaları arasında Yahudi figürlerin bulunduğu biliniyor Hatta şimdi adlarını hatırlayamadığım iki İtalyan sosyalist lider bu üst düzey Yahudi faşistlerin girişimleriyle öldürülmüştü. Bu arada, Mussolini’nin meşhur metresi de Yahudiydi.
Söz konusu faşizmler sadece Sovyet Devrimi’ne değil, Fransız Devrimi’ne de şiddetle karşıydılar. Hatta onu kötülüğün ilk siyasal kaynağı olarak gören faşist değerlendirmeler vardır.
NOTLAR:
(1) Faşist hareket İtalya’da 1919 yılında; Almanya’da 1920’de; İspanya’da 1930’larda popülerleşmeye başladı. Almanya ve İtalya savaştan yeni çıkmışlardı. Özellikle Almanya’da, sosyalist hareket hayli güçlüydü. Devrimci bir durum söz konusuydu. Naziler, sosyalist hareketi bertaraf etmek için desteklendiler. Sosyalizme sempati duyan halk sınıflarının aklını karıştırmak için partilerine Nasyonal Sosyalist Parti adını verdiler. İspanya’da da tarihsel-kültürel olarak anarko-sendikalist hareket güçlü bir kitle desteğine sahipti. Anarko-sendikalizme duyulan sempatiyi istismar etmek için Falanjist faşistler 1937’de partilerine Nasyonal Sendikalist Parti adını verdiler.