AKP-MHP koalisyonunun yapmaya çalıştığı “sokak hayvanı” katliamı hiç şaşırtıcı değil. İnsana saygısı olmayanın hiç bir şeye saygısı olmaz. Dinci ve milliyetçi ideolojiler dünyanın her yerinde insanlara, tabiata düşmanlıklarıyla karakterize edilirler. Tarihsel olarak şiddet ve vahşet içeriğine sahip olmayan bir din ve milliyetçi ideoloji yoktur. İkisi de şiddetle beslenir. Şiddetsiz yapamazlar.
Burada konunun başka boyutlarına değinmek istiyorum. Birisi şu: “Sokak hayvanları” katliamı yasasına karşı çıkan, kendilerini hayvansever olarak tanımlayan bir çok kişinin, özellikle köpekler söz konusu olduğunda, evlerinde pazardan satın aldıkları marka olmuş “cins” köpeklerinin olduğunu biliyoruz. Çoğu yabancı ülkelerde pazar için imal edilen “endüstriyel” hayvanlar ülkemizde de, üstelik çok kötü koşullarda, pazarlanıyorlar.
Satın alanlar bu hayvanlara gerekli özeni göstererek evlerinde bakıyorlar. Ortalama günde 3-4 kez sokağa çıkarıp dolaştırıyor, iyi marka mamalarla besliyorlar. Bu arada yeri gelmişken, hep dikkatimi çekmiştir, bu yabancı menşeli “marka” köpeklerin isimleri de genellikle yabancı isimlerden seçilir. Sokak köpeklerimiz ise genellikle (bir ismi olanları tabii), bizim isimlerimiz gibi, yerli isimlere sahipler.
Sokaklardaki hayvanlar yaz ve kış en olumsuz koşullarda, itilip, kakılarak, iyi beslenmeyerek yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Genel olarak maruz kaldıkları kötü muamele dolayısıyla da, korunma içgüdüsüyle, zaman zaman saldırganlaşıyorlar.
Bir çok kez, evin dışına çıkardıkları “özel” hayvanları için tehdit oluşturduklarını söyleyerek, sokak köpeklerinin toplanmasını isteyen kişilerle karşılaştım. En son geçen hafta, bir hanım park güvenlikçisinden bu yönde bir talepte bulunuyordu. Görevli de onu belediyeye yönlendirdi.
Benim çocukluğumda İstanbul’da, mahallelerin, sokakların köpekleri vardı. Bizim evimizde yediğimiz yemeklerle sokaklarda beslenirlerdi. Sabahları okula birlikte gider, okul çıkışı, içgüdüsel bir zamanlamayla bizi okul önünde bekler, hep birlikte mahalleye dönerdik.
O zaman, belki bahçeli evi olanların kendilerine ait köpekleri vardı. Evin içinde köpek besleme alışkanlığı hemen hemen yoktu. Ancak, “sokak hayvanları” na, genel olarak, sevgi ve saygı duyulurdu.
Sokak hayvanları, kentli hayvanlardır. Sokak onların yaşam alanlarıdır. Kentin dışında yaşamaları zordur. İnsanlarla birlikte aynı mekanı paylaşan, onlarla birlikte sosyalleşmiş hayvanlardan söz ediyoruz. Aynısı biz insanlar için de geçerlidir. Birlikte sosyalleşttik, sosyalleşiyoruz. Hatta evrim dediğimiz olgu, biyolojik olmaktan daha çok sosyal, kültürel bir sürece referans verir. Sokak hayvanları sorununa bu temel anlayışla yaklaşmak gerekir.
“Endüstriyel” hayvanları evlerinde besleyenlerin, son günlerde gözlemlediğim kadarıyla, “sokak hayvanları” sorununa gerçekten, samimi olarak, duyarlılık gösterdikleri konusunda kuşkularım var.
Özellikle pandemi sırasında ve özellikle bizim malum küçük burjuvalarımız arasında bu “marka hayvanlar”ı evde beslemek eğilimi baş gösterdi.
Tabii bununla birlikte, vahşi kapitalizmin azdırdığı yabancılaşma sorununu, artan kabalık ve şiddetin teşvik ettiği yalnız yaşama, toplumsal olandan kaçma ya da uzak durma eğilimlerini de düşünelim.
Kapitalist modernleşme giderek insanları atomize, egoist, kendine-dönük yaşam tercihlerine yönlendiriyor. Özellikle, nispeten eğitimli orta sınıf insanlar arasında hayvanla ya da hayvanlarla birlikte yaşama eğilimlerinin güçlendiği gözlemleniyor.
Yalnız yaşayan kadınlar arasında bu eğilim muhtemelen daha da güçlü.
Batı Avrupa’da geç yetmişli yıllarda, seksenli yıllarda benzer bir eğilim göze çarpıyordu. Hatta o zaman, mesela Paris’te, orta sınıftan bir çok insan, aile, yaz tatili iznine çıkarlarken, köpeklerini tatil süresi boyunca bırakacak yer bulamadıklarından, barınma hizmeti veren az sayıdaki yerin de pahalı olması nedeniyle, onları acımasızca sokaklara terk ederler, dönüşlerinde, hayvan hâlâ civardaysa (bir çok köpek trafik kazalarına kurban giderdi), tekrar eve alırlar, yoksa, unuturlardı.
Buradan konunun bir başka boyutuna dikkat çekmek istiyorum. “Sokak hayvanları” yerine (hatta bir çok vakada, onlara karşı bir tavır içinde) endüstriyel “ev hayvanları” nı (insan, farkında olsun olmasın, sınıf tavrını her sorunda yansıtıyor), tercih edenler, kişisel bir gözlemim, toplumdan, dayanışmacı toplumsal anlayıştan uzaklaşıp, bencilleşiyorlar. İnsandan (belki bir çoğu farkında olmadan) kaçıyorlar. Veyahut uzaklaşıyorlar diyelim.
Eyyamcılığı ve politik tavrı dolayısıyla kendisinden pek haz etmediğim. Umberto Eco’nun, sanıyorum Foucault Sarkacı’ndaydı, dile getirdiği bir saptaması dikkat çekicidir.
“Cambridge Beşlisi” olarak bilinen, 30’lu yıllardan, deşifre edildikleri erken 50’lili yıllara kadar Sovyetler Birliği’ne karşı Britanya’nın MI6’i adına casusluk yapmaları için görevlendirişmiş, her biri kendi alanında dünya çapında bir kariyere sahip aydınların nasıl giderek Sovyet casuslarına dönüştüklerine değinir Eco. Oysa iyi bir casus olabilmeleri için gerçek birer “komünist” ve “Rus” olarak, uygun ortamlar yaratılarak, eğitilmişlerdir. “Komünist Rus entelektüeller” olarak davranmaları için hazırlanmışlardır.
Eğitimle Ruslaştırılarak ait oldukları Britanya lehine ve tabii Sovyet Rusya aleyhine etkili bir biçimde çalışacakları düşünülmüşken, tam tersi gerçekleşir. Bir anlamda, beklenenin tersine, İngilizlikten çıkarak gerçekten Ruslaşmalarına yol açılmıştır.
Eco, evde köpek beslemekle, bu olay arasında koşutluk kurarak, uzun süre köpekle evde birlikte yaşamanın, sanılanın aksine, köpeğin insanlaşmasını değil, insanın (ifadenin olumsuz anlamında değil) köpekleşmesine yol açtığını iddia eder.
Örnek olsun, köpeğiyle birlikte yaşayan bir tanıdığım bütün birgününü köpeğininin ihtiyaçlarına göre ayarlardı. Zamanı, köpeğinin zamanına göre ayarlanmıştı.
Tekrar olsun, insanlardan uzaklaşma, sosyalleşme, bu arada, sevgi, şefkat, dayanışma arzusu gibi duygusal tavırlarını sadece hayvanlara kanalize ederek giderme, insanlarla toplumsal ilişkisi yoluyla gerçekleştireceği bir çok davranıştan feragat etmek gibi bir sonuç da doğurabiliyor.
Geçen Şubat ayında, soğuk bir havada, büyük bir süpermarket zincirinin büyük şubelerinden birine girerken, giriş kapısının biraz ötesinde kaldırım üzerinde battaniyelere sarılmış olduğu halde, pis bir döşek üzerinde yatan birisi vardı. Döşeğin etrafında, yatanın üzerinde ve ayak ucunda yatan sekiz on kedi bulunuyordu. Alışverişten sonra mağazadan çıktığımda, iki hanımın ellerindeki paketlerden döşeğin etrafına kediler için mama döktüklerine tanık oldum.
Bir kaç gün sonra, aslında nadiren gittiğim, aynı süpermarkete sadece merakımdan dolayı tekrar uğradım. Aynı kişi, aynı biçimde, aynı yerde yatıyordu. Yine kediler etrafında. Döşeğin etrafına serpilmiş kedi mamaları. Markete girince, bir çalışana, kapının dışında yatanın kim olduğunu sordum. Bilmediklerini, aylardan beri sabah mağazayı açtıklarında orada yatar halde gördüklerini, her akşam saat 6-7 sularında kalkıp gittiğini söylediler. Marketin çöplerinden beslendiğini de belirttiler.
Çıkışta, elinde küçük bir konserveyle kedileri çağıran yaş almış bir hanıma, bir market çalışanı etrafta, yerlerde çok mama olduğunu, kedilerin tok olduklarını, biraz ilerideki kedileri beslemesinin daha uygun olacağını söylüyordu.
Gelip geçenlerin, orada yaşayanların, o soğukta yerde yatan adama karşı bir kayıtsızlığı var. Kedilere gösterilen ilginin zerresi söz konusu değil. “Ya o, ya bu” basitliğine prim vermeden, “hem o hem bu” anlayışıyla, bunun üzerinde düşünmemiz gerekiyor.
Bir kaç hafta sonra başka bir süper marketin önünden geçerken, vitrininde bir ilan gördüm. Bir markanın kedi mamasında indirim yapıldığı, 1750 gramlık paketin şimdi 900 TL yerine 819 TL olduğu yazılıydı.
Şimdi, bu sokak hayvanları konusunda belediyler inisiyatif almalı, gönüllüleri örgütleyip, koordine etmelidir. Belediyelerin açacakları, yerleşim yerlerine uzak olmayan alanlarda (Çünkü sokak hayvanlarının beslenmek kadar sosyalleşmeye, insanlarla dostane ilişkiler kurmaya da ihtiyaçları var. Bunu unutmayalım), gönüllülerin maddi katkı ve çalışmalarıyla hayvanların sağlıklı bir ortamda yaşamlarını sürdürmeleri için önlemler alınmalıdır.
Zaten bir çok sayıda insan bu hayvanlara kendi başlarına, kendi olanaklarıyla bakmaya çalışıyorlar. Belediye bu çabaları, muhtarlıkları harekete geçirerek, teşvik ve koordine etmelidir.
Parasal kaynak belediyeler tarafından zorlanmadan yaratılabilir. Tabii belediyeler “oy getirecek” işlere kaynak ayırmayı tercih ederler. Böyle bir anlayışın egemen olduğu yadsınamaz. Bu bakımdan pek istekli olmayacaklardır.
Yeni kaynaklar da yaratılabilir. Endüstriyel hayvanların (evde beslenen endüstriyel köpekler de dahil) alım-satımından alınacak bir vergi, sokak hayvanlarının bakımına tahsis edilebilir (Temel besin maddesi olarak değerlendirilen hayvanlar bu kapsamın dışında kalabilir) . At yarışları, avcılık gibi etkinliklerden alınacak vergiler de bu sorunun çözümü için kullanılabilir. “Mama” satışlarından belli bir vergi alınabilir.
Öte yandan, bir heves için evlerine hayvan alıp, sonra hevesleri geçince onları sokaklara terk edenlere karşı da önlem alınmalıdır. Teknolojik olanaklar var. Evinde hayvan besleyenlerin hayvanlarının kayıt altına alınarak izlenmesi gerekir.
NOT:
Tarihini hatırlamıyorum, IŞİD bombalarının peş peşe patladığı zamanlar, Sultanahmet’te bir “canlı bomba”nın kendisini patlatarak, kızıl bir ateş topu halinde neredeyse minare seviyesine yükseldiği sabah Alman Çeşmesi yakınında bulunuyordum. Turizm sezonu olmaması ve sabah olması nedeniyle belki etrafta pek kalabalık yoktu. Sokak köpekleri vardı. Patlamanın etkisiyle, bir kaç köpeğin çılgınca, korku içinde yanıma koşarak geldiklerini, arkama saklanmaya çalıştıklarına tanık olmuştum. Sevip, okşayarak, sakinleştirmeye çalıştıkça, ayrılmak istemiyorlar, üzerime tırmanmaya çalışıyorlardı. Aynı sırada, bombadan yaralanmış bir kaç turist kadının “help, help” yakarışları da duyuluyordu tabii.