Bölgemizde tarihsel olarak oluşmuş iki tür devlet ya da siyasal egemenlik anlayışı var. Birisi, büyük bir gücün, ya da çağımızda emperyalizmin, vesayetini kabullenmiş aksak egemenlik anlayışı. Diğeri, her zaman her türlü siyasal vesayet ilişkisini reddetmiş, amiyane bir tabirle, kendi göbeklerini kendileri kesmeyi göze almış devletlerin egemenlik anlayışı.
Birincisinin bölgemizde, Türkiye dahil, mebzul miktarda örneği var. İkincisinin iki tarihsel örneği Rusya ve İran; aşağı yukarı son 70 yılında da, Suriye.
Bu vesayeti reddeden ülkelerin işi özellikle emperyalizm çağında her zaman zor olmuştur. Burunları beladan çıkmaz. Ancak, ağır bedeller ödemeyi (iç ve dış savaşlar, büyük ekonomik yıkımlar) göze alarak siyasal egemenliklerini kararlılıkla uygularlar.
Bu devletler mevcut emperyalist hegemonya sistemine çok kısa denilebilecek dönemler için yani arızi olarak dahil olmuşlarsa da, bir tür tarihsel refleksle ve tabii halklarının devrimci inatçılığıyla oradan kurtulmasını bilmişler, her şeyi göze alarak kendi yollarını kendileri açmışlardır.
Bu söz konusu devletlerle kavgaya tutuşmak akıl kârı değildir. Kavgada onları dövdüğünüzü düşünürsüz, olay üzerinden sağlıklı düşünebilecek kadar bir zaman geçtiğinde, kavgayı sizin de kazanamamış olduğunuzu, dahası, kavganın devam ettiğini anlarsınız. Hatta Türkiye’nin Suriye’yi işgalinde olduğu gibi, kapana kısılmış olduğunuzu görürsünüz.
Hiç kuşkusuz bu devletler, siyasal egemenliği en üstte tutan güçlü bir bürokrasi (Bürokrasi tanım itibarıyla rasyonel bir devlet yapılanmasının ifadesidir), birincisiyle bağıntılı olmak üzere, güçlü bir liderlikle karakterize edilirler.
Bu yazıyı yazmamın nedeni, kendisini ideolojik olarak köklü bir egemen devlet anlayışının temsilcisi olarak gören Türk devletiyle, Suriye devletini güncel bir tartışma bağlamında karşılaştırmak.
Elbette Türk devletinin iddiası “kuruntu” olarak görülmek gerekir. O artık aklı eren çocukların bile zevk almadığı “parmak sembolleri” ile oynayıp duruyor.
Modern Türk devleti Tanzimat programının eseridir. Cumhuriyet onun zirve noktasıdır. Hiç kuşkusuz, Tanzimat bir uygarlık değiştirme programı olarak, eşine çok az rastlanan önemli ve büyük bir harekettir. Sürecin içinden öğrenerek çıkan, bir çoğu belki bir “bildungsroman”ın kahramanı olabilecek, süreci sürdürürken, “kendilerini de inşa eden” değerli bürokratlar tarafından yürütülmüştür.
Tanzimat’ın sorunu, ta başından büyük emperyal devletlerin, tabii özellikle B.Britanya’nın, vesayeti altına girmesi, devleti ekonomi-politik olarak bu vesayet sisteminin bağımlı bileşeni haline getirmeyi öngörmüş olmasıdır.
Bütün bir Cumhuriyet devri de dahil, bu vesayetten çıkılması hiç bir zaman samimi olarak düşünülmemiş, istenmemiştir.
Bununla ilişkili ikinci bir sorunu da, maddi sosyal dönüşümü, yani bir burjuva toplumu oluşturma hedefini tedrici bir konu olarak görerek, dönüşümü esas olarak kültürel alanda uygulamayı öngörmüş olmasıdır.
Bu metodoloji, Cumhuriyet’te de, şu da bu derecede, süregiden ikili yapıların birlikte var olmasına, hem devleti hem de toplumu kat etmesine neden olmuştur.
Özcesi, mesele bir siyasal iktidar tekniği olarak, “jakobenlik” (Siz, mesela, jakoben olmayan modern bir İslamcı hareket biliyor musunuz?) falan değil, emperyalist vesayettir.
Şimdi, Türk devleti 1945 sonrasındaki soğuk savaş dönemi sona erince, boşluğa düştü. Devlet içinde vesayet koşullarında iş görebilen kadrolar arasında kafa karışıklıkları, “zamanın ruhu” nu kavrayamamaktan kaynaklanan, “görüş” değil, “görüşsüzlük” ayrılıkları baş gösterdi.
Sonra malum vasi yardımına koşup, BOP stratejisinin isterleri doğrultusunda, süreç içinde, kontrolü yeniden sağladı. Suriye’ye yönelik saldırıda tanık olunduğu gibi, pis işlerini gördürmek de (iktidar ve muhalefetiyle) yenilenen devleti bir araç olarak kullandı (Bu arada bazıları Suriye’de bir iç savaştan söz ediyorlar. Bu doğru değil. Suriye emperyalist işgalcilerin saldırısına maruz kaldı. Bugün de Amerikan ve Türk işgali kısmen devam ediyor. Bunların kullandıkları İslamcı ve Kürt milliyetçisi maşalara fazla takılmamak lazım).
Bugün Türkiye devleti, eski vesayet sistemine göre oluşturulmuş kurumları çökmüş ya da içleri boşaltılmış, iktidar ve muhalefetiyle, varoşlardan, kasabalardan devşirilmiş, dolayısıyla yağmacı kültürsüzlüğe teşne, son derecede çapsız, kalitesiz figürler tarafından çekip çevrilen, senaryosu sette yazılan arabesk filmler gibi, fiilen anayasası dahi olmayan bir görünüm sergiliyor. Rasyonel bir devlet yapısından söz edilemiyor. İşler el yordamıyla, “idare” ediliyor.
İktidar koalisyonları da eski vesayet sisteminde gördüklerimizden farklı. Her bir tarafın kendisine ait “paralel” bir devletçiği var. Kendi ordusu (Mesela şu özel kuvvetler MHP’nin devletteki silahlı kanadı gibi görülebilir), kendi polisi, kendi adliyesi vesairesi var.
Her kafadan bir ses çıkıyor. Bugün “iyi” olarak ilan edilen, ertesi gün “kötü” leniyor. Sözlerin bir anlamı kalmamış, haliyle bu koşullarda, bir politika, bir program olamıyor.
Sadece rejimin iktidarı değil, muhalefeti de bu durumda. Yeni bir durum da değil. Yalnız, giderek kötüleşiyor.
Bir Tayyip Erdoğan’ın Suriye konulu konuşmalarına; bir de Özgür Özel’in “Şam buluşması” açıklamalarına bakınız. İkisi de gayri ciddi, dolayısıyla kaale dahi alınmayan konuşmalar. Özel adına, bir de, şu son “ışık söndür-aç” kepazeliğini yanına ilave edin.
Sonra da bugünkü haberlerde, Esad’ın basına yaptığı ayaküstü açıklamalarını dinleyiniz. Orada, kurumsal devlet aklı, devlet serin kanlılığı, rasyonellik, yani bizde itibar gören bir ifadeyle, “devlet adamı” konuşuyor.
Bir liderlik var. Çünkü kurumsal siyasal egemenlikten ne pahasına olursa olsun vazgeçmeyen, ona dayanan bir özgüven var.