Türkiye, İran, İngiltere, Fransa ve ABD…

Trump’a yapılan suikast girişimi, bireysel de olsa (ki ABD’de bu tür suikastler genellikle “tek kişinin girişimi” görünümüne sahiptir), sonuçları itibariyle jeo-ekonomi-politik bir olaydır. Emperyalizm çağında, özellikle de onun can havliyle saldırganlaştığı koşullarda, bütün terör eylemleri, ister bireysel, ister (son bir örneğine Rusya’daki saldırıda tanık olduğumuz gibi) örgütsel görünümlü olsun, jeo-ekonomi-politik olaylardır.

ABD’de, emperyalist savaş örgütü NATO’nun bir zirve toplantısından sonra gerçekleşen bu suikast olayını da, nedeni, kimin başkan yapılmak istendiğine dair saiki, yapanı kim ya da kimler olursa olsun bu açıdan değerlendirmek gerekir.

NATO zirvesi, ABD’de Trump’ın seçimi kazanma olasılığının yükseldiği, Biden’ın sağlık koşullarının olası bir dört yıllık dönemi sürdüremeyeceği kadar kötüleştiği, ve tabii ABD devleti içindeki yarılmanın, hatta taraf olan kanatların kendi içlerinde bile, derinleştiği koşullarda gerçekleştirildi.

Aslında, son on yıllarda, ABD “establishment” ı içinde ilk ciddi yarılma, büyük ekonomik kriz sonrası, 2009’da Cumhuriyetçi kanat içinden yükselen Tea Party’nin ortaya çıkmasıyla baş gösterdi. Trump da esasen bu yarılmadan çıktı dersek yanlış olmayacaktır.

Tea Party hareketi, ABD hegemonyasının 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren, özellikle Vietnam Savaşı bu yönde çok etkili olmuştur, içine girdiği önlenemeyen düşüş sürecinin (Aslında bu süreç 40’lı yılların ikinci yarısından itibaren süreğenleşen stagnasyon-finansallaşma-finansal kriz döngüsü görünümünde Amerikan hegemonyasını istikrarlı olarak zayıflatmaktaydı), SSCB’nin çöküşünden sonra yapılan çıkış hamlelerinin bir sonuç vermeyip, 2008 kriziyle ilan edildiği gibi, daha da ivmelenmesiyle bir tepki, yeni ve farklı bir siyasal arayış olarak doğdu.

Vietnam Savaşı’nın ABD hegemonyasının bütün defolarını gözler önüne serdiği koşullarda, Nixon yönetiminin mevcut uluslararası para sisteminde, yani kendi sistemi içinde, öz-tanımsal iddiasının aksine, hiç de demokratik denilemeyecek tarzda, aldığı radikal karar, ABD’nin maruz kaldığı söz konusu ekonomik sıkıntıların baskısı altında gerçekleşmişti.

ABD o zaman (bugün de olduğu gibi) dünyanın en gelişmiş üretici güçlerine sahipti. Ama yine de bu ayrıcalığın sürdürülmesinin zorlaştığı görülüyordu. ABD ekonomisi, artık eskisi gibi, kendi iç dinamizmiyle ihtiyaç duyduğu sermaye miktarını yaratamıyordu. Bunun telafi edilmesi, kendi ekonomisine dışarıdan, diğer ekonomileri kendisine entegre ederek, sermaye akışını sağlamakla olanaklı olabilecekti. Bu anlayış elbette doların uluslararası konumunu çok daha stratejik hale getirecekti.

Buysa, malların ama özellikle para sermayenin ABD hegemonyasının isterleri doğrultusunda serbestçe dolaşımını temin etmekle mümkün olabilirdi. Jeo-ekonomi-politik engeller aşılmalıydı. Ancak, mevcut dünya düzeni içinde (2.D.Savaşı sonrasında oluşturulmuş, temelde kapitalist ve sosyalist olarak iki farklı toplumsal-ekonomik sisteme dayanan, “soğuk savaş” düzeni içinde), ABD ihtiyaç duyduğu bu çıkışı gerçekleştiremeyecekti.

Stratejisini öncelikle SSCB ve etrafındaki (ki bunlardan bazısı, dünyayı diyalektik ve tarihsel olarak yani tüm boyutları, değişkenleri, çelişkileri içinde kavrayabilme yeteneğine sahip olmayan, kendi başına, yani SSCB olmadan, varlığını sürdürebileceğine inanan küçük-burjuva egoların yön verdiği, en hafif bir tabirle, kendilerini fazla önemseyen, kimi sola, bazısı sağa abanan, klikler tarafından yönetilen sosyalist ülkelerdi) dünyanın saf dışı edileceği şekilde takviye etti.

SBKP’nin nomenklaturanın (1) restorasyoncu anlayışına teslim olup, revizyonist bir siyasal kadronun egemenliğine girmiş olması ona yönelik itirazların, onun ortadan kaldırılmasını talep eden anti-sovyet yıkıcı siyasal programlara (doğrudan ya da dolaylı) destek verilmesini haklı çıkaramazdı. O malum bazılarının bindikleri dalı kestikleri aşikârdı. Siyaset söz konusu olunca, bunun (yani ahmaklığın) bilinçli mi bilinçsiz mi yapılmış olduğu sorgusu anlamsızdır. Özellikle de beklenen neticesini verdikten sonra.

Neyse. ABD’nin söz konusu stratejisi çerçevesinde attığı ilk büyük adım Çin’i, amiyane tabirle, kafakola almaktı. O sıralarda, Sovyet tarzı bir restorasyonun önüne geçmek niyetiyle yapıldığı iddia edilen (ki bu bakımdan ve gereği yapılmış olduğu ölçüde, anlaşılırdır ve meşrudur) Büyük Proleter Kültür Devrimi, sonuçları itibariyle, SSCB’yi de kendisiyle birlikte bir karşı-devrime götürecek süreci tetiklemişti. Çin’de Kültür Devrimi’nin “kapitalist yolcular” olarak öncelikli hedef seçtiği iki figürden biri olan (En önceliklisi, 1969’da öldürülen Liu Shaoqi idi. Aklıma gelmişken, şimdiki başkan Xi’nin babası da o zaman başbakan yardımcılığı gibi bir konumda bulunuyordu. O da hedef alınanlar arasındaydı. Görevden alınmış, hapse atılmış, “itibarı iade edilmiş”, üst düzey bir yöneticiydi. Ancak babası devrimciler tarafından hedef alındığı sırada, ablası öldürülmüştü. Bütün bu olup bitenler karşısında şimdiki başkan Xi küsmedi. Karşı devrimci olmadı. Tersine, devrimcilerin saflarında mücadelesini sürdürdü.) Deng Xiaoping’in bizzat Mao’nun girişimiyle tekrar yönetime dahil edilip sona ermesiyle, dünya sosyalist sisteminin çökertilmesi yolunda çok önemli bir mevzi kazanılmış oldu ( Özellikle 1979-80 yılları arasında, SSCB’nin ve bağlaşıklarının emperyalistler, Çin ve İran dahil müttefikleri tarafından kuşatılması sıkılaştırıldı. Nato’nun g.doğu kanadını sağlama almak için Türkiye’de bir askeri darbe gerçekleştirildi. Vatikan anti-Sovyet siyasal-ideolojik mücadelenin içine doğrudan dahil edildi. Bu arada, FED’in aldığı ekonomik önlemler de SSCB’ye yönelik saldırının takviye edilmesi gibi bir işlev de görüyordu).

Restorasyon söz konusu olduğunda, sosyalist dünyanın liderliği artık Çin’e geçmişti. SSCB’deki nomenklaturanın ve onun egemen olduğu SBKP’nin (öncesini geçelim) 1956’dan itibaren yapmak isteyip de, yapamadığını gerçek bir teorisyen olan Deng liderliği altında ÇKP başardı. (Evet, gerçek bir teorisyen, teorisyenlik gerçekliğe müdahale kapasiteyle alakalıdır. Eskiyi yıkıp yeniyi kurma dönemleri gerçek teorisyenlere ihtiyaç duyar. Bu bakımdan bugünkü Çin’in asıl kurucu lideri olan Deng Xiaoping’ dir( Şunu her zaman vurgulama ihtiyacı duymuşumdur: Deng Xiaoping’in önünü açan, onun basacağı zemini düzleyen Mao’dur. Hatta bu sürecin ta Lin Biao’nun tasfiyesinden itibaren başlatılmış olduğunu söylemek de meşrudur. Öte yandan, “Dörtlü Çete” daha Mao’nun sağlığında boşa düşürülmüştü. Bundan hiç kuşku duymamak gerekir).

Evet Deng Xiaoping, bir revizyonist olsa da, Lenin ve Stalin gibi gerçek teorisyenlerdendi. Otuzlu ve kırklı yıllardaki kurtuluş savaşına ve iç savaşa başarıyla komuta eden Mao için aynı şeyi söyleyemeyiz.

Ne “pis işler” in gördürüldüğü “kasaba adamı” Hruşçov, ne de onu kullandıktan sonra bir kenara atmış olan ardılları teorisyen çapına sahiptiler. Siyaseten ancak dar alanda top çevirebilecek; entelektüel anlamda da, başta Suslov olmak üzere, ancak geviş getirebilecek kadar çapları vardı.

Ha bu arada, teorisyenleri entelektüel gevezelerden, politbüro toplantılarında Fransızcadan Balzac, Almancadan Freud okuduğu için “entelliği” övülen hastalıklı, işbirlikçi Trotski gibi tiplerden ayırmak gerekir. Trotski demişken, onun ve daha sağlığındayken kontrolünden çıkmış Trotskist hareketin ayakta kalan son parçalarının da, “stalinizm” in ve daha sonra da “reel sosyalizm”in tasfiyesinden sonra nasıl etkisizleştirildiğine, bir kenara atıldığına tanık olduk.

Deng Xiaoping liderliği altında ÇKP başardı. Deng Xiaoping hem Çin’in hem de SSCB’nin kapılarını açan çilingir işlevi gördü. SSCB’nin çöküşü ÇKP’yi hem tuttuğu yolda daha da cesaretlendirdi, hem de karşı-devrimcilerin daha hızlı yol alınması için yapabilecekleri baskı olasılığı yüzünden kaygulandırdı. Yani karşı-devrimcileri de cesaretlendirdi.

Bugün Çin’de hakim üretim tarzı kapitalist. Ancak politik olarak bir tür sosyalist yönetim var. Daha doğrusu sosyalist olduğunu iddia eden bir yönetim var. Evet, devlet ÇKP’nin kontrolünde. Bununla birlikte, ÇKP’nin marksist-leninist bir sosyalizmi değil, Çin’e özgü pragmatik bir tür sosyalizmi savunduğu bizzat parti tarafından öne sürülüyor. Bu arada, Çin Halk Kurtuluş Ordusu da hâlâ devlete değil, partiye bağlı. Bu da proletarya diktatörlüğünün (Çin söz konusu olduğunda, “bürokratik diktatörlük” olarak okumak gerekir) uygulanması bakımından çok önemli bir konu tabii. Proletarya diktatörlüğü altında bütün silahlı güçlerinin, bu arada ana istihbarat örgütünün de, partinin kontrolünde olması gerekiyor. Piyasa ekonomisi bu sosyalist olduğunu iddia eden yönetimin kontrolünde işliyor. Yani hedefinin sosyalizm kuruculuğu olduğunu belirten görece demokratik ya da liberal bir “bürokratik diktatörlük” uygulaması olduğu söylenebilir.

Tekrar olsun, bu diktatörlüğün sınıfsal içeriği proleter değildir. Çin’de parti içi mücadeleler her zaman dil faktörü, mesafe ve kapalılık yüzünden, SBKP’de olduğu gibi, pek dışa yansıtılmadı. Bu yüzden, elde sağlıklı değerlendirmeler yapılmasına olanak tanıyacak bilgiler yok. Mesela, SBKP’nin restorasyoncu liderliği açıkça Stalin’i hedef alıp, mahkum ederken, ÇKP revizyonizmi Mao’yu açıkça hedef almadı. Dörtlü Çete tabir edilen klik üzerinden dolaylı olarak hedef aldı. Maoizmi değil, Mao’yu, onun yaptığı yanlışları hedef aldı.

Bu bakımdan, her şeyden önce, ÇKP’nin inandırılıcılığı sorgulanmalıdır. Keynesçi bir anlayışla yürütülen piyasa ekonomisini sosyalizm gibi sunmak açık sahtekârlıktır. Öte yandan, Çin’in sosyalizm kurmak sürecinde olduğu iddiasını doğrulayan somut uygulamaları da görmüyoruz. Bugünkü Çin’i sosyalist yapan nedir, iddia sahipleri açıklamalıdır.

Kapitalist dinamiğin sadece altıyla değil, üstüyle de bütün bir toplumu kuşatma olasılığını ihmal edemeyiz. Ampirik olmak ampirist olmak anlamına gelmez. Halen Çin karakteristikleriyle yürütülen karma bir kapitalist ekonomik işleyişi görüyoruz. Ancak, devlet iktidarının şu an için burjuvazinin elinde olduğunu da söyleyemeyiz. Sosyolojik olarak Sovyet nomenklaturasına benzediğini düşündüğüm bir “reformist” bürokratik kadro işleri çekip çeviriyor.

ABD’ye dönelim. Bu devlet, daha önce bir çok kez belirtmiştim. Çıkarları, öncelikleri bakımından rekabet halindeki oligarşiler içinde örgütlenmiş bir burjuva diktatörlüğüdür. ABD’de bugüne kadar, örneklerini Avrupa’da gördüğümüz tarzda, bir faşist diktatörlüğün zuhur etmiş olmamasının da en önemli nedeni bence budur.

Ancak, şunu da belirtmek gerekir: ABD, sanılanın aksine demokratik gelenekleri hayli zayıf olan bir ülkedir. Bir kere, devrimi demokratik değildir. Cumhuriyet formuna aldanmamak gerekir. Britanya sömürgecileri bertaraf edilmiş, ancak, mesela, kölecilik tasfiye edilmemiştir. Tersine, devrim liderlerinin köleleri vardı. Bazı anti-federalistlerin, “devrimle ve yeni anayasayla kurulmak istenen despotik bir aristokrasi” dir biçimindeki itirazlarını ciddiye almak gerekir (İlgilenenler Herbert Storing’in Anti-Federalist Papers’ına baksınlar) .

ABD’de cumhuriyet ve demokrasi teması asıl olarak 1820 başkanlık seçimi sırasında çok ihtiyaç duyulan popülist söylemden kaynaklandı. Her geçen gün plütokratik karakteri fark edilen oligarşik burjuva yönetiminin kamuflajı için gerekli görüldü. Bilindiği gibi, bu işin bayraktarı da, 1830 tarihli Yerlileri Ortadan Kaldırma Yasası’nın yapıcısı ve uygulayıcısı, “yerli” katili “demagog” nam Andrew Jackson’dı (1767-1845). İki dönem ABD başkanlığı yapmıştı (1829-1837).

Buna rağmen, orada bazı demokratik haklar elde edilip, bazı demokratik kurumlar oluşturulmuştur. Ancak, bu da kadın ve erkek işçi sınıfının kararlı, kanlı uzun mücadelesiyle olanaklı olabilmiştir.

Halen de ABD’de, “Electoral College” ve “Supreme Court” gibi hiç de halkın doğrudan siyasal iradesinin belirleyici olmasıyla bağdaşmayan (Halen Çin’i, İran’ı bu bakımdan eleştirenlerin dikkatine sunulur) kurumlar varlıklarını sürdürüyor.

“Demokrasi”, ABD’de her zaman bir ideolojik kılıf olmuştur. Anti-demokratik uygulamalar denilince, genellikle savaş sonrası McCarthycilik akla gelir. Oysa, McCarthycilik orada, değişen içeriği ve vurgularıyla, hep vardır. Özellikle de, Wilson’ın başkanlığı döneminde, kesin olarak terk edilen izolasyonist siyasetten sonra.

Hatta yirminci yüzyılın ilk önemli Mccarthycisi, Ekim Devrimi koşullarında başkanlık yapan, devrimi ezmek için oluşturulmuş askeri koalisyona dahil olmuş Wilson’dır. Bu arada, Türkiye’ye işgalci askeri kuvvetler gönderilmesi de onun emriyle olmuştur.

Wilson, dışa açılan Amerikalı girişimcilere hitaben yaptığı bir konuşmada, “gittiğiniz yerlerde, sadece maddi Amerikan ürünlerini pazarlamayın, Amerikan ilkelerini de pazarlayın, sizin böyle bir misyonunuz da olmalıdır” der (Bkz. Vittoria de Grazia, Irrestible Empire). “Demokrasi”, “ulusal haklar”, “insan hakları” gibi temalar etrafında kolonyalist Britanya İmparatorluğu’na karşı olarak yeni-sömürgeci ABD emperyalizminin ideolojik omurgasını oluşturan da Wilson’dı.

“Amerikan demokrasisi”, bildiğimiz anlamda, ekonomik konum eşitliğine, iradi olarak seçimler yapabilme özgürlüğüne, farklıyı tanıyıp, onunla yaşamayı kabullenmeye değil, ortak yaşam tarzına, ya da isterseniz ortak alışkanlıklara sahip olmaya dayanır (yukarıda adı geçen kitapta bolca örnekleri veriliyor).

Uzatmayalım. Bilindiği gibi, ABD hegemonyası, üretim, finans ve askeri güç olarak tanımlanan bir sacayağı üzerinde yükselir (Enformasyon alanındaki hegemonyası da üçünün etkileri olarak somutlanır). Bugün itibariyle bu üç alanda da, ciddi bir meydan okumayla karşı karşıya olduğu, gerilemekte olduğu açıktır.

Hatta üretim alanındaki hegemonyasını büyük oranda yitirmiş olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. ABD halen üretici güçlerin en gelişmiş halde bulunduğu ülke olsa da, bir çok Amerikalı burjuva iktisatçının hemfikir olduğu gibi, bu güçleri yenileme, modernize etme kapasitesi son otuz küsür yılda sürekli daralmaktadır. Çin’in rekabeti bu sürece neredeyse geri döndürülemez bir nitelik kazandırmıştır.

Finansal alandaysa, doların stratejik konumu dolayısıyla direnebilmektedir. Askeri sahadaki gücüyse, tartışılmazdır. Zaten bu sonuncusu olmasa, diğer ikisini sürdürmesi de çok zor olurdu. Özellikle doların söz konusu konumunun sürdürebilmesinde, Amerikan askeri gücü çok önemli bir rol oynuyor.

Ne olursa olsun, bu haldeyken dahi, ABD’nin hegemonik kapasitesini hafife almak ahmaklık olur.

Bugün ABD, Çin’i başlıca stratejik bir rakip olarak görüyor. Onu çevreleyerek, gelişmesi için ihtiyaç duyduğu hareket alanını daraltmak istiyor. Çin’in ekonomik faaliyetlerini engellemeye çalışıyor. Bunlar hepimizin gözü önünde cereyan ediyor. ABD, bu hedefine ulaşabilmek için halen en gelişmiş düzeyinde bulunan üretici güçlerini, doların konumunu, tekelci ayrıcalıklarını ve tabii askeri gücünü de kullanıyor (İnternette baktım, ABD’nin sadece 2022’deki askeri harcaması 1,5 trilyon dolardan fazla).

Tabii, ABD’ye meydan okuyan rakipleri de boş durmuyorlar. En önemlisi, geri adım atmaya yanaşmıyorlar. ABD bu rakiplerine karşı bir savaşı göze alsa, hatta o savaşı kazansa da, elde ettiği bir sefil “Pirus zaferi” mesabesinde olacaktır. Bunu da görüyor.

Bunu en çok da, bugün siyaseten Trump’ın temsil ettiği oligarşiler görüyorlar. Evet, onlar da Çin’in en büyük ve en tehlikeli rakip olduğunu kabul ediyorlar. Ancak Çin’le yapılan mücadelenin yol ve yöntemlerini kısmen doğru bulmuyorlar.

Sonra, bu mücadeledeki NATO üyeleri dahil olmak üzere mevcut ittifaklarını sorguluyorlar. En önemlisi, Rusya’nın kazanılmasını, böylece Çin’in çok önemli bir müttefikinin elinden alınmasını istiyorlar. Rusya’sız bir Çin’in geriletileceğini, en azından, çok daha sınırlı bir alanda hareket edebileceğini belirtiyorlar. Yani vaktiyle, Kissinger diplomasisinin Çin’e yanaşarak, SSCB’nin kuşatılmışlığını dayanılmaz noktalara vardırma siyasetine benzer bir anlayışın uygulamaya konulmasını talep ediyorlar.

Hatta doğrudan ifade etmeseler de, Çin sorunu bakımından, Rusya’nın, NATO’dan daha değerli bir müttefik olabileceğini haklı olarak ima ediyorlar. Trump bu yüzden NATO’nun genişlememesi gerektiğini sıklıkla vurguluyor.

Bundan başka Trumpçılar, ABD’nin kapasitesinin ötesinde, çok dağılarak uyguladığı, sönümlenme sürecindeki hegemonyasının ömrünü uzatabilmek ya da olası bir yeniden yapılandırılmasını sağlamak için onun çıkar alanlarının yeniden gözden geçirilmesini, bu bağlamda, kısmen de olsa, bir süreliğine de olsa, vaktiyle terk edilmiş olan izolasyoncu anlayışın yeniden düşünülmesi gerektiğini ifade ediyorlar. Bu bakımdan aslında, pratikte çok kutupluluğa kapı da aralamış oluyorlar.

Bütün bu siyasal anlayışa, ağırlıklı olarak Demokrat Parti tarafından temsil edilen ( Her iki parti içinde de benzer ve farklı siyasal konumları savunanlar var tabii. Bunu ihmal etmeyelim), yine ağırlıklı olarak askeri-sanayi kompleksleriyle artık iç içe geçmiş finans oligarşileri karşı çıkıyorlar.

Onlara göre, Çin’i geri püskürtmek için Avrupa, Rusya ve Japonya’nın dize getirilmesi önceliklidir. Avrupa ve Rusya’yı kafa kafaya tokuşturarak bunların enerjilerini tüketmelerini sağlamak, böylece Çin’den sonra hesaba katılması gereken en önemli rakip olarak Avrupa’nın (Almanya olarak da okunabilir) defterini dürmek gerekiyor. Daha sonraki adımda da, Japonya Çin’in üzerine salınmak istenecektir. Böylece yeni bir Amerikan yüzyılının başlaması olanaklı olabilecektir.

Yani bu didişmeler, sofrada “ara sıcaklar” işlevi gören savaşlar, ve tabii 2008’den beri ısrarla vurguladığım yaklaşmakta olan (her şeye rağmen önlenebilir de olan) “büyük felaket”, basitçe, Çin, Rusya ve NATO arasındaki hadisat olarak görülemez. Bunlar hepsinden önce emperyalistler arasındaki el ense çekmelerdir. SSCB’nin ortadan kalkması, emperyalist güçleri ve onun boşalttığı alanda yükselen Çin dahil yeni kapitalist güçlerin meydan okumaları emperyalistler için “eski güzel günler” in sona erdiği anlamına gelmektedir.

Yeni bir dünya düzeninin doğum sancıları ayyuka çıktı. Bir kere daha ihtiyaç duyulan ebeliğin niteliğini, “tarihte zorun rolü” nü yadsımadan düşünmek zaruret oluyor.

Öte yandan, 2024 yılının ilk aylarından itibaren Türkiye, İran, Fransa,İngiltere gibi siyaseten kritik konum arz eden ülkelerde, peş peşe seçimler yapıldı. Bu seçimlerin dünya siyaseti bakımından ne anlama geldiklerini tam olarak Kasım ayındaki Amerikan seçimleri sonrasında kavrayabileceğiz.

Bu ülkelerden Fransa ve İngiltere’de belli ki emperyalistler, an itibarıyle, daha eşitsiz, gerici, daha savaşçı, kısacası, daha fütürsuz politikalar izlenmesini talep ediyorlar. Bu “pis işleri” ni genellikle “sol” a yaptırmayı tercih ettiklerini bu kadar tarihsel deneyimden sonra iyice bellemiş olmamız gerekir.

İran’da, daha önce “İran’daki seçimler” başlığı altında yazmış olduğum yazıda da belirtmiştim, Reisi’nin ölümünün jeo-ekonomi-politik sonuçları olacaktır. Reisi ile birlikte İran tamamen Rusya ve Çin eksenli kutba yönelecek, İran’ın bu yeni siyasal çizgisi, S.Arabistan, Mısır, Türkiye gibi ülkeleri de, aynı doğrultuyu tercih etmek bakımından cesaretlendirebilecekti. Tabii böyle bir durumda, İsrail’in işi de iyice zorlaşacaktı.

Şimdiki reformist denilen başkan, özellikle son 25-30 yılda palazlanmış, Reisi’nin siyasal çizgisine muhalif, Batı ile (“adım adım”) entegrasyon yanlısı, İran teokratik yönetimi, isterseniz “mollalar” da diyebiliriz, içinde de ağırlığı olan İran finans-kapitalinin siyasal temsilcisidir.

Belki, tabii seçimi kazanırsa, Trump’ın başkanlığa resmen başlayacağı 2025 yılı başlarında, malum “nükleer antlaşma” ile ilgili çağrılar duyabiliriz. Biliyorsunuz, bu antlaşmanın siyasal-simgesel ifadesi, teknik metinle sınırlandırılamayacak kadar zengindir.

Türkiye’ye gelince, CHP’nin içinde yer alacağı bir değişim olasılığı artmaktadır. Direnen ya da ayak sürüyen düşecek. AKP rejimi bazı tadilatlarla restore edilecek. Türkiye Batı’ya daha yakın bir görüntü verecek.

Elbette, halk sınıfları bakımından ve dünya çapındaki anti-emperyalist mücadele açısından rejimin siyasal anlamı değişmeyecektir.

Ancak, direniş güçleri için sadece ulusal değil, uluslararası alanda da, yeni ve değerli olanakların, fırsatların ortaya çıkacağı açıktır.

NOTLAR:

(1) Nomenklatura bir toplumsal sınıf değil, bürokrasiye de eşitlenemez. Bu, parti içinde fiilen örgütlenmiş, devleti, tabii bürokratik kadroyu da, de şu ya da bu ölçüde kontrol edebilen, belirleyebilen kendisini sahip olduğu maddi ve (prestij gibi) manevi ayrıcalıklarla donatmış grup ya da grup ittifaklarıdır. Kendilerini sadece siyasal fikri konumlar anlamında değil, ortak olarak paylaştıkları bürokratik, teknokratik davranış biçimleri, yönetim anlayışı, ahlaki tutumlar olarak da diğer toplum kesimlerinden ayıran ideolojik konumlara sahipti.

Bunların yaşam standartları, tüketim alışkanlıkları, kısacası, refahı pekala bir burjuvanınki kadar olabilir, ya da en azından, onunkiyle kıyaslanabilir. Ancak bu durum onları bir toplumsal sınıf haline getirmez. Üretim araçları üzerinde mülkiyet hakları yoktu. Sadece onların kullanımıyla ilgili kararlar üzerinde belli bir etkileri vardı. Olguyu Marx’ın sınıf kavramından çok, M.Weber’in prestij ya da statü grubu kavramlaştırması etrafında tartışmak daha isabetli olacaktır.

Sovyet toplumu söz konusu olduğunda, elbette orada toplumsal-siyasal olarak örgütlenmiş bir sınıf olarak burjuvazi yoktu. Ancak, özellikle de yeraltı ekonomisinin yol verdiği ölçüde tek tek, şuradaki ya buradaki burjuvalar vardı (Nomenklatura hakkındaki de dahil olmak üzere, bu saptamalar -büyük ölçüde- bugünkü Çin için de geçerlidir. Ancak, unutmayalım Deng Xiaoping zamanından beri ÇKP’nin kararlılıkla uyguladığı bir stratejisi var. Bu SSCB’de yoktu.).

SSCB’de bu nomenklatura ile işçi sınıfının çıkarları da antagonist değildi. Çünkü ikisinin de varlığı, sistemin sürdürebilir olmasına bağlıydı. Nomenklatura söz konusu olduğunda, çöküş sorununu, nomenklaturanın sistemin sürdürebilmesi bakımından rasyonel davranma kapasitesini, kendisinin oluşmasında rol oynadığı iç ve dış etkenlerin bastırdığı koşullarda, yitirmesi etrafında tartışmak daha doğru olur bence.

Nomenklaturanın etkisi altında SSCB, reel ekonomik büyüme dahil en kritik sosyo-ekonomik göstergelerde 70’li yılların sonundan itibaren istikrarlı olarak gerilemeye başlamıştı. Nomenklaturanın partide ve devletteki etkisinin artmasıyla bu gerileme davranışı arasında koşutluk vardır.

Bu arada ilave edeyim, nomenklatura 20.Kongre’den sonra ortaya çıkmadı. 20.Kongre’de iktidarı aldı. Örnek olsun, daha 30’lu yılların sonlarında, Rusya’nın, çöküşten sonra adı tekrar Samara yapılan Kuybişev (Kuybişev bolşevik hareketinin yiğit bir evladıydı. 1935’teki ölümüne kadar politbüro üyesi, Gosplan’da çok önemli işler başarmış bir askeri doktordu. Ölümünden sonra bir süre görev yapmış olduğu Samara oblastına onun adı verilmişti) şehrinde, yerel parti yöneticileri, sadece kendi çocuklarının öğrenim göreceği bir okul açmak için girişimde bulunuyorlar, bunu orada görevli bir öğretmen Stalin’e duyuruyor, Stalin de bu girişimi önlüyor. Ama sadece haber aldığı bir girişimi önlemiş oluyor. O kadar. Stalin hayatının sonuna kadar kendisini, partiyi ve devleti kuşatmış bu güçlerle mücadele etmeye çalıştı.

1947’den itibaren açık bir biçimde giriştiği proletarya diktatörlüğünü katılımcı anlamda demokratikleştirme girişimleri nomenklaturanın büyük bir direnişiyle karşılaştı. 1952’de partideki liderlik konumu anlamlı ölçüde zayıflatıldı. Ölümüyle ilgili söylentiler de, muhtemelen, bu son mücadelesiyle ilişkili olmalıdır.

1924-1966 yılları arasında toplumsal konumlarına göre komünist partisi üyeleri (T.H.Rigby: Communist Party Membership in the U.S.S.R. 1917-1967, Princeton University Press, 1968)

Yukarıdaki tabloya bakıldığında, Stalin döneminde parti üylerinin yarısından fazlası sanayi işçisi; yüzde 20-25’i köylü (muhtemelen çoğu tarım işçisi); nomenklatura saflarını oluşturacak beyaz yakalı ve diğer mesleki kategorilere dahil üyelerin oranı yüzde 10 civarında. 1956’ya geldiğimizde, parti üyeleri arasında beyaz yakalı ve diğer mesleklerden kişilerin oranı üyelerin yarısını buluyor. Sanayi işçisi sayısıysa, dramatik olarak düşüyor. Bu çalışmayı yapan Rigby anti-komünist, anti-Sovyet bir sovyetolog. Troçki’nin Stalin devrinde partinin üye kompozisyonuyla ilgili iddiaları da boşa düşürülmüş oluyor. Rigby’nin kitabının 1976’daki ikinci basımında aynı oranlar 1971’de sırasıyla 40.1, 15,1 ve 44.8; 1976’da, yüzde 41, 13,9, ve 44.5 olarak veriliyor. Yani, 1956’dan itibaren nomenklatura saflarını oluşturan beyaz yakalı ve üst düzey menajerlerin oranı, sanayi proletaryası ve köylü emekçiler aleyhine yükseliyor. Kısacası, “tüm halkın devleti” nde, beyaz yakalı ve yüksek kademedeki yöneticilerin kontrolü artıyor.

Stalin’den nefret, “kişiye taparlık” edebiyatı, hiç kuşkusuz, nomenklaturanın eseridir. Nomenklatura Stalin söz konusu olduğunda Trotski’nin söylemini tekrar etmiştir. 20.Kongre’de (kendisi de erken yirmi yaşlarında Trotski çevresinde yer almış bir figür olan) Hruşçov’un eleştirileri aslında Trotski’nin eleştirileridir.

Trotski’nin “sürekli devrim” çizgisi otuzlu yıllardan itibaren anti-sovyet bir politik konuma doğru evrildi. Anti-sovyetizm soğuk savaş devrinin anti-komünizmi oldu. Emperyalistler, “reel sosyalizm” ve dolayısıyla sovyet sosyalizmi karşısında konumlanmış hemen hemen bütün sol, sosyalist, komünist söylemleri desteklediler. Teşvik ettiler.

Sovyet deneyiminin en önemli arızalarından birisi, bence, parti ve devlet ilişkilerinin iyi düzenlenememiş, çapraz denetim mekanizmaların etkili biçimde oluşturulamamış olmasıdır. Bu sayede, komünist olmayan çok sayıda kariyerist ta Komsomol’dan başlayarak parti üyeliğini basamak olarak kullanmışlardır. Parti örgütleri giderek “parti-kartı taşıyan komünistler” lehine, gerçek komünistlerin etkisizleştirileceği, hatta dışlanacağı yapılara dönüştürüldüler.

Elbette, yeni bir düzen kurmaya girişildiğinde, bu girişimin içinde yer alan, onun çeşitli düzeylerdeki yönetiminde görevli özneler ile bu yeni süreç arasında, sadece sınıfsal değil, hatta daha çok kişisel çıkar ve beklentilere referans veren çelişkiler ortaya çıkar. Malum, bunlar ilgili taraflar veya kişiler tarafından genellikle kişisel çıkar boyutu gizlenerek, hatta bu tür çıkar birlikteliklerinin yol verdiği gruplaşmalarda ideolojik kılıflar içinde sunulmaya çalışılır. SSCB’de de, özellikle 1930’lu ve 1950’li yıllarda, bu tür çelişkilerin şiddetlendiğini görüyoruz.

Örneğin, çoğu 1918’den beri görevde bulunan parti ve devlet kadrolarının 1930’lardaki değişen siyasal ihtiyaçlara yanıt vermesi veya uyum sağlaması beklenemezdi. Yeni siyasal ihtiyaçlar, geçmişteki ilişkilerinizi ya da bağlaşmalarınızı gözden geçirmenizi veya yeni ittifaklar oluşturmanızı zorunlu kılar. Yani gayet reel bir süreçten, aradaki ince renk tonlarının kaybolup, dünyanın kabaca sadece siyah/beyaz görüldüğü koşullardan söz ediyoruz. Dönemler analiz edilirken, bunun dikkatten kaçırılmaması gerekir.

Bütün bunlardan hareketle, Trotsky’nin sağlığındaki itirazlarına rağmen özellikle anglo-sakson ülkelerindeki, başını Max Shachtman (Shachtman ABD Komünist Partisi’nin kurucularındandı.Sonra Troçkist oldu. 1972’deki ölümüne kadar her zaman anti-sovyetikti. 1939’da Ribbentrop-Molotov Paktı’ndan sonra Trotski’yle de fikir ayrılığına düştü. Hatta Trotski’nin Defense in Marxism adıyla bilinen kitabı onu hedef alır. Schactman daha sonra Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley’de 60’lı yılların ikinci yarısında öğrenciler arasında eylemleriyle ses getiren kendi örgütünü-Independent Socialist- kurmuş, Leninizmi reddedince, bu örgüt onunla ilişkisini kesmişti.) ve Tony Cliff gibi figürlerin çektiği, troçkizmin SSCB’nin “devlet kapitalizmi” yle karakterize edilmesi gerektiğini iddia etmesi mesnetsizidr.

Öncelikle, “devlet kapitalizmi” nden ne anladıklarını izah etmeleri lazım. Küçük-burjuva radikali Trotsky bile bu iddiayı kesin bir dille reddetmişti. Bilindiği gibi, o “yozlaşmış, bürokratik işçi devleti” demeyi tercih ediyordu ki, o da safsataydı.

Son olarak, daha önce de yazmış olduğum şeyi tekrar edeyim: Sovyetler Birliği Komünist Partisi 20.Kongre’den itibaren aslında Bukharinci bir çizgiye çekilmek istendi. Bunda bir ölçüde başarılı da olundu (Aklımda yanlış kalmadıysa, yetmişli yıllara gelindiğinde, SSCB’nin dış ticaretinin aşağı yukarı yüzde 30’u başta petrol ve doğal gaz olmak üzere, hammade tedarikine, ihracına dayanıyordu). Sorunu, iki arada bir derede kalmasıydı. Bu doğrultuda, Deng Xiaoping yönetimindeki ÇKP’nin  yaptığı gibi, bir strateji oluşturamadı. Sert soğuk savaş şartlarında, bu savaşın cephe ülkesi olarak, bunu başaramadı. Bu yüzden Kosigin bir Deng Xiaoping olamadı. Stratejisiz, slogandan ibaret Gorbaçov da bunu yapamazdı zaten.

Deng Xiaoping devrinde, Kültür Devrimi’nin yıkıntıları içindeki Çin henüz SSCB gibi sosyalist sayılamazdı. SSCB’ye göre hayli esnek bir toplumsal-ekonomik konumdaydı. Geçişsel süreçler canlı bir biçimde devam ediyordu. Sovyetler’deki gibi yapılaşmış bir sosyolojisi yoktu. Bununla birlikte, Çin halkı düzeni arıyordu. Bu da partinin ve Deng Xiaoping’in işini kolaylaştıran çok önemli bir etken oldu. Paradoksal olarak Çin’ deki restorasyonun Kültür Devrimi’nden çıktığını söylemek meşrudur.

ÇKP önderliği, muhtemelen parti içinden yükselen huzursuzluğun da etkisiyle, olası bir restorasyonun önüne geçmek için Kültür Devrimi kararını aldı (Bu kararın alındığı genel ve özel siyasal konjonktüre dikkat edelim. SSCB’de 20. Kongre gerçekleşmiş, fillen bir restorasyon süreci devreye sokulmuş, 1961’de bu süreç ivme kazanmıştı. Çin, önce Büyük İleri Atılım hamlesiyle bunu yanıtlamış, büyük başarısızlıktan sonra ÇKP önderliğinin inandırıcılığı, SBKP ile restleştikleri bir zamanda, hem parti içinde, hem de emekçi halk sınıfları arasında erozyona uğramıştı. Bu arada, ABD’nin Vietnam’daki emelleri Çin’in güvenliği bakımından doğrudan bir tehdit oluşturuyordu). Kapitalizme doğru gerileme olasılığını ortadan kaldırmak için yapılmış bir hamle olduğunu parti ilan etmişti. Ancak gelinen noktada, adım adım kapitalizme doğru gerileme gerçekleşti. Yani soldan gidenler bir kez daha sağa döndüler.

Marksizm-Leninizm ekonomist, evrimci bir anlayışa değil, devrimci yönteme dayanır. Bu bakımdan, ileri doğru nitel sıçramalar kadar, kaymaları, ikili yapılanmaları ya da yarılmaları, çarpıklıkları, geriye doğru dönüşleri da olanaklı görür.

Bu yüzdendir ki, pre-kapitalist bir üretim tarzının, kapitalizm aşamasını geçmeden sosyalizme ulaşabileceğini kabul eder. Bunları hepimiz biliyoruz zaten. Yalnız, aynısını, geri dönüş olasılığı için de tanımamız, kabul etmemiz gerektiğini ihmal ediyoruz.

Elbette, bu geri dönüşler de ileri doğru hamlelere benzer biçimlerde, hiç bir zaman, saf, su katılmamış halde olmazlar. Çoğu durumda bizi yanıltan, veyahut bir yanılsamanın peşine takılmamızı olanaklı kılan bu hal oluyor.

Örneğin, bugünkü Çin’in durumunda, piyasa aracının genelleşmiş anlamda devreye sokulması, dahası bunun parti tarafından “geçici bir önlem” olarak değil, kalıcı, Çin’e özgü bir “sosyalizm” olarak sunulması, tereddüt etmemize neden oluyor. Oysa, formel olarak sosyalizm ya da sosyalizmi kapitalist ekonomik araçlarla takviye etme iddiası, eğer önü alınmazsa, kaçınılmaz olarak kapitalizmin yerleşmesine yol açar. Çin’de gördüğümüz gibi, sosyalist işleyişe kapitalist kısmi önlemlerle müdahalelerde bulunmak, giderek yerleşen kapitalist işleyişe yer yer “sosyalist” görünümler kazandırma çabasına dönüşür.

Öyleyse, sosyalist görünümler bizi aldatmamalıdır. Görünenin altında somut olarak işleyen esas süreçlere bakarak değerlenirme yapmamız gerekir.

Ayrıca, değerlendirme yapılırken, ÇKP liderliğinin özellikle 1956’dan itibaren, sicili ikna olmamak için karine teşkil etmelidir.