Sığınmacılar ve göçmen işçiler sorunu 2

Öncelikle modern göç olgusunun kapitalizmin işleyişinin, kapitalist birikim yasasının kaçınılmaz bir sonucu olduğunu, “yedek emek-gücü ordusu” ve dolayısıyla göçler olmadan kapitalizmin yürümeyeceğini, kendisini genişletemeyeceğini (1); günümüzdeki görünümününse, kapitalizmin emperyalist aşamasında, özellikle son otuz küsür yıl içinde yaptığı (askeri boyutuyla da), jeo-ekonomi-politik hamlelerin ona küresel çapta yeni bir ivme kazandırmış olmasıyla ilişkili olduğunu tekrar edeyim.

Bu yazının ilk bölümünde Marx’ın Kapitalin 25.Bölümü’nün esasen, sermaye birikiminin genel yasası başlığı altında, (nüfus sorunu etrafında) bu göç konusunu da ele aldığını hatırlatmıştım (2).

Şimdiki duruma gelince, emperyalistlerin “büyük ortadoğu” olarak tabir ettikleri alanda 1990’da başlattıkları operasyon, Türk devletinin yayılmacı heveslerle ona verdiği lojistik destek, operasyon alanlarında mağdur edilecek kitlelerin Türkiye’de barındırılmasını da içeriyordu.

Yani operasyon bölgesindeki halk kısmen emperyalist işgal ve müdahaleleri meşrulaştırmak için emperyalistler ve onların lojistik maşası gibi işlev gören devletler tarafından organize bir biçimde, zorla ya da çeşitli vaatlerle ikna edilerek göç ettirildi.

Türkiye’ye göçün böyle bir siyasal içeriği var. Öncelikle bunu kabul etmek gerekiyor. Bu göç dalgasının sonradan şu ya da bu ölçüde kontrolden çıkmış olması, göç edenlere mal edilemez. Bu işe emperyalistlerle birlikte kalkışanların sorumluluğu ya da sorumsuzluğu ile alakalıdır.

Seksenlerdeki İran-Irak Savaşı’nın bu iki ülkede yol açtığı ekonomik ve sosyal tahribat, Irak’taki siyasal istikrarsızlık ve onun yol verdiği politik şiddet ortamı, doksanlı yıllarda, Sovyet Bloğu’nun çökertimesi, sonrasındaki neo-liberal “şok terapi”ler, Körfez Savaşı ve Yugoslavya’nın parçalanması, 2001’de açıkça ilan edilen Afganistan ve NATO savaşı, sığınmacı, mülteci ya da göç sorunları olarak adlandırılan vakaların tetiklenmesini sağladılar.

Yani bu sorunlar emperyalistlerin ve maşası Türk devletinin 2011’de dolaylı olarak Suriye’ye müdahalesinden önce baş göstermişti. Mesela, İran-Irak savaşı, bir anda Suriye’ye iki milyona yakın Iraklı mültecinin göçmesine yol açmıştı. O zaman Suriye nüfusu 17 milyon civarındaydı. Ekonomisi çöktü. Zaten o koşullar altında neo-liberal politikalar izlenmek istendi. Yani göç ya da sığınmacı akını sadece Türkiye’nin sorunu değildir. Bunu aklımızda tutalım.

Öte yandan, Suriye’ye müdahale planı Türkiye’ye doğru bir sığınmacı ya da göç akınını öngörmüştü zaten. Oyunun kurgusu içinde yer alıyordu yani. Ancak karşılaştıkları direniş dolayısıyla işler emperyalistlerin öngördüğü gibi gitmeyince, planları ellerinde patladı. Durumu kurtarmak için yaptıkları hamlelerse, bilindiği gibi, daha da batmalarına yol açtı. ABD’nin en hevesli bölge vasalı olarak Türk devleti haliyle en büyük zararı görecekti. Öyle de oldu, ancak henüz bu süreç tamamlanmadı.

An itibariyle, kazılmasına canla başla katkı vermiş olduğu kuyuya düşen Türkiye, çok karmaşık ve daha ağır bedeller ödemesine yol açabilecek bir siyasal ateş çemberinin ortasında bulunuyor. Kaçınılmaz sonu ötelemek için emperyalizme direnen Suriye halkı karşısında gerileyen, kaçan emperyalist-siyonist cihatçı maşalardan oluşturduğu derme çatma bir orduyla Suriye devleti ve Türkiye sınırı arasında sıkışıp kalmış bir halde bekliyor. Ne yapacağını, dahası, ne yapmak istediğini de bilmiyor. Öyle bekliyor.

Bulunduğu yer itibarıyla bu bekleyişi, Türkiye ve Suriye arasındaki sınırın kısmen silinmesini sağladı. Türk devletinin kontrolünde olmadığı görülen bir tampon bölge oluşmasına yol açtı.

Bugün ülkemizdeki Suriyeli göçü Suriye devletinin iradesinden kaynaklanmıyor. Türkiye devletinin iradesinden ve halen devam eden tercih edilmiş çaresizliğinden kaynaklanıyor.

Buraya kadar Suriyeli göçü denen olgunun nedenlerine değindim. Ancak Türkiye’ye göç ya da sığınmacı akını başta eski Türki Sovyet cumhuriyetleri olmak üzere başka kaynak ülkelerden de geliyor. Irak’tan, Afganistan’dan, İran’dan mesela.

Şimdi Türk faşistleri, özellikle de, “kaçak” çalışmalarını da bahane ederek çoğunluğu Arap kökenli sığınmacıları, kendilerinden beklendiği gibi, ırkçı bir söylemle gündeme getirirken, Arap kökenli olanlara nazaran daha çeşitli iş kollarında “kaçak” çalışan Türk soylu “kandaş” sığınmacılardan söz etmiyorlar.

Neden? Çünkü onlarla bir sorunları yok. Onlar Türk ırkından, yani Araplardan daha yüksek bir ırkın mensupları. Yani şikayetçi oldukları genel olarak sığınmacılar ya da “kaçak işçiler” değil, bunların “Türk kanı” taşımayanları.

Bugün hizmet ve özellikle turizm sektöründe, örnekse, otel ve lokantalarda, nakliye ve kargo taşımacılığı ya da lojistik sektöründe önemli ölçüde bu eski Sovyet cumhuriyetlerinden göç etmiş Türk soylu kişiler istihdam ediliyor.

Bu arada unutmayalım. Türkiye sadece göç ya da sığınmacı alan bir ülke değil, aynı zamanda, Batı’ya doğru göç veren de bir ülke. Bugün artık sadece Batı Avrupa’da değil, Doğu Avrupa’da da Türkiye’den gitmiş “göçmen işçiler” var.

Bu vak’a karşısında komünist tavır ne olmalı? Öncelikle bunun kapitalizmin olmazsa olmazlarından olduğunu, emperyalizmin yol açtığı koşullarda, küresel ölçekte, yaklaşık son kırk yılda ivme kazanmış ve halen sürmekte olan dinamik bir süreç olduğunu göreceğiz.

Keyfi yerinde olan insan göç etmez.

Kapitalist de olsalar “sosyal devlet” anlayışını uygulayan çoğu devletin, Sovyet Bloğu’nun çökertilmesiyle, emperyalistler tarafından küresel çapta bütün ülkelere empoze edilen neo-liberal uygulamalar yüzünden bu anlayışı terk etmeleri, yine bu neo-liberal anlayış dolayısıyla empoze edilen sanayi ve tarım politikaları sonucunda artan işsizlik, barınma, sağlık, öğrenim, çevre sorunları, kısacası insanların gelecek umudunu yok eden, her gün kötüye giden yaşam koşulları kitlesel göçü hazırlayan nedenler.

Ancak, bu hareketin tetiklenmesinde hegemonyacı emperyalist anlayışın küresel düzeyde uyguladığı savaş ve şiddet politikası çok etkili oldu. Halen bölgemizde, özellikle Ukrayna’da tanık olduğumuz gibi, etkili olmaya devam ediyor.

Bu kitlesel göçler göç eden için zorunluluktan kaynaklanıyor. O kadar öyle ki, çoluk çocuklarının dahi yaşamlarını riske ederek bu harekete kalkışıyorlar. Bu göçler daha adil, eşitlikçi yani kamucu bir dünya düzeni kuruluncaya kadar, dalgalar halinde sürecektir.

Bugün bunun kısıtlanması değil, planlı halde, ekonomik ve coğrafi eşitliği esas alacak biçimde sürdürülmesi tartışılmalıdır. Komünistler göçlerin engellenmesi çağrısına karşı çıkmalıdırlar. Bunun sorumlusu kapitalizmdir ve bu sorunu üretmeye devam edecektir. Çözüm olarak da, gaz almak , toplumu siyaseten daha da ilkel bir seviyeye çekmek anlamında, milliyetçi, ırkçı tepkilerin zincirlerinden boşalmasını tercih edecektir.

Dünyanın çoğu ülkesinde sendikal yapılar çökertildi veya zayıflatıldı. Şimdi işçi sınıfı siyaseti bu yapıların yeniden güçlenmesi için göçmen işçi dinamiğini de kullanarak hareket geçmelidir. Emek örgütleri, işçi sınıfı partileri artık göçmen nüfusa dayanmadan, hele ona karşı tavır alarak güç kazanamazlar. Sosyalizm bu göçmen nüfusun katılımı olmadan ne ulusal düzeyde, ne de bölgesel çapta gerçekleştirilemez.

Bu göç emekçi halkları birbirlerine bağlamak, aralarındaki kültürel, devrimci siyasal etkileşimi güçlendirmek için bir olanaktır. İşçi sınıfı partileri, emek örgütleri tereddüt etmeksizin bu aktarımı temin eden kayışlar gibi işlev görmeye çalışmalıdırlar.

Öte yandan şunu da dikkatten kaçırmayalım: Artık göç edenler sadece toplumun en alt katmanlarını oluşturan yoksul ve yoksun kesimler değildir. Mevcut kitlesel göç olgusu içinde eğitimli, meslek sahibi, kalifiye insanların sayısında da kayda değer bir artış olduğu gözlemleniyor.

Bütün bu kesimleri kucaklayacak sosyalist, dayanışmacı çalışmalara hız verilmesi lazım. “Tamam özgürlükçüyüz, ama salak da değiliz” şeklinde de formüle edilen sonuçta siyaseten ırkçı faşistlerce buluşacak olan küçük-burjuva dar kafalılığına prim veremeyiz. Popülist ya da faşist protestocularla aynı kulvarda yer alamayız.

Dünya komünist güçleri genel olarak hâlâ soruna tereddütlü yaklaşıyorlar. Çünkü bunların bir çoğu kendilerini “seçimden seçime” partileri haline getirdiler, bunu görüyoruz.

Göçmen işçilerle, yerleşik işçilerin birliğini, birlikte sermayeye karşı direnmelerini örgütlemek en öncelik arz eden konudur. Öyle kulağa hoş gelen “sol” belagatle zaman kaybetmeyelim.

Bunun için sıkışılmış ilçelerden, onun kafelerinden çıkıp, göçmen, sığınmacı mahallelerine gitmek, onlarla örgütsel temas kurmak şarttır. Marksizm-Leninizm bir orta sınıf ideolojisi değildir. Enternasyonalist işçi sınıfının siyasal ve ideolojik pratiğidir. Komünizm entelektüel olarak “parlak çocukların” geviş getirdikleri ulaşılmaz bir “yüce fikir” değildir. Somut, reel, eşitlikçi, kamucu bir toplumsal düzen oluşturma pratiğidir.

Şimdi bizdeki “Suriyeliler” e gelelim. Öncelikle bunlar arasında cihatçı teröristler, Suriye devletine karşı suç işlemiş katiller, hırsızlar, arsızlar olduğunu biliyoruz. Bunların bir çoğuna vatandaşlık verilmiş olabileceğini de tahmin etmek zor değil. Bunların sayısı devletteki kayıtlarda bellidir. Bunların kazanımları yok hükmündedir. Yargılanmaları için Suriye yönetimine iade edilmelerini talep edeceğiz.

Bu suçlular dışındaki Suriyeli sığınmacılardan kendi istekleriyle ülkelerine dönmek isteyenlere her türlü devlet desteği temin edilmelidir. Ülkelerine döndüklerinde orada hak kayıplarına uğramamaları için iki devlet görüşüp, gereğini yapmalıdır.

Türkiye, Suriye halklarına karşı suç işlemiş bir ülke konumundadır. Suriye’ye dönmeyi arzu edenlerin ülkelerinde belli bir düzeyde yaşam standardına sahip olabilmeleri için belli bir plan ve program dahilinde harcanmak üzere Türk devleti tarafından iki devletin (uluslararası kabul edilmiş ölçülere göre) anlaşarak saptayacakları bir tazminat (aynî ve/veya nakdî) Suriye devletine ödenmelidir.

Bunlar dışında ülkemizde yaşayan Suriyeli (ve diğer) sığınmacılara önce ülkeye adaptasyonlarının etkin bir şekilde sağlanabilmesi için iki yıllık mülteci statüsü verilmeli, sonra da yurttaşlığa kabul edilmeleri talep edilmelidir. Bu mülteci statüsü sürerken, isteyen göçmen anavatanına, oradaki haklarını kaybetmeden geri dönebilmelidir. Tüm bu süreç boyunca herhangi bir Türk vatandaşı gibi, sosyal haklara sahip olarak çalışma özgürlüğü ve örgütlenme hakkı tanınmalı. Ailelerine, çocuklarına bütün Türk yurttaşlarının sahip oldukları sağlık, eğitim hak ve olanakları sağlanmalıdır.

Bir de, Avrupa ülkelerine gitmek iiçin Türkiye’yi bir tür istasyon gibi kullanmak isteyerek ülkemize gelmiş sığınmacılar var. Onları engellemek için Türkiye ve Avrupa Birliği arasında yapılmış antlaşmaları ifşa edip, bu antlaşmaları reddetmek gerekir. AB ile sığınmacıların çıkarlarını gözeten yeni bir antlaşma için AB ülkelerine baskı yapmak şarttır. Sığınmacılar uluslararası ilişkilerde şantaj olarak kullanılamazlar.

Tüm bu süreç boyunca, sendikalar, diğer emek örgütlerinin etkin bir rol alması için bu örgütlerden talep yükseltilmelidir. Göçmenler için tahsis edilmiş uluslararası yardımlar doğrudan göçmenler ve onlarla dayanışan, onların intibakını sağlamakla görevli kamusal ya da özerk kurum ve kuruluşlar arasında adil biçimde, uluslararası şeffaflık ilkelerine uygun ve uluslararası denetime açık olarak pay edilmelidir.

Bu “Suriyeliler” başlığı altında söylediklerim, değişik ülkelerden gelmiş bütün diğer sığınmacılara da aynı şekilde ve ayrımsız uygulanmalıdır.

Şimdi çıkıp, “emperyalizm demografimizi bozuyor, nüfusumuzu karıştırarak, biz Tükleri pek yakında azınlık haline düşürecekler” mealindeki milliyetçi saplantılardan kurtulmamız lazım.

Demografi ya da nüfus statik değil, dinamik bir kavramdır. Her tarihsel-toplumsal üretim tarzının kendine özgü nüfus yasaları vardır. Soyut bir nüfus yasası olmadığını Malthusçülüğe Marksist reddiye dolayısıyla biliyoruz. Hatta tarih içinde giderek daha fazla insan müdahalesine maruz kalan doğada, hayvan ve bitki yaşamlarında dahi bu yasa soyut olarak düşünülemez artık.

Sermaye birikiminin sürekli arttığı koşullarda, bunun aynı zamanda, sermayenin organik bileşiminde değişken sermaye (emek-gücü) aleyhine işleyen sürekli bir hareket anlamına gelmesi dolayısıyla, kapitalist üretimde nüfus artışıyla doğru orantılı olarak artan sayıda istihdam gerçekleştirilemez. Üretimin genişlemesi ve daha fazla sermaye birikimi için gerekli olandan fazla bir nüfusa ihtiyaç var. Hep el altında tutulması gereken bir nüfus…

Kapitalizmin aşırı üretim ve azalan kâr oranları dinamiğinin yol açtığı büyük bunalımlar, özellikle (halen tanığı olduğumuz gibi), büyük teknolojik atılımların yapıldığı devirlerde kendilerini gösterirler. Göç olgusu da bununla aynı sıralarda ivme kazanır.

Kendisinin de yaratılmasına katkıda bulunduğu bu koşullarda, tıpkı pazarlanmak için değişik pazarlara gönderilen metalar gibi, bir meta olarak emek-gücü de, istihdam olanaklarının nispeten fazla olduğu coğrafyalara doğru hareket eder.

Böylece nüfus, kapitalizm koşullarında, fiili nüfus artışından farklı olarak, kapitalizmin işleyiş dinamiğinin yarattığı sömürülmeye hazır bir artık-nüfus olarak, “yedek işçi ordusu” veya ucuz emek-gücü gereksinimi etrafında, öncelenmemiş ölçüde akışkan bir görünüm kazanır. Öyleyse, modern nüfus ve göç sorununun temelinde kapitalizm vardır.

Emperyalizm çağında demografi artık (öncelikle dayatılan uluslararası işbölümü dolayısıyla- mesela şimdi aklıma geldi, bizde neo-liberal entegrasyon talebiyle, KİT’lerin yağmalanmasını, tarımsal sübvansiyonlardan büyük ölçüde vazgeçilmesini, yine mesela, tütün ekim alanlarının sınırlandırılmasını düşününüz) jeo-ekonomi-politik bir olgudur. Kaçınılmaz olarak uluslararasılaşmıştır.

Dünya tarihi gibi demografi de belli bir coğrafyada, belli bir ırkın, bir kültürün, homojen bir nüfusun imtiyazlı kılındığı dar görüş açısından okunamaz.

Dünya üzerindeki bütün ülkeler tarih içinde göçlerle oluşmuştur. Göçlerle yıkılmış veya göçlerle, yeni bir sentezle ve daha ileri aşamada, yeniden kurulmuşlardır. Evet, Cermen sürülerinin istilası “uygar” Roma’yı yıkmıştı. Doğru. Ama sonradan Avrupa adı verilecek daha yüksek uygarlık da, Roma ve Cermen sentezinden çıkmıştı..

Son olarak, bugün Avrupa ülkelerinde yükselen popülist ırkçı dalga kırılmaya mahkumdur. Avrupa kapitalizmi artık “göçmen işçiler” olmaksızın yürüyemez. Özellikle sürekli genişleyen hizmet sektörünün ihtiyaç duyduğu işçilerin bugün ağırlığı giderek artan ölçüde Avrupalı-olmayan göçmen olması bunun göstergesidir. Orada da emek örgütlerinin ırkçı yaklaşımları terk ederek bu yeni gelen sınıf kardeşlerini örgütlü “legal” işgücüne dahil etmek için çalışması gerekir. Bu göçmen emekçiler, orta erimde, bugün kendisini bir eski eserler müzesi haline getirmiş Avrupa’ya yeni, anti-emperyalist bir sol dinamizm kazandıracaklardır.

Her geçen gün daha sefil konumlara savrulan malum “Avrupa solu” nun bazı ülkelerde aşırı sağa karşı sağcılarla, mesela Fransa’da sağ popülist Le Pen’e karşı halen emek düşmanı, saldırgan emperyalist NATO politikalarının ağzı salyalı destekçisi olanlarla ittifak kurmak istemesi, onların tükenişlerinin en çarpıcı ifadesidir. Eğer sol politikaları, neo-liberal politikalar lehine terk etmeyip, emekçilerden yana demokratik güçlerle ittifak içinde olsalardı, zaten ne Macron ne de Le Pen bu kadar güçlenirdi.

“Halk Cephesi” imiş, o adını andıkları 30’lu yılların halk cephesi Nazi faşizminin dünya devrim ve demokrasi güçlerine karşı saldırıya geçtiği koşullarda, onun karşısındaki demokratik güçler arasında bir ittifaktı. Sonuçta, Fransız finans-kapitali Paris’te Halk Cephesi hükümetini görmektense, Hitler’i görmeyi tercih ettiği için iktidardan düşürüldüler.

Şimdiki “çakma” halk cephesi, ittifak yapacaksa, onu zamanında saldırgan emperyalizmi temsil eden Macron ve avenesine karşı oluştursaydı. Le Pen karşısında destek aranacak yer saldırgan, yayılmacı ve neo-nazi Ukrayna devletinin işbirlikçisi Natocular olamaz.

Unutmayalım, Le Pen’ler, sol gerçek bir sol gibi davranmadığı, emekçi kitlelerin taleplerine yanıt vermediği için yükseliyorlar.

Batı medyası ve oradaki “sol” entelegensiyasının etkisi altındaki Türkiye solcusu, sorunlara Lenin ve Stalin gibi, yani emperyalizm karşısında konumlanmış devrimci sosyalist siyaset açısından küresel bir perspektiften bakamıyor.

Mesela, Trump beyan ediyor, “hayır, Ukrayna Nato üyesi olmayacak, Nato artık genişlemeyecek “, hatta “Nato ABD’nin sırtında yük” diyor. Biden ve Avrupa’daki uydularıysa tersine, “Ukrayna da, Japonya da, G.Kore de, İsrail de, Gürcistan da NATO üyesi olacak diyorlar. Beyandan söz ediyoruz. Trump iktidar olduğunda, ABD devletinin ihtiyaçları nasıl şekillenir bilemeyiz, tersini yapar, yapmaz, o ayrı bir konu yani.

Ancak, Türkiye’nin çoğu solcusu için Biden daha makbul oluyor. Trump iktidardayken, kimseyle savaşmadı. Tersine, işgal ettiği bazı topraklardan askerlerini çekti. Hatta Afganistan’da gördüğümüz gibi, Biden da onun geri çekilme politikasını sürdürmek zorunluluğu duydu.

Ne Trump deriz, ne Biden deriz. ABD emperyalist devleti yok olsun deriz. Trump, ırkçı, ultra-milliyetçi, cinsiyetçi falan. Tamam. Trump, mevcut emperyalist hegemonyanın sürdürülmesinin güçleştiği, şiddetli bir meydan okumanın gerçekleştiği koşullarda zuhur etti. Kapitalist devletler arasında “yeni bir dünya düzeni ” talebinin yükseldiği şartlarda etkili oluyor.

Önce şunu not edelim: Bu durumda tekelci finans sermayesi, ya klasik anlamındaki faşizmle; ya da onun görece yumuşak bir versiyonu olan popülizmle idare edebilmektedir. Bu ikinci durum, merkezci siyasetler etrafında oluşturulmuş ekonomi-politik yapıların (siyasal partiler, sendikalar, meslek örgütleri vs) dağıtılmasını öngerektirir. Son çeyrek yüzyıldan beri burjuva siyasal örgütlenmesinde, dünya ölçeğinde, bu eğilim güçlenerek devam etmektedir.

Şimdi çıkıp, Amerikalı tuzu kuru bir orta sınıf liberalin, Trump’ın dar anlamda iç politikayla ilgili gerici bir talebini öne çıkarıp, “Nato’yu genişletmeyeceğim. Ukrayna savaşına Rusya ile barış yaparak son vereceğim” demesini önemsememesi gibi hareket edemeyiz.

Evet, iç politika ve dış politika arasında süreklilik saptamak mümkündür. Ancak bu daha çok izlenilen yöntem, yaklaşım ve araçlarla alakalı olabilir. Bunu ihmal etmeyelim. Ülkelerinin neden olduğu, çok sayıda aile faciasına da neden olan kitlesel göç mesela o liberallerin ne kadarının umurunda?

Bir yandan da hâlâ güreşe doymayan pehlivanlar gibi Stalin yoldaşı karalamakla meşguller.

NOTLAR:

(1) Bu kapitalizmin yarattığı modern göç olgusu söz konusu olunca, sadece ülkeler arası ya da denizaşırı göçleri düşünmeyelim. Ulusal ölçekte de, kırsal ya da nispeten az gelişmiş, veyahut kapitalizm-öncesi ekonomik ilişkilerin güçlü olduğu bölgelerden sanayi kentlerine doğru bir harekete de referans verir. Mesela bugün Çin’de sanayi kentlerindeki emek-gücünün en az yüzde yirmi yedisinin “göçmen işçiler” den oluştuğu biliniyor.

(2) Ayrıca, Sol Yayınları tarafından derlenmiş: Nüfus Sorunu ve Malthus’un özellikle ikinci bölümüne; bu arada, aynı yayınevinin Ücret, Fiyat, Kâr adlı kitabına da bakılabilir.