1945’te kurulan dünya düzeninin 1989’da çökmesi sonrasında emperyalizm dünyaya egemen olma stratejisini ilk kez 1990’da Irak’ta; 1991’de Yugoslavya’da uygulamaya koyarak başlattı. Bilindiği gibi daha kapsamlı etaplar halinde bu strateji gerçekleştirilmeye çalışıldı.
Sovyet Bloğu’nun çökmesiyle birlikte dünya çapında var olmasında ve varlığını sürdürebilmesinde çok önemli bir rol oynadığı, ilerici ve sosyal demokratik örgütlenmeler ve politikalar da bir bir sahnenin dışına itildiler.
Dünya çapında emek örgütleri, emekçileri, ihtiyaç sahiplerini gözeten, kollayan yapılar ve politikalar geriletildiler. Toplumsal eşitsizlikleri dünyanın her yerinde, ama özellikle de bu eşitsizliklerin zaten görece daha derin olduğu coğrafyalarda giderek dayanılmaz hale getiren kapitalist-emperyalist uygulamalar sahneye konuldu.
Bu yeni “kavimler göçü” nün nedeni emperyalizmin emeğe, emekçilere, sömürge, yarı-sömürge halklara ve onların örgütlerine ve devletlerine karşı 1970’li yılların sonuna doğru planlı bir biçimde başlattığı ve 1990’dan itibaren ivme kazandırdığı, halen sürmekte olan gerici birleşik saldırıdır.
Emperyalistlerin BOP stratejisi çerçevesinde gerçekleştirdikleri işgaller, zaten emekçi halklar tarafından ağır bir şekilde hissedilen ekonomik baskıları, eşitsizlikleri, maruz kalınan politik şiddeti daha da arttırdı.
Tarihte daha önce görülmüş örneklerinde olduğu gibi derinleşen ekonomik eşitsizlik, artan yoksullaşma, askeri ya da paramiliter işgaller, yoğunlaşan politik şiddet, insanları bir kez daha her türlü riski göze alarak kitleler halinde göçe teşvik etti.
Marx, Kapital’de insan göçünün kapitalizmin eşitsiz işleyişinin bir sonucu olduğunu gösterir. Yani emperyalist aşamasından önce de kitlesel göçler bir olgudur. Emperyalizm devrinde ivme kazanıp, daha geniş bir coğrafyada cereyan eder hale gelir. Kapitalizm her zaman ucuz emek-gücüne ihtiyaç duyar. Bunun farkında olan Marx, bilindiği gibi, Kapitalin ilk cildinin 25. Bölümü’nü, her ne kadar bölüm başlığı “sermaye birikiminin genel yasası” olarak belirtilmiş olsa da, esas olarak, göçün odağında yer aldığı, nüfus soruna ayırmıştır.
Kapitalizmin ilk büyük krizinden sonra globalist finansallaşma eğilimlerinin güçlendiği, emperyalist aşamaya ulaşıp, dünya savaşına yol açtığı bir zamanda, 1880-1920 yılları arasında, sadece ABD’ye göç eden nüfus 20 milyondan fazla. Aynı sıralarda Arjantin’e 5 milyon kadar; Avustralya’ya yaklaşık 1 milyon kişi göç etmiş. Bu listeyi uzatmak mümkündür. Şunu da ilave edeyim, bu göçler savaştan epey önce de, hemen sonra da büyük ölçüde Avrupa ülkelerinden geliyordu.
Ülkeler arasında sadece sürekli yerleşim için değil, iş bulmak, çalışmak için de yoğun göçler vardı. Örnekse, İrlandalılar İngiltere’ye; Belçikalılar Fransa’ya; İtalyanlar İsviçre’ye vb.
O sıralarda, Çin, Japonya ve Afrika ülkelerinden göçler nicelik olarak Avrupalı göçünün arkasından geliyordu.
Bu göçler, “göçmen işçiler” sorunu etrafında 1893’ten itibaren 2.Enternasyonal’in gündemine taşınıyor. Göçmen işçiler, hemen tahmin edilebileceği gibi, sermaye tarafından ucuz işgücü, grev kırıcı gibi roller verilerek yerleşik, örgütlü işçi sınıfına ve onun örgütlerine karşı kullanılıyor.
Bu yönüyle, konu yerleşik işçi sınıfı ve işçi siyasal hareketi içinde huzursuzluklara, protestolara neden oluyor. Göçmen işçiler ve yerleşikler arasında fiziki kavgalara yol açan gelişmeler yaşanıyor.
Ancak asıl sorun kaynağı, kahir ekseriyeti endüstriyel çalışma kültürü ve politik sınıf bilincinden yoksun, kölece çalışma koşullarına yatkın Asyalı ve Afrikalı işçiler oluyor. Protestolar ırkçı bir boyut kazanıyor. Mesela, 1880’li 90’lı yıllarda, ABD, Avustralya gibi ülkelerde, bu Asya ve Afrikalılara karşı işçi sınıfı içinden de geniş destek bulan ırkçı kampanyalar yürütülüyor.
Bu ırkçı kampanyalar toplumsal düzeni tehdit eder bir hal almaya başlayınca, mesela, ABD hükümeti 1882’de ve 1892’de Çinli ve Japon göçünü kısıtlayıcı yasalar çıkartıyor. Sağ kanat bazı sosyalistler beş, on yıl içinde ABD nüfusu içinde sarı ve siyah ırkın ağırlığının çok artacağından duydukları “infial” i dile getiriyorlar. Bu baskılar altında, hükümet tarafından yurttaşlık hakkı kazanmış olan Çinlilerin dahi bu hakları belli koşullarla iptal ediliyor. California eyaleti yoğun Japon göçüne karşı katı, ırkçı imaları olan önlemleri yürürlüğe koyuyor.
Bu yasalara verilen veya verilmeyen destekler yüzünden işçi sınıfı örgütleri ve siyaseti içinde tartışmalar yapılıyor, bölünmeler oluşuyor. Mesela 1901’de Avustralya’da, “Beyaz Avustralya” ırkçı sloganı altında yürütülen kampanya sonrasında çıkartılan anti-göçmen yasası işçi sendikalarının geneli tarafından, birçok sosyalist örgüt tarafından destekleniyor.
2.Enternasyonal henüz Avrupalı göçmen işçilerin sorun olarak görüldüğü bir sırada, 1893’te, 1896’da, göçmen işçilerle dayanışma çağrısı yapıyor. Sosyalist parti ve işçi örgütlerini onlar arasında propaganda çalışmalarını arttırmaya, mevcut emek örgütlerine dahil olmalarını sağlamaya çağıran kararları peş peşe alıyor.
Ancak, 20yy’ın başlarından itibaren, yani 2.Enternasyonal’in halen Marksist olduğu sıralarda, önceki dayanışmacı anlayışının ırkçı çıkışlar, ve çağrılarla protesto edildiğine tanık olunuyor. Bazı etkili Amerikan, İngiliz, Alman, Fransız sosyalistler, sarı ve siyah ırkın “yüksek kültürü temsil eden işçiler” için tehdit oluşturduğunu açıkça dile getiriyorlar.
Bu eğilim özellikle 1904’teki Amsterdam ve 1907’deki Stuttgart kongrelerinde güçlenerek ve yeni görünümlere de bürünerek boy gösteriyor. Amsterdam’da Amerikan Sosyalist Partisi Enternasyonal’e, göçe karşı çıkması, özellikle “geri kalmış ırklar” dan olanların göçünün yasaklanması çağrısı yapmasını istiyor. Çoğunluk bu talebe direniyor. Ancak bu direnç, sosyalist parlamenterlerin “göçü önlemeye yönelik yasama etkinliklerini” desteklemesi yolunda bir kararın çıkmasını önleyemiyor.
Bununla birlikte Kongre’ye katılan delegeler arasında konu etrafında şiddetli tartışmalar oluyor. Enternasyonal’in göç komisyonu “proleter dayanışma ilkesine aykırı” kısıtlayıcı, engelleyici yasa ve önlemlerin reddedilmesi için ısrarcı oluyor. Sonunda sol kanat sosyalistler, oportünist sosyalistleri geri püskürtmeyi başarıyorlar.
1907 Stuttgart Kongresi’nde bu göç tartışmasına paralel denebilecek biçimde, “kolonyalizm” tartışmaları da yapılıyor. Tahmin edilebileceği gibi, bu ikisi arasında, kolonyalizm ve kitlesel göçler arasındaki bağlantı açık ya da örtük olarak daha baştan saptanıyor.
Sosyalist hareket içinde nasıl göç konusunda, enternasyonalist işçi sınıfı siyasetiyle bağdaşmayan yasaklayıcı, kısıtlayıcı, ırkçı söylem ve davranışlar yer bulabilmişse, benzer biçimde, kolonyalizm konusunda da, onu destekleyen, hatta sosyalizm altında bunun daha insani bir şekilde yürütülebileceğini öne süren görüşler, hatta karar tasarıları ortaya atılıyor.
Sosyalist hareketin bu iki tartışma ve bu iki sorun başlığındaki ayrışması, fiilen 1914’te gerçekleşecek kopuşun habercisi olarak görülmek gerekir.
Yine de geçmişteki bu tartışma bize soruna enternasyonalist işçi sınıfı siyaseti görüş açısından yaklaşılması gerektiğini hatırlatması, bu bakımdan bizi uyarması dolayısıyla ayrıca önemlidir.
NOTLAR:
1) Burada çok kabaca özetlediğim tartışmaların ayrıntıları Georges Haupt’un iki ciltlik La Deuxieme Internationale (Mouton & CO, Paris 1969) adlı çalışmasında bulunabilir. Yine iyi özetlenmiş bir kaynak olarak Mark Taber’in yayına hazırladığı Under the Socialist Banner, Resolutions of the Second International 1889-1912, Haymarket Books, Chicago 2021 adlı kitabı önerebilirim. Kolonyalizm konusunu, emperyalizmle ilgili olarak yazmayı düşündüğüm yazıda ayrıca ele alacağım.
Bu arada geçerken şunu da belirteyim, Leninizmin batılı olmayan dünyada büyük bir rağbet görmüş olmasının nedenleri arasında bu tartışmaların ayrıcalıklı bir yerinin olduğunu düşünüyorum.
Evet, emperyalizm kavramı ve sorunu Lenin’in keşfi değildir. Ancak Lenin’in bu kavramı kullanma şekli, yani onu siyasallaştırma şekli Leninisttir. Sonra, onun emperyalizm hakkındaki kitabı 1916’da yazılmıştır. 1917 ortalarında broşür formatında yayınlanmıştır. Ancak, bu tarihten çok önce henüz (1916’daki) kavramsal düzeyinde olmasa da, Lenin olgunun farkındadır, yazılarının, tartışmalarının odağını, doğrudan kavramsal olarak ifade edilmemiş olsa da, oluşturur. Benzer bir şeyi, belli bir ölçüde, ta Komünist Manifesto’dan başlayarak, Marx ve Engels için de söylemek mümkündür.
Mesela, şimdi aklıma Lenin’in Mayıs 1913’te Pravda’da yayınlanan (“Backward Europe and Advanced Asia”) makalesi geliyor (Collected Works’ün 19. cildinde bulunabilir).
Fransız Komünist Partisi’nin 1920’de kurulduğu Tour Kongresi’nde kurucu delege olarak yer alan Ho Chi Minh, Lenin’in fikirlerinin kendisinin marksist anlayışında nasıl bir hızlı dönüşüm oluşturmuş olduğunu bir anı yazısında dile getirir.
Lenin, büyük ölçüde uyuyan, uyanık olsa da çıkış yolunu bulamayan Asya, Afrika, Latin Amerika halklarına, aydınlarına ışık, kılavuz olmuştur. Onların devrimci sosyalist siyasete, Marksizme kanalize olmalarını sağlamıştır.
Tabii, buradan hareketle sahte, “Batı Marksizmi” ve “Doğu Marksizmi” (yani Leninizm) ayrımları yapmak kabul edilemez. Gramsci, Lukacs gibi marksist-leninistlerle, Ho Chi Minh, Mao, Mustafa Suphi, Nkrumah, Castro ve diğer marksist-leninistlerin buluşmak için geldikleri yollar farklıdır sadece. Kimi, sanayileşmiş, emperyalist ülkelerden (ki, dünya savaşının yol açtığı yıkım o zamanki batılı aydınların leninizime yönelmesinde önemli bir işlev görmüştür); kimi sömürge ve yarı-sömürgelerden geldiler.
Bu sahte ayrıştırmalar hep 1956’da karşı-devrimin kapısını aralayan 20.Kongre’nin global çaptaki tahribatının yansımaları olarak görülmek gerekir.