İran seçimleri

Ne zaman İran’da seçimler olsa, Batı medyasında ve tabii genel olarak onun izdüşümü gibi hareket eden bizim medyada da, seçimin “rejim yanlıları” veya “muhafazakârlar” ile “liberaller” veya “Batı yanlıları” arasında cereyan ettiği belirtilir, ve tabii genel olarak kendilerinin tercihinin ikinciden yana olduğu hissettirilir.

Bir kez daha aynısı yapılıyor. Aslında gerçeklik bu kadar kabaca ve net konuşmayı olanaklı kılmasa da, genel hatlarıyla bu tabloya itiraz edemeyiz.

Bugün İran’daki popüler teokratik rejim kırk küsür yıllık reel bir süreçte, devrimler, iç ve dış mücadeleler ve savaşlar içinde oluştu. Elbette yekpare bir bütün değil. Zaman zaman şiddetlenen, hem kendi içinde hem de dışındaki dünyada ittifak arayışlarına ve ittifaklara referans veren sınıf mücadeleleriyle kat ediliyor.

İran, bugünkü iktidar dengeleriyle, uluslararası neo-liberal kapitalist-emperyalist düzene entegrasyona direnen bir ülke. Bu bakımdan kapitalist bir ülke olmasına rağmen siyasal olarak emperyalist hegemonyacı siyasete karşı çıkıyor. Terimin bu dar anlamında, anti-emperyalist bir siyaset izliyor.

İzlediği bu siyaset, emperyalist güçler için büyük önem taşıyan bölgesinde emperyalist siyasetin önünde engel oluşturuyor. En somut güncel örnekleri, Filistin’deki, Suriye ve Yemen’deki anti-emperyalist direnişlere temin ettiği paha biçilmez askeri olanaklar ve verdiği etkin destektir. Özellikle onun bu katkıları sayesinde emperyalistler ve onun bölgesel uyduları bu üç direniş ülkesinde emellerini gerçekleştiremediler. Gerçekleştiremiyorlar. Bunun altını çizelim.

Şimdi İsrail’i her geçen gün zora sokan Gazze saldırısı, İran’ın ve siyaseten ona yakın Hizbullah’ın verdiği destekle kırılamayan Gazze halkının şanlı direnişi emperyalistlerin paniklenmesine neden oldu. Son (ABD başkanlık yarışları tarihinin belki de seviyesi en düşük olan) Trump-Biden tartışmasında bu panik hissedildi. Bu arada, S.Arabistan ve İran arasındaki yumuşamanın, bölgedeki Arap ülkelerinin Hizbullah’ı tanıyacaklarını açıklamalarının bu paniğin oluşmasında önemli katkılarının olduğu da açıktır.

Hizbullah’ın İsrail karşısında yeni bir cephe açmasının, emperyalistler bakımından “İsrail’in güvenliği” sorununu daha yakıcı hale getireceğine kuşku yoktur.

İran’da devrim olduğu sırada nüfusun aşağı yukarı yüzde yetmiş beşi kırsal alanda yaşıyordu. Yani İran küçük toprak sahipleri ve topraksız köylülerin çoğunluğu oluşturduğu, eşitsiz ilişkilerin baskısının nüfusun kahir ekseriyeti tarafından her geçen gün artan ölçüde yaşandığı bir tarım toplumuydu. Bu tarım toplumu şehirlerdeki ticaret burjuvazisi, asker-sivil küçük burjuva devlet memuru, dar bir serbest meslek erbabı, genişçe bir yarı-proleter nüfus, ve siyasal olarak oldukça zayıf bir sanayi proletaryası tarafından çevreleniyordu. Komünist hareketin toplumsal tabanı ağırlıklı olarak (öğretmenler gibi) küçük burjuva kentli sivil memurlardan, serbest meslek erbabından oluşuyordu.

Devrimden sonra emperyalistlerin maşaları Saddam Hüseyin rejimini kullanarak İran’ı uzun bir savaşın içine sokmaları rejimin siyasal konsolidasyonu, toplumsal tabanını genişletmek bakımından olumlu bir işlev görse de, ekonomik olarak tam bir yıkıma yol açtı.

İran’ın ekonomik yeniden inşasında, yeni İslamcı siyasal elitler, özellikle Devrim Muhafızları’nın komuta kademelerindeki figürler çok önemli roller üstlendiler. Belli dar (bürokratik karakteri de olan) bir siyasal grubun esas olarak petrol ve doğalgaz ihracına dayanan büyük kaynakların dağıtımı üzerindeki kontrollerini hatta tekellerini güçlendirdi. Rejime yandaş işadamlarının palazlanması sağlandı. Özellikle neo-liberal özelleştirme politikasının izlendiği sırada bu eğilim takviye edildi.

İran’da çıkarları neo-liberal politikalardan ve dolayısıyla Batı ile işbirliğinden yana olan bir finans burjuvazinin güçlenmesi rejimin siyasal örgütlenmesi içinde de etkilerini gösterdi. Hatta benzer bir örneğini Çin’de gördüğümüz gibi, bu sınıfla üst düzeyde etkili kimi devlet güçleri bağlaştı, veyahut iç içe geçti. Bunlar aynı zamanda, canlı uluslararası ilişkileri de olan kentli “beyaz yakalı” tabir edilen kesimlerle doğrudan ya da dolaylı bağlantılara sahipler. Bu kesimlerin globalist eğilimleri kentli modern orta katmanları da siyaseten onlara yakınlaştırıyor.

Bunların karşısında, kapitalizmle bir sorunu olmayan ama rejimin sürdürülmesini, yani “beka” sorununu öncelikli gören nispeten daha küçük sermaye sahiplerine, devrim muhafızlarının önemli bir bölümüne, orta ve alt seviyedeki bürokratlara, geniş orta ve küçük boy çiftçi nüfusa dayanan dini liderliğin ağırlıklı bir kısmının destek verdiği siyasal kanat var.

Reisi’nin başkanlığına kadar İran bu iki gruptan birisinin siyasal olarak tam egemen olduğu bir görüntü vermiyordu. Rejimin kararsızlığını ( bu kararsızlık “nükleer program” la ilgili tartışmalarda hissediliyordu mesela) dışa vuran bir tür orta yolcu ekonomi-politik hat izleniyordu.

Reisi devrinde ne oldu? Önce bölgede emperyalistlerce başlıca rakip olarak İran’ın karşısına çıkartılan (Bu rekabet aslında İslam öncesi devirden intikal etmiştir- “Şeriat tartışmaları” başlıklı yazımda kısmen değinmiştim) S.Arabistan’la, Rusya ve Çin gibi devletlerin devreye girmesiyle, yumuşama sağlandı. Gerici Arap rejimleri dahi Suriye yönetimini tanıdı. Yani emperyalistler için önem arz eden önemli bir sorun başlığında, belli bir kısıtlı alanda olsa da, onun isterleri hilafına hareket ettiler. Bununla da kalmadılar, yine Suriye, Yemen ve Gazze’deki meşru siyasal yapılarla, emperyalistler aleyhine, ilişkisi olan Hizbullah tanıdılar.

Reisi devrinde iyice şiddetlenen yaptırımlar dolayısıyla çok önemli bir hamle daha yapıldı. Çin ve Rusya ile el altında tutuluyor olsa da, içerideki bu kararsızlık hali nedeniyle, hiç bir zaman uygulamaya konmayan ekonomi-politik antlaşmalar realize edilmeye başlandı. İran maruz kaldığı söz konusu kararsızlıktan çıkarak yönünü artık net olarak Çin ve Rusya’ya döneceğini ilan etmişti.

Özellikle bu son gelişmenin İran’daki globalist çevreleri ne denli rahatsız etmiş olabileceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.

Tam bu sırada malum “helikopter kazası” oldu. ABD ve İsrail devletlerine baş rol atfedilen senaryolar ortaya çıktı. Olayın hem İran ve İsrail arasındaki kontrollü (askeri) didişmenin sürdüğü bir sırada hem de bu iki ülkenin müdahalesine açık Azerbaycan gibi bir ülkenin ziyareti sonrasında cerayan etmesi bu iki ülke etrafındaki kuşku halelerini takviye etti.

Burada ilginç olan, İran yönetiminin dikkat çekecek kadar soğuk kanlı bir tepki vermesiydi. Evet, geçmişteki kimi benzeri olay hatırlandığında, en dikkat çekici taraf buydu. İran yönetimi, adet yerini bulsun diye, “araştırma ve soruşturma devam ediyor, göreceğiz” mealinde, yani hiç bir sonucun çıkmayacağı şeklinde okunabilecek bir açıklamayla yetindi.

Reisi’nin ölümü yeni bir seçim olanağı anlamına geliyordu tabii. Şimdi bakıyoruz yine “Batı yanlısı bir liberal” ve “devrimci rejim yanlısı bir muhafazakâr” arasında bir çekişme var. İlk tur liberal olanın galibiyetiyle sonuçlandı. Gözlemcilere göre ikinci turu da o alacak.

Elbette, Reisi devrinde de bu güçler arasındaki mücadele yer yer şiddetlenerek sürmüştü. Yerleşik rejimlerin liberal talepler karşısında, her zaman genlerinden kaynaklanan, bir tepkileri olabiliyor. Takıntı haline getirilmiş (büyük harfle) “Beka” kaygusu abartılı siyasal davranışlara yol verebiliyor. Rakip siyasal güçler de bu faylar üzerine abanırlar zaten. Kadınlara “türban” zorunluluğu da rejimin bekası bakımından simgesel bir anlam taşıdığı için onun zayıf karnını oluşturuyor.

Bizdeki eski rejimin “türban” sorunu nasıl AKP rejiminin yükselmesinde bir kaldıraç işlevi gördüyse, İran’da da tersten benzer bir işlevi, ama bu kez, liberaller için yerine getirmektedir. Bir kadının örtünmediği için katledilmesi, geniş ve modern bir genç nüfusa sahip İran’da, özellikle kentli orta katmanlar arasında infiale yol açtı. Tabii bu seçimlerde liberal aday bunun siyasal getirilerini de toplamış olmalıdır.

Ancak, şunu da hatırlatayım: 2012 yılında World View Forum tarafından yayınlanan bir kaynağa göre (S.Flounders: War Without Victory) İran’daki üniversite öğrencilerinin yarısından biraz fazlası kadın. Ülkedeki hekimlerin üçte birinden fazlası kadın. Devrim gerçekleştiği sırada (1979), kırsal kesim kadınlarının en az yüzde doksanı okur-yazar değildi. Kentlerde bu oran en az yüzde kırk beşti. Kadın başına doğum oranı 2023 yılında 1.6’ya gerilemiş (Türkiye’de 1,5).

Pekiy, ikinci turu da aynı aday kazanırsa ne olacak? En yakın olasılık, İran’ın tekrar kararsızlık devrine ricat etmesi, ağırlaşan yaptırımların baskısı altında, süreç içinde rejiminin zayıflaması ve hatta belki de çözülmesidir. Tabii içinde bulunduğumuz konjonktürde, böyle bir çözülme için uluslararası etkenlerin de rol oynaması beklenmelidir.

Şimdi uluslarası etken demişken, ekonomik olarak Çin’in ve askeri olarak Rusya’nın mevcut emperyal düzen içinde açmış oldukları gediğin ne kadar önemli bir siyasal rol oynamakta olduğuna dikkatinizi çekmek isterim. Emperyalistler tarafından kuşatılan, baskılanan ülkelere öncelikle soluk alacakları, sonra kendilerine yeni bir yol seçecekleri olanak sunuluyor. Emperyalizmle mücadele bakımından bu son derecede önemli. Bunun da altını çizelim.

Şimdi bu koşullarda çıkıp, Çin, Rusya emperyalist ülkeler, bunların ABD ile, NATO ile mücadelelerinde taraf olmayalım demek, açık bir oportünizmdir. Başlangıcından beri tek emperyalist merkez olan ABD, Britanya ve Kıta Avrupası’nın (sonra buna tek Asyalı ülke olarak Japonya’da dahil olacaktır) halen birleşik bir saldırı halindeki emperyalist siyasetlerine hizmet etmektir.

Bu emperyalizm konusuna başka bir yazıda değinmeyi umuyorum. Ancak emperyalizmi diyalektik anlamda bütünsel bir olgu olarak görmeyen, onu “alt”, “üst” diye ayıran yaklaşımların gerçeklikle ve marksist-leninist yöntemle bağdaşmadığı açıktır.

Aynı biçimde, “global kuzey” ve “global güney” şeklindeki muğlak, marksizmi-leninizmi bir “üçüncü dünya” teorisi haline getirme gayretindeki anlayışları da kabul edemeyiz.

Şimdi deniliyor ki, “Efendim emperyalistler, ABD artık her istediğini Türkiye gibi ülkelere yaptıramaz”. Eskiden yaptırabiliyor muydu? Mesela, Suriye konusunda, daha önce Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşü sorununda, Kıbrıs’ta, “haşhaş sorunu” nda… Bunlar şimdi hatırladıklarım. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.

Bugün Almanya, Fransa gibi ülkeler emperyalist, ABD hegemonik sisteminin bileşenleri, bugün artık dünya savaşı koşullarının oluştuğu bir durumda, maruz kaldıkları bütün ekonomik zararlara ve iktidar bloklarından yükselen bütün itirazlara, yakınmalara rağmen ABD’ye nazaran “uydu” gibi hareket ediyorlar.

Bir başka örnek olay Japonya. ABD’nin başını çektiği hegemonik yapı içinde bugünkü Çin’e benzer şekilde, ekonomik olarak hızla büyüyordu. Hatta o zaman yapılan yorumlarda, o temposuyla Japonya’nın 2000’li yılların başlarında ekonomik olarak ABD’yi aşacağı iddia ediliyordu. Ne oldu?

ABD, Japonya’nın ipini çekti. Yen’in dolar karşısındaki değerini daha da yükseltmesi için Japonya’ya sürekli baskı yaptı. Böylece ihracat pazarlarına bağımlı Japon ekonomisinin rekabet yeteneğini azalttı. ABD ile ticaretinde, ABD lehine kısıtlamalar getirdi. Japon ekonomisinin büyümesi engellenmiş oldu. Diğer taraftan ABD, Deng’in Çin’iyle anlaşarak onu Japonya’ya karşı ekonomik olarak destekledi. Japonya hepsini kabullenmek zorunda kalmadı mı?

Şimdi Çin bunun farkında olduğu için ABD hegemonik sisteminin dışında kalmaya çalışıyor.

Emperyalizm kendi içinde çelişki ve çatışmaları barındıran global çapta, bütünsel bir sınıfsal-siyasal hegemonya düzenidir. Siyasetinin odağında bu düzenin sürmesi, sürdürülmesi yer alır. Kendi içinde özerk “alt”, “üst” güç odaklarının oluşmasına izin vermez. İçindeki gerilimleri gücünü bölmeden çözer. Bugüne kadar böyle olmuştur. Bundan sonra da ayakta kalabilmesi için böyle olması gerekiyor.

NOT:

CHP mitinglerinin “gaz alma ” işlevi görmek ya da “top çevirmek” için organize edildiklerini söylemiştim. Elbette görünür gayesi, Şimsek’in OVP’sinin başarıyla uygulanabilmesi için iktidara ihtiyaç duyduğu zamanı vermektir. Söylemeye bile gerek, sermaye sınıfının talebidir bu. Ancak, bu bir siyasettir.

Şimdi çıkıp, “canım evet durum böyledir, ama mitingler de olsun, hareket olur, fena mı” mealinde konuşmak bir siyaset değildir. Eğer o mitinglere katılanları, diyelim, “hükümet istifa!”, “Türkiye el ele erken seçime”, “Hemen, derhal erken seçim” gibi talepleri seslendirmeye ikna edebilirseniz, yani o mitinglere bu yönde müdahale edebilirseniz, “top çevirme” siyaseti yerine, “derhal erken seçim” siyasetini koyabilirseniz, bu bir siyaset olur. Karşıt siyaset olur.

Yoksa, laf olsun torba dolsun!