Siyasal islamcılarla tartışmaları, “hakiki din” , “yozlaştırılmış din”, ya da şu sıralar revaçta olduğu gibi, “gerçek İslam”, “Emevi islamı” gibi karşıtlıklar üzerinden yapmak yanlış. Dahası, salt din üzerinden bu tartışmayı yürütmek, siyasal İslamın tuzağına düşmek demektir. O sizinle siyaset olarak dini, yani reel dini tartışıyor, siz reel olmayan, naif bir şeyle onu karşılamaya çalışıyorsunuz. Olmaz!
Bakınız, siz AKP rejiminin yandaşı olun, İslama en ağır hakaretleri yapın, (zaten bu rejim varlığıyla bu hakareti her gün sürekli yeniden üretiyor) kimse aldımayacaktır. Tersine, hakaret edene yandaş olduğu için iftira atıldığı söylenerek, hakaret eden taltif edilecektir. Geçmişte örnekleri var. Bu bir siyasal ideolojik kavgadır. Burada önemli olan yandaş olunup olunmadığıdır. Ölçüt budur. (1)
Yaşıyoruz, biliyoruz. Emperyalizm bölgemize saldırdığında dinsel faylar üzerinde tepindi. Şii dünyasının temsilcisi olarak İran ile Sünni dünyanın patronu olan S.Arabistan etrafında siyasal-askeri saflaşmalar oldu. Bugün de var.
Mesela, M.Kardeşler teoloji-politik olarak İran’a karşıt, siyaseten uzlaşamazlar. S.Arabistan, M.Kardeşleri her zaman açık ya da örtük olarak tehdit olarak, terörist örgüt olarak görür. Ancak aralarındaki teoloji-politik mesafe, İran’la olan aynı mesafelerine göre çok daha kısa. Ama İran, S.Arabistan’la mücadelesinde M.Kardeşler’e arka çıkar. M.Kardeşler de İran’ın kapısını çalar. Bunun gibi.
Yine mesela İsrail, tarihte Yahudi katliamlarıyla nam salmış Ukrayna’daki neo-Nazi yönetimini destekler. Siz Gazze konusunda, en masumane itirazlarda bulunsanız, “anti-semitist” olduğunuz iddiasıyla size saldırır.
Siyasal mücadele sermayenin ve gericiliğin, emperyalist işbirlikçilerin elinde böyle yapılıyor. Bunun farkında olmak gerekir. Türkiye’de dincliğin bu kadar mesafe kat etmiş olması da emperyalizmin ve ona entegre işbirlikçi finans-kapitalin siyasal talebidir her şeyden önce.
Bu bağlamda, İslamın ortaçağı tartışması da isabetli olmuyor. Bu tartışma sıklıkla materyalist değil, idealist bir anlayışla yapılıyor. Malum klişeler yerine, emperyalist siyasetin talebiyle, ihtiyacı dolayısıyla İslamın bu şekilde kullanıldığı üzerinde odaklanmak lazım.
Müslüman nüfus geri, ilkel, ortaçağda yaşıyor demek siyaseten bir işe yaramaz. Bu, “bu halkın yüzde bilmem kaçı aptal” demek gibi bir şey. Bu müfredatlarla on beş yirmi yıl sonra etrafımızdaki insanların daha da dincileştirildiğine tanık olacağız. Türkiye yirmi yıl önce, 40 yıl önce böyle miydi? Irak, Suriye, Libya, Mısır böyle miydi? 60’larda, 70’lerde İslam dünyası Arfika’dan Ortadoğu’ya hızla devrimcileşiyordu. Ne oldu da bu ivme tersine döndü? Soru bu olmalı. Yoksa, Gazali geldi bir düğmeye bastı ortaçağı başlattı. Felsefeyi yasakladı, olanlar oldu. O gün bu gündür iki yakamız bir araya gelmiyor hikayesinin bugünkü koşullarda siyaseten bir anlamı yok. Kaldı ki, düzenin organik entelektüeli olarak Gazali de egemenlerin siyasetinin taleplerini yerine getirmişti.
Özcesi, dinin içinden ya da dinden hareketle İslam inancına sahip toplumlar dönüştürülemez. Siyasal İslamla bu şekilde kavga edilemez. Önce onun maddi koşullarla bağıntılı siyasal bir olgu olduğunu göreceksiniz.
“İslamı reforme edelim” önerisi, boş konuşmaktır. Toplumların maddi yaşam koşullarını dönüştürmeden, yani sosyal bir devrim gerçekleştirmeden, insanların kafalarını, manevi anlamında, kültürlerini değiştiremezsiniz. Aksi sürekli bir patinaj haliyle sonuçlanır.
Hiç bir dinsel sistem tek tek bireylerin içsel, metafizik taleplerinden doğamaz. Esasen bir toplumsal sınıfın ya da sınıfsal ittifakın siyasetinin talebiyle, bu talebin tek tek bireysel iç dünyaları ele geçirmesiyle kendisini gerçekleştirir.
İslamda da tarihsel olarak böyle olmuştur. Sasani ve Bizans siyasal coğrafyası arasında sıkışmış Arap kabilelerinin, bu iki “süper güç”ün sönme sürecine girmeleriyle birlikte açılan alanda ya da yaratılan boşlukta devletleşerek denetimi sağlama ihtiyacından doğmuştur.
Bilindiği gibi, Sasaniler büyük bir kısmı bugünkü Irak’ın güneyinde yer alan Lahmi Arap devletini Bizans’a sınır oluşturan coğrafyada kurdurup, himaye etmişlerdi. Buna karşılık, rakip Bizans devleti de yine bir Arap devleti olan Gassani hükümdarlığını yaratmıştı.
Her ikisi de tampon işlevi gören iki devletten, Lahmiler, Sasanilerin gerilemesi ve çökmesiyle Gassanilere göre 25-30 yıl daha erken bir zamanda tarih sahnesinden çekildiler.
Onların bıraktığı boşluk siyasal egemenlik için Arap kabileleri arasındaki çekişme ve çatışmaları şiddetlendirdi. Arap kabileleri ya da aileleri arasında siyasal egemenlik mücadeleleri ve buna bağlı olarak saflaşmalar oluştu. (Kurgusal değil) Tarihsel Muhammed figürü ve İslam dininin oluşturulacağı süreç muhtemelen bu mücadeleler esnasında ortaya çıktı.
Yine muhtemelen Muhammed ve onu destekleyen kabile, aile veya kabileler, aileler belki kimi kabile içi fraksiyonlar bir din oluşturmaktan çok, devlet oluşumunu hazırlayacak egemen bir siyasal birlik kurmak amacıyla harekete geçmiş kimselerdi. Başlarında Ebu Sufyan’ın bulunduğu Ümmeyoğullarıyla çatışmalar da o sıralarda yoğunlaşmaya başlamıştı. Din, henüz İslamlamlaşmamış haliyle, o devrin siyasal meşruiyet anlayışı dolayısıyla söz konusu siyasal idealin ideolojik aracı olmalıydı (2)
Yani İslam ex nihilo bir olgu değil. Yüzyıllardan beri monoteist geleneğin (özellikle kentliler arasında ve ağırlıklı olarak hıristiyanlık inancı etrafında) çok güçlü olarak ve geniş bir nüfus tarafından yaşandığı bir coğrafyada ortaya çıkıyor. Putperestlik görece daha dar bir alanda, ağırlıklı olarak kırsal nüfus içinde yaygın. O coğrafyayı dikkate aldığımızda, putperestliğin bir çöl dini olduğu da söylenebilir.
Hemen şunu da belirteyim: Geç antikçağ Arap coğrafyasından söz ediyoruz. Burada köklü bir tektanrı inancı var. Judaizm, Hristiyanlık ve Zerdüştiliğin bile öncesine giden bir inanç. Arap paganları arasında tektanrı inancına tekabül eden bir Allah tanrı var. Onun altında, topluluğun günlük yaşantısında, daha çok üretim faaliyetiyle ilgili, birtakım ihtiyaçlara yanıt verecek surette konumlandırılmış, aracı işlevi gören somutlaştırılmış, doğrudan temas edilebilir, tanrılar ve tanrıçalar var. Allah, tanım itibarıyle, çok uzaktaki bir aşkına tekabül ediyor. Bu söz konusu temsilci tanrı ve tanrıçalar aşkın olana ulaşmada somut aracılar işlevi görüyorlar.
İslam, bu aracılardan hareketle malum şirk söylemini üretiyor ( Oysa, fiilen zuhur eden aracılar dolayısıyla, peygamber de böyle görülmek gerekir, aynı şey pekala İslam için de söylenebilir) . Bu İslamın, yani rakip bir dinin iddiası. Oysa paganların muhtemelen Allahla rekabet içinde olan tanrılar hiyerarşisi kurmak gibi bir dertleri yoktu. Yani söz konusu tanrı ve tanrıçalara (ki bunlar arasında atıflarla oluşturulmuş bir hiyerarşi olması olasıdır) sadece Allahın bir tür temsilcileri misyonunu yüklemişlerdi. Yoksa, onları Allahın rakibi olsunlar diye kurgulamamışlardı. Yani paganların dinlerine, iman esaslarına onların görüş açısından bakmak gerekir. İslamın iddiaları açısından bakılırsa, söz konusu paganizmi gerçekliği içinde kavrayamayız.
İslam, Hıristiyanlığın, özellikle de Yahudi yorumlarıyla dönüşmüş formunun hayli etkili olduğu bir ortamda, onlarla süreklilik ve kopuşlara referans veren bir diyalog sürecinde mücadeleler içinde oluşturuluyor. Bu süreç yüzyıllar alıyor. Kısacası, Kur’an çölde değil, kentte, kentliler tarafından yaratılmış ve öncelikle kentliler arasında tutunmuş bir kitap. Tabii İslam da böyle.
Söylemeye bile gerek yok, bütün dinler ve onların kurucu figürleri, azizleri, kutsal kurucu metinleri tarihsel olgulardır. Belli bir sosyolojik çevrede, ekonomik, siyasal, ideolojik ihtiyaçlardan doğmuş ve gelişmişlerdir.
Örnek olsun, Kur’anın erken sure ve ayetlerine, özellikle en erken 30 civarındaki suresine bakıldığında, bunlarda, o sıralarda özellikle coğrafyadaki en yaygın din olan hıristiyanlığın binyılcı anlayışının etkisi altında, apokaliptik temaların yoğun olarak işlendiği görülür. “Kıyamet kopmak üzeredir, zaman bir araya gelip, hep birlikte dua etmek, tek Tanrının son tebliği etrafında birlik halinde ilahi kurtuluşu dilemek zamanıdır”.
Bu apokaliptik evre, yeni bir inancın destek ve çıkış aradığı bir döneme tekabül etmektedir. Bu dönemde cihadla ilgili tek bir sure ve ayet göremeyiz. Cihad ayetlerine daha ilerde, yeni devletin ve dinin konsolide edilmeye başlandığı, ayrışmaların, safların netleştiği koşullarda ihtiyaç duyulacaktır. Değerli araştırmacı M.Ali Amir-Moezzi yazı ve konuşmalarında bu sürecin Kur’andaki yansımalarını örnekleriyle göstermektedir.
İslam bir din olarak Emeviler devrinde, özellikle Mervani ailesinin beşinci halifesi olan, Abdülmelik bin Mervan’ın halifeliği devrinde, onun ve özellikle Yusuf Bin Haccac ve Zühri gibi iki yetenekli bürokratının katkılarıyla ortaya çıktı. Ondan önce resmen, bir sistem haline gelmiş İslam dini yoktur. Müminler topluluğu, onların emirleri ya da komutanları vardı. Ancak, henüz “İslam” ve “müslüman” yoktu. “Halife” de yoktu. Bugünkü Arapça dili ve grameri de, yani Arapça dil devrimi de o devrin eseridir. Bu yeniden organize edilmiş dille Kur’an’ın da (tabii devletin yeni ihtiyaçlarını da gözeterek) yeniden “temize çekilmiş” olduğunu kolayca tahmin edebiliriz. Bu anlaşılır bir şeydir.
İslam cami mimarisinin (ki mimari de bir ideolojik ifade aracı işlevi görebiliyor) bilinen ilk gelişmiş örneği olan Kubbetus Sahra, Kudüs’te, monoteist sürekliliği meşrulaştıracak surette, Tapınak tepesinin bulunduğu yerde, onun tarafından inşa ettirilmişti. Bu caminin iç duvarlarında yer alan (yer yer polemik tarzı) yazıtlar, İslamın bağımsız, ayrı bir din olarak ortaya çıktığının tescili olarak da okunabilir.
Özcesi, Abdülmelik bin Mervan devleti daha rasyonel temellere oturtmuş, bunun için gerekli otarşik ekonomik temeli, “milli sikke” yi yaratarak, dolayısıyla milli bir Merkez Bankası’nı kurarak (“Milli” ve “M.Bankası” gibi modern terim ve kurumları bilinçli olarak, meramımın daha iyi anlaşılabilmesi için kullanıyorum) sağlamıştır.
En genel anlamında, tutarlı, yani hatları belirginleştirilmiş bir Arap “milli” kimliği de Adbülmelik bin Mervan’ın halifeliği sırasında tanımlanabilmiştir. Bilindiği gibi, “milli” kimlik oluşturma süreçlerinde “içe dahil etme” den çok, “dışarıda bırakma” mantığı daha dinamik olabiliyor. Emeviler devrinde de böyle olmuştur. Bunun sonradan Abbasi devriminin (miladi 750) tetiklenmesinde önemli bir işlevi olacaktır tabii.
Hiç kuşkusuz bir Arap-İslam uygarlığının yaratılmasında Emevilerin, özellikle de, Abdülmelik bin Mervan’ın (halifeliği 685-705) çok önemli katkıları olmuştur. Ancak, genel olarak Emeviler devrinde yönetimlerindeki coğrafyada yaşayan etnik olarak çok farklı, değişik dinsel anlayışlardan koparak ya da kendi mevcut inançlarını İslama uyarlayarak yeni yapıya kitleler halinde dahil olanların merkeze dahil olmalarına izin vermemekte ısrarcı olunması, Emevi siyaseti ve onunla uyarlı dinsel anlayış için sonun başlangıcı olmuştur.
Yalnız, burada bu dışarda bırakma, merkeze kabul etmeme anlayışının, özellikle Arap olmayan müslümanlara uygulanmış olduğunu belirtmek isterim. Mesela, gayrimüslimler için bu bakımdan bir sıkıntı olmamış, tersine (bazı Nasturi kroniklerden öğrendiğimize göre 1.Yezid dönemi dışında) gayet huzurlu bir yaşam sürmüşler, devlet bürokrasisinde hıristiyan din adamları yüksek makamlara getirilmişlerdir. Hatta geçenlerde okuduğum, S.P. Brock’un Aramice’den İngilizceye tercüme ettiği Bar Penkaye Kroniği’nde (MS 683-694 yıllarında yazılmış olabileceği tahmin ediliyor), benzer kronikleri teyit edercesine, gayrimüslimlere hoşgörüsü bakımından oğul Yezid yerlere vurulurken, babası Muaviye göklere çıkartılıyor.
Bununla birlikte, tekrar edeyim, Emevi anlayışı özellikle eski Yunan ve Roma siyasal kültürüne ve dolayısıyla hıristiyanlığa, özellikle de “yahudi hristiyanlık” a referansları sayesinde Arap-İslam uygarlığı denilen olgunun ortaya çıkmasında önemli bir işlev görmüştür. Nitekim, Orta Doğu’da işi bitirilince, tası tarağı toplayıp, İspanya coğrafyasındaki topraklarına hicret etmiş, orada kaldığı yerden, önemli işler yaparak, yoluna devam etmiştir.
Bugün İslam adına bize intikal etmiş kutsal metin dahil hemen hemen bütün en eski bilgi kaynakları, tarihler, siyerler, sünnet ya da hadis denilen gelenek anlatıları, menakıbnameler hep Abbasi devrinden kalmadırlar. Yani Abbasi siyasal ve ideolojik yapılanmasının ihtiyaçlarına göre dizayn edilmiş, veyahut yeniden yorumlanmış, dönüştürülmüş ya da belli müdahalelere maruz kalmış eski rejimden intikal etmiş, ama hepsi yeni rejim tarafından ısmarlanmış metinler, eserlerdir. Emevi devrine ait kaynaklar herhalde yok edilmiş, anlatılar unutturulmuştur.
Bu bağlamda, “Emevi İslamı” aşağısaması da aslında Abbasi siyasetinin, ideolojisinin ağzından konuşmaktır. Bugün “Emevi İslamı” nı malum pejoratif anlamında kullananların onun karşıtının ne olduğunu da belirtmeleri gerekir. Eğer meramları Şiilikse, tamam, bu anlaşılır. Ancak bu aşağısama bazı Şii ve Alevi yorumlar dışında, Sünni çevrelerde de geniş ölçüde kullanılıyor. Bunu yapanlar, eğer “Emevi islamı” pejorasyonunun karşısına bir “Abbasi islamı” nı koyuyorlarsa (ki öyle anlaşılıyor), bunun ne olduğunu, diğerinden nasıl ayrıştığını açıklamaları gerekir.
Çünkü “Emevi islamı” bir Abbasi pejorasyonudur. Abbasilere göre kendi İslam anlayışları ya da siyasal ideolojileri, eski rejimin İslamından ya da siyasal ideolojisinden daha üstün, daha rafinedir. İslamın hakikisidir. Bugün bu pejorasyonu kullananlar, Abbasi konumunu benimsediklerini (açıkça belirtmeseler de) ilan ediyorlar. Yani “Abbasi islamı, Emevi islamından üstündür, gerçek İslamdır” demeye getiriyorlar.
Abbasi devriminin ideolojik kaynakları arasında kadim Sasani dinlerinin (Zerdüştilik, Manicilik, Mazdeizm gibi), Budizmin, onlardan şu ya da bu derecede etkilenmiş Şiiliğin ayrıcalıklı bir yerinin olduğu söylenebilir. Nitekim, devrimin sahadaki özneleri de ağırlıklı olarak büyük Hint-İran, Türkistan coğrafyasından gelenlerdir. İran üzerinden müslümanlaşmış, müslümanlaşmakta olan geniş bir nüfus vardı yani.
Abbasi devletinin özellikle kuruluş devrinde, yeni rejimin organik aydınları ağırlıklı olarak bazıları budist, manikeist eğilimlerini benimsedikleri yeni İslam dini içinde de şu ya da bu dercede sürdüren, Sasani devrinde de bürokratik görevler üstlenmiş Şiilerdir. Örneğin, Bermeki ailesi.
Abbasi döneminin başlarından itibaren yaklaşık iki asır süren ağırlıklı olarak Süryani aydınların önemli rol üstlendikleri dinsel olmayan Yunan klasik eserlerinin tercüme edildiği döneme atfedilen bir “Abassi rönesansı” ndan söz ediliyor.
Bu İslam dininin içinden çıkan bir yenilenme değil, tersine, ona rağmen toplumsal-siyasal koşulların yarattığı, mesela İslam tarihi alanındaki çalışmalarıyla bilinen S.D. Goitein’a göre, Bağdat merkezli, ticari etkinliklerin artmasıyla birlikte yeni yükselen gönençli orta sınıfların yol verdiği, bir gelişmedir. Din olarak İslamda bir reform yapılmamış, toplumsal siyasal koşullar elverdiği ölçüde, entelektüel ortam dinin dogmatik müdahalelerinden korunmuştur.
Yani değişiklik toplumsal-siyasal ortamda gerçekleşmiştir. Bu söz konusu koşullar değişince de, dinin müdahale alanının genişletilmesi ihtiyacı doğmuştur.
Kuşkusuz, tarih her farklı devirde o günün siyasal-ideolojik ihtiyaçlarına göre geriye doğru yeniden yazılıyor. Egemenlerin anlatısı o zamanının paradigması haline geliyor. O egemenlik yapısı yıkılmadan ya da en azından zayıflatılmadan onun egemen paradigmaları da değiştirilemiyor. Egemen paradigmanın doğru olmadığını, ya da en azından onun bazı bölümlerinin yanlış olduğunu istediğiniz kadar olgusal kanıtlar göstererek, arşiv belgelerine dayanarak söyleyiniz, yerleşik egemen paradigmayı aşamıyorsunuz. Bunun için özellikle de toplum bilimlerinde, siyasal bir mücadeleyi inatla sürdürüp, egemenleri, total veya en azından lokal olarak ama mutlaka siyaseten yenmeniz gerekiyor.
Bugünkü Sünni ve Şii İslam tarihleri elbette bulundukları zamanlardan geriye doğru yazılmış tarihlerdir. Bugünkü yazımlar, yorumlar da böyle. Yani genel olarak tarihçilik, bugünden geçmişe bakmak, bugünün anlayışından, ihtiyaçlarından hareketle geçmişle, genellikle sonunda bir monologa dönüşen, “diyalog” a girmektir. Yani “objektif” bir tarih yazımı olmaz. Olay ideolojik mücadeleler arenasında cereyan eder. Bilimsel alan söz konusu olduğunda, isterseniz, Kuhn’un dediği gibi, paradigmalar savaşı da diyebilirsiniz.
Sanatta, edebiyatta da durum farklı değildir elbette. Mesela, her edebiyat eseri, Upton Sinclair’in vaktiyle belirttiği gibi ideolojik bir metindir. Daha dar anlamda, bir propaganda çalışmasıdır. Bir fikrin, bir dünya görüşünün propagandasıdır.
Siz kabul etseniz de etmeseniz de, bütün toplumlar sınıf mücadeleleriyle kat edilirler. Toplumsal olan her şey (Bu elbette insan ve doğa arasındaki ilişkiyi de kapsar) , toplum içindeki insanla ilişkili her şey bu mücadelelerin alanında yer alır. Bu politik sınıf bilinci olmadan, ne sanatta ne bilimde, öğrenci ya da öğretmen, yazar ya da okuyucu, besteci ya da dinleyici vb olarak sağlıklı ilerlemeler, gelişmeler kaydedemeyiz.
Tarih her zaman yazıldığı dönemden geriye doğru yazılır diyoruz. Doğru. Bu yapılırken o günün ideolojik bakış açıları, siyasal konum hep oradadır. Tarihsel olaylar, özneler, kahramanlar buna göre hep yeniden kurgulanır. Bunlar doğru.
Gelgelelim, tarihsel anlatının hikayeleştirdiği tarihsel olgular, kurumlar, örneğimizde, dinsel sistemler bir anda, yekpare bir biçimde ortaya çıkmıyorlar. Bazen gelişmeleri, olgunlaşmaları yüzyıllar sürebiliyor. Mesela İslam, Sasani ve Bizans’ın kontrolünü yitirdiği coğrafyalara hızla nüfuz ediyor, yayılıyor. Bu hızlı siyasal genişleme dört Emir (Emirul Muminin) döneminin görece geri, henüz kabile ufkunu aşamamış siyasal-ideolojik çerçevesi içine sığamazdı.
Emeviler, bütün diğer Arap kabilelerine üstün gelerek devleti yeni gelişmelere yanıt verecek şekilde yeniden kurdular. Yeni devletin altyapısını güçlendirdiler. Siyasal iktidarı merkezileşme hilafına paylaşmak isteyen kabile güçlerini sahnenin dışına attılar. Tabii kanlı iç savaşlardan sonra.
Bu arada, siyasal ve ideolojik hatları, moda tabirle, kırmızı çizgilerini belirlediler. Sadece Arap kökenlilerin, o da kabilesel bir hiyerarşiye tabi tutularak, ayrıcalıklı merkeze yarleştirildiği, diğer müslüman etnisitelerin, gayrimüslimlerle birlikte çevrede yer aldığı bir siyasal örgütlenmeyi dayattılar.
Süren coğrafi genişleme, çevrenin dramatik olarak artan nüfusu, ekonomik ganimet ve getirilerin paylaşımındaki eşitsizlikler, daha fazla merkezileşme ve daha rasyonel devlet organizasyonu, başlıca ideolojik meşruiyet kaynağı olarak dinin bu gelişmelere yanıt verecek biçimde güncellenmesi ihtiyacı, Emevi yönetiminin içeriden çürümesi, eskisi gibi yönetebilme yeteneğini yitirmesi, Emevi yönetiminin üzerinde yükseldiği toplumsal zemini erozyona uğrattı. Devrim kaçınılmaz olmuştu.
Sonuç olarak ana hatlarıyla bugünkü Sünni ve Şii islam, dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına kadar devam eden bir süreçte, hem kendi aralarındaki, hem de çevrelerindeki dünyayla karşılıklı gerilimli ilişkiler içinde oluşmuş olmalıdır. Tabii o zamandan sonra da bu gelişme, değişme sürmüştür. Halen de sürüyor. Gelgelelim, değişimler, müdahaleler daha çok ana çerçeve etrafında yapılan yorumlamalar, içtihatlar, ve hukuksal müdahaleler halinde oluyor. Bu hemen hemen bütün tarihsel dinler için geçerlidir.
Şeriat konusuna gelince, baştan söyliyeyim, şeriatsız din olmaz. Ne demiştik? Din siyasetin ihtiyaçlarından doğuyor, onun çıkarlarına, iktidarsa, onu sürdürmesine hizmet ediyor. Bunu yaparken, bireyin içsel dünyasına da hitap ediyor. O içsel dünyaları fethettiği ölçüde, yönetimi altındaki nüfusu çekip çevirmesi, itaatlerini temin etmesi, rızalarını üretmesi olanaklı hale geliyor. Bunu da şeriat sayesinde yapabiliyor.
Şeriat bir siyasal ihtiyaç olarak dinin hukuksal normlar çerçevesine indirgenmiş formudur. Normlar sistemi haline gelmiş bir din anlayışına tekabül eder. Dinin kamusal olarak yaşanmasını olanaklı kılan vecibeleri, pratikleri, bu pratiklerin şeklini, usule değgin esasları belirler. Şehadet getirmek, namaz, oruç, hac, zekat vermek, abdest almak vb.
İslam dünyasında iki türlü tanrısal tasavvur ve ona göre biçimlenen iki tür dindarlık anlayışı olduğu yazılır, söylenir. Birinci anlayışta, işte malum, Tanrı ve insan varlığı ya da genel olarak varlık arasında bir süreklilik vardır. Aynı anda, aynı uzamda birlikte var olurlar. O kadar öyle ki, Tanrı ve varlık doğrudan ilişkiye geçebiliyorlar. Bu anlayışa göre, bütün dinsel inanışların vaadi olan nihai selamete ulaşmak için varlığın Tanrıyla daha fazla bütünselleşmesi, bir anlamda, tanrısallaşması gerekir. Yani varlığını tanrısallaştırması gerekir.
Her birey bu işi kendi başına beceremez. Bu yüzden bir peygambere, onun yokluğunda onun vekilliğini yapabileceğine inandığı bir vekile, imama, veliye veya bir mürşide bağlanarak, “ikrar vererek”, onun aracılığıyla Tanrıyla bağ kurar. Bu yolla kalbinde Tanrıyı yaşatabilir, “kamil insan” olabilir. Mesela, başlangıçta Şiilik ve halen Alevilik gibi dinler böyle bir teolojik anlayıştan hareket ediyorlar.
İkinci Tanrı ve dindarlık anlayışında, peygamber öldükten sonra artık Tanrıyla müminin arasında bağ kuracak kişi yoktur. Kimse de onun konumunu temsil edemez. Tanrı artık mümin için ulaşılmazdır, aşkındır. Artık Tanrı ile ilişki kurulamaz. Sadece onun peygamber aracılığıyla bize iletmiş olduğu emirlerine itaat edilebilir.
Sadece yazılı ve sözlü olarak ilettiği kurallarına uyularak, müminlik için gerekli gördüğü koşulları yerine getirerek Tanrının isteklerine uygun davranmış olunur. Bu bakımdan her gerçek mümin, onun kural ve şartlarını öğrenmeli ve uygulamalıdır. Bu kural ve şartlar, Kur’an, sünnet, hadis ve içtihatlar olarak mümine iletilmiştir. Ancak bu şart ve kurallara uyularak “kamil insan” olunabilir.
Bu ikincisinde, tamamen şeriatlaşmış bir din tasavvuru var. Fiilen şeriat dini soğurur. Bu anlayışta mümin kendisini tamamen şeriatlaşmış bir dinle ilişkilendiriyor. Yani dindarlık kendisini şer’i kurallar çerçevesinde tanımlıyor. Tabii siyasal iktidarların en çok istediği anlayışı da bu oluyor.
Birinci anlayışta da sınırlı bir ölçüde belli bir şeriat olduğu söylenebilir. Doğrudur. Temel kutsal metnin taşıyıcısı, ileticisi kişiye; onun yokluğunda, vekiline ikrar vereceksin ki, o da seni nihai kurtuluşa taşıyabilsin.. Yani mürşid ve ikrar ilişkisi olmadan mümin (talip) olamazsın. Ancak burada dinin şeriatlaşması söz konusu değildir. Bu önemli.
Yalnız dikkat edilsin, birinci anlayış, ikinci anlayışın şeriat dediği şeyi yadsımıyor. Mesela, hiç bir Alevi namaza, oruca, hacca karşı çıkmaz. Bunlar İslamda yoktur demez. Tersine, “bunlar vardır ama şekle değgin pratiklerdir. Oysa, inancın amacı öze ulaşmak, onunla yaşamaktır. Şekil ya da kabuk önemli değildir. Önemli olan özdür, Tanrıyla buluşmaktır” der.
Yine dikkat edilecek olursa, iki anlayışta da ortak olarak, varlık ya da insan, Tanrı (Tanrı dolayımı, yani din) aracılığıyla kendisini meşrulaştırabiliyor. Yunus Emre’nin dediği gibi, “Severiz yaradılanı/Yaradan’dan ötürü”. Yani tanrısı olmayanın vay haline!
Tabii Alevilik söz konusu olduğunda bu anlayışa yönelimi teşvik eden sosyolojiyi, maddi yaşam koşullarını da ihmal etmeyeceğiz. Bunların kahir ekseriyeti konar-göçer topluluklar. Henüz yerleşik, ya da yıl boyu süren yerleşik bir düzenleri yok. Yani zaman-mekan kavrayışları yerleşiklerinkinden çok farklı. Zaten özellikle kentsel yerleşik yaşama geçilmesiyle birlikte Alevilik inancında hızlı dönüşümler oluyor. Eski keskin, radikal şer’i usuller terk ediliyor.
Eski devirde, bir mürşide ikrar vermeyen, musahibi olmayan, ya da yıllık hesaplaşma ayinlerine katılmayanlar yol düşkünü sayılır, aforoz edilirlerdi. Artık kentlerde bu eski şer’i uygulamalar nadiren gerçekleştiriliyor. Hızlı kentleşme (artık büyük Avrupa kentlerini de kapsar şekildeki kentleşme), siyaseten, hukuken dışlanmış olma, tanınmama hali de bu uyarlanma, değişme, yenilenme yeteneğini arttırıyor .
Hristiyanlık tarihinde bu değişme dinamiğini daha net izleyebiliyoruz. Mesela, dördüncü ve beşinci yüzyıllarda, manikeizmin ikici veya ikili karşıtlıklar halinde kurgulanmış teolojisinin diğer dinler üzerinde de etkili olması, sonradan aziz mertebesine yükseltilecek Ambroise, Jerome, Augustine gibi hristiyan entelektüellerin müdahalesine yol açıyor.
Mesela, öyle siyah ve beyaz gibi, Cennet ve Cehennem katı karşıtlığının, inananlar nezdinde, özellikle de “günah işleme özgürlüğü” nü kullanmış olanların (ki hayli geniş bir nüfusu kapsadıklarını tahmin etmek zor olmasa gerektir) tanrısal selamete ulaşmaktan, dolayısıyla dinden de umudu kesmelerine neden olduğu fark edildi. Müşteriler şikayetçiydi. Bu din, “şeriat” zor işti.
Tam bu noktada, “müşteri memnuniyeti esastır” anlayışıyla donanmış hristiyan organik aydınlar devreye girerek, Cennet ve Cehennem arasında bir üçüncü yol açıyorlar. Araf’ı yeniden keşfediyorlar (Süreci Fransız Ortaçağ tarihçisi Jacques Le Goff, La Naissance du Purgatoire adlı kitabında çarpıcı şekilde anlatıyor). Yani müminlere “durun ya, bu kadar karamsar olmayın, hemen Cehennemi düşünmeyin, arada bir Araf olanağı da var. Bütün yapacağınız orada bir süre bekleyip, arınmak, sonra da doğrudan Cenette…” Tabii dükkan kapısından dönmek üzere olan müşteriler bunu duyunca, herhalde günah işleme özgürlüklerini özgürce kullanmaya devam edecekleri için sevinmişlerdir. Böylece, dikkat edilecek olursa, şeriatın ahirete iman maddesinde “ufak” bir tadilat yapılmış oluyor. Neyse.
Zerdüştilik, Yahudilik ve İslam gibi tek tanrılı dinlerin ortaya çıktığı, devletler, merkezi imparatorluklar kurulduğu zamanlarda, bu devletlerin nüfuslarını yönetebilmeleri için hukuksal kurallara ihtiyaçları vardı. (Hristiyanlığın durumu bu bakımdan oldukça farklıdır. Hristiyanlık Roma hukuk sisteminin yürürlükte olduğu bir dünyada resmen kariyerine başlıyor. Hristiyanlık şeriatlaşmıyor. Mevcut Roma hukuk yapısı üzerine oturuyor. Dinden hukuk üretmiyor. Pagan hukuk sistemiyle uzlaşıyor. Onu kendisine uyarladığını iddia edenler de var). Böylece bu kurallar aynı zamanda dinselleştirilmiş oluyordu. Devlet kendisini bu tanrısal kurallarla meşrulaştırıyor. Uyruklar da mümin olduklarını bu kurallara uyarak kanıtlıyorlardı. Böylece devlet mümin nüfusu; mümin nüfus da “tanrısal devleti” meşrulaştırıyordu.
Elbette, bir kez devletler bu şeriatlaşmış din anlayışını tebalarına kabul ettirdiklerinde, diğer şer’i olmayan dindarlık anlayışını savunanlar, heteredoks ya da sapkın ilan edileceklerdi. Devletin merkezileşme ihtiyacı duyduğu her dönemde, bu heteredoks tabir edilen topluluklar merkez-kaç güçler olarak her zaman bir tehdit öğesi gibi muamele göreceklerdi. Bizde devlet, Osmanlı’da da, Cumhuriyet’te de bu merkez-kaç gücü, merkeze dahil etmek şöyle dursun, tanımaya dahi yanaşmadı..
Sadece İttihatçılar, Osmanlıcılık, İslamcılık yoklamalarından sonra müslüman Araplar da ayrılmaya başladıktan sonra ideolojik olarak Türkçülüğe meylettikleri son dönemlerinde, Anadolu’daki Alevi nüfusu fark ettiler. İttihatçı ideologlar arasında yer alan Fuat Köprülü, Baha Said gibi figürlerin o sıralarda yaptıkları Alevi ve Bektaşi araştırmaları, siyasetin ihtiyaçlarından kaynaklanıyordu tabii.
Köprülü için bu Alevi Türkler heterodoks olsalar da, bir “alt-kültür” olarak görülebilirlerdi. Dışlanmaları yanlıştı. O zamana göre hayli ileri bir “açılım” idi. Ancak sonradan yine siyasal ihtiyaçlarla olgusal tarihsel temeli olmayan ideolojik manipülasyonlara kapı aralandı. Mesela, tarihsel Alevikte hiç bir karşılığı olmayan Türkistanlı Ahmet Yesevi figürü çalışmalara monte edildi (Daha sonra Kürt milliyetçiliği yükselince, yine yaşayan Alevilikte hiç bir karşılığı olmayan, ne kadar Kürt olduğu da tartışmalı, Ebul Vefa devreye sokuldu).
Altmışlı, yetmişli yıllarda sol popülerleşince, bu kez, sol anlayış Aleviliği (Sünniliğe ve Şiiliğe değil) İslama sığdıramadı. Tarih dışı, fantastik, oryantalist motiflerle süslenmiş çalışmalarıyla, Aleviliğin İslam dışı “senkretik” bir din olduğunu (sanki senkretik olmayan bir din tasavvuru mümkünmüş gibi) vaz’ edenler, bilimsellik adına onu idealize edenler zuhur etti.
İki binli yıllara kadar, yaşayan Alevi Ocakları’na gitmeyi çoğu Alevi olmayan araştırmacı gerekli bile görmedi.
Şimdi soruyorum: Aleviliğin hangi yazılı sözlü eserinde, hangi ibadetinde, duasında, Muhammed, Ali, Ehlibeyt, 12 İmam yok?
Öte yandan, Bektaşi tarikatının kurulması da Hacı Bektaş’ın ölümünden iki yüz küsur yıl sonradır. Tam da Osmanlı’nın merkezileşme eğilimlerinin ve (Şii değil) Kızılbaş Safevilerle aralarındaki gerilimin arttığı bir zamanda. Osmanlı devletinin himayesinde bektaşilik tarikatı kurduruluyor. Bir kaç yüzyıl sonra da yine ihtiyaç hasıl olunca, aynı devlet tarafından bu kez kanlı bir şekilde tasfiye ediliyor.
Bu arada, geçen gün internette bir tartışmaya tanık oldum. “Safeviler neden Cbaşkanlığı forsunda yer almıyorlar” sorusu etrafında bir tartışma. Bunun için önce Alevi ve Safevi karşıtı paradigmanın alt edilmesi lazım. Bu da siyasetin sorunudur. Onu Atatürk Cumhuriyeti bile yapmadı. Osmanlı devrinden kalma paradigmayı, paradoksal “Sünni-Hanefi laiklik” şemsiyesi altında devam ettirdi.
Bugünkü bu şeriat tartışması da, siyasetin sorunudur. Devrimci siyasetin sorunudur.
Şeriat tartışması yapıldığı sırada, CHP’nin eşbaşkanlarından birisi Köln’de cami geziyor, caminin benzerinin İstanbul’da da yapılması için girişimde bulunacağını söylüyor. Diğer eşbaşkan tayyip Erdoğan’ı yumuşatma misyonu yüklenmiş. Bunu bir süre için de olsa başarabilmiş olmanın verdiği iç huzurla tebessüm ediyor. Ha bu arada, iki eşbaşkan arasındaki tamamlayıcılık misyonuna da hayran kalmamak mümkün değil, gerçekten bir elmanın iki yarısı gibiler, o kadar ki, aynı sıralarda, birisi Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının mezarına çiçek bırakırken; diğeri Özal’ın türbesini ziyaret edip, dulunun elini öpüyordu. Hem müzakere hem mücadele!
Sosyalist solun gelecek seçimlere kadar faaliyetlerine ara verdiği koşullarda, böyle yuvarlanıp gidiyoruz işte!
NOT:
(1) Bu yazıyı yazdıktan sonra haberdar olduğum “İlahiyatçılar Bildirgesi” ni sadece 14 ilahiyatçının (onların da sanıyorum sadece iki üçü akademik bir ünvana sahip) imzalamış olması bu söylediğimi destekliyor. Sağcılardan, hele “Türkçü-İslamcı” olanlarından hiç bir demokratik girişim, katkı beklenemez. Onlar siyasal biat kültürünün elemanlarıdır. Bu bakımdan çoğu tetikçilik görevine her zaman hazırdır. Dağ taş ilahiyatçıyla dolu, neredeyse her kasabada, mahallede bir ilahiyat fakültesi var. Üniversitede ilahiyat olur mu? İdeoloji olan ilahiyat bilimle bağdaşır mı? İyi ki, Diamond Tema, yine hadis ve diğer İslami kaynaklara referans vererek, Ayşe ile ilgili “Ifk Hadisesi”ni gündeme getirmemiş.
Bu bildirgede de yine yukarıda değindiğim metodolojik yanlış sürdürülüyor. Sorun, İslamın içinden yapılan bir tartışma çerçevesinde ele alınıyor. Oysa asgari olarak Aydınlanmacıların yöntemini izlemek gerekirdi. Bağnazlık, yobazlık karşısında sorgulama ve düşünce özgürlüğüne vurgu yapmak yerinde olurdu.
Başka bir komiklik de, Adalet Bakanı’na, Diamond Tema’ya adalet için çağrı yapılmasıdır. Bakınız, bu bakanların, dahası (iktidarı ve muhalefetiyle) düzen siyasetçilerinin hepsini içi boş birer ceket olarak görmek lazım. Yani (sadece terimin siyasal anlamında değil, en genel anlamında) bir kişiliğe tekabül etmiyorlar. Tarık Ali (kendisinden beklenilemeyecek kadar) iyi yazılmış Churchill kitabının bir yerinde şöyle söylüyor :
” Yine de tarih öngörülemez bir şeydir. Bir aktörü alır, ona güzel elbiseler giydirir ve rol ile gerçekliğin birbirine karışacağı derecede belirli bir rolü oynamaya zorlar. Perde indiğinde onları bir kenara atar, sonra kendine acemi ama öğrenmeye hevesli yeni aktörler seçer ve onları savaş alanına sürer. Churchill kendi devrinin şekillendirdiği böyle bir aktördü sadece.”
(2) Kabile ve/veya aileler arası iktidar, egemenlik mücadelesinin tarihsel Muhammed figürünün eylemlerinde belirleyici bir rol oynamış olabileceğini, devrin siyasal yönetim veya egemenlik anlayışları dikkate alındığında, düşünmek meşrudur. Bu mantığa göre, Muhammed’in kendisinden sonra ailesinin egemenliğinin sürmesini istemiş olabileceğini iddia etmek anlaşılırdır. Ancak, bir aileler koalisyonuyla iktidarı almış olması, bu düşüncesini gerçekleştirmesini önlemiştir. Emevi karşıtlığını ve Abbasi devriminin sahip olduğu geniş toplumsal tabanı bu bağlamı da gözardı etmeden ele almak gerekir.