AKP’nin mevcut siyasal literatürde bulunan kavramlar çerçevesi içinde tanımlanması güç düzensizlik düzeni, iki dünya savaşının ardından, yani daha öncekiler gibi savaş ya da savaşlar marifetiyle kurulmuş, dünya düzeninin çökmesinden sonra oluşan kaotik ortamda gerçekleşti. Halen iktarda bulunması, dünyadaki düzensizlik hali hesaba katılmadan açıklanamaz.
Aynısını, pekala Sovyet Devrimi ve bizim Cumhuriyet Devrimi içinde söyleyebiliriz. Her iki olay da, dünyada “pax Britanica” tabir edilen hegemonik düzenin çöktüğü, 1946’ya kadar yeni bir dünya düzeninin kurulamadığı düzensizlik koşullarında yükseldiler.
AKP, öncelikle, dünya hakimiyetini adeta panik halinde ilan etme ihtiyacı duyan ABD’nin hakimiyetini kurmasında kullanacağı araçlardan biri olarak tasavvur edildi. Zemin temizlendi. Önü açıldı.
Zaman içinde, bu Anglo-Amerikan hakimiyetinin olanaklı olamayacağının anlaşılmasıyla, AKP’nin üzerindeki kontrol gevşedi. Görece daha geniş bir siyasal hareket alanı buldu.
Ancak, ihmal edilen bir konu var. Eğer emperyalistlerin çıkarlarına hizmet edecek bir iktidar ya da rejim projesi hazırlanacaksa, bunun muhalefetinin de tasarlanması gerekir.
AKP iktidarının yerleşme sürecine koşut olarak muhalefetin de dizayn edildiğini gördük. Mesela, 6’lı Masa’nın bugün artık yerine getirmiş olduğu işlevi daha net olarak kavrayabiliyoruz. Tabii bu dizayn halen devam ediyor.
AKP’nin bu kadar dayanıklı olmasının önemli bir nedeni muhalefetsiz oluşu. Veyahut, aynı anlama gelmek üzere, muhalefeti sürekli dizayn etmesi. Daha önce bir çok kez söylediğim şeyi yineleyeceğim: Somut pratik anlamında, iktidarı alma hedefi, kararlılığı olan bağımsız bir siyasal heyet bugüne kadar ortaya çıkmadı. Niyetler, niyetliler olabilir, ama bir siyasal-programatik kararlılıkla uygulamaya geçmek başka bir şeydir.
Doğrusu, AKP de bu tür olası niyetleri iyi okuyarak muhalefetin kontroldan çıkmasını engellemeye yönelik adımlar attı. Son başkanlık seçimlerinde buna bir kez daha tanık olduk. Halen AKP’nin muhalefeti dizayn etme mesaisi devam ediyor.
Bu anlamda, yani rakiplerinin ve olası rakiplerinin edimleri üzerinde yönlendirici bir kapasiteye sahip olma anlamında, AKP gerçekten iktidar sahibidir. Bu sayede ülkeyi, ihtiyaç duyduğunda, “olağanüstü hal” ilanlarıyla müdahale edebildiği bir düzensizlik içinde yönetiyor.
AKP, dünyada ve ülkede, bir düzen kurulursa, bunun iktidarının sonu olacağının gayet iyi farkında. Deniliyor ki, “AKP eski rejimi, cumhuriyeti yıktı; ama yerine yeni bir şey kuramadı”.
Bir kere, Cumhuriyet AKP devrinde, öyle üç beş yılda, yıkılmadı. Cumhuriyet, 1946’dan itibaren (ama ilk somut hamle Bayar’ın 1937’deki başbakanlığıdır) yeni bir yörüngeye girme kararı aldı. Yazgısını hararetle taraf olduğu soğuk savaşın yazgısına bağlamış oldu.
Bu kararın, olumsuz bir vurguyla, sorumluluğunu tek başına İnönü’ye yüklemek haksızlıktır. Türkiye Tanzimat’tan beri izlediği doğrultuyla tutarlı bir tercih yapmıştı. Uluslararası kapitalizme entegre bir burjuva cumhuriyeti Tanzimat’ın nihai hedefiydi.
Cumhuriyet Tanzimat’ın programını kararlılıkla uyguladı. Bilindiği gibi, bu program bu hedefe ulaşmanın kültürel bir dönüşüm gerçekleştirilmeden başarılamayacağını öngörmüş, uzun bir zaman için kültürel dönüşümlerin, inişli-çıkışlı tempolarıyla, toplumsal-ekonomik değişimlerin önünden koştuğu bir süreç görünümü kazanmıştı.
Tanzimat’ın siyasal yöntemini benimsemiş Cumhuriyet’te de bu görünüm devam etti. Tanzimat ve onun siyasal zirvesi olan Cumhuriyet bir uygarlık değiştirme programı olarak görülmek gerekir.
Elbette böyle kapsamlı ve iddialı bir programın tam anlamıyla kendisini gerçekleştirmesi beklenemezdi. Özellikle de toplumsal dönüşümlerin görece ihmal edildiği koşullarda. Bu iddialı program, kendi mecrasında, asla küçümsenmemesi gereken mevzi başarılar elde etmiştir.
Atatürk daha 1930’da, Serbest Fırka olayıyla, restorasyon için zemin yoklamıştı. 1937’de Bayar’ı başbakan yaparak bu kez doğrudan kendi partisinin içinden bu süreci başlatmak istedi. Atatürk ve etrafındaki hizbin her iki hamleleri, düzen kurmakta olan İsmet Paşa ve asker/sivil bürokrasi için zamansızdı. Zamanlama hatasıydı.
Atatürk’ün popüler karizmasının da katkısıyla İnönü’nün direnişi kırıldı. Ancak, haklı olan İnönü ve bürokrasiydi. Nitekim, yaklaşan savaş dolayısıyla bir süre ertelenen süreç, ancak İsmet Paşa gibi düzen kurucu bir figür tarafından uygulanabildi.
Bugün siyasetten düzensizliği anlayan Erdoğan ve avenesinin İnönü alerjileri bu açıdan da okunabilir. İsmet Paşa, en ufak bir düzensizliğe dahi tahammül edemeyen, bir düzen adamıydı. İsterseniz, devletin bedenleşmiş haliydi.
Ha bu arada, bir eleştiri dolayısıyla şunu da ifade edeyim : Kültür devrimi olmadan, toplumsal dönüşümleri yerleştiremezsiniz. Ancak Tanzimat gibi programlar (örnekse, Rusya’da Petro’nun, Japonya’da Meiji’nin uygulamaları) genel olarak kültürel olana özel bir önem atfetme ihtiyacı duymuşlardır. Bunların bürokrasi eliyle, uzun bir süreç öngörülerek uygulandıklarını unutmamak gerekir. Toplumsal devrimlerle karıştırmayalım.
Ancak zaman içinde o devrimler kadar, hatta çok daha derin değişimlere yol açmış olduklarını da kabul edelim. Eğer uzun süreli bir tarihsel perspektiften bakılırsa, Tanzimat tarihimizdeki en radikal dönüşüm hareketidir. O kadar öyle ki, Cumhuriyet’i onsuz tasavvur edemeyiz. Yöntemsel yanlışları başka bir konu, genel sonuçları itibarıyla restorasyonu, geri döndürülmesi olanaklı olmayan, tamamlanmış bir olgudan çok, kendisini adeta önüne geçilmez bir süreç olarak dayatmış bir programdan söz ediyoruz. Rusya’da da, Japonya’da böyledir.
Bakınız somut bir Çin örneği var. Öncesini bir yana bırakalım. 1949’da toplumsal devrimini yapıyor. Yetmediğini görüyor. O sıralarda, model aldığı SSCB’de Hruşçov restorasyonu başlıyor. Restorasyonun ilk hamlesi pazar ekonomisini sosyalist sistemin içine sokmak, böylece sistemi çözmekti. Sosyalist programını uygulamaya çalışan ÇKP paniğe kapılıyor. 1958’de Büyük İleri Atılım’la yanıt veriyor. Yürümüyor.
SBKP, restorasyonu programatikleştirip, derinleştirmek istiyor. Önce 1961’deki 22.Kongre, sonra Hruşçov’un bu programın uygulanması önünde engel oluşturduğunun görülmesiyle, Kosygin-Brejnev-Suslov yönetimi daha fazla alan açıyor.
Biliyoruz, bu tür işleri daha solda görünenlere yaptırmak siyasal bir yöntemdir. “Avrupa komünizmi” nin temellerini atar, uygulamasını başlatır; ama teorik olarak ona karşı görünür. Bu bakımdan, Kosygin-Brejnev-Suslov uyumlu bir ekiptir. Brejnev, Kosygin ve Suslov kanatları arasında dengeyi temsil eder.
Soğuk savaşın sert koşulları, ve tabii bu arada, Çin’in de emperyalist blokla ittifak kurması, pragmatist- teknokrat Kosygin’in Sovyetler Birliği’nin, daha erken bir zamanda, Deng’i olmasını engelledi.
Çin’le ilgili sonuç olarak şunu söyleyeyim, bugünkü Çin, (ekonomik temelleri 1949-1978 yılları arasında merkezi planlamayla bir ölçüde atılmış olsa da) 1966’da resmen ilan edilen Kültür Devrimi’ nden çıkmıştır. Devrimin Mao’nun ağzından işitilen hedefi üstyapı kurumlarındaki, devlet ve parti kast ediliyor, revizyonist eğilimleri ortadan kaldırmak, Sovyetlerdeki 20.Kongre’nin Çin’e yansımalarını bertaraf etmekti.
Evet, sosyalizm adına hedefine ulaşamamıştır, halen devrimlerin kazanımları burjuva toplumunun temellerinin atılmasına hizmet etmektedir. Tamam. Ancak bu devrimlerle, özellikle de kültür devrimiyle girilen süreç geri döndürülemez büyük, genel bir çağdaşlaşma hareketi olarak okunmalıdır. En somut sonuçları arasında kadınların toplumsal konumunda elde edilen kazanımların ayrıcalıklı bir yeri vardır. Kadının toplumsal konumunda radikal değişim gerçekleştirmeden hiç bir çağdaşlaşma hamlesi başarılamaz. Sosyalizm de ancak bu çağdaşlaşma zemini üzerinde yükselebilir.
Yıkılan son dünya düzeninde iki sosyalizm pratiği vardı. Birisi, 2.Enternasyonal sosyalizmi olan “sosyal-demokrasi” (Bu açıdan, sık yinelenen “Marks’ın, gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyalizm öngörüsü tutmadı” eleştirisi doğru değildir) ; diğeri, 3.Enternasyonal pratiği olan “reel sosyalizm” ( “Azgelişmiş ülke” deneyimi olarak bu ikincisi, birincisini öncelemiş ve koşullamıştır) . Bugünkü Çin’in kapitalizme mesafesi, bu her iki deneyime olan mesafesinden daha kısadır. Özellikle sosyal siyaseti itibarıyla.
AKP’ye gelince, AKP ve muhalefetine birşey kurmaları için rol verilmedi. SSCB’nin düşmesiyle, boşluğa düşmüş ve zaten epeydir nefes alması zorlaşmış olan Cumhuriyet’i emperyalizm lehine yıkmaları için görevlendirildiler. Yani yıkımı sonuçlandırmaya geldiler, ama yenisini kurmaya değil. Öyle bir dertleri de yok. Dertleri, bu misyonun ödülü olan “han-ı yağma” yı büyütmek, ” tıksırıncaya, patlayıncaya kadar yemek” tir.
En korktukları şey, yasadır, kuraldır, kurumdur, düzendir. Onun için hiçbir “anayasa” AKP’ye yetmiyor. Yetmeyecektir.
Şimdi “hilafet” kuracağından dem vuruluyor. Bravo, halen AKP anlaşılamamış! Oysa gayesi, düzensizliği derinleştirmek. Bunu daha önce bir çok kez, ölümü gösterip, sıtmaya razı ederek yapmamış mıydı? Son yirmi yılda sermayeleri hayal edemeyecekleri ölçüde katlanmış finans- sermayesi, bunu dinsel ve milliyetçi ideolojilere abanarak gerçekleştirdi. Sadece Türkiye’de değil, kapitalist dünyanın tümünde.
Finans-sermayesinin palazlanması, halkların yoksullaştırılması demektir. Yoksullaştırılanların tesellisi için dine, bir çok söylemde onunla eklemlenmiş milliyetçiliğe ihtiyaç duyuldu. Duyulmaya da devam edilecek. Ne AKP ne CHP bu ideolojik kombinasyondan vazgeçemez.
Bu arada, sosyalist solun hali de iç açıcı değil. Toplumsal olarak bağlantılı olmaları gereken emekçi kesimlerle bağlantıları yok. Bu kesimlerle mesafesi açıldıkça, AKP gericiliğinden tedirgin olmuş kentli orta sınıfları hedef kitlesi haline getirerek, daha fazla “Atatürk Cumhuriyetçiliği” ne yaslanıyor.
Şu yerel seçimler öncesinde ortak adaylar göstermek, veyahut güçbirliği yapmak konusunda bir iradeye ve kudrete sahip olamadıkları görülüyor.
Deniliyor ki, TİP’in İstanbul Kadıköy’de belli bir oyu var. Şimdi o bir aday göstereceğini ilan ediyor. Bu arada, Dersim’de başarılı olmuş başkan, nedense, neden aynı yerde devam etmemesi gerekli görülüyorsa, Kadıköy’de (üstelik de müttefiklerden birisinin bir oldu-bittiyi sineye çektiği koşullarda) aday olarak ilan ediliyor. Tabii, bu gibi durumlarda genellikle olduğu gibi, medyanın gazıyla…
Sonucun kibarca, “beklentilerin gerisinde” olacağı öngörülemiyor. Yazık!
Bir feodal “orta şark” kültürüdür, kişi “parmağında peyniri gördüğünde, kendisini mandırada sanır” .
Bu arada, Merkez Bankası başkanı, tıpkı onu oraya tayin edenin ülkeyi, devleti kendi mülkü gibi görmesi gibi, bankayı ailesine ait görüyor. Şarkta hanedanlıklar sona ermez. Demirel, Özal, Yılmaz, Çiller, Erdoğan hepsi ailece gelip, (bu kısmı biraz zaman da alsa) ailece gidiyorlar.
Aynı feodal kültürün farklı görünümleri, “parmağındaki peynire bak” diyen medyanın kolayca gazına gelmiş belediye başkanı; medyanın şişirdiği, kamunun bankasını aile mülkü gören banka başkanı…