Bir ulusal egemen devlet (ki tarihsel olarak kapitalizme en uygun devlet formudur) bir sacayağı üzerinde yükselir : Ulusal ekonomi (merkezinde ulusal bir merkez bankası yer alır), ulusal ordu ve ulusal eğitim/öğretim.
Merkezi devletlerin, özellikle de rakiplerin açık ya da dolaylı saldırılarına maruz kaldıkları koşullarda merkez-kaç kuvvetleri kısa süreliğine, belli özel hedeflere ulaşmak için kullanmaları anlaşılabilirdir. Ancak bu tür organizasyonlara sürekli bir rol atfetmek bunların merkezi yapıyla sürtüşme ve çatışmasını kaçınılmaz kılar. Rusya’da da Wagner olayının özü bu kuralın ihmal ve ihlal edilmesiyle bağlantılır.
Bir süredir Rus devleti Wagner’i doğrudan merkezi aygıtın kontrolüne bağlamak istiyordu. Ukrayna’daki savaşın giderek dal budak salması, Rus genelkurmayının Ukrayna ile ilgili planlarının ta başından kararsızlıklara, hatta belirsizliklere sahip olduğu izleniminin zaman içinde güçlenmesi, sahadaki dağınıklık algısının da güçlenmesine hizmet etti. Bu koşullarda merkezi yönetimden beklenenen Wagner operasyonu da ötelendi.
Bu plan ve ötelemeler Wagner komuta kademeleri arasında gerilimi, psikolojik baskıyı arttırmış olmalıdır. Öte yandan, Rus merkezi devlet aygıtı içinde farklı çıkarları ve tabii fikirleri temsil eden fraksiyonların bu tür merkezkaç araçların tasfiyesi ya da doğrudan merkeze bağlanmaları yönünde hükümete yaptıkları açık baskı da, Wagner’i ilk hamleyi yapmaya teşvik etti.
Putin’in popülist-karizmatik kişiliğiyle, Batı karşıtı ulusalcı, Avrasyacı vb güçlerle Batı’yla daha yumuşak ilişkileri savunan liberal güçler arasında bir tür denge işlevi gördüğü biliniyor. NATO’nun Rusya’yı ekonomik ve askeri bağlamda, kuşatma stratejisinin Ukrayna sorunu etrafında hızlandırılması bu dengenin daha ne kadar sürdürülebilir olduğu sorusunu da gündeme dayatmaktadır.
Putin yönetiminin, abartılı bir özgüvenle, bu Wagner sorununu zamana yayarak çözme ihmalkârlığı (ki açık bir yönetim zaafiyetidir), sorunu bu noktaya getirmiş oldu.
Hiç kuşkusuz, modern devletler içlerinde sınıf çatışmalarını veya bu çatışmaların siyasal-idari düzeydeki yansımalarını taşırlar. Ancak bunların uzlaşmaz bir gerilim noktasına taşınmasına izin vermedikleri ölçüde kendilerini sürdürebilirler. Ukrayna savaşı ve onunla bağlantılı ekonomik sorunlar Rusya’yı bu yöne doğru çekiyor.
Nitekim, Anglo-Amerikan emperyalizmi de Rusya’yı ve yanı sıra Almanya’yı, bu Ukrayna sorununu mümkün olduğu kadar uzatarak, kafa kafaya tokuşturulacakları aşamaya kadar götürmek istiyor.
Rus ordusunun daha harekatın başında, baskın basanındır anlayışıyla doğruca yöneldiği Kiev’den neden vazgeçtiğini henüz anlayabilmiş değilim. Putin hedeflerinin Ukrayna’yı kuşatmak olmadığını, Kiev’i ele geçirmeyi düşünmediklerini, sadece Kiev yönetiminin ülkenin Doğu’sundaki katliamlarını durdurmak için özel bir harekat yaptıklarını ilan etmişti. Bugüne kadar geldik. Bu stratejinin yanlış olduğu anlaşıldı.
Kiev dahil olmak üzere Dinyeper’in doğusu tarihsel Rus toprağıdır. Bunun tartışması olmaz. Bu toprakları savunamayan Rusya’yı yönetemez. Söz konusu hattın savunulamadığı koşullarda, Belorusya hedef olacak, Rusya’nın çözülmesi yolunda büyük bir adım atılmış olacaktır. Strateji buna göre kurulmalıydı. Rusya yönetici sınıfının devletteki kompozisyonun yansıması olarak görülebilecek tereddütler, ordunun organizasyonundaki yetersizlikler işlerin bu noktaya gelmesinde önemli bir rol oynadı.
Bir kalkışma olarak Wagner olayı Rus devleti açısından çok fazla önemsenecek bir olay değildir. Hatta Rusya’daki gelişmeleri biraz izleyen bir çok kişi ve kurum için bu kalkışma “Kırmızı Pazartesi” mesabesindeydi. Bununla birlikte, geleceğe yönelik yananlamları ve çağrışımları bakımından son derece önemlidir.
Rusya, neo-liberal girdaptan çıkmak zorundadır. En azından, güçlü kamucu vurgularıyla (“kapitalist-olmayan yol” dan vazgeçtik) devlet kapitalizmi programına geçmelidir. Ancak mevcut sınıfsal egemenlik yapısı içinde bu dahi mümkün değildir. Halen neo-liberaller devlet içinde güçlüdür.
Rus devleti Sovyet deneyimini soğukkanlı bir biçimde değerlendirmeli, Rusya’yı küçük-burjuva popülist, tam bir NEPman olan Bukharin’in hayali olan tedarikçi bir ülke konumundan süratle çıkarmalıdır. Rusya petrol, gaz, tahıl tedarikçisi bir ekonomi olmamalıdır. Sovyet ekonomisinin düşüşünde bu tedarikçi rolünün önemli bir payı olmuştu.
Benzer bir şeyi, biraz farklı bir bağlamda da olsa, Batı ekonomilerine büyük bağımlılığı olan Çin için de söylemek pekala mümkündür.
Halen NEP dönemi iddiası varsa, unutmayalım ki, o mümkün olduğu kadar kısa sürmesi öngörülmüş bir dönemdi (Biraz daha uzun sürmüş olsaydı, belki de Perestroika devri o günlerde yaşanacak, devrim kaybedecekti) Stalin’in liderliği onun tam zamanında sosyalist inşa lehine tasfiyesiyle yükselmişti.
Aynı sırada, politik koşulları, dünya konjonktürünü okuma kapasitesine sahip olmayan küçük-burjuva Trotsky dünya devrimi hayalleriyle koşullara teslim olmuştu (Aslında ömrünün sonuna kadar bu globalist siyasete bağlı kalmıştı. Hatta Brest-Litovsk’a bu kadar direnmiş olmasının altında yatan neden de devrimi Sürekli Devrim macerasına sevk etmekti. )
Trotsky söz konusu olduğunda, onun öznel durumunun, kişilik sorunlarının da davranışları üzerinde belirleyici olduğunu belirtmek isterim. Kendi kendisiyle savaşan bir kişilik, siyasete burnunu soktuğunda, Trotsky örneğinde olduğu gibi kullanışlı ve çok zararlı bir ahmağa dönüşebiliyor.
Bu arada, “Dünya Devrimi” (“Tarihin Sonu” olarak da okunabilir) ideali uluslararası finans sermayesinin, günümüzdeki formuyla neo-liberalizmin de başlıca hedefidir. Bilindiği gibi, bu devrimle birlikte Pax Romana imasıyla uzun bir barış döneminin dünyaya egemen olacağı va’z edilir. Nazi 3.Reich’ı da bu aynı anlayışın belli bir aşaması olarak görülebilir. Yeri gelmişken, ABD’de Trotsky’nin ölümünden sonra önde gelen Trotskistlerin, örnekse, Hook, Schachtman, Wholsetter, bir ara Trotsky’nin özel sekreteri de olan Burnham, Kristol’ın soğuk savaş yıllarının neo-liberal dünya devrimcilerine dönüştükleri biliniyor).
Lenin ve Stalin Alman Devrimi’nin başarısızlığına tanık oldular. Dünya devrimi beklentisinin gerçekleşemeyeceğini kavradılar. Bilindiği gibi, o gün için dünya devrimi denilirken, “Alman Devrimi” nin başarısıyla başlayacak bir süreç kast ediliyordu. Bolşevikler, savaşın Rusya’da olduğu gibi Almanya’da da bir devrime yol açacağına inanmışlardı.
O kadar öyle ki, Sovyet bayrağındaki orak-çekiç, Rus kır proletaryasıyla, Alman sanayi proletaryasının birliğini simgeliyordu. Gerçekleşmedi. Süratle manevra yapıldı. Devrimci siyaset budur.
Trotsky’e çok yakın olan değerli komünist iktisatçı Preobrazhensky, Trotsky’i artık sosyalizm inşasının gerekli olduğuna ikna edemedi. Onun inşa programını rakip gördüğü Stalin uygulayacaktı.
İstediğiniz kadar teorik donanımınız olsun, siyasal çizginiz yanlışsa, bir anlam ifade etmez. İstediğiniz kadar doğru siyasal çizginiz olsun, onu gerçekleştirme iradeniz yoksa, anlamı olmayacaktır. Herkes doğruyu bulabilir. Bu o kadar da zor değildir. Önemli olan onu uygulamak, ya da isterseniz, onu politikleştirmek ve sahada gerçekleştirmektir.
Dünya devrimi konusunda son olarak şunu da ekleyeyim: Burada ütopik olan reel olanın yerine ikame ediliyor. Kapitalizm ulusal pazar ölçeğini, ya da her kapitalist ülke kendi koşullarını veri alır. Onlara öncelik tanır. Aynısı, sosyalist ya da proleter devrim için de geçerlidir. Bu yüzden Trotskist devrim yoktur. Bu yüzden Trotskist devrimci partiler devrim mücadelesinde önemli bir rol oynayamıyorlar. Öncülük vasıfları yoktur.
Şimdi, Wagner savaşçıları özel görevler üstlenmiş Rusya için savaşan askerlerdir bu bakımdan paralı asker olarak görülemezler demek doğru olmaz. Konsept bizatihi neo-liberal devlet, ordu anlayışının bir tezahürü olarak görülmek gerekir. Konuya öncelikle bu açıdan bakmak gerekir(1)
Bu çerçevede, “paralı asker” demek, parayı ödeyene hizmet eden asker demektir. Ulusal bir devleti paralı askerlerle, “profesyonel ordu” ile savunamazsınız. Bu neo-liberal anlayışın telkinlerinden biridir. Aynı şekilde, “özerk” ya “bağımsız” merkez bankasıyla da ulusal ekonomi yürütülemez. Eğitimde özelleşmenin teşvik edilmesi ve öğretim birliğinin, dini tedrisatlı okullarla, her biri bir yabancı devletin himayesinde, onun eğitim/öğretim anlayışını temsil eden yabancı dilde öğretim yapan okullarla ihlal edilmesi, askeri okulların, öğretmen okullarının kapatılması ulusal egemen devletin varlığını fiilen ortadan kaldırmak anlamına gelir.
Bizde ulusal egemen yapıdaki gedikler AKP rejimiyle açılmadı. Cumhuriyet kadroları da, tıpkı onları önceleyen meşruti monarşist İttihatçılar gibi, Tanzimat yöntemine sadıktılar. Buna göre, siyasal iktidar Tanzimat’ın kültürel değişim programını uygulamak için araç olarak görülüyordu. Sosyal değişimler kültür devrimini (kaçınılmaz olarak) tedricen izleyecekti.
Sonuçta, Tanzimat devri boyunca “kültür çatışmaları” ideolojisiyle gaz verilen ikili yapıların (mesela, geleneksel medrese ve modern okullar) önü açıldı. Cumhuriyet’te de benzeri gerçekleşti.
“Demokrasi”, kendisine yol veren demokratikleşmeyi, demokratik yapıları uluslararası sermaye ve onun içerideki bağlantılarının anlayışıyla bağdaşır biçimde engel olarak gördü. Süreç içinde, konjonktür uygun olduğu ölçüde, onları fiilen ortadan kaldırmaya yöneldi.
Kültürel devrimci demokratikleşme, onun devrimci iradesi siyasal “milli irade” yi yarattı. O milli irade de, bir çok başka örnekte de görüldüğü gibi, demokrasi aracılığıyla, kendisini var eden demokratik yapıları tasfiye etti. Demokrasi, restorasyon ve karşı-devrimin aracı olduğu ölçüde olumlandı. Daha doğrusu bu hedeflere ulaşmak için güdümlendi. Bugün buradayız.
Merkezileşme konusunda bir kaç şey daha söyleyerek bitireceğim. Bir ulusal egemen devlet merkezi ve üniter olmak zorundadır. Emperyalist kuşatmanın söz konusu olduğu koşullarda, federatif yapılar, coğrafi özerklikler ulusal egemenlikle bağdaşmaz.
ABD şeklen fedaratiftir. Ancak uygulamada merkezi ulusal devlettir. Kaldı ki federatif yapısı etnik, ırksal, dinsel vb tarihsel kırılma hatları boyunca oluşmamış. Sömürge olduğu dönemde Britanya tarafından dayatılmış özerk koloniler formu, yeni bağımsızlık koşullarında sürüdürülmek istenmiş. Bugünkü yapı, bağımsızlık sonrası idari yapılanmayla ilgili mücadelelerden, iç savaş sonrası uzlaşmadan çıkmış. Zaman içinde fiilen merkezi işleyişi olan bir devlet haline gelmiş.
Merkezileşmemiş bir emperyal devlet uzun yaşamaz.
Osmanlı devletinde mesela, ilk ciddi emperyal devlet oluşturma girişimi Fatih devriyle başlar. Fatih, önce merkezkaç güçleri kontrol altına aldı. Beyliklerin tasfiyesine hız verildi. Dini cemaatler her birini temsil eden tek bir kurum altında toplandılar. Ermeni Patrikliği, Rum Patrikliği vb. Müslüman tekke ve zaviyeleri kontrol altına alındı. Güç odakları haline gelmelerine izin verilmedi. Tek bir dinsel Sünni-Hanefi anlayış resmi düzeyde meşru görüldü (Tabii henüz laiklik diye bir kavram yok. Bu arada, Osmanlı devrinde hiç bir zaman laiklik anlayışı söz konusu olmadı. Aydınları arasında ateizmi savunanlar bile vardı ama laikliğin sözünü eden yoktu. ). Diğerlerine popüler dinsel anlayışlar olarak, siyasallaşmadıkları sürece, göz yumuldu.
Bu bakımdan, Osmanlı devleti fiiliyatta teokratik değildi. Meşruiyet için teokratik ideolojiye referans vermesi, onun teokratik bir devlet olduğuna delalet etmez. Din kurumu, ruhban tabakası siyaseti belirlemiyordu. Siyaset dinsel düzeni oluşturuyor, din bürokrasisini atıyordu. (Aslına bakılırsa, kurumsallaşmış tarihsel dinler de siyasetin ihtiyaçlarından doğmuşlardır. Bu ihtiyaçlara yanıt verdikleri sürece varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Değişen ihtiyaçlar etrafında sürekli müdahalelere maruz kalmışlardır. Arkasında siyasetin olmadığı tarihsel bir din tasavvuru tarihsel gerçeklikten kopuktur).
Bitirirken, tekke ve zaviylere, dinsel alana Atatürk’ten çok önce, Türk-İslamcıların, bütün tarihsel olaylarda sergiledikleri mitolojikleştirme eğilimleri dolayısıyla yere göğe sığdıramadıkları Fatih müdahale etmişti. Fatih devrinde de, Atatürk devrinde de, bu müdahalenin asıl nedeni siyasal merkezileşme, merkezi tutma ihtiyacı idi.
NOTLAR:
(1) Bu yazıyı yazdıktan sonra bir Rus haber sitesinde Wagner komutanı Prizoghin’in SSCB devrinde adi suçtan hüküm giymiş birisi olduğuna dair bir iddia okudum. Rusya devleti bu kalkışma olmamış gibi davranamaz. Mutlaka hesap sorulacaktır. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın.