“Kılıçdaroğlu mu İmamoğlu mu?”

Tekrar edeceğim, AKP rejimi sadece iktidarıyla değil, muhalefetiyle de bir emperyalist proje olarak dizayn edildi. Türkiye’de ikinci savaş sonrasında oluşturulmuş soğuk savaşın bakiyesi olan siyasal yapı 2002’de tasfiye edildi.

Neo-liberal kapitalizmin basitçe finansallaşmayı öngören ekonomik bir olgu olarak görülmemesi gerekir. Aynı zamanda kültürel, siyasal bir gerçekliktir. 70’li yılların başından itibaren dünya çapında uygulamaya konulmuştur.

Hedeflenen, sadece kapitalist sistemin erken 60’lı yıllarda içine girdiği durgunluğu aşmak değil, finansallaşma ve finans sektörü aracıyla sosyalist dünya sistemini ekonomik olarak çökertmek, ona tutunan ya da tutunma olanağına sahip 3.Dünya ülkelerini emperyalist sisteme entegre etmek, sistem içinde bir tür restorasyon gerçekleştirerek Almanya ve Japonya gibi rakip olma potansiyeli giderek güçlenen ülkelere Anglo-Amerikan hegemonyası altında yeni bir ayar vermekti.

Bunun için sadece ekonomik araçları kullanmak elbette yeterli olmayacaktı. Asıl hedefi marksizm-leninizm, yani devrimci işçi sınıfı siyaseti olan 1968 model küçük burjuva libertenizm ideolojisini kendi “liberal-kapitalist” dünya vizyonuna uygun olarak post-modern tabir edilen şekilde dönüştüren, yanı sıra siyasal tarihi revize eden bir kültürel kampanyaya girişildi.

Siyaset alanındaysa, iki yüzyıllık sınıf mücadelelerinin sonucunda oluşmuş “sağ/sol”, “merkez/çeper” gibi ayrımları silikleştirecek hamleler yapıldı.

Sadece ekonomik alan değil, kültür ve siyaset alanları dünya çapında yeniden dizayn edildi. Bu amaçla zaman zaman zor araçları da kullanıldı.

Bu süreçte, dünyanın batısında, doğusunda, kuzeyinde, güneyinde ne olduysa, ülkemizde de şu ya da bu ölçüde benzer şeyler oldu.

En azından şu son yirmi beş yılda, diğer yerlerden vazgeçtik, Avrupa ülkelerine bakınız, kimler siyaset yapıyor, kimler iktidar, kimler muhalefet?

Yine örneğin, Ukrayna sorunu etrafında Batı ve Doğu Avrupa’nın tamamı, bu arada Japonya da, tam olarak “cüce” veya vassal devletler haline getirilmediler mi?

Ukrayna demişken, Anglo-Amerikanlar bu sorunu zaten bir taşla birkaç kuş vurma aracı olarak kullanıyorlar. Görünenin arkasındakini ortaya çıkarmak gerekir. Bu savaş esas olarak Anglo-Amerikanların yükselen Almanya’ya müdahalesi olarak görülmek gerekir. Daha önce bir çok kez bunu belirtmiştim. Onun için burada üzerinde durmayacağım.

Sadece şunu tekrar belirteyim. Anglo-Amerikan emperyalist siyaseti ana hatlarıyla 1870’lerden itibaren izlediği siyasal çizgiyi izlemeye devam ediyor.

Çin’e fazla takılmayalım. Çin, yeni-liberal finansallaşmanın girdabına dahil edildi. Orada debelenip duruyor. Ekonomisinin yavaşlaması sürecek. Bu bakımdan 90’lardaki Japonya’nın düştüğü duruma benzer bir durumda bulunuyor. Bununla birlikte, bu durumdan çıkmak için Japonya’ya göre (tabii kullanabilirse) daha önemli araçlara sahip olduğunu da belirtmek isterim.

Konuya dönelim. Türkiye’de de, peş peşe operasyonlarla siyasete müdahale edildi. Bugün hem iktidar hem muhalefetteki partiler, figürler adeta paraşütle bulundukları yerlere konduruldular. Daha küçük olanlarsa, araziye uymak zorunda bırakıldılar.

CHP’de de farklı bir şey olmadı. Bugün partinin siyasetine, vitrininde bulunanlara, adı genel başkan adaylığı için geçenlere bakınız. Hangisinin CHP’nin bilindik çizgisiyle bağlantısı var?

Figürlere bakarsanız, hangisi bildiğimiz CHP geleneğinden geliyor? Kılıçdaroğlu, ilk kez F.Gülen tarafından Ecevit’in DSP’sine öneriliyor. Partinin birinci parti çıktığı genel seçim öncesi Ankara 5.sıradan milletvekili adayı gösteriliyor. Kılıçdaroğlu oradan seçilemeyeceğini düşünerek, kabul etmiyor, ayrılıyor. Yerine aday gösterilen kazanıyor (Küçük bir ironi diyelim).

Biraz ileride, parti çizgisine göre hayli liberal konumuyla, Baykal’ın CHP’sine dahil oluyor. Bir operasyonla Baykal’ın alaşağı edilmesi sonrasında genel başkan yapılıyor. Parti süratle neo-liberal siyasetin istemlerine göre uyarlanıyor. Emperyalist proje olan AKP rejimine “muhalif” olarak biat ediyor. Anayasa ihlalleri, seçim sahtekârlıkları dahil, AKP’nin bütün şaibeli uygulamalarına seyirci kalıyor; en çok, gaz alma gayretiyle, düzenin supapı olmak işleviyle varlığını hissettiriyor. Rejim ne zaman ihtiyaç duysa, orada bitiveriyor.

İmamoğlu figürünün de geleneksel CHP ile bir ilgisi yok. ANAP kökenli olduğu biliniyor. Partiye Mesut Yılmaz’ın ricasıyla alınıyor. Çünkü AKP’ de arrivist hırslarını tatmin etmesi mümkün değil, konjonktürel olarak en ideal mecra CHP oluyor tabii. Kendisinin ülkenin yeni Tayyip Erdoğan’ı olacağına inanıyor. İnandırılıyor.

Doğrusunu söylemek gerekirse, Erdoğan da onu kendisine benzetmek için elinden geleni esirgemiyor. Belki ona yasak getirecek, görevden alacak, kimbilir, belki cezaevine bile yollayacak. Böylece kitlesel messiyanik beklentilere yanıt verecek yeni “bir “karizma” şişirilmesine hizmet ediyor.

Hiç kuşkusuz, eğer Tayyip Erdoğan değiştirilecekse, onu iktidar yapmış güçler için şu sıralarda vitrine çıkartılmış adaylar arasında en uygun figür İmamoğlu’dur.

Yok bu durum sürdürülecekse, hırsları olmayan, azla kanaat eden, ana muhalefet lideri olmayı büyük devlet olarak gören Kılıçdaroğlu biçilmiş kaftandır.

Bakınız, sermaye sınıfı kimi, daha doğrusu, hangi kişiliği ne zaman nerede kullanabileceğini nasıl biliyor, öyle değil mi?

Bu bakımdan, Kılıçdaroğlu mu, İmamoğlu mu tercihi, hepsinden önce, düzen açısından yapılacak bir tercihtir. Düzen için bu tercih iki soru etrafında netleştirilebilir : Karizması rutinleşmiş olan Erdoğan gönderilecek mi, devam mı edecek? Devam ederse, bu demokrasi tiyatrosuna inancını yitirmekte olan nitelikli geniş kitlelerin kontrolü nasıl sağlanacak? Muhalif enerjiler nasıl dizginlenecek? Çünkü böyle giderse, kitlelerin gazını alma işlevi dahi yerine getirilemeyecektir.

Bu arada, şu unutuluyor: Neo-liberal siyaset fikirlerle, programlarla, ilkelerle yapılmıyor. Yapılamaz. En kabasından popülist bir söylem, postmodern bir bağdaştırmacılık, faşizan bir eklektizm ve bunların taşıyıcısı, sözcüsü olabilecek siyasal figürler üzerinden yapılıyor. Karizma balonları bu nefesle şişiriliyor.

Bu açıdan, “parti sağa kaydı, sola daha fazla yaslanmalı” talepleri gerçeklikten kopuktur.

Bir başka yanlış, “parti sağla ittifak kursun ama bunu sağa savrulmadan yapsın” talebidir. CHP, 6 partiyle “millet ittifakı” nı kurmadan önce, tutarlı ve gerçekçi bir şekilde, kendi içinde bir “millet ittifakı” kurdu. Bu ittifak Baykal zamanında kurulabilir miydi ( Elbette bunu Baykal’ı övmek için söylemiyorum) ?

Sol, sağla ittifak kurmak ihtiyacı duyuyorsa, kaçınılmaz olarak, şu ya da bu derecede sağa meyledecektir. Dünya siyaset tarihi, solun tarihi bunun birçok örneğine referans verir.

Düşünürken, konuşurken somut olana odaklanıp, gerçeklikten kopmamak gerekir. Bunu yapmanın bir yararı da, eldeki aracı, malzemeyi iyi tanımak olanağına kavuşmak olacaktır.

Bitirirken, CHP tartışmacıları partinin eski kaşarı Sarıgül’ü de ihmal etmesinler.