CHP değişir mi?

Türkiye devrimcisi, genel olarak, marksist-leninist düzen kavramı etrafında bir tartışma yerine liberal etkiler altında, burjuva siyasal bilim camiasının onay verdiği kavramlarla örülmüş teorik çerçeveler içinde analizler yapar oldu.

Seçim sonrası “bu CHP değişmelidir” talebi etrafında devrimcilerin de yer yer dahil olduğu bir tartışma sürdürülüyor.

Bu tartışmanın bir tarafı, genel olarak, değişimden partinin başında bulunan kişinin değişmesini anladığını açık açık beyan ediyor. Diğer bir kısım tartışmacı, CHP’nin kuruluş ayarlarına geri dönmesini talep ediyor.

Bu birinci talebi yükseltenlerin diğerlerinden daha gerçekçi olduklarını düşünüyorum.

CHP demokratik bir burjuva toplumu kurmak için yola çıkmıştı. Bu hedefine de büyük ölçüde ulaştı. Ulusal iradenin egemen olacağı anayasal, laik bir cumhuriyetin kurulmuş olması başlı başına önemli bir demokratik adımdı. Temel kadın haklarının tanınması, burjuva güçler ayrılığı ilkesinin şeklen güvence altına alınması, seküler hukuk sistemine geçilmesi, eğitim ve ve öğretim birliği, basın-yayın, dernek kurma, toplanma gibi hakların, devlet karşısında özerk toplumsal yapıların devleti denetlemek dahil haklarının tanınması büyük demokratik adımlardı.

Evet, tarım devrimi ya da daha genel olarak feodal yapıların tasfiyesi, ulusal toplulukların haklarının tanınması gibi konularda devrimci hamleler yapılamadı. Ancak kabul edelim, bunlar demokratik bir devrimin gerçekleştirilmesi en zor hedefleridir.

Kemalist devrimin önderlerinin Tanzimat metodunu benimsemiş Osmanlı asker ve sivil bürokratları olduklarını da dikkate alalım.

Unutmayalım, 1917 Sovyet Devrimi’nden sonra ta otuzlu yılların başlarına kadar, yani sosyalist toplumun kuruluş aşamasına kadar tarım devrimi ertelenmişti.

Devrimleri siyasal bilinç düzeyine çıkartan her zaman bir gecikme ya da gecikmişlik düşüncesidir. İngiltere’de tarım devrimi kısmen 13.yüzyılda, genel olaraksa, “çitleme” seferberliği halinde 16.yüzyılda gerçekleşmişti. Tarihsel gecikme her zaman işleri daha karmaşıklaştırarak zorlaştırır.

Bizde genellikle “demokratikleşme” ile “demokrasi” birbirine karıştırılır. Birincisi, ikincisine indirgenir. Oysa demokrasi, demokratikleşmenin siyasal alandaki tezahürüdür. Siyasal alanın belli sınırlar içinde de olsa serbestleşmesidir.

CHP misyon partisi olarak 1946’da bunu yapmış, yani demokrasiyi de kurarak kuruluş devrindeki işlevini tamamlamıştı. Bu, bir parti olarak kuruluş devri CHP’sinin de misyonunu tamamlamış olduğu anlamına geliyordu. Başlangıçta belirlediği hedefler bakımından bu misyonun başarıyla tamamlanmış olduğu söylenebilir.

Bütün kısıtlamalarına, eksikliklerine ve yanlışlarına rağmen demokratikleşmenin ve demokrasinin mimarı DP değil, CHP’dir. Dahası, DP gibi bir partinin kendi içinden çıkmasının ön koşullarını da hazırlamıştır. Bunu teslim etmek gerekir. Bu misyon sosyolojik ve siyasal içeriği itibarıyla burjuva ve devrimci demokratiktir. Yani CHP burjuva demokratik düzeni kuran partidir.

Neden 1946? Çünkü CHP’nin bir kuruluş devri partisi olarak ortaya çıkıp, işlerlik göstermesi iki dünya savaşı arasında, siyasal dünyadaki düzensizliğin damgasını taşıyan bir zamanda olmuştur. 1946’da emperyalist ve sosyalist dünya sistemlerinin taşıyıcılığında yeni bir dünya düzeni kurulmuş, Türkiye Cumhuriyeti kuruluş hedeflerine uyar şekilde emperyalist dünyaya entegre olmuştur. Çok partili siyasal düzene geçiş bu entegrasyonun bir gereğiydi. Bu anlamda, yeni bir misyonu yeni araçlar ve tabii yeni politik figürler taşıyabilirdi.

Yeni dünya ve yeni Türkiye düzeni koşullarında CHP değişim geçirerek, süreç içinde, düzenin ana muhalefet ayağını oluşturdu. Burjuva demokratik siyasal düzeni taşıyan bir ayak iktidar ise diğeri de muhalefettir. Düzenin iktidarı ve düzenin muhalefeti.

Özellikle ellili yılların ikinci yarısından itibaren Batı’da işçi sınıfı siyasetinin bastırması ve kapitalizmin ekonomik “boom” devrinin burjuva siyasetine sağladığı özgüvenin dalga dalga kapitalist dünyayı etkisi altına almasının ülkemize de yansımaları oldu. Yükselen sol dalga, çatı partisi TİP’in etkili bir şekilde ortaya çıkması, CHP’yi düzenin solu olarak yeniden yapılanmaya götürdü. İsterseniz, CHP yeniden kuruldu da diyebiliriz.

Düzenin yeni siyasal ihtiyacı için veya yeni misyon için yeni bir parti ve yeni taşıyıcı figürler.

Ecevit liderliğindeki CHP düzenin solunu tutmak, ötesindeki solun önünde baraj kurmak, işçi sınıfının radikal sosyalist taleplerini reformlar halinde sulandırmak, olmadı, emekçi kitlelerin gazını almak gibi görevler yüklenmişti.

Ecevit CHP’si içi boş, altı doldurulmamış, samimiyetsiz bir retorikle, halk kitlelerine dönük çağrılar, etkili sloganlarla örülmüş salt söylemden ibaret programı ve Ecevit’in popülist hitabetinin de gayretiyle 12 Eylül askeri darbesine kadar düzen adına top çevirip durmakta başarılı oldu.

Sosyalist blokun çökmesinden sonra Anglo-Amerikan emperyalizmin tek başına kendi hegemonyası altında yeni bir dünya düzeni kurmak için bir birleşik saldırı stratejisinin hazırlıklarına giriştiği yıllar, küçük küçük yeni partilerin doğduğu, sağ ve sol kavramlarının muğlaklaştırıldığı, liberal teolojinin egemen olduğu ve bu etkenlerin hepsinin birden, biraz daha sonra otoriter popülist siyasal konumları takviye edeceği bir momentum kazandı.

Sonra malum, ABD, NATO saldırıları, savaşları, karşı direnişler. Emek örgütlerinin itibarsızlaştırıldığı, demokratik kitle örgütlerinin “sivil toplum örgütleri” formunda kitelelerinden ve demokratik hedeflerinden tecrit edildiği, sosyalist taleplerin “aşırılık” olarak kriminalize edilmek istendiği, dinselliğin hemen bütün ideolojik aygıtlar kullanılarak toplumun her kesimine empoze edildiği koşullarda Kılıçdaroğlu CHP’si dizayn edildi. Yani, yeni bir misyon yeni bir figür…

Dünya sermaye sınıflarının genel olarak laikliğe, tanım itibarıyla kamucu olan bir devlet formu olarak cumhuriyete, sağ ve soluyla geleneksel anlamında çoğulcu tabir edilen demokrasilere ihtiyaçları kalmamıştı. Türkiye’de de böyle oldu. CHP elbette bir burjuva düzen partisi olarak bu yeni talebe yanıt verecekti.

Kısacası, bugün CHP’nin kuruluş ayarlarına dönmesini, 6 Ok ilkelerini yeniden sahiplenerek en eski misyonunu yeniden üstlenmesini talep etmek kadar anakronik bir siyasal talep olamaz. Hiç gerçekçi değildir.

Nitekim, seçim sırasındaki söylemine bakıldığı zaman CHP’nin tarihinde hiç olmadığı kadar sağa savrulmuş olduğu, bu bakımdan, sermayenin ve emperyalizmin taleplerini en ideal şekliyle kendisinin gerçekleştirebileceğini ilan ettiği görülecektir.

Bugün Kılıçdaroğlu gidip yerine yeni bir lider geldiğinde ne yapacak? Kuruluş ayarlarına mı dönecek? Kesinlikle mümkün değildir. Daha da sağda konumlanılacaktır. Yani düzenin ihtiyaçlarına yanıt vermeye devam edecektir.

Genel başkanı dahil CHP’nin vitrinini değiştirmek elbette mümkündür. Ancak partinin bu dönemdeki misyonunu kuruluş devri misyonu lehine dönüştürmek söz konusu olmayacaktır.

Son olarak, yeni-liberalizm sadece finansallaşmanın motor işlevi gördüğü bir ekonomik birikim modeli olarak görülemez. Onu siyaset de dahil olmak üzere bir kültür olarak görmek gerekir.

Bu kültür post-modern bir bağdaştırmacılığı, ekletizimi öngörür. Örnekse, sağ/sol ayrımı anlamsızdır. Veyahut bu “eskimiş” ayrımın işleri ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramayan dogmatik “büyük anlatılara” referans verdiği söylenir.

Bu salt bir retorik değildir, çünkü yeni-liberal teoloji bu tür kalıplara sığmaz. Yani maddi bir ihtiyaçtan kaynaklanır.

Bu bakımdan özellikle bu yeni-liberalizmin krize girdiği 80’li yıllardan itibaren popülist, mümkünse, “karizmatik” siyasal figürlerin imaline başlandı. Krizlerde bu figürlerin sistemin sürdürülebilmesi açısından oynadıkları rolleri gördük, görüyoruz. Toplumlara empoze edilmiş yeni-liberal kapitalist kültür bunun için gerekli temeli sağlıyor. Kitlesel talebi yaratıyor.

Siyasetin “halil ibrahim sofrası” olarak sunulmasının toplumsal-kültürel bir karşılığı var. Aynı şekilde, uluslararası ve “yerli ve milli” işbirlikçi sermaye sınıfının Erdoğan karşısında ellerinde bulundurmak istedikleri olası bir alternatif siyasal “muhalif” figür olarak İmamoğlu’nun mealen, “Abdülhamid Han da Mustafa Kemal de bizimdir” anlayışı bu popülist bağdaştırmacı anlayışın en veciz ifadesidir.

Tekrar edeceğim, CHP’nin başına geçirilecek kişi ve ekibi de bu yeni-liberal kültürün siyasal ihtiyaçlarına yanıt verebilecek olanlar arasından seçilecektir. Başka türlüsüne izin verilmez.